ışte bu yüzden, Risale-i Nur, baştan sona, "Allah'ı tanımak" diye de ifade edilen "marifetullah" üzerinde durmakta; bizi marifetullaha götüren yolları göstermektedir.
ınsanın ancak marifetullah ile birlikte lâyıkınca gerçekleşen ubudiyet görevini yerine getirebilmesi için ona rehberlik edecek çok "muarrif"ler vardır. ınsana Rabbini tanıtan bu muarriflerin, Risale-i Nur'da şu dört ana başlıkta toplandığı görülmektedir:
(1) Bütün peygamberlerin "marifet"ini şahsında toplayan Hz. Muhammed (a.s.m.);
(2) bütün semavî kitapların ders verdiği hakikatın en azamî ifadesi olan Kur'ân;
(3) bütün mahlukatı içeren kâinat; ve
(4) insanın Allah'ı tanıma istidadı taşıyan tüm duygularının merkezi hükmündeki "fıtrat-ı zîşuur" olarak vicdan.
şu dünya yolculuğunun asıl amacı olan ubudiyet ekseninde insana Rabbini tanıtan "muarrif"ler çok olmakla birlikte, zikrettiğimiz bu dört muarrif, "küllî muarrif" hükmündedirler.
Çalışmamız, bu dört küllî muarrifi esas almaktadır. Fakat, bu çerçeve dahilinde, bu muarriflerin birbirine delil olması, birbirini tazammun etmesi hususuna, bize ayrılan zamanın sınırlı oluşu gözönüne alınarak, girilmemiştir. Yalnızca, meselâ Âyetü'l-Kübra'nın, konuşmamızın başında zikrettiğimiz âyetle başladıktan sonra, kâinatın marifetullaha delâletini ortaya koyması; o kâinat içinde fıtratına vicdan dercedilen insanlık âlemine gelmesi; o insanlık âlemi içinde Muhammed'i (a.s.m.) bulması; ve Kur'ân'ı onun elinde görmesi; sonra, Kur'ân'ı eline alarak yeniden kâinat yolculuğuna yönelmesi, bu "küllî muarrif"lerin, Risale-i Nur'da ne denli ayrılmaz bir bütün olarak mütalaa edildiklerini açıkça göstermektedir.
Bununla birlikte, bir kez daha belirtelim, çalışmamız bu muarriflerin birbirlerini nasıl tazammun edip, yekdiğerlerine nasıl delil olduklarını ele almamaktadır. Bu önemli hususun ayrıca çalışılması duasıyla birlikte, bu dört küllî muarrifin kısa bir tanıtımıyla iktifa edilecek; bir marifetullah yolu olarak sadece kâinat üzerinde bir nebze durulacaktır.
Bu açıklamalardan sonra, bu dört küllî muarrifin bizi nasıl marifetullaha götürdükleri hususunu, sırayla ele almaya geçmek istiyorum.
I. MUHAMMED (a.s.m.)
Bize Rabbimizi tarif edip tanıttıran küllî muarriflerin ilki, şu âlemin yaratılışının sırrı olan Muhammed aleyhissalâtu vesselâm'dır. Bütün düşünen insanları hayret içinde meşgul eden, her bir mevcud için sorulabilen, ve bütün zamanlarda en ziyade cevabı aranan üç müthiş soruya; "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" sorularına bozulmamış her aklın kabul ettiği ikna edici cevapları veren, Muhammed'dir (a.s.m.). O bir "konuşan burhan"dır. Onun sözlerini kâinatın muammasını çözen ve Rabbimizi bize tanıtan sözler olarak dinlememiz gerekmektedir. Çünkü o, kâinatın kemalâtını keşfetmiş, mevcudatın yaratılış maksadını açığa çıkarmıştır. Her bir şeyle bu yaratılış maksadına uygun biçimde muhatap olmuş, onları bu maksada göre kullanmıştır. Yaratılıştaki rahmeti bulan ve nazarımıza sunan odur. O küllî ve mutlak rahmeti her haliyle ilan etmektedir.
Muhammed'in (a.s.m.) dualarına kulak verecek olursak, o, dualarında Rabbimizi bize tanıtır; ebedî saadet ister, beka ister. Yüzünü şu fani dünyanın fenasından alır, Bâki olan Zâta çevirir; ve işiten herkese Ona kavuşma yakarışını duyurur. Ebediyyen Onun huzurunda olmanın mekânı olan Cenneti ister. Mevcudatı bir ayna gibi görür; o aynalarda, Yaratıcımızın, gerçek ve bâki güzellikleri görünen bütün kudsî isimlerini gösterir. Dualarımızı o isimlerin müsemması olan Rabbimize yönelterek, Onu bize güzel isimleriyle tanıtır. (Bu çerçevede, Risale-i Nur'da Resulullah'tan rivayet edilen hadisler yalnızca bir dua vesilesi olarak değil, aynı zamanda Hâlikımızı tarif ederek Onun hak ve mevcud olduğunu bize tasdik ettiren birer delil olarak değerlendirilir).
Muhammed (a.s.m.), herşeyden önce, imanda bir mürşiddir. Kâinat, daima tazelenen nakışlarla, her biri birbirinden güzel çeşit çeşit mevcudatla süslenmiş olduğu halde, insanların akıl gözünde tesadüfe bağlı bir oyuncak gibi görülürken; o zâtın getirdiği tarif ile nurlanmış ve anlam kazanmıştır. Herşey ölümle birlikte yokluğa ve hiçliğe gidiyor görünürken; o zâtın âlemde yaptığı inkılâb ile âlemin şekli değişmiştir. Onun tarifi ile insanların gözünde herşey canlanmış; hiçliğe atılan zavallılar değil, ebedî hayat yolundaki yolcular haline gelmiştir. Onun getirdiği nur sayesinde, her bir şey, birbirinin düşmanı olarak görülmekten kurtulmuştur. Bilakis, her bir şey, aynı Yaratıcının Kendisini tanıtmak üzere görevlendirdiği birer vazifeli memur, birbirinin yardımına koşan birer dost ve kardeş olarak görülmeye başlanmıştır. Ki, onun getirdiği iman nuru olmasa, tam bir yardımlaşma içinde görev yapan mevcudat sahipsiz, ehemmiyetsiz, yok olmaya mahkum zavallılar olarak görünecekti. (Nitekim, kâinata onun nuruyla bakmayanlar, böyle görmektedirler).
Risale-i Nur, Muhammed'in (a.s.m.) sözlerini, kâinatı ehemmiyetsizlikten kurtaran, ona mânâ kazandıran, eşyaya gerçekten vücud ve hayat verip nurlandıran sözler olarak dinlemeyi öğretir. Böylece, Resulullah, insanın nazarında bir öğretmen olur, bir marifetullah muallimi olur. Öyle bir muallim ki, öğrettiği her bir şeyin özünde tevhid vardır; tek ve bir olan Yaratıcıyı tanıyıp, ibadetlerimizi yalnızca Ona yöneltmek vardır.
Rabbimizin herşeyi san'atlı ve maksatlı bir şekilde yarattığı şu dünyada şuur sahibi insanlara düşen görev, bu san'at karşısında Onun güzelliklerini düşünüp hayranlıkla ilan etmektir. Risale-i Nur'da ubudiyetin aslı olarak tanımlanan bu görevi en mükemmel şekilde ifa eden insan ise, Muhammed'dir (a.s.m.). Bu bakımdan, yine Risale-i Nur'da, Muhammed-i Arabî'nin (a.s.m.) her sözü, her hareketi Rabbimizi tanıttıran sözler ve hareketler olarak alınmakta; ve o, "ubudiyet dairesi"nin reisi olarak ilan edilmektedir.
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-