Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Muhammed

Moderatör

  • "Muhammed" bir erkek
  • Konuyu başlatan "Muhammed"

Mesajlar: 1,122

Konum: The Collection of Risale-i Nur

Meslek: The Collection of Risale-i Nur

Hobiler: The Collection of Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

1

25.10.2009, 19:41

Haber Türk´ Programındaki çarpıtmalar ve çeliskilere cevap

Cevher İLHAN

cevher@yeniasya.com.tr






Fatih Altaylı’nın yönettiği “Teke Tek” programında tartışan tarihçi Prof. İlber Ortaylı ile Murat Bardakçı’nın yer yer doğruları teslimlerinin yanı sıra, oldukça önemli konularda yanlışları ve uydurmaları seslendirmeleri, doğrusu hiç yakışmadı…

Evvela İlber Otaylı’nın, “Said Nursî ne Türkçüdür ne de Kürtçüdür” tesbitini yapması, bir hakkın teslimi olarak takdire değerdi. Ancak Ortaylı’nın bu “tesbiti”nin altını doldurmaması, dahası programın agresif akışı içinde çoğu kez Bediüzzaman’a ve Kur’ân tefsiri eserlerine uluorta yapılan isnad ve iftiraları “onaylaması”, “sessiz” kalması ya da ademe mahkûm etmesi, İlber Hoca’dan en azından “hakperestlik” bekleyenleri hayrette bıraktı…

Bir önceki programda yine seyircilerin gönderdiği e-maillere sinirlenen ve “Said Nursî ile tek ilişkisi ve ilgisi”nin çocukluğunda Adalet Partisi’nin seçimi kazanması ve Demirel’in Başbakan olması üzerine CHP’li babasının, “Eyvah Nurcular iktidara geldi” demesi olduğunu belirten gazeteci Altaylı’nın, Said Nursî’ye, çalışmalarına, eserlerine bilgisizliğini “mâzur” karşılayalım…

Ancak, programdaki tarihçilerin ifâdeleriyle Osmanlı’nın son devrini, Cumhuriyet’in “tek parti” dönemini ve çok partili siyasî hayatının ilk on yılını dolu dolu yaşayan, hayatıyla, eserleriyle, dâvâ ve mahkemeleriyle tartışmaların odağında yer alan, fikirleri uğruna çok çile çeken Bediüzzaman’ı bilmemelerinin hiçbir mâzereti olamaz…


SAİD NURSÎ’NİN BEYÂNLARINDAN HABERSİZLER…

Bediüzzaman’ın “Türkçü ve Kürtçü olmadığı” belirtilen programdaki konuşmacıların, bilhassa İlber Ortaylı’nın Said Nursî’nin, mahkemelerdeki müdafaalarında, mektuplarında yazdığı ve Kur’ânî ölçülere göre genişçe tefsir ve tahlil ettiği “ırkçılık-milliyetçilik” meselesinden, ırkçılığı takbihlerinden, kavmiyetçiliği reddinden bir tek örnek vermemesi şaşırtıcı…

Keza, Doç. Dr. Erhan Afyoncu ile birlikte katıldığı bir önceki programında, “Şeyh Said ile Said Nursî’nin karıştırıldığını, ancak aynı kişiler olmadığını” belirten ve “Said Nursî’nin 20. asırda iman nurunu öne çıkardığını” söyleyen Bardakçı’nın, programda Bediüzzaman’ın Şeyh Said’e cevabından tek kelime bahsetmemesi, ilginç…

Anlaşılan o ki “Haber Türk’tekiler”in, Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkemesi’ndeki müdafaasında, “Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adâletin mâhiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tâbirdir ki, Isparta’da ve burada bazı isticvablarda (sorgulamalarda) ismim Said Nursî iken, her tekrarında ‘Said Kürdî’ ve ‘Bu Kürd’ diye beni öyle yad ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hâmiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adâletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhâlif bir cereyan vermektir” ifâdelerinden habersizler…

Ya da “Ey efendiler! Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sâdık ve en hâlis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyâde Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası (gereği) olduğundan, bana ‘Kürd’ diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civânmert bin Türk gençlerini işhâd edebilirim (şâhid gösterebilirim)” savunmasını incelememişler. (Tarihçe-i Hayat, 200-203)


BEDİÜZZAMAN’I BİLMELERİ GEREKMEZ Mİ?

Gerçekten Yunan mitolojisini en ince ayrıntısına kadar araştıran, İslâm öncesi Türklere atfedilen efsaneleri bütün teferruatıyla tetkik eden ve bilen tarihçilerin, Bediüzzaman’ın bir asır önce Osmanlı’da kavmiyetçiliği güdenlere, doksan yıl önce, âdem-i merkeziyet fikrini, ayrılığı ve eyâleti “çözüm” olarak görenlere milletin ve vatanın birlik ve bütünlüğünü esas alan tesirli yazılarını bilmeleri gerekmez mi?

Biliyorlarsa; bildikleri halde hakkı ketmedip dile getirmiyorlarsa, milyonların gözü önünde Bediüzzaman’ın Osmanlı’dan günümüze, vatan ve millete hizmetlerini, birlik ve beraberlik dersini ve etkisini bile bile inkâr anlamına gelmez mi?

Diyelim ki Millî Mücâdeleyi ve Kuvayı Millîyeyi destekleyen Bediüzzaman’ın, Anadolu’nun ecnebilerin istilâsı ve başşehir İstanbul’un İngiliz işgali altında bulunduğu menhus mütârekenin en zorlu zamanlarında Kürt Teâli Cemiyeti Reisi Seyid Abdülkadir’den gelen “Kürdistan kurma” teklifine Said Nursî’nin, “Kürdistan’ı değil, Osmanlıyı ihya edelim” itirazıyla karşı çıktığını görmediler. “Allah-û Zülcelâl Hazretleri, Kur’ân-ı Kerim’de ‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ diye buyurmuştur. Ben bu beyân-ı İlâhî karşısında düşündüm; bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dörtyüz elli milyon hakikî Müslümanın kardeşliği bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem” diye verdiği cevaba rastlamadılar. (N. Şahiner, Bilinmeyen Yönleriyle Bediüzzaman Said Nursî, 229)

Veya Bediüzzaman’ın 1925’te patlak veren isyanda, “Efendim! Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu harekâtımıza iştirak buyurur yardım ederseniz, gâlib oluruz” diye kendisini kıyama iştirake bizzat çağıran Şeyh Said’e yazdığı “ikaz mektubu”ndaki mânâları okumadılar.

Belli ki bu mektuptaki, “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılınç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an câiz değildir. Kılınç, hâricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılınç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çâremiz, Kur’ân ve iman hakikatleriyle tenvir (aydınlatmak) ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli (cehâleti) izâle etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç câni yüzünden binlerce mâsum kadın ve erkekler katledilebilir” ikazını görmediler.

İsyana iştirak için “izin” ve “fetva” isteyen Hamidiye paşalarından Kör Hüseyin Paşa’ya, Bediüzzaman’ın, “Askerler bu vatanın evlâdıdır; senin ve benim akrabamdır. Kime vuracaksın? Onlar kime vuracak? Düşün, idrak et. Ahmed’i Mehmed’e, Hasan’ı Hüseyin’e mi kırdıracaksın?!” ihtarından bilgileri yok.

Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur’da dercettiği, âyetlerin ve hadislerin ışığında meseleye iman ve mânevî adeseden getirdiği “İslâm kardeşliği” eksenindeki temel târif ve çözümlerinden de haberleri yok.

Anlaşılan o ki “Mektûbat” adlı eserinde, “Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hâkimin bayraktarı olarak, bütün cihâna karşı meydan okuyup Kur’ânı ilân eden ve milliyetini İslâma ve Kur’ân’a bayrak yapan Türk milleti”ni, “Nerede Türk varsa Müslümandır, Müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi)” diye târif eden Bediüzzaman’ın, bu vatandaki unsurları birbirine bağlayan binbir birlik yönlerini nazara verdiğinden de haberleri yok.

Bu ülke insanı için, “Hâlıkları (Yaratıcıları) bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir-bir binler kadar bir bir…” birlik bağları göstermesinde de haberleri yok. (s. 308-312)



—DEVAM EDECEK—
Bismillahirrahmânirrahîm

" Dedim:''Çok yalnızım.”
Dedi: “Ben sana çok yakınım
.”


Bakara: 186 Ayeti Kerime

Muhammed

Moderatör

  • "Muhammed" bir erkek
  • Konuyu başlatan "Muhammed"

Mesajlar: 1,122

Konum: The Collection of Risale-i Nur

Meslek: The Collection of Risale-i Nur

Hobiler: The Collection of Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

2

25.10.2009, 19:42

HABER TÜRK’ PROGRAMINDAKİ ÇARPITMALAR VE ÇELİŞKİLERE CEVAP-2

MECLİS’TE BEDİÜZZAMAN’A ‘HOŞAMEDİ’ MERASİMİ YAPILDI İŞGALE KARŞI HALKI UYANDIRMAYA ÇALIŞIR…


Haber Türk’teki programda tarihçilerin çarpıttığı bir diğer tarihî gerçek, Bediüzzaman’ın Meclis’e dâvet edilmediği ve Meclis’i ziyaret etmediğidir. M. Kemal’le görüşmediğidir. Bediüzzaman, Kasım 1918’de İstanbul’a geldiğinde büyük bir ilgiyle karşılanır. Tanin gazetesi onun İstanbul’a gelişine birinci sayfada yer verir.

Said Nursî’nin Dâr-ül Hikmeti’l İslâmiye’ye tayin edildiği günlerde Osmanlı Devleti, Mondros Mütârekesini imzalamış, yıkılış sancılarıyla kıvranıyordu.. Mütârekenin sonucunda 13 Kasım 1918’de İstanbul, Müttefik Kuvvetler tarafından işgâl edilmeye başlanmıştı. İstanbul’a asker çıkaran İngilizler önce Şehzâdebaşı Karakolunu basıp hızla başşehri ele geçirmişlerdi.

Müttefik devletlerden İngiltere, sâdece İstanbul’u işgâl etmekle kalmaz, aynı zamanda Türkiye’de kendi politikalarını destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya çabalar. Bu sebeple İngiliz yanlısı kamuoyu oluşur. Bunun üzerine Bediüzzaman, İngiliz propagandalarına destek verenlerin etkisini kırmak ve halkı ikaz edip uyandırmak için “Hutûvat-ı Sitte” (Şeytanın altı aldatması) adlı eserini neşreder.

İstanbul’u işgâl edip Müslümanları tahakküm ve tasarrufları altına almak isteyen İngilizlerin işgâl kuvvetlerine karşı yazdığı ve gizlice çoğalttırarak dağıttığı bu eserinde Bediüzzaman, İngilizler’in Osmanlı vatandaşlarını çıkar ve emellerine hizmet ettirme plânlarını haber verir; desîselerini açığa çıkararak halkı uyandırmaya çalışır.

İstilâcı İngilizlere, “Tükürün İngiliz lâininin (lânetlisinin) hayasız yüzüne!” diye işgâl ve zulümlerini suratlarına çarparak meydan okur. Yine bu sırada İngiliz Anglikan Kilisesi’nin, Meşihât-i İslâmiyeden (dönemin Diyanet dâiresinden) sorduğu altı sualine mağrurâne altıyüz kelime ile cevap istemesine karşı, “bir tükürük”le cevap verir. Peşinden “altı tükürük mânâsında mâkul ve sert cevaplar”la cesaretle, İslâmın izzetini büyük bir kemâlât ve şecaatle fiilen ortaya koyar. İngilizlerin desiseleriyle, Şeyhülislâmı ve diğer bazı ûlemayı lehlerine çevirmeye çalışmalarına mukabil, âlem-i İslâm ve Osmanlı aleyhindeki müstemlekecilik siyasetine ve entrikalarına dikkat çeker.

Ardından başlayan Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini destekleyen makaleleri, konuşmaları ve mukabil fetvaları, bu husustaki iftiralara en büyük cevaptır.


KUVAYI MİLLÎYE’Yİ DESTEKLEYEN MUKABİL FETVASI

Bu arada Hutûvat-ı Sitte’yi gizli olarak matbaalarda çoğaltarak İstanbul’un önemli yerlerinde dağıttırır. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanır ve İngiltere lehindeki propaganda etkisini kaybeder.

Bunun içindir ki İstanbul’daki İngiliz işgâl kuvvetleri komutanı General Harrington’un emriyle “idam kararı”yla ölü veya diri ele geçirilmek üzere her tarafta aranan Bediüzzaman, yakalanma tehlikesine karşı sürekli yer değiştirir.

İngilizler, bu asil millî direnç ve direnişi kırmak için kontrol ettikleri resmî makamları ve resmî hocaları kullanmaya koyulurlar. Anadolu’da başlayan İstiklâl Savaşının ve Kuvayı Millîye’nin aleyhine İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin de baskısıyla başta dönemin Şeyhülislâmı Dürrizâde Abdullah Efendi olmak üzere aleyhte fetvalar çıkartırlar.

Baskıyla yazdırılan bütün bu fetvalara karşı harekete geçen 76 müftü, 36 ilim adamı ve 11 mebus, fetvaları tesirsiz hale getiren mukabil fetva neşrederler. Bunların başında Bediüzzaman gelir. (Osmanlı Şeyhülislâmları, 260; Sarıklı Mücâhitler, 300; Risâle-i Nur Hakkında İlmî Bir Tahlil, 71)

İşgâl altındaki bir memlekette İngilizlerin emri ve tazkiyi altında bulunan bir idârenin ve meşîhatın fetvasının muallel olduğunu ve dinlenilmeyeceğini açıkça belirten Bediüzzaman, “Düşman istilâsına karşı harekete geçenler asî değillerdir, fetva geri alınmalıdır” diye açıkça mukabele eder.

Daha sonra Tulûat adlı eserinde de yayınlandığı gibi, “Anadolu aleyhine çıkmış olan fetva”yı “dine ve Müslümanların maslahatına göre verilmiş bağımsız ve objektif bir fetva” olmadığını belirtir. Bu fetvanın, işgâli meşrûlaştırmak ve Müslümanların direnişini kırmak kasdıyla verildiğini izâh eder. “Kim nazar etse bizzarûre muradı anlar” diyerek fetvanın maksadını deşifre eder. Kuvayı Milliye aleyhindeki fetvanın aksine, Müslüman halkı Anadolu’daki işgâlcilerin aleyhine sevk etmenin gerekli olduğunu ifâde eder.

Fetva verilmeden önce Anadolu’nun konuşturulması ve Anadolu harekâtı aleyhindeki dâvâda işgâlcilerin değil, ülkenin durumuna vakıf siyasetçilerden ve hiçbir tesir altında kalmayan ulemadan müteşekkil bir heyet tarafından “İslâm’ın menfaati ve geleceği” noktasında muhakeme edildikten sonra ancak fetvanın verilebileceğini kaydeder. Kuvayı Millîye’ye ve cihada karşı işgâlcileri temize çıkaran fetvaları şiddetle reddeder. (Tulûat, 81)

Anadolu’daki Millî Mücadele harekâtı aleyhinde, İngilizlerin emri ve tazyiki altında bulunan bir idârenin ve meşîhatın fetvası “mualleldir/hastalıklıdır”, “Dinlenilmez ve dinlemeye değer değil” açıklamasını neşreder…


MECLİS’TE, BEDİÜZZAMAN’A HOŞÂMEDİ MERÂSİMİ

Bediüzzaman’ın İstanbul’daki bu çalışmalarını, vatan ve millete hizmetini yakından tâkip eden Ankara’ya taşınan yeni Millet Meclisi’ndeki mebuslar ve eski arkadaşları kendisini Ankara’ya dâvet ederler.

Önceleri, aralarında M. Kemal ve Maraşal Fevzi Çakmak’ın da bulunduğu, özellikle Van Valisi Mebus Tahsin Bey ve Millî Müdafaa İmamı ve Alay Müftülerinden Nuri Efendi gibi eski mebus ve İstanbul’daki âlim ve Millî Mücadele arkadaşlarının dâvetlerini, “Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum, siper arkasına saklanmak hoşuna gitmiyor” diye reddeden Bediüzzaman, sayıları onsekizi aşan ısrarlı dâvetler sonucu Kasım 1922’de Ankara’ya gelir.

Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni ziyareti Meclis zabıtlarında kayıtlıdır. 9 Teşrin-i Sani 1338 (22 Kasım 1922) Perşembe günü Büyük Millet Meclisi’ni ziyaret eder. Meclis’te büyük tezahürat ve taltiflerle alkışlanarak karşılanır. Peşinden 1 Şubat 1923’te Meclisi ve mebusları ve kumandanları namaza ve İslâmın emir ve gereklerini yerine getirmeye dâvet eden tarihî on maddelik beyânnâmesini neşreder.

Bediüzzaman’ın Ankara’ya geldikten birkaç gün sonra Büyük Millet Meclisi’nde resmî hoşamedi (hoş geldin) merasimi ile karşılanır. Bizzat kendi kaleminden, hakkındaki hatıralardan ve mebus dostlardan bu konuda yazılmış ve kaydedilmiş bir dizi belge vardır. Ankara’da geçen bu yedi buçuk aylık dönemde Meclis’e ziyaretlerde bulunur, milletvekilleriyle görüşür…

Meclis Ceridesinin cilt: 24, sahife: 457 ve Rumî 9 Teşrin i Sani 1338 Milâdî 22 Kasım 1922 tarihli daha sonra yeni yazıya çevrilen “yevmiye tutanağı”nda ilk ziyaretinde Meclis’te Bediüzzaman’a “hoşâmedi merâsimi” açıkça belirtilir:

“Bitlis milletvekili Arif, Bitlis milletvekili Derviş, Muş milletvekili Kasım, Muş milletvekili İlyas Sami, Siirt milletvekili Salih, Bitlis milletvekili Resul, Ergani milletvekili Hakkı” imzasıyla verilen önerge ve hakkındaki müzâkereler zabıt ceridesinde aynen şöyle yazılır:

“Ulemâdan Bediüzzaman Said Efendi Hazretleri’ne beyân ı hoşâmedi:

Reis: Efendim, Bitlis meb’usu Arif Bey’le rüfakasının (arkadaşlarının) takriri (önergesi) vardır:

‘Riyaset i celîleye!; (Büyük Millet Meclisi Başkanlığına)

Vilâyât ı Şarkiye ulemâ i benâmından (nâmlı-meşhur, seçkin ve tanınmış âlimlerinden) olup, Anadolu gazilerini ve Meclis i Âliyi ziyaret etmek üzere, İstanbul’dan buraya gelerek, samîin (dinleyici) locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretleri’ne hoşâmedi edilmesini teklif eyleriz.”

Önergenin alkışlarla milletvekili karşılanıp ve kabul edilmesinden sonra, Antalya Milletvekili Rasih Efendi’nin “Kürsüye teşriflerini ve duâ etmelerini kendilerinden rica ederiz” şeklindeki talebi üzerine Bediüzzaman Meclis kürsüsüne gelerek, Anadolu gazilerini tebrik edip zaferin muvaffakiyeti için duâ eder…

Bütün resmî belge ve zabıtların yanı sıra, aynı dönem Siverek milletvekili Mardinli Abdülgani Ensarî ile Bediüzzaman’ın talebelerinden Van meb’usu Tevfik Demiroğlu da hâtıralarında bu olaya şahitlik ettiklerini ayrıca belirttiler.


MİLLETE VE MECLİS’E SAYGISIZLIK…

Anlaşılan o ki Bediüzzaman’ın Meclis’i ziyaretini kabul etmeyen Haber Türk programındaki tarihçiler, Meclis’in zâbıt ceridesini görmemişler, sözkonusu belgeleri okumamışlar, bu gerçekleri bilmiyorlar; bilmediklerini de bilmiyorlar…

Kaldı ki daha evvel İstanbul’da İngilizlere ve Anadolu’daki düşman işgâline karşı mücâdele etmiş âlimlerden, mücâhidlerden ve Anadolu eşrafından oluşan, hatta önemli bir kısmı İstanbul’daki Osmanlı Meclis-i Mebûsanı’ndan gelen mebuslardan teşekkül eden Ankara’daki Birinci Millet Meclisi’ndeki mebusların Bediüzzaman’ı tanımaması mümkün değildir.

Zira bu mebuslardan bazıları bizzat Bediüzzaman’ı Ankara’ya dâvet etmişlerdir. Bediüzzaman’ın, Kafkas Cephesinde Ruslara, Doğu’da Ermeni çetelerine ve İstanbul’da İngiliz işgâl kuvvetlerine karşı verdiği mücâdeleye muttalidirler. Kuvayı Millîye’ye verdiği desteği, Şeyhülislâm’ın cihâd fetvâsına mukabil yayınladığı fetvayı ve ilmî faaliyetlerini yakînen bilmekteydiler.

Bunun içindir ki Bediüzzaman’ı Meclis’te takdirle ve alkışlarla karşılamışlardır. “Hoşâmedi merasimi” yapıp kürsüye teşriflerini ve Anadolu gazileri için duâlarını tâlep etmişlerdir.

Bediüzzaman’ın Kuvayı Millîye’yi, Anadolu Hareketini desteklediğini bilen, büyük bir kısmı İstanbul’da birlikte çalıştığı mebuslardan oluşan Meclis’in Bediüzzaman’ı dâvet etmediğini ve ortadaki belgelere, Meclis zâbıtlarına rağmen Bediüzzaman’ın Meclis’i ziyaret etmediğini iddia etmek, Meclise ve milletvekillerine saygısızlıktır. Hâdiselerin içinden gelen gazilere hürmetsizliktir. Bediüzzaman’a ise büyük bir bühtandır…

Gerçekten, koca koca gazi ve mebuslar, ulema ve mücâhidler, tanımadıkları birisine nasıl olur da Meclis’te resmen “beyân-ı hoşâmedi” teklifinde bulunup “hoş geldin merâsimi” düzenlerler? Kürsüye teşriflerini ve duâ etmelerini kendilerinden rica ederler?

Anlaşılması mümkün değil…


—DEVAM EDECEK—
Bismillahirrahmânirrahîm

" Dedim:''Çok yalnızım.”
Dedi: “Ben sana çok yakınım
.”


Bakara: 186 Ayeti Kerime

Muhammed

Moderatör

  • "Muhammed" bir erkek
  • Konuyu başlatan "Muhammed"

Mesajlar: 1,122

Konum: The Collection of Risale-i Nur

Meslek: The Collection of Risale-i Nur

Hobiler: The Collection of Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

3

27.10.2009, 10:03

HABER TÜRK’ PROGRAMINDAKİ ÇARPITMALAR VE ÇELİŞKİLERE CEVAP-3 - CEVHER İLHAN

Risâle-i Nur’un okunmasını suç saymak mümkün değildir

“Haber Türk”teki “Teke Tek” programına katılan “tarihçiler”in yok saydıkları bir diğer husus, Süleyman Demirel’in Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’la ilgili beyânlarıdır. Demirel’in Said Nursî ile hiçbir ilgisinin olmadığını hiçbir beyânda bulunmadığını ileri sürmeleridir.

Yakın siyasî tarihe bizzat şahid olmuş tarihçilerin göz göre göre bu uydurmayı seslendirmeleri ve “onaylamaları”dır…

Tıpkı “Başbakan Tayyip Erdoğan’ın merhum Adnan Menderes’ten sonra ‘Said Nursî’ adını resmen telâffuz eden ikinci başbakan olduğu” iddiasıyla Bediüzzaman isminin zikrini ve övgüsünü bugün sadece Erdoğan’a hasreden ve Demirel’i atlayan bazı yazarlar gibi, Demirel’in Bediüzzaman hakkındaki sözlerini görmezden gelmeleridir. Oysa Demirel’in Said Nursî hakkında söyledikleri, Risâle-i Nur’lar hakkındaki tesbitleri arşivlerde, hâfızalarda. Cumhuriyet döneminde Başvekil Adnan Menderes’ten sonra Başbakan Süleyman Demirel’in defalarca yaptığı Said Nursî atıfları ortada…

Gerek iktidarda ve gerekse muhalefette Demirel’in siyasî hayatı boyunca çeşitli kapalı ve açık toplantılarda, meydanlarda Bediüzzaman’dan yaptığı özellikle vatanın ve milletin birliğine ve bütünlüğüne dair atıflar ve alıntılar gazetelerin arşivlerinde.

Nur Talebelerinin Adalet Partisi’ne ve devamı partilere desteği üzerine, İnönü’nün “Demirel Said Nursî’nin halifesidir” polemiğiyle başlayan ve dünden bugüne basında çıkan “Bediüzzaman ve Demokratlar ve Demirel” eksenli tartışmalar da bir yana…

Anarşi ve darbelerle, ara dönemlerle demokrasinin inkıtaa uğratıldığı Türkiye’nin en zor ve sıkıntılı zamanlarında, Başbakan Demirel, Said Nursî’nin ismine ve fikirlerine atıfta bulunmaktan çekinmemiştir.

Başbakan olarak Aydınlar Ocağı’nda yaptığı konuşmada, “Che Guevara’nın ‘Bir şehir nasıl yakılır’, ‘Bomba nasıl yapılır’, ‘Adam nasıl kaçırılır’ eserlerinin satıldığı, Karl Marks’ın Manifestosunun serbestçe okunduğu bir Türkiye’de, Risâle-i Nurun okunmasını ve suç sayılmasını anlamak mümkün değildir” diyen ve Bediüzzaman’la birlikte Nur Risâlelerini nazara veren Demirel’dir.


DEMİREL’İN BEDİÜZZAMAN

YORUMU, ARŞİVLERDE…

Yine Başbakan iken bir milletvekilinin “Bediüzzaman’a iâde-i itibar” hakkındaki önergesi”ni Meclis’e sunması üzerine, “Bediüzzaman zaten itibarlıdır” diyen de Demirel’dir.

11 Ocak 1993 ve devam eden tarihlerdeki gazetelerin manşetlerinde bu husus açıkça yer almaktadır. Sözkonusu tarihte “Demirel tâlimat verdi; Said-i Nursî’ye iâde-i itibar” başlıklı manşet haberde, “Demirel, Hoca, zaten itibarlı bir insandı. Kabrinin nakli konusunda ise vasiyetine göre hareket edilecek’ şeklinde konuştu” diye yazar.

Yine aynı günkü Hürriyet’te yine Demirel’e atfen, “Nursî’nin zaten itibarlı olduğunu, itibarının iâdesi diye birşey olmadığı” belirtiliyordu. Zaman’dan Cumhuriyet’e, Tercüman’dan Milliyet’e kadar hemen hemen bütün gazeteler ve dergiler manşetten Demirel’in bu sözlerini naklederler.

Demirel’in özel sohbetlerde Bediüzzaman hakkındaki olumlu konuşmaları ve eserlerinin bir şaheser olduğunu takdirleri bir yana…

On yıl devam eden Ankara-Kocatepe Camiinde (28 Ekim 1990’da) okunan Bediüzzaman Mevlidine, “Büyük âlim ve büyük müfessir Bediüzzaman Said Nursî için okunacak mevlidi Allah kabul etsin. Hakkın savunucusu ve iyiliğin yol göstericisi olan Bediüzzaman Said Nursî’ye Allah rahmet eylesin” ibâresiyle telgraf gönderen tek siyasî lider Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Demirel’dir.

Başta gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular olmak üzere on Yeni Asya mensubunun DGM’ce tâkibata uğratılıp nezârete atılması ve “Demirel, Bediüzzaman Mevlidine nasıl telgraf gönderir?” tepkisi üzerine, “Mevlid okundu diye, Türkiye’de eğer bir takım tâkibatlar yapılıyorsa, yapanlar dikkatli olsun, yaptığınız iş lâikliğe aykırıdır” diye uyaran Demirel’dir.

Devamında, “Türkiye’de 550 yıldır mevlid okunuyor; TC kanunlarında mevlidin suç olduğuna dâir bir hüküm bulunmuyor. Mevlitte herhangi bir hâdise çıkmamışsa, cam-çerçeve kırılmamışsa, provokasyon olmamışsa, suç nedir o zaman? Türkiye’de birçok kişi öldürülüyor, kâtilleri meçhul. Devlet onları arayıp bulsa daha iyi eder” diye tepkisini koyan da Demirel’dir.

1986’da, Türkiye entelektüellerinin, iş adamlarının, yazarların, üst düzey bürokratların ve politikacıların katıldığı İstanbul Taksim’deki The Marmara Otelinde belli peryodlarla yapılan “Marmara Grubu” konferansında, demokrasi ve hürriyet konusundaki konuşmasında Bediüzzaman’ın sözkonusu tesbitlerini hatırlatan Demirel’e, toplantıdaki bazı katılımcıların homurtuları ve tepkileri arasında yazar Oktay Ekşi, konferansın sonundaki soru-cevap bölümünde, “Sözlerinize katılıyoruz, tamam; ancak Bediüzzaman’ı demokrasi ve hürriyete dair tesbitlerinize örnek vermenize itirazımız var” der.

Daha önce ve sonra bu konudaki saldırılara, yaygaralara karşı dik duran 1990’da “Bediüzzaman Said Nursî, büyük İslâm âlimidir, Kur’ân müfessiridir” diyen Demirel, toplantıya katılanların bizzat anlattıklarına göre Ekşi’ye özetle şu cevabı verir: “Bu sizin görüşünüz. Bediüzzaman bin yılda bir gelen bir İslâm âlimidir. Bu bakımdan Bediüzzaman’ın, meşrûtiyet ve hürriyet konusundaki görüşlerini çok önemli buluyorum ve takdir ediyorum. Bediüzzaman, demokrasi ve hürriyet meselesinde, bizden 100 sene öndedir. Eserlerinden bunu anlıyoruz” diye cevaplar. Nur Külliyatını alıp okuyarak Said Nursî konusunda cahil kalmaktan kurtulmaları gerektiğini tavsiye eder.

Bediüzzaman hakkında peşpeşe gelen yarım düzineyi aşkın sorulara büyük bir vukûfiyet ve kararlılıkla cevap veren ve sözlerinin arkasında duran Demirel, kapalı kapılar arkasındaki tartışmada sergilediği bu cesâretli çıkışıyla toplantıya katılan yazarların, diplomatların, siyasetçilerin, iş adamlarının dikkatini çektiği, hatta bunlardan bazılarının Bediüzzaman’ı ve Nur Risâlelerini okumasına ve araştırmasına vesile olduğu, yine toplantıya iştirak edenlerin ifâdeleriyle tevsiktir.

Yine “Bediüzzaman Hazretlerinin Divân-ı Harb-i Örfî kitabında çok güzel bir sözü var” diye başlayıp, “Orada der ki; ‘Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yolunda gitse Halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp, zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar” cümlesini aktardıktan sonra, “Devlet hâdisesini bunun kadar güzel izâh eden çok az şey vardır” yorumunu yapan da Demirel’dir. (Köprü; Ekim-1985) Hürriyet, 2.11.1990)

Mevlide gönderdiği telgrafın hatırlatılması üzerine, “Kaçak iş mi yapıyoruz? Heyet, ‘Mevlid okutacağım’ diyor, dâvetiye gönderiyor. Ben ‘Mevlidiniz mübârek olsun’ diye telgraf gönderiyorum; bir siyasî parti genel başkanı olarak, ‘Mevlidiniz mübârek olsun demeyecek miyim? Bu vicdanlara baskıdır” çıkışında bulunan Demirel’dir.

Bir takım insanların Bediüzzaman’ı “körü körüne tâkip etmediklerini” kaydedip, koltuğunun altındaki dosyayı göstererek, hâdiseye seyirci kalan dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut’un İçişleri Bakanlığı devresinde valiliklere gönderdiği “Risâle-i Nurlarda hiçbir suç olmadığı”nı belirten “tamim”i nazara veren ve Nur Talebeleri câmiasının rahat bırakılması ikazında bulunan da Demirel’dir.

Keza, 3 Kasım 1990’da DYP İstanbul il binasının açılışında, gazetemizin imtiyaz sahibi ve on arkadaşının nezârete atılması haberlerine karşı, “Türkiye’de 13’e yakın cinâyet işlenmiştir; onları araştırsalar, fâillerini bulsalar daha iyi olur. Madem bu kadar hassaslar, hapishânelerdeki adamları kaçırmasınlar” diye konuşan ve DGM savcısının kendisi hakkında da soruşturma yaptığını hatırlatan gazetecilere, “İstediği kadar soruştursun. Ben ne dedim? ‘Said Nursî büyük âlimdir, büyük Kur’ân müfessiridir’ dedim. ‘Büyük âlim olmadığını’ söyleyenin alnını karışlarım. Büyük âlim, büyük müfessir demek suç mu? Soruşturma açacakmış. Burası Tanganika mı?” tepkisi veren de Demirel’dir. (a.g.e., 49-50)

Demirel’in Said Nursî hakkındaki sözleri, yalnız Yeni Asya’da ve Köprü dergisinde değil, birçok gazete ve mecmuada yayınlanmış, geniş yorumları yapılmış, kitaplarda, mecmualarda, araştırmalarda yer almıştır.

Meselâ Hürriyet gazetesi başyazarı Oktay Ekşi’nin, “Sayın Demirel’in Said Nursî’ye olan hayranlığı, kendisinin özellikle Nurcu kesimin yayın organlarına verdiği demeçlerde bol bol ifâde edilmiştir” dediği ve “Demirel Nurcu mu?” başlıklı yazısında, “İşin tuhafı, Sayın Demirel’in laik Cumhuriyete bakış şekli ile Saidi Nursi’ninkiler arasında çok büyük benzerlik olduğunu bizzat ifâde eden de Sayın Demirel’dir” yorumu bunlardan biri.

Peki, “Haber Türk”teki tarihçilerin, gazetelerin manşetlerinde, medyada büyük bir gürültüyle yer alan, kamuoyundan ses getiren bütün bu beyânları bilmemeleri garip değil mi?



BİR DİĞER ÇARPITMA VE UYDURMA…


“Haber Türk” tarihçilerinin çarpıttığı bir diğer konu, Bediüzzaman’ın kabri nakledilirken tabutunun denize atıldığı uydurmasıdır.

Olayları bizzat yaşamış Bediüzzaman’ın yakın talebelerini, o günlere ait resmî - orijinal belgeleri, hâtıraları, gazete kupürlerini ve haberleri bir arada derleyen araştırmacı Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman’ın kronolojik hayatını yazdığı “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî” isimli kitabında, Bediüzzaman’ın kabrinin nakli etraflıca anlatılır.

Buna göre, 23 Mart 1960 Çarşamba günü (Ramazan’ın 25’inde) Urfa’da vefat eden Bediüzzaman Said Nursî’nin vefat haberini alan binlerce Urfalı akın akın otelin önünü doldurur. Bütün illere telgrafla, telefonla vefat haberi duyurulur.

Demokrat Parti İl Başkanı Mehmet Hatiboğlu ve diğer Urfa ileri gelenleri, “Üstadı Dergâhta (Hz. İbrahim’in makamı) yıkayacağız ve oraya defnedeceğiz” diye karar alırlar. Sonra cenâze Ulu Camiye getirilir. Haberi alan Türkiye’nin her bir yerinden binlerce, on binlerce insan bir sel dalgası halinde Urfa’ya akın eder.

Aynı gün öğleden sonra teçhiz ve tekfin işleri yapılır. O gece cenâze camide kalır. Sabaha kadar hatimler indirilir, duâlar yapılır. Cami gelenlerle dolup taşar. Vali, Belediye Reisi ve onbinlerce insanın iştirakiyle Ulu Camide cenâze namazı kılınır.

Bir gün sonra, çevre il ve ilçelerden, köylerden gelen büyük kalabalıkla Urfa’da mâşeri bir kalabalık birikir. Esnaf cenâze merâsimine iştirak için dükkânlarını kapatır. Sokaklarda kimse kalmaz, herkes cenâzeye iştirak eder. Ulu Camiden Dergâha kadar olan bir buçuk kilometrelik yol iki saatte ancak alınabilir. Bediüzzaman’ın tabutu eller üstünde, parmaklar üstünde, başlar üstünde Dergâha getirilir.

Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece öncesinde ikindiden sonra Halilürrahman Camiinde hazırlatılan iki kubbeli lâhde tevdi edilir…
Bismillahirrahmânirrahîm

" Dedim:''Çok yalnızım.”
Dedi: “Ben sana çok yakınım
.”


Bakara: 186 Ayeti Kerime

Muhammed

Moderatör

  • "Muhammed" bir erkek
  • Konuyu başlatan "Muhammed"

Mesajlar: 1,122

Konum: The Collection of Risale-i Nur

Meslek: The Collection of Risale-i Nur

Hobiler: The Collection of Risale-i Nur

  • Özel mesaj gönder

4

27.10.2009, 10:08

‘HABER TÜRK’ PROGRAMINDAKİ ÇARPITMALAR VE ÇELİŞKİLERE CEVAP-4




Askerler kendilerine verilen emirle Bediüzzaman'ın kabrinin bulunduğu iki kubbeli yerin üst pencerelerini, demir parmaklıkları kırarak içeri girerler.Ellerinde demir âlet ve balyozlarla mermerleri parçalamaya başlarlar

Said Nursî’nin naaşının nakli



Bediüzzaman’ın vefatından iki ay dört gün sonra 27 Mayıs inkılâbı ile Demokrat Parti hükûmeti devrilerek başta Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanlar olmak üzere iktidar partisi milletvekilleri ve yöneticileri Yassıada’ya doldurulur.

“Millî Birlik Komitesi” adı altında, Reisicumhur Cemal Gürsel, Alparslan Türkeş Başbakanlık Müsteşarı, M. İhsan Kızılordu ise İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturur.

Ve Bediüzzaman’ın vefatından 3 ay 18 gün sonra 11 Temmuz 1960 Pazartesi günü dönemin Urfa Valisi Necdet Yalçın ile Doğu Bölgesi Kolordu Kumandanı askerî bir uçakla Konya’ya giderler. Konya İmam Hatip Okulunda meslek dersleri öğretmenliği yapmakta olan Said Nursî’nin kardeşi Abdülmecid Ünlükul bir memurla vilâyete çağrılır.

Kendisine, “Kardeşin Said Efendi’nin cenâzesini Urfa’dan nakledeceğiz” derler. “Siz istemiş olacaksınız; şu kâğıdı imza edin!” diye önüne bir belge koyup dayatırlar. Abdülmecid Ünlükul’un, “Benim böyle bir isteğim yok” itirazına karşı, “Hadi çok uzatma, burayı imza et!” diye açıkça baskıda bulunurlar. (Merhum Bediüzzaman’ın Kabri Hâlâ Gizli mi Kalacak, Eşref Edip, Bugün, 22 Aralık 1967)

General Cemal Tural, Abdülmecid Ünlükul’la birlikte Urfa askerî birliğine gelirler. Cemal Tural kendilerini karşılayan bir albaya “Bu zat Said Nursî’nin kardeşidir, istirahatını temin edin, namazlarını rahatlıkla kılsın. Şayet diğer subay ve erlerden soran olursa subaylardan birinin babasıdır, dersiniz” diye emreder.

Aynı gün bir diğer subay da Urfa’dan Diyarbakır’a giderek galvanizli bir tabut yaptırıp getirir. Ertesi gün yani 12 Temmuz 1960 Salı günü, gece yarısı 00.30’da takviye askerî birliklerle Urfa’ya getirilir. Şehirde derin bir sessizlik vardır. Ortalıkta hiç kimse görünmez ve herkes uykudadır.

Yine o gün bekçilere vazife verilmez, onların yerine askerler ve jandarmalar yerleştirilir. Şehrin bütün mühim yerleri askerler ve zırhlı vasıtalar tarafından tutulur. Saat 01.00’de de Halilürrahman Camii sıkı bir kordon altına alınır. Askerler kendilerine verilen emirle Bediüzzaman Said Nursî’nin kabrinin bulunduğu iki kubbeli yerin üst pencerelerini, demir parmaklıkları kırarak içeri girerler. Ellerinde demir aletler, balyozlarla mermer mezarı parçalamaya başlarlar. (Said Kürdî’nin Cesedi Nasıl Nakledildi?, Yılmaz Büyükerşen, Dünya, 20 Temmuz 1960)

Er, Muşlu Boksör Yusuf’un anlattığına göre, parçalanan mezardan Bediüzzaman’ın naaşı bozulmamış olarak çıkınca, oradaki erler: “Bu zat şehitmiş; mezarını açmak günâhtır” diye aralarında konuşurlar.

Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Ünlükul ise gözyaşları içinde ağabeyinin yüzüne bakar. Yüz on bir gün sonra açılan kabirde merhumun naaşı hiç bozulmamış, yalnız kefeni biraz sararmıştır.

Galvaniz tabutun kapağı lehimlendikten sonra hazırlanan uçağa koymak isterler. Fakat uçak dar gelir. Bunun üzerine Diyarbakır’dan ikinci bir askerî uçak getirilir. Tabut o uçağa yerleştirilir. Kardeşi Abdülmecid’i de uçağa bindirirler. (Bediüzzaman’ın Kabri Hâlâ Gizli mi Kalacak, Eşref Edip, Bugün, 22 Aralık 1967.)

Emekli Pilot Astsubay Ali Demirel’in anlattığına göre, Pilot-Astsubay Ahmed Kırlay’ın kullandığı C 47 askerî uçağı Afyon havaalanına iner. Tabut askerî bir vasıta ile Abdülmecid Ünlükul ile beraber Dinar-Baladız üzerinden Isparta istikametine götürülür. Bugün bilinmeyen kabrine yerleştirilir. Ortalık ağarmadan, kendi isteği üzerine, aynı gecenin içinde tekrar Abdülmecid Ünlükul’u askerî bir araçla Konya’ya götürür bırakırlar.


PİLOTLAR: “SAİD NURSÎ’NİN

TABUTUNU AFYON’A GÖTÜRDÜK…”
27 Mayıs 1960 ihtilâlinde Diyarbakır’da görev yaptığını belirten Pilot Astsubay Ahmet Kırlay, o sırada Tuğgeneral olan Cemal Tural’ın daha üst makamlardan aldığı emirle garnizona gelip görüştüğü Kurmay Başkanı Bahar Özkan’ın doğrudan kendisine telefon açıp “Görevli olarak Ankara’ya gideceğiz” dediğini ve Cemal Tural’ı da alarak Ankara’ya havalandıklarını anlatır.

Ardından da Tural’ın İçişleri Bakanlığından bir sivil görevliyi alarak aynı uçakla Konya’ya gittiklerini, o geceyi Konya’da geçirdikten sonra ertesi günü Konya İmam Hatip Mektebinde meslek dersleri öğretmeni olan Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Ünlükul’un getirilip tayyareye bindirildiğini geniş geniş anlatan Pilot Astsubay Kırlay, daha sonra Cemal Tural’ın Urfa'ya gideceklerini bildirdiğini ve bir müddet sonra Urfa’ya inip yanlarındaki Abdülmecid Ünlükul’u oraya bırakarak Cemal Tural’la birlikte Diyarbakır’a döndüklerini kaydeder.

Ertesi gün yirmi dört kişilik çift motorlu küçük bir tayyare ile Urfa’ya gittiklerini belirten Kırlay daha sonra şunları anlatır: “Tayyarede altı kişiydik. Ben baş pilot Ahmet Kırlay, Tuğgeneral Cemal Tural, Pilot İsmail Ünal, Kurmay Başkanı Bahar Özkan, İkinci pilot Kadri Özkartal, Bediüzzaman Said Nursî’nin küçük kardeşi Abdülmecid Ünlükul ve bir de telsizci.

Urfa’da havaalanı olmadığı için toprak meydana indiklerini ihtiyatlı ve yavaşça inişler yaptıklarını söyleyen Kırlay, peşinden şu bilgileri verir: “Sonra bir müddet beklemiştik. Bir tabut içinde cenâzeyi getirmişlerdi. Kardeşi Abdülmecid Ünlükul, çok yorgun ve tam bir perişanlık içindeydi adamcağız. Bu esnada telâşlar ve gariplikler de başlamıştı. Getirdikleri tabut tayyareye sığmıyordu. Ankara ile telefon görüşmeleri başlamıştı”

Daha sonra tabutun sığacağı, Amerika’da alınan İkinci Dünya Savaşından kalma ve halen üzerinde mermi izleri bulunan Hava Kuvvetlerine ait bir C 47 uçağının getirildiğini kaydeden baş pilot Kırlay, nakil işini şöyle anlatır: “Bediüzzaman Said Nursî’nin cesedini kurşunlu bir tabuta koymuşlardı. Biz tayyare görevlilerini dergâha götürmemişlerdi. Bizler oradaki askerî kışlada beklemiştik. Cenâzeyi getiren ambulansın içinden erler çıkartmışlardı. Şimdi ismini hatırlayamadığım, uzun boylu, sarışın kurmay bir albay da bizimle beraber gelmişti.”

“Urfa’dan Afyon’a kadar olan yolculuğumuzda Cemal Tural bulunmamıştı diyen pilot Kırlay, nakil hadisesinin devamında şöyle özetler: “Tam iki saat onbeş dakika sonra Afyon’a inmiştik. Afyon’da sivillerden Afyon valisi ve Isparta valisi vardı. Ayrıca askerî subaylardan epey kişi vardı. Askerî bir ambulans geldi. Diğer arkadaşlarla birlikte tabutu uçaktan alıp, bu gelen ambulansa yerleştirdik…” (Belgelerle Bedüzzaman’ın Kabir olayı, Necmeddin Şahiner, 92-94)


ASKERLER: “NAAŞI, ISPARTA’DA

TOPRAĞA TEVDİ ETTİK”


Aynı uçaktaki (telsizci) ikinci pilot Kadir Özkartal da, başpilot Kırlay gibi aynı bilgileri verdikten sonra, uçakta katiyen telsiz irtibatı yapmamaları emrini aldıklarını ilâve ediyor.

“Urfa-Afyon yolculuğundan sonra, yaptığımız işi öğrenince, benim içimde bu büyük zata, çok büyük bir sempati ve takdir hisleri doğmuştu” diye o günkü duygularını aktaran Başpilot Kırlay, daha sonra şunları belirtir:

“Uçaktaki sivil zat bizim yanımızdaydı. Bizim makinist Burhan ‘Kim bu zat?’ diye soruyordu. O sivil, halim-selim zat; ‘Bu tabuttaki benim ağabeyimdir’ diye cevap vermişti. Sonra da ‘Bu zat, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’dir’ diye eklemişti. Her iki zata karşı çok yakınlık hisleri doğmuştu içimde. Afyon’a indiğimizde bu zatın mezarının hiç bilinmeyen bir yerde olacağını arkadaşlar bizlere söylemişlerdi.

“Ben o zamanlardaki konuşmalardan ve rivayetlerden zannediyorum ki, Isparta’ya götürdüler ve o şehirde bir yere defnettiler. (…) Bu hadise esnasında beraber bulunduğumuz tüm arkadaşlar benimle aynı düşüncede olan kimselerdi. Sonra havacı arkadaşların hepsi de dine çok yakınlık duyan kimselerdi.” (a.g.e., 98-101)

Keza o sırada Afyon ili Hava Er Eğitim Taburunda askerlik yapan Havacı Er Beşir Kılıç, Said Nursî’nin naaşını bir binbaşının emrinde 7-8 çavuşla birlikte uçaktan aldıklarını anlatır.

“Uçak geldikten sonra bizim ambulans da kapının önüne geldi. Çavuşlar da etrafında dizildi. Orada sivillerden Afyon valisi bir de tanımadığım orta yaşlı zayıf, ince bir adam daha vardı. O sivil ve çok üzgün olan zatın ismini sonradan öğrenmiştim. Bu zat Konya’da oturuyormuş. Konya İmam Hatip Mektebi meslek dersleri öğretmeni imiş. Fakat bu adam çok yorgun, üzgün ve bitkin bir haldeydi. Uçaktan, çam ağacından yapılmış bir tabut indirdik. Bu tabutu çavuşlar muhâfaza ediyordu…

“Uçaktan üç-dört kişi indi. İki başçavuş, pilot, başgedikli, bir de hatırlayabildiğim kadar bir yarbay vardı. Sonra havaalanına Afyon Valisi, Isparta Valisi, Kurmay Başkanı geldi. (…) Bu arada devir-teslim yapılmış, Isparta Valisine cenâze teslim edilmişti. Başçavuşla yarbay, devir-teslim yapmışlardı.

“Ben sonra teğmenin yanına gitmiştim. O teğmen, tabutta olan şahsın çok büyük bir şahsiyet olduğunu söylemişti bana… Din düşmanları bu şahsın cenâzesinden bile korkuyorlardı. Tamamen harp halindeymiş gibi davranıyorlardı. Urfa’da elektrikleri bile kesmişler, polis ve bekçilerin bile evlerinden çıkmalarını yasaklamışlardı. Bunları bana o teğmen anlatmıştı. Teğmen anlatırken hırsından ve üzüntüsünden tir tir titriyordu.

“Diğer arkadaşlar da o uçaktaki tabutta Bedüzzaman Hazretlerinin olduğunu söylemişlerdi. Sonra ben ambulansın şoförlüğünü yapan Kayserili Nuri’ye sordum, ‘Nereye gittiniz?’ diye. Nuri bana, ‘Biliyorsun Afyondan çıktığımızda ikindi sonrasıydı. Ancak akşam vakti Isparta’ya varmıştık’ dedi. Ama Isparta’daki tabutu koydukları mezar yerini bir türlü söylemedi…” (a.g.e., 105-107)

Isparta 58. Tümen karargâhında asker Ahmed Çam ise aynen er Beşir Kılıç’ın anlattıklarını teyid eder. Isparta’dan Afyon Havaalanına hareket ettiklerini, bazı resmî sıfatlı adamlarla yüksek rütbeli komutanların olduğunu, tabutu alıp geldikleri yoldan Isparta’ya döndüklerini anlatır:

“Bu işte vazifeli tam on bir askerdik. Tabutu Isparta yakınlarında bir kabristana götürdük. Ben mezarın kazma işinde bulundum. Biz mezarı kazarken çevrede çok asker olduğunu tesbit etmiştim. Biz gelmeden çok daha önce o bölgeyi yüzlerce asker muhasara altına almıştı. Orada yanımızda götürdüğümüz portatif kürek ve kazmalarla bir yer kazdık. Kazdığımız yerde uzun uzun çam ve selvi ağaçları vardı. Tabutu hemen bu kazdığımız mezara indirdik. Bu mezar yerinden Isparta’daki birliğimize gelmemiz on onbeş dakika gibi kısa bir zaman sürdü. (a.g.e., 109-114)

Kendilerine, soranlara “Paşamızın komutasında muhafız olarak gittik ve geldik” demelerini, katiyyen kimseye bir şey söylememelerini, aksi takdirde “Bilmiş olun ki askerliğiniz bitmez, sürünürsünüz” tembihi yapıldığını belirten Çam, “Davraz Dağındaki Er Eğitim Tugayı’na aynı arabayla çok çabuk gelmiştik. Biz mezara tabutu defnettikten sonra etrafa baktığımda, Isparta’nın ışıkları görünüyordu” tesbitlerini de ilâve eder.


NAKİL İŞLEMİNE ŞÂHİD OLAN KARDEŞİNİN

İFÂDESİYLE…


ABDÜLMECİD Ünlükul’un daha sonra değişik yerlerde gün gün, saat saat, isim ve yer vererek anlattığı cenâzeyi nakil olayı da bütün bu bilgileri teyid eder. Said Nursî’nin naaşının—tabutunun— Afyon askerî havaalanına getirildiği ve Isparta yakınlarında bir mezarlığa defnedildiği tesbitini doğrular: “Temmuz ayının başlarında ve ağabeyimin vefatının dördüncü ayı idi. Konya’da Mevlânâ Türbesi civarında kira ile oturduğumuz eve öğle namazı vaktinde, sonradan ismini öğrendiğim Birinci Şube Şefi İbrahim Yüksel geldi: ‘Sizi Vali Bey çağırıyor’ dedi. Kendisiyle beraber vilâyete gittik. İçeri girdiğimizde üç general vardı. Biri Cemal Tural, biri de Refik Tulga idi. Refik Tulga o zaman İkinci Ordu Kumandanı ve geçici Konya Valisiydi. Cemal Tural bana ‘Abinizin kabrini Şark ahalisi ve güney sınırımızdan kaçak gelip ziyaret edenler var. Nazik bir zamandayız. Sizin de iştirakiniz ile kabrini İç Anadolu’ya nakledeceğiz. Şu kâğıdı lütfen imzalayın’ diye benim ağzımdan yazılmış bir dilekçe uzattı. Bunu okudum. ‘Benim böyle bir isteğim yok. Ne olur hiç olmazsa kabrinde rahat etsin’ dedim. ‘İmzalamaya mecbursun. Bizi zor durumda bırakma’ dediler.

“Dilekçeyi imzaladıktan sonra, bizi havaalanına götürecek vasıtaya bindirdiler. Evin ve çocukların haberi yok. Tabiî hepsi merak ve korku içinde kalmışlar.

“Diyarbakır’a vardık. Az bir moladan sonra ayrı bir uçakla Urfa’ya gittik. Beni askerî vasıtayla yine askerî bir binaya götürdüler. Yemek teklif ettiler. İstemedim. Çünkü çok bitkindim. İkindi vakti Urfa’ya inmiştik. Akşam olduktan sonra bir jiple beni bir yüzbaşı refakatinde ve bazı erlerle beraber Halilürrahman Dergâhına götürdüler. Caminin avlusunda iki tane tabut vardı. Bazı askerler dolaşıyordu. Yanıma bir doktor geldi. ‘Fazla merak edip üzülmeyin. Üstadı Anadolu’ya naklediyoruz. Onun için sizi buraya getirdiler’ dedi. Doktorun bu sözleri üzerine sinirlerim tamamen bozulmuştu ve ağlıyordum.

“Doktor askerlere: ‘Bu tabutu açıp Üstadı öbür tabuta alacağız” diyor. Fakat erler çekiniyor ve korkuyorlardı. ‘Biz yapamayız, çarpılırız’ dediler. Fakat doktor: ‘Kardeşlerim biz emir kuluyuz. Ne yapalım mecburuz’ dedi. Hep beraber tabutu açtık. İçimden ‘Seyda’nın kemikleri birbirine karışmıştır’ diyordum. Fakat elimi kefene sürünce sanki yeni vefat etmiş gibi bir hal vardı. Yalnız kefenin ağız kısmı biraz sararmıştı, dışında da bir su damlası şeklinde bir leke vardı. Doktor kefenin ağzını açtı; yüzüne baktım, âdeta tebessüm ediyordu. Yine hep beraber kucakladık o şanlı mazlûm Üstadı; askerlerin getirdiği çok ağır ve büyük tabuta yerleştirdik. Tabutun etrafındaki boşluğu otlar ile doldurdular. Bütün işler bittikten sonra, bir askerî cemseye bindik. Doğru uçağın yanına. Caddelerde hep süngülü askerler geziyordu.

“İlk uçak tabutu almadı. İkinci bir uçak geldi, tabutu bunun içine uzattık. Ben de yanına oturdum. İçimi hüzün, gözlerimi yaş kaplamıştı. Az sonra Afyon’a indik. Sonra oradan da bir ambulans ile Isparta’ya doğru hareket ettik. Önümüzde ve arkamızda askerî vasıtalar bize refakat ediyordu.. Önceden hazırlanmış mezara Üstadı defnettik.

“Bana, istersem o günü Isparta’da geçirebileceğimi söylediler. Ben de hemen Konya’ya dönmek istediğimi bildirdim. Askerî bir araba ile beni Konya’ya getirip bıraktılar.”







DEVAMI VAR...
Bismillahirrahmânirrahîm

" Dedim:''Çok yalnızım.”
Dedi: “Ben sana çok yakınım
.”


Bakara: 186 Ayeti Kerime

Bu konuyu değerlendir