Giriş yapmadınız.

1

12.12.2009, 12:29

"M. Latif SALİHOĞLU" köşe yazıları

Gizli mezarın sırr-ı hikmeti (1)

Hayli zamandır, insanlarımız neticesi meşkûk (şek'li, şüpheli) birtakım gündem maddeleriyle meşgul ediliyor.

Evlerden, kahve köşeşelerinden, tâ Meclis zeminine kadar hemen her ortamda tartışmaya açılan bu maddelerin biri bitmeden, bir diğeri devreye sokuluyor.

İki sene öncesinin en hararetli tartışma konusu, başörtüsü meselesiydi. Özellikle kız öğrencilerin, başı örtülü şekilde üniversiteye girip giremeyeceği hususu tartışılıyordu. Meclis ve kamuoyu, bu konuyla günlerce, aylarca meşgul edildi.

Bu arada yapılan ciddî usûl hataları sebebiyle, yaşanan sıkıntı eskisinden beter bir hâle geldi.

Mesele, ne yazık ki, fiyaskoyla neticelendi. Kışkırtılan hevesler hapsedildi, ümitler ye'se inkılâp ettirildi.

Katsayı meselesinde, yine benzer bir durum yaşandı.

Ardından bir "açılım" furyası başladı ki, içinin–dışının ne olduğunu bilene, başını–sonunu kestirene aşk olsun.

Bu ucûbeye, önce "Kürt açılımı" dendi. İkinci adımda DTP Başkanıyla "ikili görüşme" hadisesi gerçekleşti.

Reaksiyonlar artınca, paketin ismi "Demokratik açılım"a dönüştürüldü.

Baykal'a yazılan görüşme talepli mektupta, "Millî birlik projesi" ismi telaffuz edildi. DTP'ye yönelik son mesajlarından birinde ise, "Millî birlik ve kardeşlik projesi" ifadesinin kullanıldığına şahit olduk.

Nereden nereye...

Görülüyor ki, bu "açılım" denen şey, lastik gibidir. Nereye istersen, oraya çekebiliyorsun. Tartışılması, havanda su dövmek gibidir; müsbet bir neticeye varamıyorsun.

Şimdi, bu ucûbe açılımın tam da ciddî mânâda tökezlediği ve kapanmaya yüz tuttuğu bir anda, pat diye "gizli mezar" meselesi gündeme getirildi.

Medyaya yansıyan haberlere göre, Başbakanlık tarafından, mezarı meçhulde olan Seyyit Rıza, Şeyh Said ve Said Nursî gibi zatlar için "Mezarları araştırılsın!" talimatı verilmiş.

Alın size nur topu gibi bir gündem maddesi daha...

Konuşun, tartışın, tartışabildiğiniz kadar... Zıtlaşın, zıtlaşabildiğiniz kadar...

Göreceksiniz, bu tartışma ve zıtlaşmalarla bütün sıkıntılar bitecek, bütün dertler devâ bulacak; herkesin karnı tok, sırtı pek bir hale gelecek; vatan sathı, gül–gülistan olacak(!)

Şu hale ağlasak mı, gülsek mi, bilemiyoruz.

Yahu, şu gizli mezar meselesi, öyle hassas bir konu ve öylesine netameli bir meseledir ki, aynı dâvâya gönül vermiş insanları dahi zıt kutuplara iterek onları karşı karşıya getirebiliyor.

Ama, kimin umurunda?

Meseleye bodoslamasına dalan, sazan gibi atlayan, dahası, hükûmetin hasenat kefesine yazılacak diye, konuya "Mal bulmuş Mağribî gibi" sarılanlar oldu.

Esasında, maddî–mânevî kriz sancıları çeken kitleleri avutmak ve oyalamak için, bundan âlâ gündem maddesi bulunmaz.

Bu arada, gizli mezarın araştırılması, yahut bulunmasının, bugün itibariyle ne getirip ne götüreceğine bakmadan, faydalı mı yoksa zarar verici mi olacağına aldırmadan, fütursuzca giden, bu vâdide pervasızca (hatta yer yer nezaketsizce) at koşturanlara da şahit olmaktayız.

Meselâ, "Benim mezarım gizli kalacak" diye haber veren ve bunun sırr–ı hikmetini mükerreren izah eden Bediüzzaman Hazretlerinin mezar meselesini düşünelim... (Emirdağ Lâhikası, s. 417)

Hemen bütün Nur Talebeleri biliyorlar ki, bu meselenin iki yönü var: Biri beşerin zulmü, diğeri ise kaderin adâleti.

Nasip olursa, bir sonraki yazıda bu iki nokta üzerinde durmak ve mezarının gizli kalmasına dair sırlı hikmetleri nazara vermek arzusundayız.

12.12.2009



2

29.12.2009, 10:39


Başbakanlık tarafından verilen "Kayıp mezarlar araştılsın!" talimatı ile başlayan kayıp mezar meselesine bugün de devam ediyoruz.


Kaybedilen, ya da meçhûlde kalan her mezarın ayrı bir hikâyesi vardır. Bunların ortak özelliği ise, acı, hüzün, elem, keder, hasret...

Bu mezarların çoğu, sahipleri, varisleri, yahut sevenleri tarafından ısrarla ortaya çıkarılması isteniyor. Tâ ki, rahatlıkla ve hiç çekinmeden gidip ziyaret edebilsinler diye...

Burada istisnaî durum teşkil eden ise, Bediüzzaman Said Nursî'nin mezarıdır.

Yaklaşık elli yıldır meçhûlde bulunan bu kayıp mezar meselesinin iki ciheti var: Beşerin zulmü ve kaderin adâleti.

Bu iki cihet, Bediüzzaman, hayatta iken olduğu gibi, mematında da peşini bırakmamış. İnsanlar, ona zulmetmiş; kader–i İlâhî ise, adâlet etmiş.

Bu hakikati, bizzat kendisi "Konuşan yalnız hakikattir" başlıklı bir mektubunda şu sözlerle ifade ediyor:

"Risâle–i Nur'da ispat edilmiştir ki, bâzan zulüm içinde adâlet tecellî eder. Yani, insan bir sebeple, bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur: Fakat bu vâkıa, adâletin tecellîsine bir vesîle olur. Kader–i İlâhî, başka sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesb etmiş olan kimseyi, bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete sürer. Bu, adâlet–i İlâhiyenin bir nev'î tecellîsidir.

"Küfr–ü mutlakla mücâdelede, bu kadar ağır şerâit altında, Risâle–i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said'in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakîkattir, hakîkat–i îmâniyedir.

"Mâdem ki, nûr–u hakîkat, îmâna muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun." (Tarihçe–i Hayat, s. 594)

Bir başka mektubunda, dünya hayatında kendisini kalabalıklarla görüşmekten, konuşmaktan, sohbet etmekten men'eden bir hakikatin, vefatından sonra da devam edeceğini söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, bu hakikatin, yani mezarının gizli kalması gerektiğine dair hikmetin sırrını şu şekilde izah ediyor.

"...Bu zamanda şan, şeref perdesi altında, riyakârlık yer aldığından azamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar. Manevî duâ ve ziyaret etsinler, kabrimin yanına gelmesinler, Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir.

"Risâle–i Nur'daki azamî ihlâs ile bütün bütün terki enaniyet için buna bir manevî sebep hissediyorum. Kendini Risâle–i Nur'a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu mânâyı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler." (Emirdağ Lâhikası, s. 417)

23 Mart 1960'ta vefat eden ve nâaşı Urfa'daki Halilurrahman Dergâhına tevdi edilen Üstad Bediüzzaman'ın "vasiyet" niteliğindeki bu sözlerindeki mânânın, ne zaman ve ne şekilde tecelli edeceği hususu, talebeleri tarafından merak ediliyordu.

Nihayet, beşerin zalim eli 1960 Haziranında devreye girdi ve onun Halilurrahman'daki naaşı "cebren ve hile ile" alınarak bir meçhûle götürüldü.

Böylelikle, insanların zulmünden sonra, kaderin adâleti de tecelli etmişti.

Zalimler, onun mezarını kaybettirmekle, dâvâsını da bitireceklerini zannediyorlardı. Ancak, fena halde yanıldılar, aldandılar.

Zaten, Üstad haykırarak söylemişti "Ben fâniyim; dâvâ ise bâkidir" diye...

İşte, en büyük mânâ burada da bütün ihtişamiyle tecelli etmişti. Hakikatin lisân–ı hikmeti: "Hayatını iman dâvâsına vakfeden bu zâtı zindana da atsanız, hatta vefatından sonra mezarını dahi kaybettirseniz, yine de onun neşrettiği imân nurunu söndüremezsiniz" diye nidâ ediyordu.

* * *

Bediüzzaman Hazretlerinin hayattaki talebelerinin hemen tamamı, onun vasiyetine uyarak mezarının gizli kalması gerektiğini söylüyor.

Şayet, bu mezar, araştırılarak ortaya çıkarılacak olursa, başta Hz. Üstad'ın ruhaniyeti olmak üzere, hakikî hiçbir talebesinin buna razı olmayacağını da ifade ediyorlar.

Buna rağmen, yine de ısrarla ve inatla onun mezarı umumun nazarında aleni hale getirilecek olursa, bu takdirde neler olup neler yaşanacağını şimdiden kestirmek hayli zor görünüyor.

Kuvvetle muhtemeldir ki, şu an hesapta görünmeyen birtakım hadiseler zinciri vücuda gelecek ve bu işin müsebbibleri yaptıklarına belki bin pişman olacaklardır.

Kaldı ki, Bediüzzaman Hazretlerinin naaşı şu an itibariyle gizli, resmî kurumların bildiği yerde de değil.

Has talebelerinden Tahirî Mutlu ile Bayram Yüksel'in anlattıklarına göre, yıllar sonra bir şekilde "resmî yerini" öğrendikleri Üstadlarının naaşını bizzat kendileri alıp bir başka meçhûle götürmüşlerdir.

Burayı ise, ne devletin resmî adamları biliyor, ne de hariçten başka kimseler.

Esasında, başkasının bilmesi de gerekmiyor. Zira, ortada son derece düşündürücü ve ibret verici bir vasiyet metni var.

Ayrıca, muhtelif bahislerde, mezar yerinin gizli kalmasına dair hikmetli izahlar var.

Bütün bunları hiçe sayarcasına, tutup illa da onun mezar yerini araştırmak, yahut meydana çıkarmaya çalışmak, bize göre son derece riskli ve bir o kadar da mânevî mes'uliyeti mûcip bir meseledir.

14.12.2009


3

29.12.2009, 10:44

Anadolu, hayat dolu


Anadolu, hayat dolu


Hafta sonlarını mümkün mertebe İstanbul dışında geçiriyoruz. Anadolu'nun muhtelif merkezlerinden dâvetler geliyor. Bizler de, şartlar ve imkânlar elverdiği ölçüde bu dâvetlere icabet etmeye çalışıyoruz. Cuma, Cumartesi ve Pazar günlerini, çoğu kez Anadolu seyahatleri şeklinde değerlendirmeye gayret ediyoruz.

Dâvetlerin çoğu üniversite camiasından geliyor. Yurdun muhtelif üniversitelerinde okuyan kardeşlerimizden gelen bu dâvetler, bizleri ziyadesiyle sevindiriyor, memnun ediyor.

Yani, talebelerden talep gelmesi... Ne kadar mânidar değil mi?

Bu seneki taleplerini karşılamaya çalıştığımız, yani yakın zamanda dâvetlerine icabet ederek gidip görüşebildiğimiz talebe kardeşlerimizin tahsil gördükleri üniversitelerin isimleri şöyle: Kocaeli, Kırıkkale, Balıkesir ve Sütçü İmam.

Tabiî, seyahatlerimiz sadece ismi yazılan merkezlerden ibaret değildir. Mümkün olduğunca, gittiğimiz merkezin çevresini de ziyaret etmeye çalışıyoruz. Bu meyanda, gittiğimiz şu hizmet mahallerinin isimlerini zikretmeden geçemeyiz: İzmit, Lalahan (Kırıkkale üniv.), Balıkesir, Bandırma, Sındırgı, Kahramanmaraş, Elbistan...

Bu seyahatler esnasında, kadim dostlarla görüşme imkânını bulduğumuz gibi, ayrıca yıllardır hiç görüşemediğimiz candan kardeş ve arkadaşlarla da görüşüp hasret giderme fırsatını bulduk.

Gittiğimiz hemen her yerde, talebelere olduğu kadar, ayrıca umuma yönelik sohbet ve seminerlerimiz oldu.

Bu programların bir kısmı, soru–cevap faslının da eklenmesiyle saatler boyu sürdü. Gece yarılarına, hatta sabah namazına kadar devam eden tatlı sohbet fasılları da yaşadık.

Okuyucularımızın ve bilhassa genç kardeşlerimizin meraklı ve tam yerindeki suâlleri, iştiyaklı zekice alâkadarlıkları, ciddi ve samimî paylaşımları, mevzulara mütevazı ölçüdeki katkıları, hürmetli ve muhabbetli muameleleri, hizmete âmade tavırları ve temel konulara muazzam açılımlar kazandıran ferasetleri, üstümüzdeki bütün yorgunluğu, hatta uykusuzluğu alıp götürüyordu.

Şunu kat'î bir kanaatle ifade edelim ki, ara ara yaptığımız bu Anadolu seyahatleri, üstümüze abanan, ruh ve bedenimize yapışan bütün toz ve gubarları söküp atıyor, silip temizliyor. Büyük şehirlerin ağır ve kasvetli atmosferinin yol açtığı kirleri, pasları temizliyor, duygu ve düşüncelerimize tazelik, zindelik kazandırıyor.

Seyahat dönüşlerinde, harikulâde bir hiffet, bir rahatlama hali hissediyoruz. Duygularımız adeta yıkanmış, yağlanmış, cilalanmış gibi, ruh ve kalbimiz tertemiz bir havada teneffüs etmiş, ciğerlerimiz oksijenle dolmuş ve adeta havada tayeran eden kuşlar kadar hafiflemiş gibi bir ruh haleti içinde görüyoruz kendimizi.

İşte, bütün bunlar, bize Anadolu'nun nasıl da temiz, coşkun ve dinamik bir hayat menbaı olduğunu gösteriyor.

Öylesine hasbi ve kalbî, öylesine ciddi ve samimi bir alâkadarlığa mazhar oluyorsunuz ki, onlara hizmet sunmaktan, onlara lâyık bir neşriyatta hizmette bulunmaktan dolayı, kendinizi cidden mutlu ve bahtiyar hissediyorsunuz.

Onlarla paylaştığınız dâvânın nasıl bir değer ve kudsiyet arz ettiğini, gidip o isimsiz kahramanları yerinde gördükten, yerinde ziyaret edip hemhal olduktan sonra çok daha iyi anlamaya başlıyorsunuz.

Yerinde ziyaret edip görüştüğümüz o insanların, hakikaten rıza–i İlâhî'den başka bir arzuları, bir talepleri yoktur. Makam–mevki hırsları, menfaat beklentileri yoktur. İnandıkları dâvâ uğrunda severek ve isteyerek masrafa girerler. Helâl bütçelerinden harcama yaparlar. Hizmet ünitelerini imar ve inşa ederler. Yaptıkları fedâkârlıkları da, mümkün olduğunca gizlemeye, perdelemeye çalışırlar. Gösterişten, riyâkârlıktan şiddetle kaçınırlar. Yapılan her türlü hizmetin, "şahs–ı mânevi"ye mal olmasını tercih ederler.

Siz, böylesine halis, muhlis, fedâkâr, vefâkâr dâvâ arkadaşlarınız için neler yapmazsınız? Onlar için hangi fedâkârlıktan kaçınabilirsiniz?

Birlikte yaşadığınız ve yaşatmaya çalıştığınız aynı dâvâya siz de baş koymaz mısınız? Hayatınızı ve herşeyinizi bu uğurda fedâ etmez misiniz?

Paylaştıkça anlıyorsunuz ki, onlarla aynı meydanda bulunmaktan, aynı kulvarda yürümekten, aynı baraja su taşımaktan, aynı yolda ter dökmekten, hatta aynı çileleri çekmekten daha zevkli, daha sevindirici, daha tatmin edici dünyada başka hiçbir hizmet yok, hiçbir faaliyet yoktur.

Ne mutlu, bu kudsî kervana dahil olanlara ve aynı istikamette yol yürüyenlere...

29.12.2009

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

4

01.01.2010, 20:21


Başbakanlık tarafından verilen "Kayıp mezarlar araştılsın!" talimatı ile başlayan kayıp mezar meselesine bugün de devam ediyoruz.




Iskilipli Atıf Hoca'nın mezarı bulundu

Cumhuriyetin ilk fikir suçlusu mağduru kabul edilen ve İstiklal Mahkemesi'nce asılarak vefat eden İskilipli Atıf Hoca'nın mezarı bulundu. İskilipli Atıf Hoca'nın mezarı, defnedildiği esnada orada olan bir görgü şahidi tarafından yakınlarına gösterildi.
Vakit gazetesinin haberine göre, Ankara Mamak semti eski kabristanındaki Garipler Mezarlığı'ndaki İskilipli Atıf Hoca'nın kemikleri, yeğenlerinden alınan kan, tırnak ve saç örnekleriyle yapılan DNA testi de pozitif çıkınca, yakınları tarafından alınarak, memleketi Çorum'un İskilip ilçesine defnedildi.

İskilipli Atıf Hoca, 1926 yılında ilk Meclis'in önünde, hakimlik yetkisi olmayanlar tarafından kurulan mahkemede, şapka kanunun çıkmasından iki yıl önce yazdığı bir kitap yüzünden asılmıştı.

Bir sabah vakti asılan İskilipli Atıf Hoca'nın naaşı, akşama kadar etrafa ibret olsun diye de darağacında bırakılmış, daha sonra da naaşı yıkanmadan ve cenaze namazı kılınmadan Mamak Kabristanı'nın kimsesizler kısmına defnedilmişti.

73 yıl sonra kemiklerini bulunan Atıf Hoca'yı memleketine defnedenler, onun 73 yıl sonra geç kalmış cenaze namazını da kıldılar.

İSKİLİPLİ ATIF HOCA VE EYLEMİ

15 Kasım 1925 tarihinde çıkan şapka kanunundan tam iki yıl önce yazılan 'Frenk mukallitliği ve İslam' eserinde şapka giymenin küfür alameti olduğunu söyleyen İskilipli Atıf Hoca, şapka kanununa muhalefetten, önce Giresun İstiklal Mahkemesi'ne sevk edildi. Burada hakkında takipsizlik kararı verildi. İstanbul'a döndü ama bu sefer de Ankara'dan hakkında yakalama emri çıkarıldı ve polis tarafından Ankara'ya götürüldü. Ankara İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmaya başlandı. Bu kez kendisine isnat edilen suç, "halkı kanunlara karşı kışkırtmak"tı.

Meşhur Kılıç Ali'nin (nam-ı diğer Kel Ali) reislik ettiği Ankara İstiklal Mahkemesi Savcısı, Hoca için 3 yıl hapis cezası istiyordu. Fakat mahkeme tarafından idamla cezalandırıldı.

Gördüğü bir rüya üzerine savunma dahi yapmayan İskilipli Atıf Hoca, 4 Şubat 1926 sabahı, Meclis yakınlarındaki Zincirli Camii'nin kenarında bulunan bir hamam harabesi içinde 'Mahkeme-i Kübra'da hesaplaşacağız' dedikten sonra kelime-i şehadet getirerek ipte can verdi.

MAHKEME HAKİMİNİ ALTÜST ETMİŞTİ

Necip Fazıl Kısakürek'in birinci elden şahitlerden 'Son devrin din Mazlumları'nda da anlattığı gibi mahkemede hakim Kılıç Ali ile İskilipli Atıf Hoca arasında şöyle bir konuşma cereyan etti:

"Kel Ali bi ara büyük bir hışımla Hoca'ya dönerek:

-"Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!..."dedi

Hoca sakin ve vakur bir tavırla:

-"Evet efendim, Şapka Kanunu çıkmadan "2" sene evvel şapkanın bir müslüman kisvesi olmadığına dair bir risale yazmıştım." dedi.

Kel Ali:

-"Şimdi ne yapıyorsun?" diye sordu.

Hoca:

-"Kanunlara itaat ediyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine Kel Ali yine hiddetle bağırarak:

-"Sen bilmiyor musun ki; şapka da bezdir, fes de bezdir, sarık da bezdir?" deyince Hoca yine aynı sükunetle:

"Evet biliyorum." dedi." Ancak Heyeti Hakiminin arkasındaki bayrak da bezdir. Lütfen o bayrağı kaldırınız da yerine İngiliz bayrağı asınız." karşılığını verdi.

Kel Ali pek hiddetlenmişti:

-"Ne diyorsun?" diye bağırdı. Hoca:

"Efendim şapka bir alamettir. Oysa ki; benim de sizin de giydiğiniz ceket, pantolon ve palto bir adettir. Adet ile alamet arasındaki farkı göstermek için o risaleyi yazmıştım." dedi."



dunyabulteni.net
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

5

04.01.2010, 22:36


Hafıza ne durumda?


Yan tarafta web sayfasındaki kompozisyonunu gördüğünüz dünkü Zaman gazetesinin manşet haberi "12 Eylül cuntası,Türkiye'nin hafızasını imha etmiş" başlığını taşıyor.


Bu manşet haberini okuyunca, ister istemez hayalim o yıllara gitti. Bilvesile, hatırıma gelen ve düşünmeden edemediğim bazı hususları kısaca sizlerle paylaşmak istedim.

1) Yeni Asya, o dönemde darbeci zihniyetle en çetin mücadeleyi sürdüren camiaların başında geliyordu. Bu yüzden de, en ağır cezalara çarptırıldı. Toplam 474 günlük kapatma cezasıyla, bedel ödeme rekorunu kırdı.

Zaman ilerledikçe, Yeni Asya'nın haklılığı ve şerefli, şuurlu mücadelesi daha da anlaşılıyor.

2) Yeni Asya'nın hak ve hukuk adına, hürriyet ve demokrasi adına ölüm–kalım mücadelesi verdiği o günlerde, bazı şahıs ve çevreler, darbecileri avuçları ile alkışlamaktan geri durmuyordu.

Şimdi nerede ve ne durumda o alkışçılar? Bir pişmanlık, bir nedâmet hissi duyuyorlar mı? Darbecilerin yanında yer alarak, bizim gibi doslarını acımasızca kırdıklarından dolayı, acaba bir helâlleşme gereğini duymakta mıdırlar?

3) Yeni Asya, darbecilere de, onların dayatmış olduğu anayasaya da celâdetle muhalefet etti. Bundan dolayı, en az cuntacılar kadar, bazı dostların hışmına da uğradı.

Referanduma götürülen darbe anayasası, halkın yüzde 90'ına kabul ettirildi. Yeni Asya, red oyu veren yüzde 10'luk kitlenin içinde yer aldı. Bundan dolayı da, vicdânen rahat ve müsterih durumdayız. Acaba, o gün ısrarla ve hatta militanca "Evet" lehinde çalışanların, bugün için vicdanları ne durumda?

4) Sırf darbecilerin ve darbe anayasasının hatırına, Yeni Asya'dan kopan, yollarını ayıran ve yer yer şiddetli muhalefet eden kadim dostlarımız oldu. Onlar, şimdi ne durumdalar? Bunca zaman sonra ve özellikle darbenin yol açtığı tahribatın enkazı gün gibi anlaşıldıktan sonra, bunlar acaba yeniden bir muhasebe, bir murakabe yapma ihtiyacını duymazlar mı?

Gayet iyi biliyoruz ki, bugün ayrı yerlerde bulunduğumuz pekçok dostumuzla yollarımız, ihtilâl sonrasında ve özellikle cuntacıların "Türkiye'nin hafızasını imha etme" çabaları sonucu ayrıldı.

Bugün düşünmeden edemiyoruz: Acaba, hafıza düzeldi mi? Dahası, darbenin yaraladığı vicdanlar ne durumda?

Şayet, bu asırda enaniyet değil de fazilet hissi ön plânda olsaydı, yukarıdaki suâllerin cevabını, şimdiye kadar çoktan almış ve öğrenmiş olurduk?

05.01.2010

6

05.01.2010, 09:05

Şayet, bu asırda enaniyet değil de fazilet hissi ön plânda olsaydı, yukarıdaki suâllerin cevabını, şimdiye kadar çoktan almış ve öğrenmiş olurduk?


Kalemine sağlık..Yüreğine sağlık Salihoğlu...Ruhefza paylaşım için teşekkürler..

7

05.01.2010, 16:23

LATİF SALİH OĞLUNUN YAZISINA CEVAPTIR

Yan tarafta web sayfasındaki kompozisyonunu gördüğünüz dünkü Zaman gazetesinin manşet haberi "12 Eylül cuntası,Türkiye'nin hafızasını imha etmiş" başlığını taşıyor. Bu manşet haberini okuyunca, ister istemez hayalim o yıllara gitti. Bilvesile, hatırıma gelen ve düşünmeden edemediğim bazı hususları kısaca sizlerle paylaşmak istedim.



1) Yeni Asya, o dönemde darbeci zihniyetle en çetin mücadeleyi sürdüren camiaların başında geliyordu. Bu yüzden de, en ağır cezalara çarptırıldı. Toplam 474 günlük kapatma cezasıyla, bedel ödeme rekorunu kırdı. Zaman ilerledikçe, Yeni Asya'nın haklılığı ve şerefli, şuurlu mücadelesi daha da anlaşılıyor.
1- 470 gün tarihe şeref levhası olarak yazıldı.



2) Yeni Asya'nın hak ve hukuk adına, hürriyet ve demokrasi adına ölüm–kalım mücadelesi verdiği o günlerde, bazı şahıs ve çevreler, darbecileri avuçları alkışlamaktan geri durmuyordu. Şimdi nerede ve ne durumda o alkışçılar? Bir pişmanlık, bir nedâmet hissi duyuyorlar mı? Darbecilerin yanında yer alarak, bizim gibi doslarını acımasızca kırdıklarından dolayı, acaba bir helâlleşme gereğini duymakta mıdırlar?


2-Şimdide AKP vasıtasıyla ılımlı islam adına dost yapılmaya çalışılan kemalistleri alkışlıyorlar, Pişmanlık ve nedamet hissi duymuyorlar. Erzurumla bağı olan bir hocamız televizyonda Evrene teşekkür ediyordu. sizin sayenizde din dersleri zorunlu oldu. diye. Hayır helalleşme hissi duymuyorlar halen yeni asya ya kırmızı görmüş boğa gibi bakıyorlar. hakperest olan bir elin parmaklları kadar, helalleşme hissinden dolayı sizde gelin AKP li olun iktidarın nimetlerinden yararlanın diyorlar. bu konudada 1989 yılında müesseselerimiz gitti.2007 yılındada birçok değerli arkadaşlarımızı ayarttılar, makam şan şöhret ve para. Helalleşme gereği bu nedenlerle duymazlar.



3) Yeni Asya, darbecilere de, onların dayatmış olduğu anayasaya da celâdetle muhalefet etti. Bundan dolayı, en az cuntacılar kadar, bazı dostların hışmına da uğradı. Referanduma götürülen darbe anayasası, halkın yüzde 90'ına kabul ettirildi. Yeni Asya, red oyu veren yüzde 10'luk kitlenin içinde yer aldı. Bundan dolayı da, vicdânen rahat ve müsterih durumdayız. Acaba, o gün ısrarla ve hatta militanca "Evet" lehinde çalışanların, bugün için vicdanları ne durumda?

3-dostlarımız halen o günlerin hışmıyla hareket ediyorlar. Bu yeni asya cemaati ortadan kalksada bu ayıbımız ortadan kalksa diye yeni asya nın bitirilmesini bekliyorlar. bu yeni asyacılar bitsin biz rejimle uyumlu bir gazete çıkarırız diyorlar. Zaman gazetesinden fırsat bulurlarsa...herkes bu anayasan şikayetci olsada bir biz kaldık. doğrucu davut. kominist ve sosyalistler vardı o gün için şuan onlarda menfaatci oldu. herkes memnun ama onlarada bu anayasa zarar vermeye başlayınca viyahlamaya başlıyorlar. Vicdanları malesef cüzdanlarında.



4) Sırf darbecilerin ve darbe anayasasının hatırına, Yeni Asya'dan kopan, yollarını ayıran ve yer yer şiddetli muhalefet eden kadim dostlarımız oldu. Onlar, şimdi ne durumdalar? Bunca zaman sonra ve özellikle darbenin yol açtığı tahribatın enkazı gün gibi anlaşıldıktan sonra, bunlar acaba yeniden bir muhasebe, bir murakabe yapma ihtiyacını duymazlar mı? Gayet iyi biliyoruz ki, bugün ayrı yerlerde bulunduğumuz pekçok dostumuzla yollarımız, ihtilâl sonrasında ve özellikle cuntacıların "Türkiye'nin hafızasını imha etme" çabaları sonucu ayrıldı. Bugün düşünmeden edemiyoruz: Acaba, hafıza düzeldi mi? Dahası, darbenin yaraladığı vicdanlar ne durumda? Şayet, bu asırda enaniyet değil de fazilet hissi ön plânda olsaydı, yukarıdaki suâllerin cevabını, şimdiye kadar çoktan almış ve öğrenmiş olurduk?

4-Onlar hallerinden memnun dünyevi hayatı şinanay, vur çalsın gel oynasın. güneşle beraber dönüyorlar. iktidar nimetlerinden semizlenmeye devam...onların muhasebesi ve murakebesi, yanlışlarını her platformda hatırlatan yeni asya yı ortadan kaldırmak üzere, bu nedenle ihtiyaç duymazlar."Türkiye'nin hafızasını imha edenler, bunlarında hafızasını da imha etti. imani meselelerde bir ayrılık yok. ama lahikalara ictimayi meselelere gelince, üstadın yaşadığı dönemle bittiğini bunlara gerek kalmadığını bu nedenle kaybolan bir hafızaları olmadığını iddia ediyorlar. Vicdanlarıda cüzdanlarında sen hiç merak etme latif bey, "alan memnun veren memnun" vicdanlarıda gayet rahat.bu suallere cevabını ben veriyorum. Ahalinin hali böyle.Yeni asya olarak hak bildiğimiz davamızda bizler hizmetlerimize inşaallah devam edeceğiz. Geriye bakıpda kafiliye katılan olurmu diye umutlanma.
"ya yeni hal ya izmihlal"
Yeni asya olarak hak bildiğimiz davamızda bizler hizmetlerimize inşaallah devam edeceğiz. Geriye bakıpda kafiliye katılan olurmu diye umutlanma.
"ya yeni hal ya izmihlal"

Bu mesaj 2 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "kemmal" (05.01.2010, 16:44)


8

08.01.2010, 00:34

12 Eylül Darbesinin etkileri ve yansımaları bugün de devam ediyor.


"Dindar Kemalizm" takiyyeciliği


Bugünkü genç nesil, 12 Eylül (1980) Darbesini hatırlamaz. Aynı şekilde, iki yıl sonra referanduma sunulan "82 Anayasası"nın hangi şartlarda ve nasıl bir atmosfer içinde bu millete dayatıldığını tam olarak bilmez, bilemez.


Ne kadar anlatılsa da, o günleri yaşamayan, o zulûmatlı dönemin ufunetli havasını solumayan, estirilen korku poyrazını iliklerine kadar hissetmeyen kimse, yine de hakkıyla bilemez, anlayamaz o ceberrut devrin ne demek olduğunu.

Ama, yine de anlatmak lâzım. Kelimelerin kifâyet ettiği, tâbirlerin takat getirdiği kadarıyla, bugünkü nesle yine de anlatmak, izah etmek lâzım 12 Eylül'ün dayatmacı "sürec–i münafıkanesi"ni...

Zira, darbeci cuntanın bazı hukukçulara dikte ettirdiği anayasasıyla, devlet kurumlarında yaptığı birtakım keyfî tasarruflarıyla ve özellikle millete empoze etmeye çalıştığı yalan–yanlış mefkûresiyle, 12 Eylül Darbesinin etkileri ve yansımaları bugün de devam ediyor.

Darbecilerin çoğu göçtü, gitti bu diyârdan. Yaptıkları tahribat ise devam ediyor. Zihinlere empoze ettikleri zehirli fikirler, damarlara şırınga ettikleri bulaşıcı virüsler, sözünü ettiğimiz tahribatın en dehşetlisi olsa gerektir.

Bunun adı da "Dindar Atatürkçülük", yahut "Dindar Kemalizm" ideolojisidir.

* * *

Bugün itibariyle bu milletin yüzde 90'ı mevcut anayasadan rahatsızdır. İktidar partisi dahil, birçok siyasî çevre bu anayasanın bir an evvel değiştirilmesinden yana. Bu yöndeki düşünceler, hemen her fırsatta ifade ediliyor.

Ama gelin görün ki, bugün hemen her vatandaşın illallah diyerek yaka silktiği bu darbe anayasası, yine bu milletin yüzde 90'ı tarafından sorgusuz suâlsiz kabul edildi.

Peki, neden bir türlü değiştirilemiyor, yahut yeni ve sivil bir anayasanın hazırlanması cihetine gidilemiyor?

Bu suâle verilecek cevap faslında, birçok sebep sayılabilir, birçok madde sıralanabilir.

Bizim hatırımıza gelen sebeplerden biri şudur: Kendimizi kandırsak dahi, hâşâ ki Allah'ı kandıramayız. Allah, affedicidir; ancak, affetmek için de hata yapanın nedâmet etmesini, bir nasuh tevbesinde bulunmasını ister.

Acaba, 82 Anayasasına evet dediği halde, bu hatasından dolayı nedâmet eden, tevbe–istiğfarda bulunan kaç dindaşımız var?

Darbe anayasasına taraf olan, savunan, referandum zamanında cuntacıların meddahlığını yapanları bekleyen "kul hakkıyla" bağlantılı bir başka "özür borçları" daha var.

Cunta ve anayasa meddahları, kendilerinden farklı düşünen din kardeşlerinden öyle çok kimseleri kırdılar ki, bunu kelimelerle târif etmek kàbil değil. Emin olun, gayretullaha dokunacak kadar ileri gidenler oldu.

Bu noktada da, bir özür dileme ve bir helâlleşmede bulunma ihtiyacının duyulması gerekmez mi?

Ancak, geçen zaman içinde gördük ki, özür dilemek bir yana, tâ o zamandan başlatılmış olan "Dindar Kemalizm" havasını, bugün de derin derin solumaya devam edenler çıkıyor karşımıza.

Evet, cunta lideri olan Evren Paşa, darbeden sonra her gittiği yerde âyet–hadis okuyor, habire "Dindar Atatürk" portreleri çiziyor, dolayısıyla "Dindar Kemalizm"in propagandasını yapıyordu.

Bunu, herhalde halkın ekseriyetine yutturmuş olmalı ki, emirber hukukçulara hazırlatmış olduğu anayasayı, seçmenin yüzde 90'ına kabul ettirdi.

Zaman içinde yine gördük ki, 12 Eylülcüler, Darvinist, sosyalist, materyalist çevrelerden yeterli taban desteğini bulamadıkları Kemalizmi, son otuz senedir dindar cemaatlerin omzuna bindirme yolunu tercih ettiler. Dindar grupların bir kısmı ise, ne yazık ki bu zokayı yuttu. Yuttu ve bir türlü de çıkaramıyor. Çıkaramayınca da, takiyyeciliğe mecbur kaldı.

Bugün bu milletin çekmiş olduğu mânevî en büyük sıkıntı, bu noktada düğümleniyor.

12 Eylülcülerin yol açtığı bir başka tahribat da şudur: Darbeci cereyan, bu millete "Dindar Kemalizm" ideolojisini empoze etmede başarılı olduğu ölçüde, vatandaş ekseriyetini "Ahrar–Demokrat misyon"a muhalif, hatta düşman etmede de başarılı oldu.

08.01.2010

Bu konuyu değerlendir