Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

23.03.2004, 17:44

Basında Bediüzzaman´ın vefatının 44. yıldönümü

“Gözümde ne Cennet sevdası var; ne Cehennem korkusu!”

Yakîn derecesinde, şuhud derecesinde bir îmânın, bir îmân-ı tahkîkînin, kâinâta kâinât üstünden bakan bir îmânın haykırışıdır bu: “Gözümde ne Cennet sevdası var; ne Cehennem korkusu!” Bu haykırış, gözümüzde ve gönlümüzde sadece Allah sevdâsını ve sadece Allah korkusunu yerleştirmek ve sabitleştirmek isteyen bir yüksek sevdânın kulaklarımızda çınlayan sesidir!

Yüzyılımızın en yüksek, en fedâkâr, en merhametli, en insancıl, en kuşatıcı, en kucaklayıcı, en müşfik bir çığlığı olan bu ses, îmânın zirvesinden geliyor ve asrımızda bütün beşerin dimağında yankılanıyor!

Cenneti kazanmak ve Cehennemden kurtulmak, inananlar olarak da, dünyamızı tamamen meşgul eder çoğu kez. Bunda bir sakınca da görülmeyebilir. Âmennâ! Fakat bu uhrevî amacın da ötesinde, hayatımızı mânâlandıran, gâyeler gâyesi olan, aklımızı ve kalbimizi kendisinde kilitleyen bir gâye var, fiil ile gâyeyi birleştiren bir yüksek değer var; îmân! Sâdece imân! ımân edilecek herşeye, Kur’ân’ın bildirdiği herşeye imân!

Hayatımızın biricik gâyesi, gâyeler üstü gâyesi budur: Allah’ı tanımak, Allah’ı bilmek, Allah’ı bulmak, Allah’tan ümit etmek, Allah’tan korkmak! ınsan olarak kazanmamız farz olan, yaratılış gâyemiz olan, kazanmadığımızda dünyada-âhirette bedbaht olmaktan kendimizi kurtaramadığımız en büyük değer budur! Oysa yüz yılımız bu değerlere korkunç şekilde sırt çeviren bir gururla işe başlamıştı! ılerlemenin, dünya saadetinin ve herşeyin bu gururla olacağını sanmıştı!

Allah ne büyüktür ki,—geçmişte gururunu başına geçirerek helâk ettiği nice kavimler varken—yüz yılımızı gururu içinde helâk etmedi de; gururunun ağırlığınca, îmân değerlerinin “zirve değerler” olduğunu, bu değerler olmayınca beşerin ne dünyada, ne âhirette hiçbir saadetinden söz edilemeyeceğini haykırarak dünyayı çınlatan, yıkılmayan, kesilmeyen, kısılmayan bahadır bir sesi, Bedîüzzaman Saîd Nursî’yi gönderdi.

Bugün takvim yaprakları 23 Mart’ı gösteriyor. Bedîüzzaman Hazretlerinin âhirete göçüşünün 44. sene-i devriyesi bugün. Vahiy dîninin son asırda girdiği krize denk olarak; Cenâb-ı Hakk’ın, “Kur’ân’ı Biz indirdik ve O’nun koruyucusu da elbet biziz!”1 âyet-i celîlesinde beyan ettiği üzere; bu krizi mânevî boyutta göğüsleyen ve krizin büyüklüğü ölçüsünde de fedâkârlığı yüksek olan bir mübelliğ ve müceddid göndererek dîn-i mübînin yeniden ihyâsını temin etmesi, herşeyden önce O’nun Rahmetinin şe’ninden değil midir?

Aslına bakarsanız, Hazret-i Âdem’den itibâren Vahiy dîni hemen her devirde muhtelif kriz dönemlerinde fedâkâr, cefâkâr ve sâdık Peygamberler hayatlarını ortaya koymuşlar ve tebliğ vazifesini ne Cennet sevdâsı, ne de Cehennem korkusu olmaksızın, sırf Allah rızâsı için eksiksiz ve kesintisiz îfâ etmişler.

Hazret-i Nûh (as) hakârete uğramak, taşlanmak ve öldürülmek2 tehditlerine rağmen tebliğ görevinde bir an tereddüt yaşamadığı gibi; Hazret-i ıbrâhim (as) bu görevdeki sadâkat ve sebâtından dolayı ateşe atılmaktan çekinmemiştir. Tebliğ vazifesinde kavminin verdiği çile ve sıkıntılara; ölüm tehditleriyle ve türlü sû-i kast plânlarıyla Hazret-i Îsa (as) da, O’nun ümmetinden Habib-i Neccâr da (ra) muhatap olmuş; Hazret-i Îsa (as) Cenâb-ı Hakkın bir lütfuyla semaya yükseltilmiş3; Habib-i Neccâr ise kavmi tarafından şehit edilmiş, Cennetle mükâfatlandırılmıştı.4

Ya kavminin eziyet ve hakaretleri karşısında kararlılığını zerre kadar kaybetmeyen son peygamber Hazret-i Muhammed’in (asm); “Amcacığım! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz; ben dâvâmdan yine vazgeçmeyeceğim! Ya Allah bu dîni hâkim kılar; ya da ben bu uğurda can veririm!” diye haykırışını unutabilir miyiz? Peki; müşriklerin işkenceleri ile şehit edilen Hazret-i Yâsir’ler (ra), Hazret-i Sümeyye’ler (ra); kızgın kumlara bastırıldıkça, “Allah birdir... Allah birdir...” diye haykırmaktan geri kalmayan Bilâl-i Habeşîler; darağacına asılıp ok ve mızrak darbeleri altında şehit edilirken, “şimdi senin yerine Peygamberinin olmasını, onun öldürülmesini ve sen de evinde rahat oturmayı ister misin?”diye sorulması üzerine, “Ben Muhammed Aleyhisselâm’ın, değil benim yerimde olmasını, Medîne’de yürürken ayağına bir diken batmasına bile râzı olmam!” diyen Hubeyb bin Adiy’ler (ra) ve daha nice sevgili ashab-ı kiram (ra) göz ardı edilebilir mi?

ınsanlık tarihi, îmân fedâkârlarının altın soluklarıyla hınca hınç doludur.

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerinin (ra) görevlendirildiği son asra girdiğimizde Dîn-i Mübîn, yine o dehşet dolu krizlerinden birisini yaşıyordu. Dünyayı değil; her türlü mânevî makamları da, âhireti de, Cenneti de fedâ edecek ve ehl-i îman yerine Cehennem’e girmeyi göze alacak bir tebliğ ediciye ve yenileyiciye, yani bir müceddide ihtiyaç vardı. Allah, bu ihtiyacı karşılamak üzere, bu asra Bedîüzzaman’ı (ra) lütfetti.

Mânevî makamlara karşı gözü ve gönlü tok bulunan Bedîüzzaman (ra); ehl-i îmanın Cehennem’den kurtulması için “Cehenneme girmeyi kabul ederim”5 diyerek tüylerimizi diken diken eder. Gazeteci Eşref Edip’e verdiği beyanâtta; “Ben, cemiyetin îmân selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim! Gözümde ne Cennet sevdası var; ne Cehennem korkusu! Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmanı namına bir Said değil; bin Said fedâ olsun! Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem! Orası da bana zindan olur! Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur!”6 diye haykırışı hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır.

Bu vesileyle; ilim, fikir ve gönül ehlince anlaşılmayı bekleyen bâkir bir alanda vazgeçilmez eserler bırakan Bedîüzzaman Hazretlerini bir kez daha rahmet ve duâlarla anıyoruz.


DUÂ

Allah’ım! Evvelimiz Hazret-i Âdem ve âhirimiz Hazret-i Muhammed’e (asm) ve onların ikisi arasında gelen peygamberlerine salât, selâm ve rahmet eyle! Peygamberlerin ashabına, inanırlarına ve ümmetine merhamet eyle! Îmânın tesbiti ve tebliği için nice zorluklara tahammül eden ashab-ı kirâmdan râzı ol! Îmân yüksek ahlâkını ve edebini her asırda doğru olarak yorumlayan müceddidlerden râzı ol! Îmânı, bir felâket ve helâket asrı olan şu asırda, asrın gururunu kırarak, evhamlarını yıkarak, felsefesini çürüterek, derinliğine yeniden tebliğ eden ve sesini tüm dünyaya ulaştıran Üstadımız Bedîüzzaman Saîd Nursî’den râzı ol! Âhirete intikal etmiş olan aziz, sebatkâr, fedâkâr ve sâdık nur talebelerine ve Kur’ân hizmetkârlarına rahmet ve mağfiretle muâmele buyur! Allah’ım! Yer yüzünde îmân ve Kur’ân hizmetini kemâle erdir! ıslâm’a ve Müslümanlara yardım eyle! Bizimle kusurlarımıza göre değil; merhametinin genişliğine göre muâmele buyur!

Âmîn... Âmîn... Âmîn...

Dipnotlar:
1- Hicr Sûresi, 15/9
2- şuârâ Sûresi, 26/116
3- Âl-i ımrân Sûresi, 3/55
4- Yâsîn Sûresi, 36/26
5- Emirdağ Lâhikası, s. 377
6- Tarihçe-i Hayat, s. 544

Süleyman Kösmene
Yeni Asya / 23 Mart 2004

2

23.03.2004, 17:47

şaşmaz pusula

şaşmaz pusula

Bediüzzaman gibi, Kur’ân’ın bu çağa mesajlarını büyük vukuf ve isabetle yansıtan, müceddid kimliğine sahip bir âlim ve düşünürün vefat yıldönümleri, aktüel gündemin çoğu zaman ruhlara kasvet veren boğuculuğundan bunalmış zihinlere, onun Kur’ânî irşad ve uyarılarını tekrar hatırlayıp, olup bitenleri Risale-i Nur perspektifinden bir kez daha kuşbakışı bir nazarla gözden geçirme ve rahat bir nefes alıp, tazelenmiş bir enerjiyle yola devam etme fırsatını da veriyor.

ışte yine böyle bir yıldönümündeyiz ve onu vefatının 44. sene-i devriyesinde yine rahmetlerle, dualarla, Fatihalarla anıyoruz.

2004 Mart’ında dünya, bölgemiz ve Türkiye yine zorlu, sıkıntılı ve çalkantılı bir dönemden geçiyor. Yeryüzü global terör saldırılarıyla sarsılırken, terörle mücadele gerekçesiyle ve o görüntü altında ıslâm coğrafyasında uygulamaya konulan karanlık projeler, yeni fitne ve kaoslara zemin hazırlıyor.

Ancak Bediüzzaman’ın hadiseleri yorumlamak için bize verdiği ölçü ve prensipler, iç karartıcı gibi görünen bu kasvetli tablonun arkasında da kaderin nice hikmetli tecellîlerinin bulunduğu dersini önümüze koyuyor.

Son dönemde örnekleri çokça görüldüğü gibi, kader beşerin zalim eliyle adaletin tahakkukuna zemin hazırlıyor. Çetin darbelerle tokatladığı Müslümanları ikaz edip uyandırıyor; cihadın asıl düşman olan cehalet, fakirlik ve ihtilâfa karşı verilmesi gerektiğini her vesileyle hatırlatıyor; iman kaynaklı kardeşlik şuurunu zorlu sınavlardan geçiriyor.

Bediüzzaman’ın en önemli özelliklerinden biri, doğrularla yanlışların birbirine karıştığı, hattâ kimi münferit doğruların bütün içindeki anlamından koparılıp yanlış maksatlar için kullanıldığı dehşetli bir “ahirzaman” ortamında, Kur’ânî ve Nebevî parametrelerden hareketle, en karmaşık durumlarda bile istikameti kaybettirmeyen şaşmaz bir pusula, yol haritası ve rehberi Risale-i Nur’daki hizmet prensipleriyle ortaya koymuş olması.

Bu ölçü ve prensipler, dikkatli ve şuurlu okurlarını, günübirlik olayların görünen veya gösterilen yüzüne takılıp kalmayan; perde gerisine de nüfuz ettirip dessas fitne ve oyunların içyüzünü fark ettiren; genel gidişat ve istikameti kuşbakışı bir nazarla görüp ona göre en isabetli tavrı almayı mümkün kılan; ve ilâveten herşeyi hem kader programı, hem de ahirete bakan yönleriyle yorumlama kabiliyetini kazandıran engin bir feraset, basiret ve öngörüyle teçhiz ediyor.

Onun içindir ki, en olumsuz gibi görünen gelişmeler dahi Risale-i Nur’dan dersini tam almış hizmet erbabını ümitsizliğe sevk edemiyor. Zira herşeyden önce “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Allah’a aittir” ölçüsü buna izin vermediği gibi, “Allah Hakim’dir, abes iş yapmaz; Rahîm’dir, ihsanı ve merhameti çoktur” yaklaşımı ile “Bu dünyanın bir de ahireti var” inancı, onu rahatlatıyor.

ılim-iman bütünlüğü, ıslâm kardeşliği, insanlığın kaydettiği manevî ve fikrî tekâmül ile dünyada hürriyet, fazilet, barış ve adaletin galebe çalacağı tesbiti, Müslüman-Hıristiyan işbirliği ve müsbet hareket gibi temel parametrelere bina ettiği dünya görüşü ve hizmet modeli ise hâlâ keşfedilmeyi bekliyor.

Kazım Güleçyüz
Yeni Asya / 23 Mart 2004

3

23.03.2004, 17:49

“Bir tek gayesi olan” âlim

Bugün, 1960’da Urfa’da Hakk’ın rahmetine kavuşan Bediüzzaman Said Nursî’nin vefat yıldönümü. Kur’ân’ı “asrın idrâkine söyleten” Bediüzzaman, yazdığı 130 parça ‘risâle’ ile (bir araya getirilmiş haliyle 14 cilt) başta gençler olmak üzere bütün bir milletin / insanlığın imanını kurtarmak için hayatını vakfetmişti.

Bu ‘iman kurtarma’ koşusunda elbette onu engellemek isteyenler de çıkmıştır. Bunu şöyle ifade eder: “Bir tek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, ıslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i ıslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim. (şuâlar, s. 427)

Said Nursî, gençlerin imanının tutuşturulup yandırılması karşısında sessiz, tepkisiz kalmaz, kalamaz. “ımansızlık” salgınının başta gençler olmak üzere bütün insanlığı tehdit etmesi sebebiyle adeta feveran ederek muhataplarına şöyle seslenir: “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!” (Tarihçe-i Hayat, s.15)

Bediüzzaman’ın ‘uzun ve bereketli ömrü’ hep bu ‘dar görüşler ve dar düşünceler’ diyerek tarif ve tabir ettiği kişi(ler) tarafından zindana çevrilmek istenmiştir. Bir mahkeme bitmeden diğer mahkeme, bir sürgün bitmeden diğer sürgün birbirini izlemiştir. Ama o, ‘tahkikî iman’ın verdiği cesaretle her türlü zorluğa göğüs germiş ve haksızlık karşısında susmamış, teslim olmamıştır. Hayatının gayesi olarak tarif ettiği şekliyle, ‘gençler’in imanını kurtarmaya çalışmış ve biiznillah muvaffak da olmuştur.

Bugün Türkiye’de sağlam temelleri olan bir dinî hayat varsa, bunda Bediüzzaman’ın; çağın anlayışına göre telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatının müsbet tesirlerini gözardı etmemek lâzım. “Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir” (Münazarat, s. 49) düsturuyla her zaman ‘hakkın hatırını’ üstün tutan Said Nursî, bu tavrıyla Risâle-i Nur hizmetini hiçbir dünyevî gayeye—hatta uhrevî gayeye de—âlet etmemiştir. Bu ihlâs ve bu samimiyet, en zor şartlar altında da insanların kalplerinin Risâle-i Nur’a ‘musahhar/hizmetkâr’ olmasını netice vermiştir.

Risâle-i Nur, tesirini Kur’ân’dan alıyor, çünkü onun tefsiri. Bediüzzaman şöyle diyor: “Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. ışte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim. (...) Sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakâikinden telemmû’ etmiş şuâlardır.” (Barla Lâhikası, s. 12)

Üstad Bediüzzaman’ı bir defa daha rahmet ve duâlarla anarken, “aydınlar”ın bu tesirli sese, bu çağrıya kulak vermeleri gününün gelip geçmekte olduğunu da hatırlatmak isteriz.

Yoksa günümüz aydınları, Bediüzzaman’ı da Hz. Mevlânâ gibi, Avrupalıların keşfinden sonra mı okuyacak, dinleyecek?

Faruk Çakır
Yeni Asya / 23 Mart 2004

4

23.03.2004, 17:53

Kalemin ağlaması...

Kalemin ağlaması...

Bedüzzaman’a Emirdağı’nda ilk defa zehir verilir. Bedüzzaman, “birinci zehir hâdisesi”nden tam şifâ bulmakla birlikte, zafiyet ve verilen sıkıntılardan ölümü çok yakın hissederek “birinci vasiyetnâmesi”ni yazar. Nur talebeleri çok telâş ederler.

“Aziz, Sıddık kardeşlerim ve vârislerim. Ecel gizli olmasından, vasiyetnâme yazmak sünnettir” diye başlayan vâsiyetnâmede, “kahraman kardeşleri” olarak tavsif ettiği Nur talebelerine Risâle-i Nur’u bıraktığını belirtir: “emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım (bıraktığım risâleler), benim bedelime o sâdık ve mübârek ellerde hizmet-i Nuriye ve îmâniyede çalışsın ve istimâl edilsin” niyâzında bulunur. (Emirdağ Lâhikası, 118)

Devamında da, “Kardeşlerim, bu vasiyetten telâş etmeyiniz. Ben, teessürâttan ve dokuz defa zehirlenmekten, pekçok zaif olmakla beraber, gizli münâfıkların desîselerle müteaddit sû-i kastları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz; inâyet-i Rabbâniye ve hıfz-ı ılâhî devam ediyor” diye tesellî ve ümit verir.

1945’in Eylül ayına denk gelen Ramazan ayında Emirdağı’nda Bediüzzaman’a verilen bu ilk zehirin haberi üzerine, Bediüzzaman’ın târifiyle, “Risâle-i Nur’un kahramanlarından ve Hâfız Ali’nin makâmına geçen talebesi muallim Hasan Feyzi, bir mektup yazar.

Bediüzzaman, “Hasan Feyzi’nin Denizli ve hapsinin ve civarının has talebelerini temsil ederek, onların nâmına üstadının vasiyetnâmesi ve zehirlenmeden şiddetli hasta olması münâsebetiyle yazdığı mersiyedir. Vefat haberi almış gibi kalemi ağlamış. Lâhikaya geçirilsin” diye mektubu lâhika mektuplarının arasına koyar. Mektup, Sirâcü’n-nûr’un Osmanlıca yazılan eserlerinin sonuna eklenir.”


HASAN FEYZı’NıN MEKTUBU…

“Anam ve babam ve tatlı canım sana fedâ olsun Üstadım. Birkaç gündür acılarımıza zehir katan ve ciğerlerimize şişler ve hançerler saplayan ve gözyaşlarımızı Kızılırmaklara çeviren acı ve kara haberler almaktayız. Işığında derdimize devâlar aradığımız o mübârek ay, akıbet, husufâ mı uğruyor? Nuruyla bu güzel vatanı aydınlatan ve parlatan Üstadımız, bir daha dönmemek ve bizlere görünmemek üzere, akıbet göç mü ediyor? Vâ halîla!..

“Neşir ve tamim buyurduğunuz vasiyetnâme, bizler için hakikaten böyle bir kara haberi bildiren bir ye’s ve mâtem işâreti midir? Yoksa, yıllardan beri rûy-i zeminde ağlayıp, inleyen kimsesiz Müslümanların, büsbütün kurtuluş beşâreti midir? Bize haber sal. Sal ki; eğer böyle bir beşâret ise senelerden beri hep ağlayan gözyaşlarımızı tutup, biraz da gülmesini bilelim ve öğrenelim.

“Acaba bu, bize tahminlerimizi te’yid ve takviye edecek bir nevruz mu? Yoksa maazallah gözyaşlarını çoğaltıp umman edecek bir nevmidi mi verecek? O bir vâyisetnâme mi? Yoksa bir tebriknâme mi? Yoksa, oğul, uşak ve âileden mahrumum, belki bana yas tutan ve mersiye yazan olmaz diye, kendi mersiyeni kendin mi yazdın Üstadım?

“Senin sayısı yüzbinleri aşan büyük bir âile efradın var. Hem öyle ki: Eğer istesen, hepsi sana hayatlarını fedâya hazır, sana üçyüzelli milyon insan yas tutup ağlar. şimdiye kadar, hangi ölünün böyle milyonlarca yassıcı, mersiyecisi ve âile efradı var ki (…) “Allah senden ebediyen râzı olsun Üstadım. Demek bundan sonra kederlerimizi onunla giderip, bütün müşkillerimizi o Risale-i Nur’a mı havale edeceğiz? Gece ve gündüz hep onunla mı mütesellî olacağız?(…) “şahsıma âit diye, belki bu yazılarımı da kabul etmek istemezsin, fakat kabul buyurmanı rica ederim. Çünkü, ben medh ve senâ etmiyorum.(…) “Esasen bende o dil, o kudret o iktidar yok ki; ben ancak bu ölme ve göçme hâdisesinin bize saldığı elemlerden ve yağdırdığı kederlerden, ancak bir damlasını yazıyorum.(...)


‘AH… NE OLURDU ÜSTADIM…’

“Ah… Ne olurdu, şimdi şu sayılı nefeslerini verdiğin şu anda, şu son deminde, huzurunda ve yanında bulunup sana hizmet edebilseydim…

“Risaletü’n Nur’un te’lifini tamam edip, neşrin dahi esbabını, te’min ve tanzim ederek ve talebelerinize, biz âcizlere bırakarak ebediyete, Re’fik-i A’laya ve Allah’a gidiyorsun. Alemi ervaha uçtuğunda bizi unutma. Büyük ağabeyimiz ki, şanlı ve muhterem şehit Hafız Ali’dir. Ona ve bütün kardeşlere ve ecdâda ve atalara ve evliyaullahın büyük ruhlarına bizden selâm et.

“Ah… Sevgili Üstadımız… Üzerimize öyle musibetler çöktü ve döküldü ki; eğer o musibetler şu güneşli güzel gündüzler üzerine dökülse ve yağsa idi, gündüzler kararır, muhakkak gece olurdu. (…)

Üstadım, sen dünya lezzetini tatmadan, ömründe bir kere olsun bu fenâ günlerine el uzatmadan ve uzata uzata bir saat bile sıcak ve rahat döşeklerde yatmadan, akıbet bırakıp gidiyorsun.

“Ah… Demek o su’ikastçılar nâil-i merâm mı oluyor? Demek güzel yüzün, bize artık haram mı oluyor?

“Ah… Ahbabın ağlayıp a’dânın güleceği böyle kara bir günü görmek istemezdik. Biz hep, halâsı (kurtuluşu) bekler ve aradık. Demek onlara bayram bize mâtem mi var? Biz dostlara ne diyelim? Seni soranlara ne cevap verelim? Demek bundan sonra, seni bu dünyada şu başgözümüzle bir daha görmeyecek miyiz? Artık vuslat, hasrete mi döndü?

“Çünkü Hâfız Ali’yi evvelce yerine bedel göndermeye râzı olduğun ve icra ettiğin halde, bu sefer hiçbir bedel ve fedâ da kabul etmiyorsunuz?

“Demek göç ve sefer muhakkak mı Üstadım. Pek vakitsiz, pek erken değil mi Üstadım…

“Sana bu mektubum acaba son mu olacak, diye titriyorum…

“25 yıldır çekmekte olduğumuz çilelerden halâs ve necâtımız böyle ölümle mi, ayrılıkla mı olacaktı? Acılar ve ağrılar çeken ve zehirler içen o mübârek kalbinizin istirahatı böyle varıp kara toprağa yatmakla mı olacaktı? (…) Çekilen âhlar yüzünden yalnız senin değil, yüzlerle yerinden delinen hepimizin çiğerlerimizin tâmiri ve tedâvisi kâbil değil. Biz, hep ağlayan bu beşeriyetin gözyaşlarının seninle, yani Risale-i Nur ile dineceğine, hep sızlayıp acıyan kalblerin hâdim olduğum nurlarla tesellî bulacağına bel bağlamış ve inanmıştık.

“Böyle bir emr-i Hak vuku bulduğunda, seni nerede nefnedeceğiz. Konya’da, Hazreti Mevlâna’da mı, Civar-ı Hazreti Eyyüb’de mi? Yoksa Cennetü’l Mualla veya Cennüt’l Baki’de mi? Bunu bize açıkça bildir…”


“DAHı NEZDıN O Kı CÂNIM SANA KURBAN OLACAK”

Bu mektuptan sonra Hasan Feyzi’nin 13 Kasım 1946’da vefat haberi Bediüzzaman’a gelir. Bunun üzerine Bediüzzaman Hasan Feyzi’nin Risale-i Nur hakkındaki mektubuna şu mukaddimeyi yazar:

“Risale-i Nur hakkında yazılan bu hakikatlı ve uzun mektubu yazan merhum Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehit merhum Hâfız Ali misillû bir mektubunda dediği gibi, ‘Dahi nezdin o ki cânım sana kurban olacak’ dediğini tasdiken, Üstadına bedel şehid olup, şehid kardeşi Büyük Hâfız Ali’nin yanına gitmiş.

“Bu zât-ı zülcenâheyn ehl-i kalp ve gâyet yüksek bir ehl-i ilim ve hakîkat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risal-i Nur’u elde edip gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında Risâle-i Nur’un yüksek hakikatlerini ve kemâlatını çekinmeyerek ruh-u cânıyla herkese ilân etmiştir.

“Cenâb-ı Hak, Risale-i Nur’un herbir harfine mukâbil, onun ruhuna ve âlm-i berzâhtaki nurcu arkadaşlarının ruhlarına binler rahmet eylesin. Amin... Amin... Amin...”

Bir diğer mektubunda ise, Bediüzzaman, “Hasan Feyzi’nin şiddetli ve tehlikeli hastalığını beyân eden bir mektub”unu alınca, “Kanaat-ı kat’iyyem geldi ki; Hasan Feyzi, aynen şehid Hâfız Ali (rahmetullâhi aleyh) gibi, benim musîbetimin kısm-ı âzamını (büyük kısmını) kendine alıp mânevî bir fedâkarlık eylemiş. Hâfız Ali, benim bedelime birkaç emâre ile berzaha gittiği gibi, bu Hasan Feyzi de aynı hastalığım zamamında, aynı vakitte, aynı müddette, aynı tarzda, aynı sıkıntılı dışarıya çıkmamakta tevâfuku, kuvvetli bir emâredir ki, bana çok acıyan ve şefkat eden o kardeşimiz, mânen hastalığmı kısmen kendine aldı” diye yazar. (Emirdağ Lâhikası, 160)

“Risale-i Nur’un kahramanlarından ve Hâfız Ali’nin makâmına geçen merhum Hasan Feyzi’nin vefâtı, Denizli’ye ve Risâle-i Nur dairesine ve bu memlekete ve âlem-i ıslâma büyük bir zâyiattır” dedikten sonra şu dua ve temennide bulunur:

“Bir tane, toprak altına girer, vefat eder; fakat yüz tane sümbül meydana geldiği gibi, rahmet-i ılâhiyeden ümitvârız ki, Hasan Feyzi de öyle kudsî bir sümbül verecek, çok Hasan Feyzi’ler Nur dairesinde yetişecekler, vazifesini daha ziyâde yapacaklar.”


“BU BıÇÂRE KARDEşıNE KENDıNı KURBAN ETTı…”

Bediüzzaman, bir başka mektubun hâşiyesinde, “Ehl-i siyasete hiç bakmadığım halde, bugün tesadüfen kulağıma geldi ki, bâzı câmileri kaldırmak için bir mecliste, bir kısım dinsiz mebuslar çalışmışlar. Aynı vakitte beni tesmîm (zehirlendirmesi) ve Hasan Feyzi’nin ölüm hastalığı tesâdüfe benzemiyor” diyen Bediüzzaman, “Bu üç su-î kast aynı zamanda birbiriyle alâkadar görünüyor. ıkisi şimdilik akım kaldı, birisi bir kahramanı aldı” diye Hasan Feyzi’nin vefatına dikkat çeker.

Bediüzzaman, “Nurlar hakkında parlak fıkralarında bu biçâre kardeşine kendini kurban etmeye söz verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti” dediği “Denizli’nin bir mânevî kahramanı Hasan Feyzi”nin aynen “Isparta kahramanı Hâfız Ali” gibi kendi yerine vefat ettiğini açıkça belirtir. “O bir cihette, ölmemiş; belki vazifesini acele bitirmiş, âlem-i berzala istirahat için gitmiş, terhis edilmiş” diye belirtir. “... Merhamet-i ılâhiyeden kuvvetle ümitvârız. ınşaallah, Cenâb-ı Hak onun vazifesini dünyada gördürecek Nur dairesinde çok Hasan Feyzi’leri yetiştirecek...” diye duasını tekrarlar.

Vefatının 44. yılında, Bediüzzaman’a ve “Dahi nezdin o ki cânım sana kurban olacak” diye cânını Üstadına “kurban” eden merhum talebesi Hasan Feyzi’ye ve bütün Nur talebelerine rahmet ve minnet...

Asım Asyalı
Yeni Asya / 23 Mart 2004

5

23.03.2004, 17:54

Bir âlim ki...

Bir âlim ki...

Bir âlim ki dünya bütün şaşaasıyla yüzüne güldüğü halde bir tekme atıp ilmin şanına lâyık tarzda bir ömür sürmüş, “Hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra fedâ edilmez” demiş, ilmin izzetini başlar üstünde tutmuş, gelene ağam gidene paşam dememiş, bunun için 28 sene zindan ve sürgünlerde yaşamayı saraylara tercih etmiş.

Bir âlim ki, dâvâsının ulvîliği sırrını daima başlar üstünde tutmuş, onu hiçbir şeye âlet ve tâbi yapmamış, “Nefis cümleden âdî, vazife cümleden âlâ” demiş, bulunduğu her yerde hakkı ve hakikati haykırmıştır. Divan-ı Harplerde idamla yargılanırken bile ıslâmın bir hakikatini bin ruhu olsa fedâ etmeye hazır olduğunu belirtmiş, bütün ruh u canıyla ıslâmın ter ü taze hakikatlerinin gönüllerde taht kurmasını arzulamıştı.

Bir âlim ki kendisine sıkıntı çektiren, eziyet edenleri dahi affedebilecek derecede büyüklük göstermiş, kendisini idama mahkûm eden zatlara Risâle-i Nurla îmanlarını kurtarmaları şartıyla hakkını helâl edeceğini söyleyecek kadar şefkatli ve insanların dünyalarının da, ebedî hayatlarının kurtulmasını isteyecek kadar fedâkâr davranmış, milletin îmanının selâmeti uğruna bir değil bin ruhu olsa fedâ edeceğini söylemiş, Cehennemin alevleri içinde yanmayı bile göze almış, “Vücudum orada yanarken gönlüm gül gülistan olur” diyecek kadar da büyük bir feragat göstermiş.

Bir âlim ki, çağın şartları gereği Müslümanların cumhuriyetçi olmalarını ve demokratik bir atmosferde dinlerine sahip çıkmalarını istemiş, dört Halifenin cumhuriyetçi olduklarını, “meşrutiyet-i meşrûa” dediği düzgün çalışan demokrasinin de Müslümanların terakkîsine sebep ve dine en güzel hizmetin de bu yolla olacağını savunmuştu. Kur’ân ve hadislerden çıkardığı bir kısım esaslarla Müslümanlar demokratik bir atmosferde hem dinlerini rahat yaşayacaklar, hem de başkalarına tahammül ve hoşgörüyle bakacaklardı.

Bir âlim ki yazdığı eserlerle eskilerin medreselerde yirmi senede kazandırdıklarını öz ve hülâsa hâlinde eserlerinde sunuyor, kısa yoldan hakikate ulaşmanın formüllerini, Kur’ân’a en güzel ayna olan Sahabe modelini takdim ediyordu.

Bir âlim ki mü’minler arasında kardeşliğin “bir binanın kenetlenmiş taşları gibi” kuvvetlenmesi için başta kardeşlik anlamına gelen Uhuvvet Risâlesi olmak üzere eserler telif etmiş; her söz, iş ve hareketinde ihlâsı esas almış, inananların da ihlâs ve tesanüd içerisinde olmaları için ıhlâs Risâlesini yazmış; dinin, Allah demenin, Kur’ân okumanın yasak olduğu bir dönemde köydeki çobanlara varıncaya kadar yediden yetmişe her kesim insanın zevk ve şevkle elle yazıp çoğalttıkları, okudukları 6000 sayfalık Risâle-i Nur Külliyatını kaleme almış, yurt içinde ve dışında binlerce, milyonlarca insanı etkilemiş, eserleri ve hizmetleri konferans, sempozyum, panel ve akademik çalışmalara konu olmuş.

Bildiğiniz gibi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu büyük âlim. Vefatının 44. yıldönümünde nice mühim hizmetlere imza atan bu büyük zât ve eserleri hâlâ ülkemiz ve dünyada hakkıyla keşfedilmeyi bekliyor.

şaban Döğen
Yeni Asya / 23 Mart 2004

6

23.03.2004, 17:56

Tarihe şahitlik eden mekân

Tarihe şahitlik eden mekân

ınsanlar gibi mekânların da birbirlerinden üstünlükleri vardır mutlaka… Maddî yönden birbirinden farklı olan mekânların, mânevî mertebe bakımından da diğer mekânlara fark atan farklı yönleri bulunmaktadır. Allah’ın, insanları hak ve hakikat yoluna dâvet etmeleri için gönderdiği peygamberlere mekânlık eden verimli topraklar olduğu gibi, Allah’ın resûlleriyle mücadele eden Firavunlar ve Nemrutlara mekânlık eden çorak araziler de bulunmaktadır.

Bazı mekânlar da iman ve küfür mücadelesine tanıklık etmişlerdir. Bu yerlerden birisi de şanlıurfa’daki Halilürrahman Dergâhı’dır. Bu mekânda tarihin kaydettiği en zalimane olaylar ve olaylara karşı en mütevekkilâne imanî dik duruşlar yaşanmıştır. Burada, zamanın zalim hükümdarı Nemrut ile onun zelil putlarını kıran, “put-şiken” sıfatı ile de bilinen, Allah’ın Peygamberi Hz. ıbrahim’in (a.s) mücadelesi yaşanmıştır. Hz. ıbrahim’i (as) fikir canibinden yıkamayan hükümdar Nemrut, kaba kuvvetle rakibini yenmek için çareler aramış ve neticede, en zalimane bir uygulama ile, rakibini kızıl ateşlerin ortasına atarak yok etmenin yolunu tercih etmiştir. Tarih boyunca meydana gelen bu tür uygulamalar, Nemrut-misâl insanların başvurdukları son çareleri olmuştur.

Nemrud-u lâin, kendisini Allah’ın birliğine dâvet edip, taş parçalar olan putlara tapmaktan vazgeçirmeye çalışan Peygamber Hz. ıbrahim’i (as), kızıl alevlerin arasına atarak kurtulmak istemiştir. Ancak bütün varlıkların Yaratıcısı olan ıbrahim’in yüce Rabbi, ateşe “yakma” emrini vererek, ortalığın güllük, gülistanlık olmasını irade etmiştir. Neticede mânâ âleminde olduğu gibi madde âleminde de ıbrahim (a.s) Nemrud’a üstün gelmiştir. O günden bu güne “Dergâh”ta ateş yerine yeşillikler boy atmakta, odunlar yerinde balıklar gölde “Halık”larını zikretmektedirler.

Tarihin her döneminde olduğu gibi, yirminci asırda da “ıbrahimî”ler ile “Nemrudî”lerin mücadelesi devam etmiştir. ışte Hz. ıbrahim’den (as) bu yana “Dergâh”ta yaşanan en önemli diğer bir hadise de, şüphesiz geçtiğimiz asrın ortalarında cereyan eden bir olaydır. “Put-şiken ıbrahim”in mücadelesini devam ettiren Bediüzzaman Said Nursî, 23 Mart 1960’ta şanlıurfa’da ruhunu Rahman’a teslim etmiş ve “Dergâh”ta, yani Hz. ıbrahim’in mekânında defnedilmiştir. Ancak “put diken”lerin temsilcileri, halkın bu mekâna olan ilgisinden hoşlanmamış, “Nemrut-misâl” bir uygulamayla bir Temmuz gecesinde, Bediüzzaman’ın kabri açılarak mübarek naaşı bilinmezliklere doğru götürülmüştür. Ruhunu Rahmana teslim edip, Halilurrahman Dergâhında huzurla yatan mânâ âleminin sultanlarından olan bu büyük zatın ölüsünden bile korkan zavallılar, bu şekilde onu kalblerden sileceklerini hesap etmişlerdir. Oysa telif etmiş olduğu Risâle-i Nurlar, bugün değil Türkiye’nin, dünyanın bile her tarafında okunmaya devam edecek ve başta “Dergâh”tan olarak, dünyanın her tarafından Bediüzzaman’ın ruhuna Fatihalar gönderilecektir şüphesiz.

Tarihin her döneminde, küfrün yardakçıları olan zalimler, maddî icraatleriyle âleme sahip olacaklarını sanmışlardır. Ama gün gelmiş ki ölüm onları da toprağın derinliklerine atmıştır. Elbette gittikleri âlemde yaptıkları zulümlerin karşılığını acı bir şekilde vereceklerdir. Mekânlar, hep mazlumları hayırla yad ederken, zalimleri de nefretlerle anmaya devam edecektir. ışte bugün “Dergâh”ın ziyaretçileri, Bediüzzaman Said Nursî’ye, minnet dolu duygularla Fatihalar gönderirken, “Nemrutlar”ın dâvâsını güdenleri de nefretle anmaktadırlar. Bugün gibi 23 Mart 1960’da Urfa’nın bağrında kendine yer bulan bu büyük “Üstad”ın naaşı buradan alınmış olsa bile, onun adı ve dâvâsı gönüllerde her geçen gün yerini genişletmektedir.

Bediüzzaman’ın mekânı bugün yine “Dergâh”ta yerini muhafaza etmekte, her gün buraları gezen binlerce insan o pak ruha Fatihalar göndermektedir. Her zaman ve mekânda olduğu gibi burada da zalimler kaybetmiş, mazlumlar inanan insanların gönlünde taht kurmuşlardır…

Nurullah Akay
Yeni Asya / 23 Mart 2004

7

23.03.2004, 17:57

O bir müjde meşâlesi

O bir müjde meşâlesi

Hakka vuslatının 44. sene-i devriyesinde olmasına rağmen, her geçen gün onun doğruları ve tesbitleri birer müjde meşâlesine döndüğü, insanlık âlemi ve düşünen, mütefekkir ve münevver kişiler için bir ümit şelâlesi haline geldiği görülmektedir. Gönüller sultanı Bediüzzaman’la aramızdaki fark, onun çağ ve çağları engin düşünceleriyle kucaklaması, çağa ve gelecek çağlara reçete sunmasıdır.

Yuhanna ıncilinin On Altıncı Bâb ve âyetinde Hz. ısa’nın (as) “...Benim gittiğim, size faidelidir. Zira, ben gitmeyince, tesellîci size gelmez” şeklinde işaret buyurduğu tesellîci zât, bizim ve en büyük Peygamber Hz. Muhammed Efendimizdir (asm). Ve o her cihetle tesellîci ve müjdecidir. Onun bu asırda en büyük varislerinden Hz. Bediüzzaman da, her şekliyle müjdecidir. En zor ve karanlık günlerde bile ümit ve müjdenin mimarı olmuştur.

Eserlerinin özünde Zumer Sûresi 53. âyet olan “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin” hakikatı vardır. Çünkü yedi büyük kebâirin dördüncüsü Hz. Allah’tan ümit kesmektir. Onun için takriben 90 yıl önce asrı tartarak ve nesilleri görerek “Evet, ümitvâr olunuz, şu istikbâl inkılabı içinde en yüksek gür sada ıslâmın sadası olacaktır” demiştir.

Aradan geçen 44 yıl içinde onun ve neşrettiği 130 adet eserin üzerinde başta Türkiye olmak üzere Fas’ta, Mısır’da, Kahire’de, Malezya’da, Kuala Lumpur’da, Almanya’da, Avusturya’da, Avustralya’da, ıngiltere’de, ABD’de ve muhtelif ülkelerde, ilim adamlarının, araştırmacıların iştirak ettiği sempozyumlar ve konferanslar tertiplenmiş ve bütün hızı ile devam etmektedir.

21. yüzyılın bu koca sultanı, başta âlem-i ıslâmın ve bütün insanlık âleminin dertlerini kendi derman ittihaz ederek, çocuklara, gençlere, ihtiyarlara ve aile hayatlarına çareler üretmiş ve istikbâllerine ait müjdeler ortaya koyarken, tek rehberi Kur’ân-ı Hakim ve Hz. Peygamber (asm) olmuştur. Onun için merhum Mehmet Âkif “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz ıslâmı” demiştir. Bu söz onun eserlerinde tecellî etmiştir.

Hz. Bediüzzaman, yürürken, otururken, şehir şehir, ülke ülke dolaşırken ve vatan müdafaasında bulunurken, hep istikbale ait düşünüyor, ıslâm ve Hıristiyan dünyası ile ilgili çarpıcı beyanlarda bulunuyor. ılk eserlerinden Hakikat Çekirdeklerinde “Nasrâniyet ya intıfâ veya istifâ edip ıslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, Tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor...” ve Mektubât’ının 15. Mektub’unda “(...) Hâlihazır Hıristiyanlık dini hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i ıslâmiye ile birleşecek, (...) ısevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve ıslâmiyet metbû makamında kalacak...” ve Kahire El Ezher Üniversitesi Rektörü şeyh Bahid’in suâline, istikbali ihata ederek der ki: “Avrupa bir ıslâm devletine hamiledir; günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak” (Tarihçe-i Hayat, s. 46)

1978’de Risâle-i Nurları Alman Prof. Annemarie Schmel’e verdim. Bir yıl sonra dedi ki: “Kardeşim, Said Nursî’nin eserleri birer harika, bu eserler beni aydınlattı. O çağın Mevlânâ’sı, yani müceddididir. Onu Avrupa entelleri daha tanıyamadı. Onu tam tanıdığında Avrupa’ya sevgi ve barış güneşi doğacaktır...” Aradan yıllar geçti, Prof. Dr. Thomas Michel çıktı ve dedi ki: “Bediüzzaman Said Nursî bizim imdadımıza yetişti. Madem dinlerin kökeni bir, bu itibarla Risâle-i Nurlar bizim çağdaş tefsirimizdir.”

Hıristiyan ıslâm araştırmacısı Oliver Roy basında yer alan tesbitlerinde “Avrupa’da bütün ‘izm’ler çöktü ve çökmektedir, alternatif ancak ıslâmdır. 50 yıl sonra Avrupa bu gelişme ile Müslüman olacaktır. Çünkü son 5 yılda Avrupa’da 1800 kilise kapanıp, 2500 cami hayata geçmiş. Kiliseler bomboş, camiler tıklım tıklım. Yıllar sonra Hz. Üstadı teyid eden müthiş gelişmeler, harika inkişaflar, şahane beşaretler...

Hz. Bediüzzaman bir şartı da ihmal etmiyor; Münâzârat'ında “Eğer biz doğru ıslâmiyeti ve ıslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikâmeti gösterirsek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.” Çünkü şartlar tahakkukun temel esaslarıdır. Zira yaşamayanlar yaşatamazlar. Kûşe-i kalbimizde Fatihalarla yaşıyorsun müjdeci Üstadım, Efendim...

Halil Uslu
Yeni Asya / 23 Mart 2004

8

23.03.2004, 18:00

Babalar, anneler, çocuklar...

Babalar, anneler, çocuklar...

1876-1960

Ömür, bu rakamların arasındaki çizgi kadar kısa.

Hayatsa, öncesi ve sonrası gibi uzun.

Ömrü hayatın çekirdeği sayanlar, hayatı ömrün ebedî meyvesi yaparlar.

Bunun en güzel örneklerinden biri de Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatıdır.

Her insan gibi onun ömrü de muayyen bir zamanda geçti. Mezkur iki tarih arasında.

Fakat orada yaşanan hayat, saadet-i dâreyne muntazır semereler verdi.

Hatta, hayat değil hayatlar sığdı o ömre.

Zîra hepimiz, ömrün mahiyetini onun sayesinde anlayan ve eserlerini okuyarak hayatın mânâsını yaşamaya çalışan insanlarız.

Bu itibarla, ona medyun-u şükrânız ve vefatının kırk dördüncü yılında da bir kere daha anıyoruz.

Hem de, rahmetle ve hasretle.

Çünkü yalnız ona değil, onun temsil ettiği değerlere ve onu yetiştirip zamana armağan eden ebeveynlere de hasretiz.

Bilhassa babasına, annesine; onların hallerine, hasletlerine.

Hassaten hassasiyetlerine.

***

Mirza Efendi ve Nuriye Hanım.

Biri seyyid, diğeri şerif.

Bir diğer deyişle Hasenî ve Hüseynî.

Yani Mirza Efendi Hazret-i Hasan’ın soyundan geliyor, Nuriye Hanım Hazret-i Hüseyin’in sulbünden.

ıkisi de ehl-i beyt. ıkisi de tuhfe-i nebevî, mevhibe-i ılâhi.

Asr-ı Saadette, zürriyet-i Pâk-i Muhammedî’den (asm) nebean ettikten sonra, önlerine pek çok engel çıkarılsa, çeşitli felâketler yaşayıp zulme maruz kalsalar da ayrı ayrı kollar halinde asırlarca aktılar.

ılây-ı kelimetullah inancıyla hareket ettikleri için, gittikleri yerlerde örnek insanlar yetiştirip kalıcı izler bırakarak çöller geçtiler, dağlar aştılar.

Nurs ve Bilkan köylerine gelip yerleştikleri zaman asılları kadar berraktılar.

Kaderin tecellîsi neticesinde yuva kurarken de her yönden atalarını örnek aldılar.

Ve hep öyle kaldılar.

Çünkü, o zaman bir köydü Nurs.

Etrafını saran dağlar, mevsim boyu karlarla kaplı olduğundan yılın sekiz ayında çevre ile bağları kesilen, kalan zamanda da çok çalışmak gerektiğinden sakinlerine başka yerlere gitme fırsatı vermeyen küçük bir dağ köyü.

Bu yüzden, ekser köy kadınları gibi onun annesi de hayatı boyunca köy hudutları dışına çıkmadı. Babası bazı zarurî bir haller zuhur ettiği zaman çıktı ise de en fazla komşu köy, kasaba ve illere kadar gitmedi.

Hal böyle olunca, onların bütün dünyaları köylerinden ve ailelerinden ibaret kaldı. Dışarıdan menhiyât gelmediği için içerde hevesât işleme fırsatı bulamadı ve fıtrî hasletlerini hassasiyetle korudular.

Nesiller boyu evlâtlarını da hep bu ahvâl içinde yetiştirmeye gayret ettiler.

***

Samimi bir insan, muttakî bir Müslümandı Mirza Efendi.

En büyük gayesi, insanlığın icaplarını hayatına rehber yapıp ıslâm’ın şartlarını yaşamaya çalışırken; bütün aile efradının da o hallere ittiba etmesi için müsait bir zemin hazırlamaktı.

Bunun, ancak onları helâl kazançla beslemekle mümkün olacağını bildiğinden gece gündüz çalışır, fakr u zarûret içinde yaşadığı halde kimseden zekât ve sadaka dahil hiçbir yardım almazdı.

Bu meselede o kadar hassastı ki, değil ailesi, hayvanlarının bile haram sayılabilecek bir şeyler yemelerine meydan vermez; tarlaya, gidip gelirken yol kenarındaki bahçelerden sarkan yeşilliklere uzanmamaları için ağızlarını bağlardı.

Lâkin hassasiyetinin, hayvanlar için fiilî bir işkence haline gelmesine de fırsat vermez, eve gidince gönüllerini almak istercesine önlerine, saman ve yemden önce bir miktar taze ot, yeşil yaprak koyardı.

Aynı hassasiyet, Nuriye Hanımda da vardı.

O da, doğruluğuna inandığı hakikatleri yalnız kendisi yaşamakla kalmaz ve ayniyle çocuklarına da aksettirmeye çalışırdı. Onları abdestsiz emzirmemeye ve besmelesiz yemek yapmamaya husûsi bir itina gösterirdi.

Bu hassasiyet ve itina sayesinde o iptidaî ev, mükemmel bir mektep haline gelmişti.

***

Nuriye Hanımdı, o iptidaî mektebin en müessir muallimi.

Said Nursî’nin, yıllar sonra “Ben seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum vâlidemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda âdetâ maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine binâ edildiğini aynen gördüm” şeklinde de ifade ettiği gibi herkese her hali ile fiilî ve mânevî dersler verirdi.

Fakat, zaman zaman annelik şefkati muallimlik hassasiyetinin önüne geçiyor olmalı ki, her anne gibi o da evlâtlarının, ancak kendi yanında iken emniyette olabileceklerini zannederek hiç birini yanından ayırmak istemezdi.

Sık sık hareketlenen hissî galeyana rağmen, onların büyük medreselere gidip okumalarının, hem kendileri, hem de vatan, millet ve din için faydalı olacağını düşünerek gitmelerine razı olsa da, yüreği onlar dönünceye kadar âdeta ateş üstünde gezinirdi.

Bilhassa medreseye gitmek için sabî denecek yaşta evden ayrılmasının da tesiriyle, farklı bir ruh hali içinde Said’in yolunu gözler, ondan maceralı haberler geldikçe gözyaşları dökerdi.

Mirza Efendi ise böyle hadiseler karşısında, “Maşaallah! Oğlum, yine ehemmiyetli bir iş yapmış, kahramanlıklar göstermiş ki, herkes ondan bahsediyor” diyerek sevincini ifade eder ve eve hakim olan hissî havayı dengelerdi.

Ailenin ağabey, abla sıfatı taşıyan fertleri de aynı şekilde hareket ettiklerinden; anne şefkatinin, baba metanetinin ve ağabey, abla mesuliyetinin hakim olduğu böyle bir aile içinde yetişenler, onların hallerini yaşar, vasıflarını taşırlardı.

Said Nursî’nin: “Ben şefkat dersimi annemden, nizam ve intizam dersimi de babamdan aldım” sözleri o uhrevî ahvâlin ifadesiydi.

***

Fakat bu ailenin asıl alâmet-i farikası, mânevî havası idi.

Zîra, aile fertlerinin ideallerine Allah’ın rızasını kazanma heyecanı, hareketlere ibadet sürûru, hallerine uhuvvet mutluluğu, sohbetlerine de muhabbet-i Muhammediye (asm) muhtevası hakim olurdu.

Bu uhrevî iklim gönüllerden bir an bile eksik olmadığından, zahiren sade ve basit gibi görünen hanenin batınında mânen muhteşem bir tefrişat vardı. Onun için de insanların yüzlerinden tebessüm, dillerinden terennüm, tavırlarından tevazu, vakarlarından asâlet hiç eksik olmazdı.

Biraz da bu yüzden, bilhassa çocukların eğitimleri ile ilgili hususlarda annenin, babanın ve ailenin diğer büyüklerinin kifayet etmediği hallerde, o mânevîyat mihrakları yetişirdi imdada.

Ailenin bu husûsiyeti o kadar tebarüz etmişti ki, kaybolan cevizleri bulmak gibi çok sıradan istekler ve ihtiyaçlar için bile Fatiha mukabili onlardan yardım istenir, genellikle beklenen yardım gecikmeden gelirdi.

Böyle harika haller, Said’in tahsil hayatında da defalarca yaşanmıştı.

ıçinde doğup büyüdüğü irfan mektebinden öğrenebileceği bütün bilgileri alıp hasletleri kazandıktan sonra medreselere giden Said, beklediği ilmi de ilgiyi de bulamayınca çok üzülmüştü.

Artık oralarda kalmanın kendisine bir şey kazandırmayacağını, aksine zaman kaybettireceğini anlayınca “ınsanın, husûsan Müslümanın tahassüngâhı ve bir nevî cenneti ve küçük bir dünyası” olan aile ocağına sığınmıştı.

Mevcut şartlarda yapabileceği tek şey, iç dünyasını mânevî bir murakabeden geçirip gerekli vecibeleri yerine getirdikten sonra Allah’a iltica etmek ve ‘ılm-ü ledün sultanından’ himmet beklemekti.

Bunu bildiği için o da, başta annesi ve babası olmak üzere ailede hemen herkesin, her vesile ile tevessül ettiği yola baş vurmuş ve annesinin anlattığı Siyer-i Nebî maceralarını dinleyerek uyumuştu.

Daha sonra Tarihçe-i Hayat’ında “Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı nasıl ziyaret edeceğini düşünür. Nihayet sırat köprüsünün başına gidip durmak hatırına gelir. ‘Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim’ der ve Sırat Köprüsünün başına gider. Bütün peygamberân-ı i’zâm hazerâtını birer birer ziyaret eder. Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar olur” cümleleri ile anlatıldığı gibi Peygamberimizi rüyasında görmüş ve ondan ilim talep etmişti.

Peygamber Efendimizden, “Ümmetimden suâl sormamak şartıyla sana ilm-i Kur’ân verilecektir” müjdesini alınca tahsiline devam etmiş ve üç ayda doksan kitap ezberleyip heyet huzurunda imtihana girerek daha buluğ çağına ermeden icazet almıştı.

Bu hayat hallerini, birbirini tamamlayan Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said safhaları takip etmiş ve Mirza Efendinin, Nuriye Hanımın hassasiyetleri, o mükemmel meyveyi vermişti:

Bediüzzaman Said Nursî.

***

Eskiden ailelerin pek çoğu benzer vasıflar taşıyordu.

Ne var ki, zamanı sarıp asrın sıfatı haline gelen felâket ve helâket halleri, cemiyetle birlikte aileyi de vurdu.

Aile cemiyetin çekirdeği hüviyetini taşıdığı için, onun uğradığı felâket, diğer içtimaî müesseselerden çok daha tahripkâr oldu. Yuvasından yara alarak çıkan fertler, cemiyetin yanı sıra devleti ve milleti de fesada verdi.

Devlet ricalinin ve hükümet erkanının, zaten aile müessesesini korumak gibi bir çabası yoktu. Onun için aileyi bozucu faaliyetlerde bulunan bazı çevreler, te’dip yerine teşvik ve takdir gördüler.

Böylece aileyi koruma işi, yine ailenin kendisine kaldı.

Gelinen nokta, en fazla annelerin işini zorlaştırdı. Çünkü, anne ailenin orta direği idi. O sağlam durduğu sürece aile yıkılmazdı.

Zamane annelerinin gönülleri zengin, kalpleri müşfik de olsa; akılları meşgul, vicdanları yaralıydı. Çok geçmeden zamanlarının çoğunu, çocukların eğitiminden ziyade mâlâyanî meşguliyetlere ayırma zaafına düştüler.

Bilhassa televizyon ve radyo gibi yanlış ellere geçtikçe illetleşen âletler, alenî bir şekilde ailenin haremine hulûl ettikten sonra artık o da bel vermeye başladı.

Bediüzzaman’ın, “Nasıl ki bir câzibedar sefihâne ve sarhoşâne şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mestûre hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar” ifadeleri ile de dikkat çektiği gibi mütedeyyin hanımlar bile hislerini bu kirli akıntıya kaptırmaktan kurtulamadılar.

Neticede; fâni bir ömür içinde, basit hevesler uğruna, nice ebedî hayatlar heder edildi.

Hâlâ da ediliyor.

***

Babalar, anneler, çocuklar!..

Ağabeyler, ablalar, bacılar, kardeşler.

Ve, taşıdığı sıfatları hakikî mânâsıyla yaşayarak ebedî saadeti kazanmak isteyenler.

Bunu nasıl yapacağınızı bilmiyorsanız, işte size en güzel örnek:

Bediüzzaman Said Nursî ve ailesi...

Onları örnek alın ve onlar gibi olun.

ıslam Yaşar
Yeni Asya / 23 Mart 2004

9

23.03.2004, 18:06

Bediüzzaman’la son beş gün

Bediüzzaman’la son beş gün

Tarih 19 Mart 1960. Günlerden cumartesi. Hicrî 1379 yılı Ramazan ayının 21. günü. Saatler gecenin 02.30’u.

Bediüzzaman çok ağır hastaydı. Başında talebeleri sırayla nöbetleşe bekliyorlardı. Nöbet sırası Zübeyir Gündüzalp ile Bayram Yüksel’e gelmişti. Her iki talebesi başı ucunda gözlerini kırpmadan bekliyorlardı. Said Nursî, bir ara gözlerini açtı ve dudaklarından belli belirsiz “Gideceğiz” sözü döküldü. Bayram Yüksel, “Nereye gideceğiz Üstad’ım?” deyince, “Urfa’ya gideceğiz. Hazırlanın” cevabını aldı. Bunun üzerine Zübeyir Gündüzalp içinden “Üstad çok hararetlidir; ateşinden böyle söylüyor” diye geçirdi.

Sahur vaktinde nöbeti Tahirî Mutlu ile Hüsnü Bayram devraldı. Bayram Yüksel, Hüsnü Bayram’a, “Kardeşim, Üstad ‘gideceğiz’ diyor.” dedi. Hüsnü Bayram, “Araba arızalı. Biraz tamire ihtiyacı var.” cevabını verdi. Sonunda dayanamayıp durumu Bediüzzaman’a arz ettiler. Üstad Bediüzzaman gayet kararlı bir şekilde “Başka bir arabaya bakılsın. ıki yüz lira verebiliriz. Hatta cübbemi de satabiliriz.” karşılığını verdi. Sabahleyin talebeler arabayı hazırlamaya koyuldular. Bu sırada Bediüzzaman, başında bekleyen Tahirî Mutlu’yu “Haydi sen de git, onlara yardım et. Araba çabuk hazırlansın, tahammülüm yok.” diyerek meselenin ne kadar ciddî olduğunu gösterdi. Bütün bu gelişmelerin ardındaki asıl sebep ise bizzat Bediüzzaman’ın dilinden, Urfa’ya ulaşıldığı sırada şöyle ifade edildi: “ıbrahim Aleyhisselâm’ı rüyamda gördüm. Beni Urfa’ya çağırdı.”

Tarih: 20 Mart 1960. Günlerden pazar. Ramazan ayının 22. günü Saat sabahın 9’u. Bediüzzaman, sadık hizmetkârlarının kolları arasında arabaya yerleştirildi. Sürekli hizmetinde bulunan Zübeyir Gündüzalp, içindeki endişenin izalesi için bir kez daha sordu: “Üstad’ım! Urfa’ya mı gidiyoruz?”

Konuşamayacak kadar hasta olan Bediüzzaman başını “evet” anlamına gelen bir hareketle cevap verdi. Arabada üç talebesi vardı: şoför Hüsnü Bayram, Bayram Yüksel ve Zübeyir Gündüzalp. Büyük yolculuk Isparta’dan bu şekilde başladı. Varılacak hedef, peygamberler beldesi olan Urfa şehriydi. Hava ise kapalı ve yağışlıydı. Başlayan bir şey daha vardı: Bazı resmî makamlar arasında gerçekleşen yoğun telsiz ve telefon görüşmeleri.

Eğridir, Barla, Emirdağ gibi gitmesi mümkün olan yerlerden soruluyor; fakat netice alınamıyordu. Emniyet telâş içindeydi. Buna karşılık Üstad’ın talebeleri, bindikleri otomobilin tanınıp, geri döndürülme riskini bertaraf etmek için plakayı çamurla kapatıp, okunamayacak hale getirmişlerdi. Böylece kimseler görmeden Eğridir’den geçtikten sonra şarkikaraağaç’ta biraz dinlendiler. Bir taşın üzerinde öğle namazını kıldılar.

Üstad Konya’ya kadar evrad ve dualarını okumayı sürdürdü. Karapınar’a geldikleri zaman Bediüzzaman yanındaki talebelerine “Evlâtlarım” dedikten sonra yine müjdeli haberler veriyordu: “Risale-i Nur dinsizlerin, komünistlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur daima galiptir.”

Üstad Bediüzzaman gerek Merambağlar’da, gerekse Ulukışla’da talebelerinin hazırladığı iftar yemeğini yiyemedi. Ceyhan’da ise bir saat mola verdiler. Yol kenarında teravih namazını kıldılar. Üstad arabadan çıkamadığı için, yatsı namazını arabada kıldı. Sabah namazını ise Adana-Gaziantep arasındaki Amanoslarda, yine arabanın içinde eda etti.

Tarih: 21 Mart 1960. Günlerden pazartesi. Ramazan ayının 23. günü. Sabahın alaca karanlığında, Bediüzzaman Said Nursî ve üç talebesini taşıyan otomobil Gaziantep’e girdi. O günlerde hemen bütün Anadolu’da olduğu gibi, Gaziantep’te de çamur yağıyordu. Her taraf kırmızı bir çamur tabakasıyla kaplıydı. Âdeta gökyüzü kanlı gözyaşları döküyordu.

Gaziantep eski postahane binasının önünde durdular. Arabadan inen Bayram Yüksel, lokantadan çorba aldı ve Urfa yolunu sordu. Sonra da Urfa’ya doğru sür’atle Gaziantep’ten ayrıldılar.

Aynı gün Üstad ve üç talebesi saat 11 civarında Urfa’ya ulaştı. On yıldır Urfa’da bulunan talebesi Abdullah Yeğin’in kaldığı Kadıoğlu Camii’ne gittiler. Onu da arabaya aldılar ve onun tavsiyesi üzerine ıpek Palas Oteli’nin üçüncü katındaki 27 numaralı odaya yerleştiler.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Urfa’ya geldiğini işiten binlerce Urfalı, sevinç ve heyecan içinde ıpek Palas’a akın ettiler. Urfalılar, “Üstad’ın geleceğini niçin bize önceden haber vermediniz? Biz Üstad’ı merasimle karşılardık.” diyorlardı. Üstad Bediüzzaman’ın Urfa’ya geldiğini duyan halk ıpek Palas Oteli’ne akın ettiler. Bu ziyaretler sırasında, hasta olmasına rağmen yüzlerce Urfalı ile kucaklaştı ve hiç kimseyi geri çevirmedi.

Tarih: 22 Mart 1960. Günlerden salı. Ramazan ayının 24. günü. Sabahtan itibaren otelin etrafı polislerce sarıldı. Otele gelen polisler Bediüzzaman’ın arabasının anahtarını aldılar. Emniyet amiri otele bizzat gelerek Bediüzzaman’la görüşmek istedi. Durum Bediüzzaman’a bildirilince, “Gelsinler” cevabını verdi. Emniyet amiri kendilerine verilen emrin kesin olduğunu, mutlaka Isparta’ya geri dönmesi gerektiğini tebliğ etti. Bunun üzerine Bediüzzaman ona, “Ben şimdi hayatımın son dakikalarını geçiriyorum. Ben gideceğim. Belki de burada öleceğim. Siz benim suyumu hazırlamakla mükellefsiniz. Amirinize bildiriniz.” cevabını verdi.

Polisler Zübeyir Gündüzalp ile Hüsnü Bayram’ı emniyete götürdüler ve sorguya çektiler ve ısrarla şehri terk etmelerini istediler. Zübeyir Gündüzalp onlara, “Efendim! Hastalığı şiddetlidir. Tekrar 24 saatlik yol zahmetine katlanması imkânsız. Biz Üstad’ımıza müdahale edemeyiz. Zaten bitkin bir haldedir.” dese de, ısrarlı tutumlarını sürdürdüler.

Çok geçmeden Bediüzzaman’ın Urfa’dan çıkarılacağını haber alan Urfalılar, galeyana geldiler ve “Bize misafir olarak gelen din alimimizi vermeyiz.” diyerek otelin önünde toplandılar. Bunu engellemek için çeşitli yerlere müracaat etmeye başladılar. O gün Urfa’dan Ankara’ya yüzlerce telgraf çekildi.

Diğer bir gelişme, Urfa’nın önde gelen şahsiyetlerinin de devreye girmesiyle, Bediüzzaman’ın yanına hükûmet doktoru getirilmesi oldu. Muayene eden doktor, talebelere, “Siz ne cesaretle buraya geldiniz? Kırk derece ateşi var. Yarın 9’da gelin. Bu zâta heyet raporu verelim. Bu haliyle bir yere gidemez.” diye teminat verdi. O gün böylece geçti. Akşam oldu. Ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Talebeleri kapıyı içerden kilitlediler. Üstad’larının rahatsız olmaması için ayaklarının ucuna basarak dolaşıyorlardı. Nöbetleşe olarak Üstad’ın başında beklemeye başladılar.

Tarih: 23 Mart 1960. Günlerden çarşamba. Ramazan ayının 25’inci günü. Nur talebelerinin ortak kanaatine göre Kadir Gecesi. Saat 03.00’ü göstermekte. Üstad Bediüzzaman hiç konuşmuyor, sadece dudakları kıpırdıyordu. Baş ucunda bekleyen Bayram Yüksel, ellerini göğsüne koydu ve kendi kendine, “Üstad biraz iyileşti, uykuya daldı. Elhamdülillâh, Üstad uyudu.” diyerek üstünü iyice örtüp sobayı yaktı.

Bediüzzaman’ın diğer talebeleri Zübeyir Gündüzalp, Hüsnü Bayram ve Abdullah Yeğin de geldiler. Bir süre sonra sabah namazı vaktinin girmesiyle Urfa minarelerinde Ezan-ı Muhammedî okunmaya başlandı. Talebeleri Üstad’ın her zamanki gibi kalkmasını, “Sabah namazı vakti girdi mi?” diye sormasını beklediler. Fakat, Üstad kalkmıyor, namaz vaktini sormuyordu. Çünkü şu üç günlük dünyada, bir asra yakın ömür süren Bediüzzaman’ın son beş günü tamamlanmıştı.

SÖZ BASIM YAYIN ARAşTIRMA MERKEZı

Dr. Veli Sırım
Zaman / 23 Mart 2004

10

23.03.2004, 18:10

Vefat yıldönümünde Bediüzzaman

Vefat yıldönümünde Bediüzzaman

23 Mart tarihi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin vefat yıldönümüdür. (1960) Bu münasebetle, ona kendi penceremden bir kez daha bakmak istiyorum.
1. O kendisine zulmedenlere bile haklarını helâl edecek derecede bir sevgi ve şefkat insanıdır.
2. O “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyebilecek kadar büyük bir hürriyetçidir.
3. O bir eğitimcidir: Eğitimde din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte verilmesine taraftardır.
4. O tam bir vatanseverdir: Talebelerinden oluşturduğu gönüllü alayın (Keçekülahlılar Milis Alayı) başında Ruslarla ve Ermeni çetecilerle savaşmış, yaralanıp esir düşmüştür.
5. O son derece cesurdur: ınancı ve özgürlüğü için kaç kez ölümle burun buruna gelmiş, idamla yargılanmış, ancak asla dâvâsından taviz vermemiş, geri durmamış, Kosturma’da esir olduğu günlerde bile Rus Başkomutanının önünde ayağa kalkmamıştır.
6. O hayatı boyunca tüm dünyevi varlığı bir bohçacığa sığmış, bir anlamda “dünyayı bohçaya sığdıran adam” olmuştur. Makam, mevki, şöhret, servet gibi zaafları asla olmamış, tüm enerjisini davasına hasretmiştir.
7. O hayatında ne bir hediye, ne de maaş kabul etmiş, (Darül Hikme’den kısa bir süre aldığı maaş hariç) sırf düşüncelerini özgürce ifade edebilme uğruna, resmi görev almamıştır.
8. O hayatının hiçbir döneminde “ırkçı” olmamış, hiçbir ırkı diğer bir ırktan üstün tutmamıştır.
9. O şartlara teslim olmayan, sebeplere tıkanmayan, imkânsızlıklardan yılmayan adamdır: Sonuçlarına katlanarak, her devirde inandığı gibi yaşamıştır.
10. O baskı ve zulüm görse bile “müspet hareket” yolundan asla ayrılmamış, talebelerini “müspet hareket” etmeye çağırmış, “dahile kılıç çekilmez” sözünü prensip edinmiştir.
Listeyi uzatmak mümkün. Bunların arasında “şartlara teslim olmama”, “inancı ve özgürlüğü için ölümü hiçe sayma” ayrıca da “hediye ve maaş kabul etmeme” konuları üstünde ayrıca durulmaya değer. Çünkü başarısı bu prensiplerde yatıyor. Unutmayalım ki, mutlakıyet, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinde, kimi insanlar korkutularak, kimisi de makam ve maaşla susturulmuşken, Bediüzzaman her devirde prensiplerine sâdık kalmış, inandığını söylemekten, yazmaktan, yaymaktan geri durmamıştır.
Ölümden korkmayan, işkenceden, zindandan yılmayan, servet ve şöhrete dönüp bakmayan, bir “Devr-i Saadet Müslümanı”nı ne ile yıldırabilir, dize getirebilir, inançlarından vazgeçirebilirsiniz?
Kendisini Padişah’ın gönderdiği altınlarla etkilemeye kalkışan Zaptiye Nâzırı şefik Paşa’ya söyledikleri malûm: “Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim, memleketim için geldim. Hem bu bana vermek istediğiniz rüşvet, hakk-ı sükûttur. (susmam karşılığıdır)”
Ardından şunları da ekliyor (bugünkü dille): “Neden eğitim konusundaki tekliflerimi tehir ettiğiniz halde maaşımı hemen ödüyorsunuz? Neden şahsi menfaatimi milletin umumi menfaatinin önüne alıyorsunuz?”
Nâzır Paşa’nın öfkeden kıpkırmızı suratına adeta haykırıyor: “Ben hür yaşamışım! Mutlak hürriyetin beşiği olan Anadolu’nun dağlarında büyümüşüm. Bana öfke fayda vermez. Nafile yorulmayınız...” Vazifesi tebliğ, güç kaynağı Kur’an... Hedefi: Kendi toplumu başta olmak üzere tüm dünyaya ulaşmak... Nazarında sürgün, “seyahat”, zindan “Medrese-i Yusufiye”, ölüm “terhis tezkeresi”...
Hayatı böyle gördüğü içindir ki, padişahın temsilcisinin yüzüne gerçekleri söylemekten korkmamış, “Jön Türkler”in tehditlerinden yılmamış, “ıttihadcılar”ın gözdağına karşı dağ gibi dikilmiş, cumhuriyetin “cumhur=halk” mânâsına ters uygulamalara direnmiş, ıstanbul’u işgal eden ıngilizlere meydan okumuş, 31 Mart Olayı sonrasında yargılandığı Divan-ı Harp’te (savaş mahkemesi), Bayezid Meydanı’nda kurulu sehpaların ucunda can çekişenlere bakarak gürlemiştir:
“Ahirete istekliyim; bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Beni oraya göndermek bana ceza değil. Elinizden gelirse bana vicdan azabı çektirin. Ve illâ başka suretle azap, azap değil, benim için şandır. Bu hükümet, mutlakıyet zamanında akla hasımdı, şimdi ise hayata düşmanlık ediyor... Eğer hükümet böyle olursa yaşasın cünun [delilik], yaşasın ölüm!.. Zalimler için de yaşasın Cehennem! Hem de haksız yere idam olunsam, iki şehit sevabını kazanırım. şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti sözden ibaret bulunan gaddar bir hükümetin en rahat yeri hapishanelerdir...”
“Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır!”

Yavuz Bahadıroğlu
Vakit / 23 Mart 2004

11

23.03.2004, 18:13

44 yıl oldu

44 yıl oldu

Asrın imamı idi. Rasûlullah (sav)’a vekalet vazifesi ile tavzif edilmişti. 20. asırda halis bir Asr-ı Saadet Müslümanı olarak yaşamıştı. Bütün hayatı boyunca kâfirlere ve münafıklara boyun eğmemiş, mukaddes inancından en küçük bir taviz vermemişti. Onu ne hapisler ve darağaçları yıldırabilmiş, ne de tatlı vaatler kandırabilmişti. Son nefesine kadar Kur’an hizmetinden ayrılmamıştı.
Vâ esefâ! Kıymeti bilinmedi. Abdestini bile bilmeyen cahillerin peşinden koşan on binler, onun arkasında yoktu. Ciğeri beş para etmeyen cühelâya ilim adamı payesi veren idareciler ise, bir türlü onu “dost” saymadılar. Milletin imanını selamette görebilmek için verdiği mücadelenin kıymeti bilinmedi. Garip yaşadı, garip öldü. Hayatından korkanlar, cesedinden de korktular. Mezarını kırıp naaşını kaçırdılar, bilinmeyen bir meçhule kaldırdılar.
O bugün hayatta değil. Vefatının üzerinden tam 44 sene geçti. Ona o zulmü reva görenler de, sağlığında kıymetini bilmeyen muasırları da büyük ölçüde toprağın altına girdiler. Peki, ya peşinden gidenler ne haldeler?
ıçimiz rahat mı? “Vahdet, ittihad, uhuvvet, tesânüd, tefânî” kelimeleri kitab satırları arasından çıkıp da mâbeynimizde hakim olabilmiş mi? Yoksa, dersaneler biribirlerine duvar olmuş, klikçilik neredeyse “din” haline getirilmiş, şahsa bağlılık hastalığı müfrid ehl-i tasavvufa rahmet okur olmuş mu? “Haaa, filanca gruptan mı? Hımmm!” ifadesi hemen hemen herkeste hâkim mi, değil mi?
Üstadın vefatından kırk sene sonra, onun takipçileri neden kırk parçaya ayrılmışlar? Neden bu grupların lider kadroları, hiç olmazsa dini bayramlarda bir araya gelmezler? Neden aynı kitabı basan o kadar yayınevi, bir araya gelerek ortak bir metin neşretmeyi düşünmez? Niçin cenazelerde bir araya gelinir de, gayrı samimi yüzlere gülünür? Papazlara ve hahamlara bile hoşgörü gösterilirken, aynı kitabı okuyan bir başka kardeşe niçin tahammül edilmez? Merhum Üstad bugün mezarından kalksa, bağrına basacağı kaç tane “gerçek talebe” bulabilir?
Niçin hâlâ bir nefis muhasebesine gidilmez? Ne zamana kadar kırılan kolumuzu yenimizin içinde saklayacağız? Demokrasiyi savunan dinsizlere bile medenice yaklaşanlar, Allah’ın şeriatını savunan din kardeşlerine niye düşman tavrı takınırlar? Neden sohbetlerde Allah Rasûlü’nün hadisleri okunmaz? Amerika’ya muhabbet beslenir de, Çeçen mücahidlere niçin kulp takılır?
Kusura bakmayın, nasıl olsa benim adım çıkmış doksana, inmez seksene; hiç olmazsa bugün içimden geldiği gibi yazayım.
Abdülmelik Fırat’ın hayat hikâyesini anlatan “Mezopotamya Sürgünü” isimli eserde sayın Fırat’ın Üstâd’a, “Sizin talebeleriniz içinde medreseden gelen kimse yok. Sizin yazdığınız risaleleri sizden sonra saptırabilirler” dediği yazılıdır. Üstâd’ın, “ınşâallah, Allah böyle bir duruma müsaade etmez” duası boşa gitmemiştir. Bütün sinsi gayretlere rağmen merhum Üstâd’ın orijinal metinleri eldedir. Fakat, Fırat’ın şu sözleri üzerinde düşünmeye değmez mi:
“Türkiye istihbarat örgütleri, onun isminden yararlanmak istiyorlardı. Yaşarken buna müsaade etmedi; ama vefat ettikten sonra talebelerinin arasına sızdılar ve bazıları işin başına geçtiler.” (Vakit, A. Muhsin Meriç, 2 Kasım 2003, eserden nakil.)
Mevlâ o mübarek zâta ganî ganî rahmet eyleye. Peşinden gidenlere ferâset ve basiret ihsan buyura. Ehl-i Sünnet itikadı etrafında birleşmeyi nasib ede. Parmağını sokan muzır mikropları ise bu senenin hürmetine temizleye inşâallah. Daha ne zamana kadar bu keşmekeş sürecek?..

Mustafa Kaplan
Vakit / 23 Mart 2004

12

24.03.2004, 11:22

kardeş neden Mustafa Kaplanın yazısını yazdın? sorabilirmiyim?

13

24.03.2004, 13:23

gündüzalp kardeşim;

sorduğunuz soruda biraz serzeniş var. hani yazının içeriğine bakınca haksız da sayılmazsınız. zira değerli Mustafa Kaplan yazısının bazı yerlerinde Üstad'ı anmak yerine günümüzdeki ihtilafları nazara vermiş ve pek de hoş olmayan bazı tabirler kullanmış.
ama elbette ki fikir hürriyeti var.
kişi düşüncesini söyleyecek, doğru veya yanlış.
şayet biz yazarın bazı yazılarını beğenmiyorsak direkt olarak ona bildirebiliriz.

@bdullah kardeşimiz ise konu başlığına uygun olarak, Üstadın 44.ölüm yıldönümünde basında çıkan bazı yazılardan örnekleri buraya aktarmış. güzel de olmuş.

insanların fikirlerini açıkça söylemesi her zaman iyidir.
biraz da meseleye fikir hürriyeti açısından bakarsak zannderim bir problem kalmaz..

saygılar.

14

24.03.2004, 20:12

@ gündüzalp

ahmetsaid abi meseleyi izah etmiş, Allah razı olsun.

Konunun başlığı "Basında Bediüzzaman´ın vefatının 44. yıldönümü" olduğu için "bütün" basında çıkan yazıları ekledik. Yazılar hakkında düşüncenizi yazarlara bildirebilirsiniz. Bizimkisi sadece Üstadın vefat yıldönümünde yazılan çeşitli fikirleri biraraya toplamaktı.

Bâki selamlar
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

15

26.03.2004, 08:43

Bugün dünden de sana hasretiz

Bugün dünden de sana hasretiz

Hasretimiz küllenir, zannetmiştik. Unutulan niceler gibi unutulma yerine, her gün yadınla uyanıyor, hasretinle yoğruluyor saatlerimiz, dakikalarımız...

Bahar gelince de, bîçare mecnunların “kış sekînetini” bozan, yeni cinnetlere yaklaştırır, sana olan hasretimiz sevgili Üstadım...

Nevruz-u Sultanî’nin temâşâsına bizi davet eden, sen değil miydin? Hem davet edersin, hem de bir “nevruz” günü aramızdan uçar gidersin...

“Yeni bahar gününde” tebessümlerimizi giryan kuşattı... Fakat sen irtihalinle bile bize ümit veriyorsun. Baharı göstererek “Bir ölür, bin diriliriz” diyorsun. Bu baharda milyonlarca Said ve Nurlar isminle çağırılırken, firkat ateşinle “sevgin” dolu sineler tutuşuyor, bugün. Isparta’dan Urfa’ya seni takip eden gizli gözler de beht u hayret içindeler... Her geçtiğin diyar baran-ı Nisanla yıkanırken, arkan sıra müjdelediğin yüz binlerce Said, geniş bir coğrafyada gözlerini açıyor hayata...

Anadolu kır çiçeğinden gül çiçeğine yâdınla süslenirken, bir nebzecik de olsun, seyre gelmez misin?

Ey şam-ı şerifin şanlı hatibi, hutbeni irad ettiğin makam bugün tehdit altında. Düne kadar seni dinlemeyen, çözümü beyâbanlarda arayan ulemamız, hutbeni tekrar irad etmeni istiyorlar.

Ey Hasenî çizginin pişdârı, Hüseyn’in bayraktarı!.. Hürriyet diye inleyen mazlumların çerağı! şahı şühedâ Huseyn’in canı pahasına yere düşürmediği ve tâ Kerbela’dan şam-ı şerif’e başı üstünde taşıyarak getirdiği “hürriyet” sancağını devraldığını artık herkes duydu. ısevî âlemin ruhanî lideri bile “Benî Ümeyye”deki ayak izlerini arıyor, hürriyet ve insanlık vadisinde sana biat ettiğini cihana ilân ediyor... Fakat dindarlarımız “Hürriyet Hitâbeni” henüz yeni yeni kekeleyerek okumaya çalışıyorlar. Yezid’e yardım eden “istibdadın” aramızdaki temsilcileri Yezid’den de Yezid’i çıktı. şam-ı şerif’ten ıstanbul’a ve hatta Selanik’e hutbelerini yeniden okumak için aramıza tekrar teşrif etmez misin?..

Ey “hekimlere” hikmette üstadlık yapan efendim! Akılların nemrut-firavunluğunu Kur’ân’ın hikmetiyle maskaraya çevirdin... Öyle bir meydan okudun ki, felsefenin bin senelik birikimini köpükler gibi havalara uçurdun.

Teknolojinin nihaî noktalarına işaretlerle, vahyin yüceliğini yeniden izhar ettin, sen... Dün ayaklarını bile ıslatamayan felsefe, bugün müfsit âletlerle karaları dolduruyor... Evlâtlarımızla birlikte tehlikeden çok uzaklarda olduğumuzu söylemeyiz, Üstadım...

Medreselere çevirdiğin zindanlarının hikâyelerini kitaplarda okurken hal-i pürmelâlimizle karşılaşıyoruz. Yani kendi zindanlarımızla... Ayaklarımızdaki halkalar seninkinden daha mı kalın acaba!.. O kadar ağır hareket edebiliyoruz ki... Müfsit âletlerden çıkan sefih nefeslerle hevaî zehirlenmeyle karşı karşıya kaldık... Nur-u Kur’ân’ın pencerelerine yeterince yaklaşamadığımızdan sanki beynimiz uyuşuyor. Ağzımızda dillerimiz ağırlaşıyor. Dâvânı sana lâyık fesahat-belâgatla haykıramıyoruz. Tasarrufunun her dem devam ettiğine inanıyoruz. Nefsimizle ailemizi, cemiyetimizle ülkemizi ve tüm dünyayı kuşatan şu zindandan halâsımız için himmetini esirgemezsin değil mi?..

Verdiğin müjdeler çıkmaya devam ediyor, Üstadım... Anadolu Nuh’un (a.s) gemisine, Barla saadet köşküne döndü. Afyon savcısının söylediği rakamı talebelerin onlara katladı. Yeni dünya-Eski dünya “Nurları” konuşuyor... Kur’ân-ı Kerim’den sonra evleri en çok şenlendiren Kitab ve Sünnetten süzülen “Risâlelerin” oldu. Fakat Sam yeli hâlâ esmeye devam ediyor. Gül bahçeleri tehdit altında... Mesih-i Deccal şam-ı şerif’e yöneldi. Nifak-şikak’ın bayraktarı can havliyle ikinci Avrupa’dan medet bekliyor. Bildiğin gibi, meydanların tarrakaları semalara yükseliyor. Yecüc-Mecüc tüm kıtalarda işbaşında. Hergün yeni bir coğrafyayı ateşe vermekle meşgul. Yalnız, tanınmamak için ismini değiştirmiş; terör diyorlar, kendisine... Görüyorsun ki, düşman-ı gaddar nifakla merkezlere sızdığından, zaman zaman Müslümanların ferasetlerine perde çekiliyor. Bakışlarla birlikte muhakemeler de havalanıyor, bugün. “Dehşetli dinsiz münafıkları” dine hizmet iddiasındaki Müslümanların kucağında görüyoruz. Ey nur-u zaman! Acaba himmetinle ümmete yer yer musallat olmuş humktan kurtaramaz mısın?

Seni sevgili coğrafyalarınla birlikte, çok sevdiğin talebelerin de arıyor, bugün... ıslamköy’den Karadağ’ a seninle konuşan Hafız Ali’lerin, askerce sana muhatap olmuş Refet, Hüsrev, Rüştü, Asım ve Hulusi’lerin vardı... Etrafını, müderrislikten talebeliğe terfi etmiş Sabri’lerin, Feyzi’lerin, Tevfik’lerin ve Muhacir Hafız Ahmet’lerin sarardı... Sonra... Sonra kucaklarında hediye olarak hayatlarını alıp getiren Tahir’ler, Zübeyir, Ceylan, Sungur ve Bayram’larla Anadolu gençliğini heyecan sardı... Bir lâhikanı taşımayı vekilliğe değişmeyen bu kahramanların dünyada berzahta seni anıyorlar, bugün.

şikâyetimiz bizden bize Üstadım... Bıraktık bazılarımız Zübeyirce müdaafayı... Ehl-i dünya ile hattı muvasalayı temin için bazılarımız medreselerde bile “hayatı, Kur’ân adına tahkir eden” duruşunu seslendiremez hale geldik. ıhlâs, uhuvvet, sadakat, sebat ve takvada ısrar edenlere “mübarek!” diyorlar, bugün... Yeniden gel aramıza!.. Yeniden belirle “iç tüzüğümüzü!”... Fırtınaların çetin, cereyanların kuvvetli olacağını zaten söylemiştin. Öyle bir fırtına ki, asırlık çınarlar titriyor, lerzelerle...

Bazan ayaklarımızı yerden kesip halden hale uçurduğu da oluyor. Bildiğin gibi, bazan ödümüz kopuyor... Tekrar aramıza teşrif etmez misin? Bir rayiha veya bir ruh gibi aramıza akıp boşluklarımızı dolduramaz mısın canım Üstadım...

Gönüller tahassür dolu, gözler rutubetli. Bakışlarımız gösterdiğin ufuklarda tebessümle gezinirken, seni bugün dünden çok özlediğimizi söyleyemez miyiz?

şükrü Bulut
Yeni Asya / 26 Mart 2004

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir