Giriş yapmadınız.

1

02.04.2005, 15:34

2 Nisan - Zübeyr abinin vefat yıldönümü

Kısmen alıntı yapıyorum,

Matbuat lisanıyla konuşmaya öncülük etti

2Nisan 1971: Bedîüzzaman’ın has ve sadâkatli talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’in vefâtı.

Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. Babasının adı Mehmed, annesi ise Seyyide Hanım. Anne ve baba tarafından her iki dedesi de, 93 Harbin'den sonra Kafkasya'dan Anadolu'ya hicret etmişler. Bu hicretten sonra Ermenek'e yerleşmişler.

Merhum Zübeyir Gündüzalp, ve orta okul tahsilini Ermenek ve Silifke'de tamamlar. Tahsil hayatını müteakiben Ermenek ve Konya Postahanelerinde memur olarak çalışır.

Nur Risâlelerini 1944'te tanır; Üstad Bediüzzaman'la tanışması ise, 1946'da Emirdağ'da vuku bulur. 1948'de aziz Üstad'ı ve diğer Nur kardeşleriyle birlikte Afyon hapishanesinde altı ay mevkuf kalır. Bu tarihten sonra 23 Mart 1960'a kadar Üstadından hiç ayrılmamaya gayret eder.

Nur hizmetinde istişare sistemini yerleştirmek, ıttihat ve Yeni Asya gazetelerini yayın hayatına kazandırmak gibi unutulmaz hizmetlere imza atan Gündüzalp'in, ayrıca hususî notlarından derlenmiş birkaç eseri mevcut.

Matbuat lisanıyla konuşmaya bir nevi öncülük eden merhûm Zübeyir Gündüzalp'in mezarı Eyüpsultan Kabristanındadır.

02.04.2005

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr

Kaynak

Yıldönümü olması sebebiyle, Zübeyr abi hakkında bildiği güzel yazıları bizimle paylaşmak isteyen abi/kardeş/... lerimizi de davet ediyorum. Bu başlık Zübeyr abi hakkında olsun. Alıntılar, yazılar; makaleler şeklinde olabilir, kitaplardan alıntılar olabilir ve hakeza...

Kolay gelsin...

ve de, Allah razı olsun :)
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

2

02.04.2005, 15:56

Mutlaka okuyun


şaban DÖğEN

“Tam bir Kur'ân talebesi”




2 Nisan 1971, 1948’de Afyon Mahkemesi sorgu hakimliğinde, “Sen, Nur talebesi imişsin” denildiğinde, “Bediüzzaman Said Nursî gibi bir dahînin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa, iftiharla, ‘Evet, Nur şakirdiyim!’ derim” diye karşılık veren, sözünün tam burasında Bediüzzaman Hazretlerinin ayağa kalkıp, “Evet, evet binine bedeldir”1 diye cevap verdiği, seyyidler neslinden gelen Konya Ermenekli 1920 doğumlu, gerçekten soyadı gibi alp olan merhum Zübeyir Gündüzalp’in Hakkın rahmetine kavuştuğu gün.

Yıldız isimlerden biri olan, fenâ fi’s-Said olmuş, yani Üstadda fanileşmiş, Üstada manen varis olmuş, Nurlarla özdeşleşmiş, bütün zerrâtıyla ona teslim olmuş, mesleğini olduğu gibi muhafaza etmiş bir insan merhum. Risale-i Nurlar için yaşar, onun için yatıp kalkardı. Nur’un sıddîkı olmuştu.

ızmir’in Turgutlu kazasından Ahmet Çim, Urfa postanesinde birlikte çalıştıkları merhum Zübeyir Gündüzalp’la ilgili hatıralarını anlatırken, “Bir Cömert Gördüm” başlığı altında yazdığı makalesinde onun faziletlerini anlata anlata bitiremez.

Verdiği bilgilere göre o tam bir Kur’ân talebesiydi. Daha çok lisan-ı hâl ile ders verir; her hâlinden iktisat, feragat, fedâkârlık, sadakat okunurdu. Postanede müdür dahil bütün memurlar, halkıyla, eşrafıyla herkes ona çok hürmet duyarlardı. Birgün müdüre “Zübeyir Nurcudur” diye şikâyet ettiklerinde müdür, “Zübeyir, vazifesini tam yapar, mesai saatinde konuşmaz” diye rapor vermişti.2

Okumayı çok seven Gündüzalp 1944’te Konya Postanesinde çalışırken Nurları tanımış, dâvâsına kendini öylesine adamış ki, herşeyiyle onda fanî olmuş; gecesini, gündüzünü, bütün ömür dakikakalarını ona fedâ etmiş, evlenmeye bile vakit ve fırsat bulamamıştı. Bir defasında sıla-ı rahim için memleketine gitmiş, iki gün kalınca hizmetten geri kalmamak için yaya olarak yola çıkmıştı. Ona göre Nur talebesi herşeyiyle Risale-i Nur’u benimsemeliydi. Risâle-i Nurların tevhidî hakikatlerini okuyan tahkikî iman sahibi, amelî kısımlarını okuyan müttakî, Lâhikaları okuyan ise Nur talebesi olurdu.3

şu olay onun Üstada, dâvâsına bağlılığınının diğer bir örneğidir. Yeni ıstiklal gazetesinin 10 Ağustos 1966 yılının 261. sayısı çıkmış, bu sayıda “kahraman gazi” başlığıyla Üstadın resmi konulmuş, altına da şu not düşülmüş: “Bediüzzaman Said Nursî: ıslâm düşmanlarının plânlarını alt üst eden adam.”

Bu başlığı görür görmez heyecanlanan, hasta olduğu halde yatağından fırlayan Zübeyir Gündüzalp, doğru Galata’da eline aldığı gazeteleri satmaya başlamış.4

Hayatı ve hizmetlerinden çok şey öğreneceğimiz bu Nur fedâîsini rahmetle anıyoruz.

Dipnotlar:

1- Nur’a Adanan Bir Ömür: Zübeyir Abi, s. 16.2- A.g.e., s. 95.3- Mustafa Öztürkçü, Yeni Asya Gazetesi, 18 Eylül 2003. 4- Nur’a Adanan Bir Ömür: Zübeyir Abi, s. 83-85.

02.04.2005

E-Posta: sdogen99@ttnet.net.tr

Kaynak
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

3

02.04.2005, 16:11

HAYATI

Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. Babasının adı Mehmed, annesi ise Seyyide Hanım. Anne ve baba tarafından her iki dedesi de, 93 Harbi’nden sonra Kafkasya'dan Anadolu'ya hicret etmişler. Bu hicretten sonra Ermenek'e yerleşmişler.

Baba tarafından dedesinin lâkabı Zeyvergil, ana tarafından dedesinin lâkabı ise Hurşit Çavuşlar. Hurşit Çavuşlar yedi kardeşmişler, Rus istilâ ve belâsından sonra, bu kardeşler bir daha birbirlerini görmeden ebediyete göçmüşler. Zübeyir Gündüzalp'in ailesi Ermenek'te Zeyvergil diye tanınmaktadır.

Zübeyir Gündüzalp, ıstiklâl Harbi'nin en buhranlı günlerinde, Ermenek'in Zaviye Mahallesinde -yeni ismi Taşbaşı- hayata gözlerini açmış. Ezan sesiyle kulağına ismini Zeyver diye koymuşlar. Sonradan Üstadı bu ismi Zübeyir diye değiştirmiş. Mehmed Efendi ile Seyyide Hanım'ın dört evlâdı var. Bunlardan ikisi erkek, ikisi kız. Babaları 1968'de, anneleri ise 1975'de vefat etmiştir.

Merhum Zübeyir Gündüzalp, ilkokul tahsilini Ermenek'te tamamlar. Küçükken çabuk sinirlenir, kardeşlerini ve komşu çocukları dövermiş. Annesi küçüklüğünde yaramaz olduğunu, ele avuca sığmadığı ve çok cesur olduğunu anlatırmış.

Zübeyir Gündüzalp Ermenek Posta hanesi’nde birkaç sene memur olarak çalışır. Bu sırada teftişe gelen bir müfettiş, çok genç olan Zübeyir Gündüzalp'in mors alfabesiyle telgraf alışını çok beğenmiş. Kendisine biraz daha tahsil yapmasını, ileride tahsili olmayanların meslekte yükselemeyeceklerini hatırlatmış. Bunun üzerine , Ermenek'te ortaokul bulunmadığı için Silifke'ye gider. 1939 senesinde ortaokulu Silifke'de bitirerek memleketine döner. Daha sonra Konya'da açılan bir imtihana girer ve imtihanı kazanarak Ermenek'te postahane memurluğuna tekrar başlar. Bir müddet burada çalıştıktan sonra askere gider. Balıkesir'in Susurluk kazasında askerlik vazifesini tamamladıktan sonra Konya Postahanesi'nde telgraf muhabere memuru olarak çalışır.

RıSALE-ı NUR'U TANIMASI

ışte, ıslâm kahramanı merhum Zübeyir Gündüzalp, Risale-i Nur Külliyatını bu memurluğu sırasında tanımak şerefine nail olur. Konya'nın tanınmış tüccarlarından Feyzi, Mehdi ve şehid tayyarece Ömer Beyin babaları Sabri Halıcı vasıtasıyla Nur Risalelerini okumaya başlar. 1944 senelerini takip eden yıllarda Konya'da Zübeyir Gündüzalp'le beraber münevver ve imanlı bir gençlik grubu, Nur Risalelerini tanır. Bu zatlardan tesbit edebildiğimiz isimler şunlardır: Muhsin Alev, Ziya Arun, Ziya Nur Aksun, Kâmil Öztürk, Ahmet Atak, Feyzi, Mehdi ve Ömer Halıcı kardeşler. Merhum Zübeyir Gündüzalp'in küçük kardeşi Haydar Bey, 1945 senesinde Konya'ya gittiği zaman, ağabeyinin Muhsin Alev'le bir evde beraber kaldıklarını ve kendisine Nurlardan bahsettiğini, Üstadının büyük bir ıslam âlimi olduğunu anlattığını ifade etti.

ÜSTADI ıLK ZıYARETı

Gündüzalp, Üstadını ilk defa 1946'da Emirdağ'da ziyaret etmiş. ılk ziyaretinde heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad, "Keçeli, neden ağlıyorsun?" diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstadının ikazı üzerine dışarı çıkıp yüzünü gözünü yıkamış tekrar Üstadın huzuruna kabul edilmiş. Ayrılık zamanı gelince Zübeyir Gündüzalp, Üstadına, "Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum" demiş, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olmuş; cevaben, "Vazifene devam et, Konya'da daha çok hizmet edersin. ınşaallah, ileride alırım seni yanıma" demiş.

Zübeyir Gündüzalp, Konya'da dört sene kalmış. Bu esnada Babalık gazetesinde çalışmış ve orada çocuk terbiyesine ait bazı makaleler yazmış. Nihayet 1948 senesinde Afyon'a tevkif edilmiş, burada Üstadıyla birlikte altı ay mevkuf kalmış. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamış. Yine ıslâmın bu kahraman fedaisi, Üstadıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek, kendi kendini ihbar etmiş. Bundan sonraki hayatı, beş-altı ay Eskişehir'de ve nihayet büyük kısmı ıstanbul'da dinî hizmetlerle haşir-neşir olarak geçmiş.
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

4

02.04.2005, 16:21

GÜLMEK SANA YASAK DOSTUM !...

Sana daha önce "Ağlama ne olur gül artık. Gülmek senin hakkındır."demiştim.

şimdi ise "Sana gülmek yasak" diyorum. Sanma ki bu bir çelişki; sanma ki bunlar birbirine mâni. Aksine bunlar birbiriyle iç içe...

Gülmek,üzerine yüklenen ebedî dâvânın ağırlığından gafleti anlatıyorsa;o sana yasak!..

Eğer ebedî dâvânın bayrağını bir adım götürme nimetine nâil olmanın şükür ve sürûrunu temsil ediyorsa,elbet gülmek hakkındır.

Ağlamak bedbinliğe ve şevksizliğe alem olmuşsa ağlama!.. Yazıktır gözyaşlarına...

Eğer îman bayrağını ötelere götürememenin ızdırabı, gayrın dertlerini düşünme faziletinin ifâdesi ise ağla,hem de sel gibi gözyaşı dök!...O yaşlar bir gün rahmet bulutu olup seni gölgeler,hatta yağmur olup âb-ı hayat sunar.

Sen öyle bir duygu girdâbındasın ki;kurtulamazsın.

Sen; gülmek -ağlamak,sevmek-sevilmek,konuşmak-susmak gibi zıtların belki de vefâsızlıkların,kadirşinassızlıkların sâhillerine uğrayan helezonik bir güzergâhın yalnız yolcususun.

Senin yolunda yalnız dikenler ve çakıllar değil,pusu kurmuş çakallar da var.

Senin yolunda maddî ve mânevî menfaatlerden de öte,bir ulu gaye için çırpınmak var.

Neylersin sen buna gönüllü tâlip olmuşsun.

Sen kâinâtı kucaklayan bir ulu ideale baş koyacak fıtratta doğmuşsun.

Küçük hülyâlarla nasıl avunursun?

Sen her şeyin sâhibine gönül vermişsin,bir şeyde nasıl boğulursun?...

Sen kendini başkasıyla mukâyese edemezsin,çünkü sen farklısın!..

Sana bazen ağlamak yasaktır!

Kan kussan kızılcık şerbeti içmiş gibi duracaksın. Sana bakıp şevk alanları üzmemek için gözyaşlarını içine gömüp,bağrına taş basacaksın...

Sana bazen gülmek yasaktır!

Herkes şen şakrak iken,sende derin bir tefekkür hâli,bir ağırbaşlılık,bir vakar görülür.

Belki de tebessümünle iktifa edersin;çünkü sen zerre kadar zamanda kaybolmaz,asırlar ötesini düşünürsün.

Gün olur,bir ulu hizmetin peşinde yalnız koşturur,türlü fedâkârlıklara katlanırsın.

Belki umduğunu bulamaz, belki destek beklediklerini ilgisiz görürsün...

Nice zamanlar doğru bildiğin yolda yalnız yürümeğe mecbur kalırsın....

Sakın sakın, sana el uzatmayan zavallılar grubunun sahte saâdetlerine imrenme!

Onlara kızma,adâvet etme. Sadece acı...

Çünkü sen farklısın dostum! Allah sana başkalarının dertleriyle dertlenme fazileti vermiş.

Senin beynin enbiyalar ,evliyalar, sâlihler, sıddıklar ve mücahitlerin mefkûresiyle doldurulmuş.

O nuranî zincire bir küçük halka olmak,o ulvî kervanın peşinden koşmak,o mukaddes ayaklarına toz olmak istediğimiz dava ehlinin bir küçük ferdi olmak arzusu vermiş;ne diye küçük düşünüp,hislerini dünya için hebâ edeceksin?

Sen farklısın dostum çok farklı!

Ömründe seni bir kere dahi düşünmeyen,sana zerre kadar menfaati dokunmayan kişinin imanını kurtarmak için çırpınıyorsun.

Onun için çalışıyor,programlar yapıyor,diller döküyorsun.

Neylersin ki elinde değil,başkasını düşünmeden edemiyorsun.
"Boş versene" diyemiyorsun.
"Aldırma da geç git" diyenlere kulak asmıyorsun,
"Milleti sen mi kurtaracaksın?" diyenlere :
"Evet ben kurtaracağım! Var mı bir diyeceğiniz!"
diye haykırıyorsun...

Sen gönüllü bir mahkûmsun dostum!

Sâniyeleri Allah yolunda hizmetle geçen bir çelik duvarla örmüşsün çevreni.

Sen kendi mahpushâneni kendin yapmışsın,ne diye dışarıdaki aylaklara
imreneceksin?

Sen seni seninle mukayese et. Sen başkalarına bakıp da "o niye böyle?şu niye şöyle?"deme.

Sen kendi kabiliyetlerini,kendi duygularını aksa'l-gayâta çıkar. Sen kendinle yarış!..

Bu hükümet-i cumhuriyenin tek memuru ben miyim?"deyip el etek çekme! Bu senin davandır...

Unutma! Problemler küçük insanların şevkini kırar,büyük insanların azmini artırır.

Sen büyük insansın. Çünkü büyük ve ebedî bir davaya gönül vermiş,baş koymuşsun.

Sıradağlar gibi problemlerle çevrilsen takma kafana!

Bu dava büyükse sahibi de büyük.

Senin gibi ihlaslı,cevval kahramanları yalnız mı bırakır?....

ZÜBEYıR GÜNDÜZALP (R.H. )
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

5

02.04.2005, 16:29

NOT DEFTERıNDEN

Hizmeti iman meydanına yeni girenler veya fıtri hususiyet taşıyanların iplerini uzat. Onları pek sıkma. Kabiliyetine göre kaldırabileceği bir hizmet göster. Herkesin mizacı bir olmaz. Bu dirayet ve feraseti göstermezsen, sen onun iplerini koparmış olursun. Bu acemili ve hamlık ve bu iradesizliği yapmamak için sık sık kendinle konuş . ırade ve müsamaha icaplarını zaman zaman oku ve kendine ihtar et.

Din ve dava kardeşinden gelen acı tatlıdır, hakaret taktirdir, tokat şefkattir, tükrük misk-i amberdir. Bu da Nurculuğun tek şiarı ve şe’nidir.

Alçakların yaptığı gibi din ve dava kardeşlerine hakaret gözüyle bakma ,onları küçük görme, onları büyük kendini küçük gör. Eğer yaşlı isen iman ve islamiyet davasında çalışan, Nur Risaleleri ile nurlanan gençleri yaşı küçük ruhu büyük bil. Bu güzel ahlak ne güzel ahlak.

şehevi temayülleri uyandıran, tahrik eden, bizi mübhem hayallere müstemit kılan, tembelliği teşvik eden kitapları okumamalıyız. Bunlardan nefret etmeliyiz. Kur’an ve imani hakikatlarla saadet anahtarlarını veren eserleri okumalıyız.

ıffetinizi muhafaza ediniz. Gözlerinizi haram olan şeylerden men edini. Elerinizi şeran caiz olmayan şeylerden çekiniz.

Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olsa sevinse ve hasmını haksız ve yanlış olduğuna sevinse insaf sızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği şeyi öğrenmemiş olur, belki gurur itibariyle zarar etmiş olur. Eğer hak hasmının elinden çıksa , zararsız, bilmediği bir şeyi meseleyi öğrenip menfaatdar olur. Nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hak perest hakın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinden hakkı görse yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur.

Herhangi bir kimse kendini bir millete benzetirse o kimse o milletten sayılır.

Tahkiki iman dersleriyle tenevvur eden kimsede sefil hisler yerini âli duygulara terkeder.

Gayr-i meşrû ve luzumsuz arzularıma mukavemet ve muhalefet etmeliyim.

************************************************************

"En büyük gaflet örneklerinden:

"Müşterek bir işte çalışan şahıslar, dinî veya dünyevî bir müessese mensupları müdavele-i efkâr yaparlarken, herkes kendi fikrini mutlak bir isabet bilmesi, diğer arkadaşlarının fikirlerini daima isabetsiz görmesi, müessese arkadaşlarının reylerini hakir bulmasıdır, Kendi fikirlğriyle yapılan işlerin zararlı ve iflasa doğru gittiğini hatırlatan en yakın arkadaşlarına yüz çevirmesi, müessesenin maddî imkânlarının elinde bulunması, şubelerdeki işin içyüzünden haberi olmayanların teveccühüne aldanmasıdır.

Müesseseye, sekiz-on işlerde şahsî kanaatinden ve başka arkadaşların fikirlerinden dolayı zararlar gelince de, birtakım teviller yapmak yoluna sapması, telâşsız görünerek kendi cebindekini değil, umumun hukukunu zâyi etmesidir. "Müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemesi; karşısındakinin izzetini kırması; ıslamî terbiye ve ahlâka sırt çevirmeye sebep olduğu halde, bunu hiç nazara almayarak, 'Bana böyle dedi, şöyle dedi' gibi hiddetli mukabele etmesidir. Dehşetli zararlarda kendisinin dahli olmadığına, ya cehl-i mürekkeple veya gururla iddiada bulunmasıdır. Halbuki mesai arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin isabetsiz olabileceğine ihtimal vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının kanaatlerine münasip bulup, iş yapmasıyla fikirlere menfî hislerin karışmadığı da anlaşılmış olur.

"Müteaddit defalar bir iş hususunda meşveret ve müdavele-i efkâr adı ile söze oturulur. Münakaşa ve kavga ile kalkılır. Bu kavgamsı konuşmada, herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. ılk defa birisi hakaret eder, diğeri misilleme yapar. Birinci hareket edip kalb kırana sor: "Birinci bana böyle dedi, ben de ona öyle dedim" der. Bu beş-altı defa tekerrür edince, artık en yakın dâvâ arkadaşına ikinci küskün durur. Bu küskünlüğü gören üçüncü, birinciden soğur. ıkinci ile üçüncü birleşir.Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da hâricîlerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık birincinin hakkında tenkit ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır. "ıslâm: muaşereti, edep ve terbiye riayet etmeyi evvelâ yakınlarımıza karşı tatbik etmeyi gerektirir. Bunu yapmayarak hisse ve nefse uyarak veya tehevvüre kapılarak dahilî müessese mensuplarına, hâriçtekilere dahi yapılmayacak olan bed muameleyi yapmak yanlıştır. Bu kötü hissiyat zararlı netice doğurunca 'Ben sebep oldum, özür dilerim' kâmilliğini yapmayarak zararlı neticeyi acib bir hâlet-i ruhiye ile karşısındaki ticaret arkadaşına yüklememelidir. Taraflardaki şahısların umumunun alâkadar olduğu umumî bir mes'eleye iki taraf da birbirini sabit fikirlilikle ittiham ederek, müessese hizmetine dinamit koyarak umumun zararına sebep olmamalıdırlar."


"Bilgili insan güneşe benzer, girdiği yeri aydınlatır."

"Bir saat ilme çalışmak "

Bir kimse bir saat ilim tahsil ederse, bir geceyi ihya etmekten daha hayırlıdır. Eğer bir gün ilim tahsil ederse, üç ay oruç tutmaktan hayırlıdır. "Kim ilim meselelerinden bir mesele öğrenirse, öğrendiği ilmi başkalarına öğretirse, o kimseye yetmiş sıddık sevabı verilir. ılim öğretmek "ılim tâlimine, öğretimine memur olan insanların öğrettiği ilim ile ister amel edilsin, ister edilmesin; ücreti, ancak kabul olmuş bin rekât nafile namaz kılmaktan efdaldir. Eğer o kimsenin öğretmiş olduğu ilim ile amel edilirse, kıyamete kadar amellerin sevabı o kimsenin defterine yazılır.
"Enbiya hakkında sohbet ayn-ı ibadettir "

Enbiyâ-yı izamdan (büyük peygamberlerden) her birinin gerek isimleri ve gerek ibadet ve ahlâklarından bahisler etmek, ayn-ı ibadettir. Kezâlik, salih, yani ehl-i takva denilen ve Sünnet-i Seniyyeden ayrılmayan ve bid'a ile amel etmeyen kimseleri sevmek, hallerinden bahsetmek keffâretü'z-zünûbtur (günahlara keffarettir).

Ey nefsim! "Tahkikî iman ilmini oku. Hakkı ve hakikatı öğren. Cahil kalma. Münevver ol. Aydın ol. Cahil insan, cahil bir genç, cahil bir kadın, ne kadar varlıklı da olsa yine fakirdir, geridedir, aşağıdadır. Okuyan erkek ve kadın, genç ve ihtiyar daima ileride, daima yükseklerdedir. Bütün fenalıkların, hayattaki bütün bedbahtlıkların vasıtası cehalettir. Bütün iyilik ve güzelliklerin, bütün saadet ve huzurun tek çaresi ilm-i iman bilgisiyle aydınlanmak ve nurlanmaktır.

"Hem, erkek ve kadın için ilme çalışmak, cahillik bataklıklarında batmamak farzdır. Cenab-ı Hakkın ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin emridir. "Her türlü belâlar, şer ve azaplar, dinimizi iyi bilmemezlikten, tahkikî iman ilminin nurundan ve feyzinden mahrum kalmaklıktan, cehalet karanlıklarından ileri gelir. Her nevi saadetler, her çeşit selâmetler, ferah ve neşeler, umum huzur ve sükûnlar, her sınıf güzellikler, tahkikî iman ilmi ile tenevvür etmekten, aydınlanmaktan ileri gelir. ıslâm büyüklerinin hayatı ve hatıraları genç nesiller için en güzel rehberdir. Hayatın fırtınalı ve dağdağalı hadiseleri içinde bu rehberler ışıklı deniz fenerleri gibi aydınlık verirler. Hayatını vatan, millet ve din yolunda feda eden maneviyat önderleri ise, dünyada birer kutup yıldızı oldukları gibi, ukbâda da günahkârların şefaatçisi olurlar.
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

6

02.04.2005, 16:38

"Merhametsizliğin bir alâmeti, nisyan-ı nefisle, kendi kusurlarını unutmakla din kardeşlerinin her birinde bir kusur bulmak, onlara karşı sevgisini ve merhametini kaybederek tenkid gözlüğünü takınmaktır. Kendi kusurlarına; yakını uzaklaştırıcı, sisli gösterici âletle bakıp, din kardeşinin kusurlarına ise mikroskopla bakmaktadır. Böyle fertlerden mürekkep yiğitler, kuvvetsiz cılızlardır. Kendi kusurlarını gören, ihvanlarınınkini örten; kendi kabahatini büyük, din ve dâvâ kardeşinin kabahatini küçük gören, hattâ görmeyen Müslümanlar, Allah'ın rahmet ve mağfiretine nail olan, yüksek ahlâklı, yüksek seciyeli Müslümanlardır, ehli iman nişanını taşıyan dindarlardır. Öyle fertlerden müteşekkil azlar, çoktur. Küçükler, büyüktür. Zaifler, kuvvetlidir.

"Merhametsizlikten, münekkitlikten kurtulma yolunda ilerle, ey kardeş! Aksi halde, ya yakında, ya uzakta, ya dünyada; ya Haktan, ya halktan inmesin sana adem-i merhamet. Zira, "Men dakka dukka" [Eden bulur].

Merhametsizlik etme, sonra merhametli dosttan dahi merhametsizlik görürsün. Eğer görmezsen dünyaya mukabil, ukbada görürsün muzaaf ceza, bunu bil.

"Merhametsizliği körükleyen, hürmetsizliği alevlendiren öfke zamanındaki hürmet ve muhabbet, cennetmekân kimselerin güzelliklerindendir. "

"Öfke zamanında hürmet ve merhamet en güzel ahlâktır."

"Merhamet tohumunu eken, muhakkak huzur ve saadet harmanını elde eder. "


"Cennete giren fazilet sahiplerine melekler sorarlar: "Faziletiniz nedir?" "Onlar da, "Zulme uğradığımız vakit sabrederdik; bize kötülük edilince de, rıfk ile davranırdık' diye cevap verirler.
Hadis meâli

"Allahu Teâlâ sertlik ve kabalığa vermediği ecir, sevap ve mükâfatları, rıfk ve mülâyemete, yumuşaklığa verir. Rıfktan mahrum olan ev halkı, çok şeylerden mahrum olurlar.
Hadis meâli

"Rıfktan [şefkatten] mahrum olanlar, hayırdan, sevaplı amellerden mahrum kalırlar.
Hadis meâli

Hilm
"Hiddete getirilince kızmayıp, hilm ve sabır gösteren kimse, Allah sevgisine mazhar olur.
Hadis meâli

Sabır ve bağışlamak
"Peygamberimiz sorar: "Allahu Teâlâ'nın,şerefleri ne ile kıymetlendirdiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini size bildireyim mi?' "Ashab-ı Kiram, Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Efendimize, 'Buyur, bildir, yâ Resulallah!' diye cevap verirler.

"Hazreti Fahr-i Kâinat Efendimiz ferman buyururlar ki: "Sana karşı cahilâne hareket edildiği zaman, halim ve yumuşak olursun, sana zulmedenleri bağışlarsın, sana vermeyenlere sen verirsin ve senden alâkasını kesenlerle sen alâkalanırsın.'

Rıfk
"Resul-i Ekrem Efendimiz buyuruyor ki: "Allahu Teâlâ rıfk sahibidir. Her hayırlı işte rıfkı sever.' Hiddet "Resul-i Ekrem (a.s.m.) kendisinden birşey öğretmesini, lütfetmesini talep eden bir kimseye ferman etti: "Hiddetlenme.'

Dindar kadınlarımız
"Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz, kadının din, namus, şeref ve hukukuna büyük ehemmiyet verirdi. Onlara rikkat ve şefkatle muamele buyururlardı. Kadınların hislerindeki inceliği, seriütteessür oldukların, kalblerindeki hassasiyet ve merhameti çok iyi bildiğinden gönüllerini incitmemek için dikkat gösterir ve hanımların haksız yere kalblerinin kırılmaması hususlarında tavsiyelerde bulunurlardı.

"Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz buyurdu ki:
"Kadın, Allah'ın, kullarına en büyük hediyesidir. Allah'tan korkun, onlara zulüm ve eziyet etmeyin, onları ihmal eylemeyin.' Kız evlâdı "Anne ve baba, kız çocukları hakkında daha ziyade re'fetperver, şefkatli olmalıdır. Zira onların fıtratları, yaratılışları, zaif, nahif ve hassasedir. Kız çocukları daha ziyade merhamete, siyanet ve korunmaya muhtaçtır.

Üç kız evlâdı
"Hazreti Peygamber (a.s.m.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde buyurdu ki: "Üç kız çocuğuna nail olup da onlara, kendisine muhtaç olmayacakları zamana kadar infak ve ihsanda bulunan, nafakaların temin eden kimseye, Cenab-ı Hak cennetini vâcib kılmıştır. Meğerki o kimse affedilmeyecek büyük bir günah işlemiş olsun veya böyle bir amelde bulunsun.

Kız evlât
"Baba ve annenin kız evlâtları için en büyük iyilik ve en birinci vazifesi, en yüksek lütufları şudur ki, onlara iman ve ıslâmiyet ilmini öğretmektir. ıslâmiyete lâyık bir edep, terbiye ve ahlâkla büyütmektir. Kız yavruların insan ve cin şeytanların şerlerinden kendilerini koruyacak bir ilimle, bilgiyle yetiştirmektir. Böylece mânevî güzelliklerle ruhu parlayan bir ev kadını, bir hane hanımı olabilecek bir halde dünya ve âhirete hazırlanacaktır.

Ev kadını
"Bir ıslâm kadını için yemek pişirmek, elbise dikmek, evinin nezafetine, temizliğine bakmak, çamaşır yıkamak, çocuğuna bakıp beslemek, erkeğinin hizmetini görmek büyük bir şereftir, iffet ve ismettir. Namazını geçirmeyen, farzlarını eda eden. Allah'ın emirlerini yerine getiren hanımların bütün dünyevî işlerini dahi bir nevi ibadet olarak, Allahu Teâlâ Hazretleri kabul buyurur. Bu suretle geçici fâni ömürleri âhiret hesabına, bâki, daimî bir hayata tebdil edebilir, ebedî, sonsuz bir ömre çevirebilir.



Ey nefsim!
Her karşılaştığın kimseye hastalığından bahsetme. Bilmeyerek evhama düşmeğe sebebiyet verme. Hastalığına ehemmiyet verdikçe şişer. Ehemmiyet vermezsen söner. Dualar edip manevî imdadına yetişilmesi için sana daimi duacı olacak bir nur kardeşine hastalığını arzetmek olabilir.

Ey nefsim!
ıstikrarlı, sebatlı ve ihlaslı çalışman din kardeşlerinin Risale-i Nur hizmetkârlarının kuvve-i maneviyelerinin takviyesine, halisane hizmetlerinde gayret, faaliyet ve himmetlerini arttırmaya sebep olabilir. Haberin ve taalukun olmadan Fazl-ı ılâhi ile husule gelecek bu azim netice ve sevaptan tenperverliğe ve istirahat döşeğine sukût etmemek için daima çalışkan ve faal ol. Bu saadet ve zevkin ferah ve sürurdan mahrum olmamanın yegâne çaresi, istikrarlı ve az da olsa Nurlara devamlı çalışmaktır.

Ey nefsim!
Herhangi yakın kardeş ve arkadaşın senin hakkında sistemli ve menfî bir surette dedikodu yapabilir. Bunlar senin kulağına gelirse, sana nakledilirse, hiç aldırış etme, misilleme yapma, onu helâl et. Bu kâmilâne muameleden ve ahlâk-ı âliyeyi bilfiil imtisalden sen kazançlısın. Merak etme sana ve hizmetinme yapılan kötü fenalıklar zarar vermez. Eğer mücadele ve münazara edersen işte sen o zaman zararlısın. Ahmaksın, cahil ve aptalsın!

Ey hâl ve ahvalin su-i infial uyandırdığından habersiz ve gücendirici olan nefsim!
Senden büyük bir nur ağabeyin veya kardeşin, bir meclis-i nûriyede ve derste nûranî sohbetler ederken meslek-i nûriyeden bahsederken "daima öğrenmeye ve yetişmeye muhtacım" diye dinle aynı mevzû hakkındsa mütemmim veya fazla malûmatın da olsa sus..! Zira edebe muhaliftir. Cemaat efradından birkaç veya birçoklarının konuşmasına belki de mevzû dışına çıkılmasına sebep olursun. Muvafık olmayan birşey konuşulsa, gerek nur ağabey ve gerek nur kardeşinin o ahenkli sohbette hata ve savabını yapma. Dilini tut konuşma. ıcap ederse Risale-i Nur'dan okuyarak yalınızca onun ıttılaına mütevâzıâne ve mahviyetkârane arzet. yoksa: Bed haşin ve sert bir konuşma ile ve asık bir suratla hiçbirşeyin halledilemeyeceğini, münakaşaya az da olsa o muvafık ve mutabık olmayan veya menfî bulunana bir meseleyi o şekilde halletmeye çalışmak, cemaat içinde bazı benimseyecekler bulunacağını ve fikirleri bulunduracağını böylece faydalı olacağım derken zarar vermek ahmaklığı olacağını daima hatırla -zira kütüb-ü ıslâmiye'de ahmaklığın tarifi budur- Hayatî bir düstur ittihaz et.

Ey mütekebbir ve mağrur nefsim!
Eğer sen kendini mağrur ve mütekebbir bilmezsen mutlak ve muhtemeldir ki; nefsin aldatıyor ve aklın taalluk etmiyor. Bunun için bilhassa ve bilhassa genç nur kardeşlerin herhengi bir fikir serdeylese ama mutabık ama mutabık değil, bunu tevâzu, mahviyet ve sukûnetle dinle.Aynı anda onu rencide etmeyerek dinle. Zira belki Nur Külliyâtı'nı tam okumayabilir veya o noktayı tam intikâl etmeyebilir. Bu sebeple Risale-i Nur mesleğinin en mühim bir esası olan şefkâtle, sukûnetle ve o anda müsamaha ile karşılayıp pek mücmel ve mülâyim bir cevap vererek de ki :

" Ben bunu şu anda kendim bilsem de söylemek istemiyorum. Sizinle beraberce Risale-i Nur veya lâhikalarda araştıralım bulalım. Bu düsturla kalbin mutmain ve aklın tatmin olur kanaatindeyim. Onun için yalnız başbaşa kalıp okuyalım."diye cevaplandır.

"Gerek indî gerek şahsî veya başka şeylerden aldığım herhengi bir sözü size nakledebilirim. Bu ise size Risale-i Nur'un mesleğine bir perde olabilir. Bu mutlak ve mücerrebtir. Emsalleri kırk senedir pek çoktur " diyerek... Üstâd-ı Pâkimizin mazhar olduğu ısm-i Hakîm ve Rahîm'e ittibâ ederek o genci gücendirme. Akıl ve kalbinde su-i infiâl ve su- i tefehhüm uyandırma.

ZÜBEYıR GÜNDÜZALP - not derterinden
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

7

02.04.2005, 16:59

ZÜBEYıR AğABEY'DEN HATIRALAR...

1- Üstad Hazretleri sabah dersinde bir gün çok uzatmıştı. (8-10 saat olmuştu) Biz çok yorulmuştuk. Fakat yorulduğumuzu ihsas etmemeye çalışıyorduk. nihayet Üstad Hazretleri bize, "Hepiniz gidebilirsiniz. Ben devam edeceğim. Ben dersi kendi nefsime okuyorum.." dedi.

2- "Said ellibin nefer kuvvetindedir." bahsini okurken, Üstad Hazretleri. "Bir zaman gelecek Nurcular elli milyona çıkacaklar, buna bir işarettir." demiştir.

3- Üstadımıza ızmir'den Nur Talebeleri mektubla soruyorlar. "Nurların tab'ı için bir matbaa kurmak niyetindeyiz. Ne dersiniz?" Üstad Hazretleri, kısa bir cevab yazıyor ve diyor ki: "Matbaacılar Nurcu olacaklar."

4- Yine aynı mes'elede Said Özdemir Ankara'dan yazıyordu ki, "Matbaacılar istediğimiz vakit kitabları vermiyorlar. Siparişleri gönderemiyoruz. Zararımız oluyor." dedikten sonra matbaa kurmak istediklerini ve ince hesablarını dahi yazıyor. Üstad Hazretleri bir kaç kelime ile cevab yazıyor: "Çendan otuz lira zararımız olur, fakat otuz bin lira ihlâstan kârımız vardır."
(Böylece, Üstad Hazretleri ehl-i hizmeti Nur'un hizmetinden başka şeylerle meşgul etmiyordu.)

5- Zübeyr Ağabey, ıslâhiye'ye ilk gittiği zaman hizmet edebilmek için orta mekteb talebelerine veli oluyor. Müdürle tanışıyor. Civar kazalara gidiyor ve bazı talebelere bedava ders veriyor. Böylece bir cemaat taşekkül ediyor.

6- Zübeyr Ağabey ıslâhiye'de iken birisi yanına gelip,diyor: "Ben Aleviyim."
Ağabey de gayet samimane, "Oo maşâallah, ben de Aleviyim." diye sarılıyor." Hazret-i Ali (r.a) nasıl amel etti ise, öyle Aleviyim." diyerek boğazını işaret ediyor. "Onun için canımı veririm." Adam da. "Hocalar bize zındık diyorlar." deyince "Siz onlara bakmayın, cahil halk hocalarla aranızda laf götürüp getirerek öyle olmasına sebebiyet verdiler." diyor, adam da dost oluyor.

7- Üstad Hazretleri Emirdağı'nda iken Mısır'dan mühim bir zat geldi ve Üstadı Mısır'a da'vet etti. Üstad Hazretleri, ona dedi ki: "Bana Yıldız Sarayı'nı tahsis etseler veyahud (kolunu işaret ederek) böyle böyle kesseler, yine ben burada kalmaya mecburum."

8- Üstad Hazretleri Isparta'da dere boyunda yürürken, Ağabeylere dedi ki: Birbirinin aynı olan iki taş bulun." Diğer bir defa da "Birbirinin aynı olan iki dağ gösterin." dedi ve ilâve etti: "Hiçbir şey tesadüfî değildir."

9- Üstad Hazretleri ıstanbul'a geldiğinde Patrik Athenagoras'a giderek, odasına girdiği zaman Patrik ayağa kalkarak hürmetle yer göstermiş. Üstad Hazretleri, ona demiş: "Allah'ın bir olduğuna inanıyor musun? Resul-i Ekremin (A.S.M.) son Peygamber olduğunu tasdik ediyor musun?" O, cevaben "Evet." demiş. " Öyle ise bunları etbaına tâmim ve tebliğ et!" deyince, Patrik, ezile büzüle: "O zaman beni bu makamda tutmazlar, yapamam." deyince Üstad Hazretleri derhal kalkıp, dışarı çıkmış.

10- Roma'daki Papa'ya da aynı yıllarda Risale-i nur göndererek, mektubunda kısaca: "Biz Allah'a inananlar küfre karşı beraberiz.." demiştir.

11- Üstad Hazretleri, şemseddin Yeşil'e bir kaç def'a Zübeyr Ağabeyle selâm göndermiş. Onun da Üstada hürmeti vardı. Afyon hapsinde iken Üstad hazretleri ona demiş: "Lâ ilâhe illallah diyenlerle beraberiz. Füruat mes'elelerini nazara vermemeliyiz."

12- Üstad Hazretleri şöyle dedi: "Said mecliste D.....'la karşılaştı. Ona: "Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur." derken, Said'in haberi yok idi ki, iki parmağını onun gözüne doğru uzatmış. O zamanlar bir de Sükût kanunu (Üstad Hazretleri, takrir-i sükûn kanununa böyle diyordu) çıkmış, uymayanlara idam cezası veriliyormuş. Said'in ondan da haberi yok! Amma, D..... titredi, ilişemedi, te'vile kaçtı. "Öyle demek istemedim." dedi. Yalan söylüyor."

13- Eserleri dışarda yazmak isteyen Ağabeylere Üstad evvelâ izin vermiş. Fakat bu tedbirsizlik olduğundan, arama yapılıyor. Üstad, böylece fiilen ders vermiş oluyor. Isparta'da yeni te'lif edilen eserleri Üstad Hazretleri, bir kaç kişinin zorla yerinden kımıldatabileceği ağır ve dolu bir bidonun altına koyuyor.

14- Üstad Hazretleri, 1952'de ıstanbul'a geldiği zaman Mehmed Fırıncının evinde ziyaretine gelen Üniversiteli Nur Talebelerinden biri Hukuk Fakültesi, diğeri Orman Mühendisi ile görüşmesinde, Üstad Hazretleri Orman Mühendisine mektebi bitirdiğine göre ne yapmak niyetinde olduğunu soruyor. Mühendisin fikri büyük işler çevirmek olduğundan, hem dünyaya hem âhirete çalışacağını söylüyor. Bunun üzerine Üstad Hazretleri diyor ki: "Hocalar yanlış anlatıyorlar. Bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terketmekle olur.." Mal ve câha arzusu çok olan hukuktaki diğer talebeye "Köy hocası olursun, hem geçinirsin, hem hizmet edersin."

15- Üstad Hazretleri Afyon'da iken ziyaretine bir içki satıcısı, iriyarı bir adam geliyor. Onunla beraber kendini göstermek isteyen bir hafiye de geliyor. Zübeyr Ağabey, Üstad Hazretlerine bir sorayım diyor. Üstad Hazretleri, "Çağır onları." diyor. Yanına gelince Üstad Hazretleri hiç sormadan içki satan adama: " Tamam tamam kardeşim, senin gibi kahraman cesur bir kardeş bana lâzımdı" deyince hafiye, "Efendim, bu içki satan bir adamdır. Biz buna (Sarı Bomba) deriz." Üstad Hazretleri, "Yok, yok .." diyerek onu susturuyor ve diğerine ders vermeye devam ediyor. "Seni duama dahil edeceğim. Yalnız sen fırsat buldukça farz namazlarını kılarsın. Hem camiye gitmeye lüzum yok. Dükkânının bir köşesinde kılarsın." diyor. Sonra hafiyeye dönerek. "Bende öyle bir kuvvet var ki (Eliyle işaret ederek) istesem bu şehrin altını üstüne getirebilirim." der. Sonra hafiyeyi bilmezlikten gelip, gûya onunla gizli ve enteresan bir mes'eleyi istişare ediyor. Neticede "Korku elimi tutmamış." diyor. Hafiyede bet beniz atıyor. ıki ziyaretçi de dışarı çıkıyorlar.

16- Zübeyr Ağabey, üç sene sonra tekrar Afyon'a gittiğinde o içki satıcısı adamı, dükkânını manifatura mağazası yapmış ve beş vakit namazını kılıyor bulmuş.

17- Isparta'da bir hafiye, terzi Rüşdü Çakın Ağabeyi sık sık ziyaret ediyor ve onu yıldırmak için de: "Hafiyeler takib ediyor, Üstadın yanına gitmeyelim." diyormuş. Rüşdü Ağabey de ona "Serçeden korkan, tarlasına arpa ekmesin." demiş

18- ıhtilâlde Konya'da Zübeyr Ağabeyi üç dört hafiye takib ediyor. Dersaneye veya kardeşlarin evine gitmiyor, bir otelde kalıyor. Takib edildiği halde bilmezlikten geliyor. Sabah namazında aşağıya inince otelciye camiye gideceğini söylüyor. Bağ içinden geçerek, eşyalarını alıp bir çuvala dolduruyor ve bir işleğe yükleyip bir çocukla buluşma yerine gönderiyor. Kendisi de bir kereste kamyonu ile gelerek eşyalarını alıp Ankara'ya gidiyor. Böylece hafiyeleri atlatıyor. Merhum Bayram Ağabey çıkarmış!

19- Üstad Hazretleri Zübeyr Ağabeye sormuş: "Benden evvel mi, sonra mı ölmek istersin?" Zübeyr Ağabey demiş: "Ben Üstadsız yaşayamam, evvel ölmek isterim." Üstad Hazretleri demiş: "Tenbel! Kabre girip yatmayı, rahatını düşünüyorsun. Kalacaksın. Azab çekeceksin."

20- Üstad Hazretlerinin hizmetinde her birimiz bir iş yapardık. Birimiz leğeni, diğerimiz ibriği v.s. tutup bir şeyle meşgul olurduk ve hizmete ortak olurduk.

21- Emirdağı'na giderken arabada önde Zübeyr Ağabey'le Ceylan Ağabey, arkada da Üstad Hazretleri ile Sungur Ağabey oturuyor. Üstad Hazretleri, Sungur Ağabeye bir ara öndekileri gösterip "Bunların ikisi de şehiddir." diyor. Seneler sonra Ceylan Ağabey şehid olunca, o ara Van'da bulunan Sungur Ağabey Zübeyr Ağabeye yazdığı mektubunda diyor: "Üstadımızın bir keramet-i gaybiyesi zâhir oldu!" Zübeyr Ağabey o zaman anlayamıyor. Çünkü, Üstadın dediğini o zaman işitmemiş. Sonra Sungur Ağabeye sorarak anlamış.

22- Üstad Hazretleri hatalarımızı toplar, biriktirir, sonra ufak dünyevi bir mes'eleyi bahane ederek şiddet ve hiddet eder. O ufak mes'eleden nefsimden bir i'tiraz gelirken, Üstad Hazretleri dedi: "Avukat gibi nefsini müdafaa ediyorsun. Nefsin seni aldatmış. Aklın taallûk etmiyor. Ruhunu feda etmişsin amma, nefsini feda etmiyorsun!"

23- Üstad Hazretleri, Abdullah Ağabeye, mekteb dolayısı ile "Çok tevbe et!" dediği gibi, Zübeyir Ağabeye de, me'muriyetinden dolayı aynı şeyi söylüyor: "Çok tevbe et!" Merhum Bayram Ağabey çıkarmış!

24- Zübeyr Ağabey, Emirdağ'ında Üstad Hazretleri ile kıra çıktığında Üstadın arkasından giderken takke giymiş. O sırada Kaymakam araba ile arkadan geliyormuş. Dere üzerindeki köprüden geçerken Üstaddan çekinen kaymakam hiç ses çıkarmadan arkadan takib ediyormuş. Üstad Hazretleri ağır ağır yürüyor. Sonra iki jandarma ile Zübeyr Ağabeyi çağırtıyor ve diyor: "Neden şapka giymiyorsun?" "Kaymakam Bey dikkat et. Bir şapka 40-50 lira, takke bir kaç liradır. Güneş başıma vurmaması için yanımda bulunan takkeyi giydim." deyince "Sizinle konuşulmaz" diyor fakat mahkemeye veriyor. Bir kaç celse devam ettikten sonra insaflı bir hakim tayin edildiğinden beraet ediyor.

25- Üstad Hazretleri Emirdağ'ında bir gün zile basıp Zübeyr Ağabeyi çağırıyor: "Bir sepet bul, kapalı olsun." diyor. Zübeyr Ağabey sepeti bulup getiriyor. Üstad Hazretleri "Bu kitabları içine koy ve sıkı sıkı sar" diyor. Sepet hazır olduktan on dakika sonra bir zat geliyor. "Ben Çaldıran'dan geliyorum, Üstadı görmek istiyorum." diyor. Durumu bildirince Üstad Hazretleri: "Hemen gelsin" diyor. O zat içeri girer girmez Üstad Hazretleri: "Tamam tamam ... zamanında geldin kardeşim. Benim ıran'da bir talebem var. Oranın büyük ülemasındandır. Bu sepeti ona verirsin." diyor ve biraz ders verdikten sonra adamı uğurluyor. (Kısa bir zaman sonra o adamın arkadaşı Üstadı ziyarete geldiğinde olanları anlatıyor.) Adamın iyi koşan bir atı varmış. Sepeti yükleyip yola çıkıyor. Sür'atle hududu geçerken jandarmalar ateş açıyor. Bir mermi dahi isabet etmiyor. Üstad Hazretlerinin talebesi olan ıran'daki ülemayı buluyor ve emaneti veriyor.

26- Üstad Hazretleri bir gün kırdan dönerken, ayyaş bir adama ders verip ayrılıyor. Onları takib eden hafiye o adamı sıkıştırıyor. "Sana ne söyledi?" diyor. Ayyaş diyor: "Ben artık abdest alıp namaz kılacağım ve kötülüklerden vazgeçeceğim. Ona da hizmet edeceğim. Eğer ona ilişirseniz, bilirsin ben belâlı bir adamım"

27- Üstad Hazretleri bizi çağırır, odasına gidince " Ne için çağırdım, unuttum." derdi. Fakat otuz sene evvel te'lif ettiği eserin aslına bakmadan tashih eder. Ankara'da tab' esnasında tashihleri Ağabeyler okuyorken, Üstad Hazretleri yemek gibi bir meşguliyet ile beraber dinliyor ve bir kelime eksik ise düzeltttiriyor. Diyor ki "ımana dâir olmadığı için unutuyorum." (Tahiri ve Zübeyr Ağabeyler)

28- Üstad Hazretleri Ceylan Ağabeye dedi: "Senin hayatın uhrevidir. Dünyevi olsa da pek azdır."

29- Üstad Hazretleri Ankara'dan ayrılırken Menderes'e haber göndererek diyor: "Ben gidiyorum, Menderes benim peşimden gelsin" Üstadın vefatından sonra onun da ölmesi bu hakikatı isbat eder.
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

8

02.04.2005, 22:53

Allah razı olsun kardeş, bugün gazetede Zübeyr abilerle ilgili başka yazılar varmış, sohbette bahsedildi, linkini buldum, aktarayım dedim,

Kutlular: Zübeyir Gündüzalp çok yönlü bir insandı
Mehmet Fırıncı: Üstad Hazretlerine bağlılığı muhteşemdi
M. Emin Birinci: Onu ‘Zübeyir Ağabey’ yapan Üstaddır
Abdullah Yeğin: Ona kıymet kazandıran sadakati
Zübeyir Gündüzalp kimdir?


Soru: Necmeddin şahiner abinin Zübeyr abi hakkında yakın tarihte bir kitap yazdığını biliyor muydunuz?

Rica: Kitabı okuyanlar, hülâsâ izlenimlerini, mana ve duygu alemlerinde uyananları, doğanları yazarlarsa seviniriz.
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

9

03.04.2005, 15:11

ıslam Yaşar'ın kaleminden...


ıslam YAşAR

Zübeyir Gündüzalp'i anarken





Bediüzzaman Said Nursî...

Risâle-i Nur Külliyatı...

Bizim kuşak, ilk olarak yetmişli yıllarda duydu bu kelimeleri. Yaşadığı yer veya içinde bulunduğu çevre itibariyle daha önce haberdar olanlar da ancak o yıllarda idrak etmeye başladılar.

Bize göre başlangıçta sadece birer kelime grubuydu onlar. Telâffuzları zor, mânâları ağırdı ama terennümleri cazipti. ıçlerindeki Said ve Nur kelimelerine âşinâ olsak da tek başlarına bir mânâ veremiyorduk.

O zamanlar ülkeyi saran siyasî çalkantılar yüzünden sağlıklı düşünme imkânınız yoktu. Gençliği hedef kitle olarak seçen birbirine zıt fikir hareketleri, yalnız meydanları değil zihinleri de bir nevi çatışma alanı haline getirdiklerinden kimseye güvenimiz kalmamıştı.

Gerçi öğretmenlerimizin ve devlet büyüklerimizin zorla kabul ettirmeye çalıştıkları resmî bir görüş vardı. Bazı arkadaşlarımız da bizi içinde bulundukları fikir akımlarına veya yakınlık hissettikleri dünya görüşlerine çekmeye çalışıyorlardı.

Üstelik resmî ideolojiye intisap etmek, fikir guruplarına girmek bize maddî mükellefiyetler yükleyip mânevî mesuliyetler getirmiyor, aksine kolayca imkân ve itibar sahibi olmamızı sağlıyordu.

Buna rağmen biz, emsallerimizin ekseriyetinin aksine hislerimizi saran merak saikasıyla yine de zor ama cazip olanı seçmiş ve mânâsını bilmediğimiz, telaffuz etmekte zorlandığımız o terkiplerin derinliklerine dalmaya meyletmiştik.

Normal şartlarda, önce Bediüzzaman Said Nursî’yi tanıyıp ardından Risâle-i Nurları okumamız gerekiyordu. Eğer kabullenirsek sıra öğrendiklerimizi hayatımıza aksettirme safhasına ancak ondan sonra gelecekti.

Fakat öyle olmamıştı. ıçinde bulunduğumuz çevrelerin ve arkadaş gruplarının fikrî tehacümleri yüzünden onların karşısına güçlü bir fikirle çıkma ihtiyacı hissedince ikisini birden yapma kararlılığıyla harekete geçmiştik.

Bu maksatla elimize geçen her kitabı okumaya, bilgi sahibi insan bulursak sormaya başlamıştık. Üçüncü isimler, işte o zaman çıkmıştı karşımıza.

Üçüncü isimler, yani Nur Talebeleri.

***

Hulusi, Tevfik, Sabri ....

Hafız Ali, Tahirî, Hüsrev ....

Abdullah, Sungur, Bayram ....

Ve... Zübeyir.

Diğerlerinin aksine, hep bildiğimiz, duyduğumuz isimlerdi bunlar. Kendilerini tanımasak da adlarına âşinâydık. Onlar medar-ı bahs olduğunda çevremizdeki benzerlerinden birilerini hatırlayarak bir kanaat sahibi olmaya çalışıyorduk.

Lâkin mezkûr terkiplerle üçüncü isimleri birlikte mütâlâa ettiğimizde zihnimiz karışıyordu. Zira Bediüzzaman Said Nursî ile Risâle-i Nur külliyatı arasında bir irtibat kurabiliyorduk. Biri müellif, diğeri de telif ettiği eserlerdi. Ama ikisinin arasında bulunan üçüncü isimlere bir mânâ veremiyorduk.

Onların aralarındaki münasebet; yazar, eser, okuyucu ilişkisine de pek benzemiyordu. Ortada fevkalâde bir hâl ve hadiseler silsilesinin olduğunu anlayıp meseleyi bu cihetiyle mütâlâa edince bizi cezbeden câzibenin esrarı çözülmeye başlamıştı.

“Nurculuk, şahlanan bir iman tezahürüdür.”

Üçüncü isimlerden biri, böyle tarif etmişti tanımaya çalıştığımız hareketi. Gerçekten de Nurcular, gücünü Hak’tan alan ve sadece haklı hareketlere mahsus müspet mecralarda halka doğru akan bir iman inkılâbıydı.

Bu hareketin halkla irtibatını da üçüncü isimler sağlıyordu.

Birinci grupta yer alan ve ekseriyeti Barlalı, Ispartalı olan isimler, Bediüzzaman’ın velut bir şekilde irticalen söylediği hakikatleri dikkatle yazarak Nurların telif edilmesine yardımcı olmuşlardı.

ıkinci grubu meydana getirenler de ekseriyet itibariyle Isparta ve köylerinde mukim insanlardı. Onlar da yazılan Risâleleri istinsah ederek, yani el yazısı ile çoğaltarak elden ele yayılıp intişar etmesini sağlamışlardı.

Üçüncü grubu teşkil eden ve memleketin değişik yerlerine mensup olan sîmalarsa, Risâle-i Nurları gruplar hâlinde muntazam bir şekilde okuyarak Nurların halka malolmasına zemin izhar etmişlerdi.

Risâle-i Nur külliyatının telif ve intişar etmesi, Nur hareketinin de hayat bulması için bu grupların varlığı elzemdi. Zaten bu beraberliğin, Said Nursî’nin hayatı boyunca devam etmesi de bu fıtrî hâlin tezahürü idi.

Bediüzzaman vefat edince, ihtilâlcilerin de tazyikiyle bu temel unsurlar arasındaki insicam bozuldu ve bir bakıma fetret devri başladı ise de fazla uzun sürmemişti.

Zira, vezir girmişti devreye.

Vezir, yani Zübeyir Gündüzalp.

***

Ona bu sıfatla ilk defa Said Nursî hitap etmişti.

1952 yılında beynelmilel bir toplantı için Türkiye’ye gelen Pakistan Eğitim Bakanı Ali Ekber şah, toplantıdan sonra Salih Özcan’la birlikte Emirdağ’a gelip Bediüzzaman’ı ziyaret etmişti.

O da ikinci gün Ekber şah’ı uğurlamak için otobüse binerek şehrin dışına kadar ona eşlik etmişti. Geri dönmek üzere birkaç talebesi ile birlikte otobüsten indiği sırada Zübeyir’in oraya geldiğini görünce lâtife etmişti:

“Bir veziri uğurladık, başka bir veziri karşıladık.”

O gün Zübeyir’in başını önüne eğerek dinlediği, diğerlerinin de şaka zannıyla gülüp geçtikleri bu söz, Bediüzzaman vefat edince hayata geçmiş ve onda bir nevi vezirlik halleri tezahür etmeye başlamıştı.

Defin işleri tamamlanıp mânevî vazifeler yapıldıktan sonra, cenazeye iştirak eden on binlerce insanla birlikte Nur Talebelerinin ekserisi de memleketlerine giderek işlerinin ve hizmetlerinin başına dönmüşlerdi.

Sadece Zübeyir, Bayram, Abdullah gibi birkaç kişi kalmıştı mezarın bekçiliğini ve bakımını yapmak üzere. Bir süre sonra hizmetlere yardım etmek üzere Bayram da Isparta’ya gitmiş ve hadisât, ihtilâle kadar bu minval üzere devam etmişti.

ıhtilâlden sonra, Nur Talebelerini bir araya getirebilecek her türlü vesileyi ortadan kaldırarak aralarındaki irtibatı kesip Nur hareketini dağıtmayı plânlayan ihtilâlciler onları Urfa’dan zorla çıkarmışlardı.

Aslında onların da gidebilecekleri yerleri ve oralarda kendilerini bekleyen aileleri vardı. Lâkin onlar, memleketlerinden ziyade bazı hizmet mahallerine gitmeyi tercih etmişler, Abdullah Adana ve Antep taraflarında kalırken Zübeyir Isparta’ya dönmüştü.

Pek çok yer gibi orada da hizmetin mahallileşmeye başladığını gören Zübeyir, bu gidişata müdahale etmek isteyince cemaat mensubu bazı kişilerden tepki görmüş, emniyet kuvvetleri tarafından da şehirden çıkarılmıştı.

Bunun üzerine o da bir süre Eskişehir taraflarında kalarak izini kaybettirdikten sonra, Ankara’ya gitmiş cemaati orada derleyip toparlama çabası içine girmiş, netice alamayacağını anlayınca ıstanbul’a gitmişti.

Teknik imkânlar ve hizmet elemanı bakımında ıstanbul sâir şehirlerden daha iyi durumda olduğu için oradaki Nur Talebeleri ile birlikte önce Risâlelerin neşir faaliyetlerini tanzim etmiş, ardından da bazı evlerde dersler başlatmıştı.

Polisler sık sık matbaalara ve evlere baskınlar yapsalar ve kendilerini götürüp günlerce nezaretlerde bekletseler de hizmetlere engel olamamışlardı. Fakat Zübeyir bunlarla iktifa etmemiş, ‘vâris’ sıfatı taşıyan Nur Talebelerini bir araya getirerek cemaatî meselelerin müzakere edildiği bir istişare heyeti meydana getirmeye çalışmıştı.

Herkes onu ‘Fenafi’l-Üstad’ vasfıyla bildiği ve Bediüzzaman’ın yanındaki değerine vâkıf olduğu için bu heyeti teşekkül ettirmekte fazla zorlanmamış ve -birkaç istisnanın dışında- onlarla ortak hareket etmeye başlamıştı.

Ondan sonra Nur hizmetini; belli esasları olan sistemli bir fikir hareketi hâline getirmek için Risâle-i Nur külliyatından çıkardığı hizmet prensiplerini toplayıp geliştirerek Hizmet Rehberi’ni teşekkül ettirmişti.

Artık sıra Risâle-i Nurları matbuât lisânıyla doğru bir şekilde anlatarak bazı radyo, gazete, dergi gibi mevkutelerle yapılan maksatlı yayınların, zihinler üzerinde bıraktığı menfi kanaatleri silmeye gelmişti.

Önceleri milliyetçi ve mukaddesatçı kadroların çıkardığı gazeteler vasıtasıyla bunu yapmak istedi ise de onlardan beklediği yakınlığı bulamayınca, Nur hareketinin nâşir-i efkârı olacak gazete, dergi ve kitaplar çıkarma cihetine gitmişti.

Fakat o, en güzel hizmeti ve müessir mukavemeti, büyük müesseselerden veya vasıfsız kalabalıklardan ziyade iyi yetişmiş insanların yapacağının farkındaydı. Onların da ancak çok okumak suretiyle yetişeceklerini biliyordu.

Onun için ‘Okumak, okumak, okumak. Yine okumak. Okumaktan yorulunca ne okuduğunu okumak. Veya kitâb-ı kebîr-i kâinatı okumak’ diyerek herkesi her vesile ile okumaya teşvik etmişti.

Zira istidatları inkişaf ettirmenin yolu okumaktan geçiyordu. Esas olan elbette çok okumaktı, ama o zamanın şartlarının bunu zorlaştırdığını hissettiği için az da olsa devamlı okumayı tavsiye etmişti.

Ona göre ancak okuyan insan düşünür, düşünen insan murakabe, muhakeme, muhasebe eder, meselenin neden ileri geldiğini anlar ve lâzım olan tedbirleri sükûnet içinde alma cihetine giderdi.

Müslümanların kitabî bir medeniyete mensup olmaları da bunu iktiza ediyordu.

Zaten Nur hizmetinin bütün mâkul vasıtaları kullanarak her seviyeden insana hitap edebilen cihanşümul bir imanî ihya hareketi hâline gelmesi de Nur Talebelerinin bu fıtrî tekâmül hamlelerine hassasiyetle riâyet etmelerinin neticesiydi.

Kader bunun için Zübeyir Gündüzalp’i tavzif etmiş, o da hayatını vakfederek vazifesini hakkıyla yerine getirmişti. Nitekim biz, onun çıkmasına vesile olduğu gazete sayesinde tanımıştık Said Nursî’yi.

Risâle-i Nur’u da onun yaptığı okuma tahşidâtından hız alarak okumaya başlamıştık.

***

Sadece dâvâsı için yaşayan bir insandı Zübeyir Gündüzalp.

Yıllarca zamanın zorlukları ve tağutları ile değil, bazı müzmin rahatsızlıklarla da mücadele etmişti. Fakat hiç birinden bir sefer bile şikâyet etmemişti.

2 Nisan 1971 tarihinde aramızdan ayrıldığında daha 51 yaşındaydı.

O günlerde Risâleler gizli de olsa muntazaman neşrediliyor, memleketin hemen her yerinde haftanın muayyen günlerinde dersler yapılıyordu. Nurcuların sayısı milyonlarla, basılıp dağıtılan Risâlelerin adedi ise onların birkaç misli ile ifade ediliyordu.

ıhtilâlcilerin ağır tazyiklerine ve sivil bezirgânların tahriklerine rağmen Nurcular müsbet hareket çizgisinden ayrılmamışlar ve siyasî sahada isabetli kararlar vererek cemaatlerinin yanı sıra memleket istikrarına da yardımcı olmuşlardı.

O hayatta iken Nur hareketi Risâle-i Nur külliyatının yanı sıra bir günlük gazete, bir haftalık dergi, bir yayınevi ve onlarca kitapla yapmıştı bu hizmet hamlelerini.

Nurcular, onun dirâyeti ve metâneti sayesinde hem kendi şahs-ı mânevîlerini korumuşlar, hem de ıslâm’ın şahs-ı mânevîsinin teşekkülüne zemin izhar etmişlerdi.

Onun vefatından sonra ise!

Her neyse.

03.04.2005

E-Posta: islamyasar@yeniasya.com.tr

Kaynak

Not: Dün ayrıca merhum Tahiri Mutlu ağabeyin de vefat yıldönümüydü. Allah rahmet eylesin ikisine de, mekânlarını Cennet-i Firdevs ve Adn eylesin, bizi de onlara komşu eylesin... Âmîn, âmîn, âmîn...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

10

04.04.2005, 09:46

Allah razı olsun

Mesajlar: 1,518

Konum: istanbul

Meslek: NURolog

  • Özel mesaj gönder

11

04.04.2005, 09:58

Alıntı sahibi ""Abdulkadir Said""

Mutlaka okuyun


şaban DÖğEN

“Ona göre Nur talebesi herşeyiyle Risale-i Nur’u benimsemeliydi. Risâle-i Nurların tevhidî hakikatlerini okuyan tahkikî iman sahibi, amelî kısımlarını okuyan müttakî, Lâhikaları okuyan ise Nur talebesi olurdu.3


MUKEMMEL BıR TESBıT!!!!!!!!

12

04.04.2005, 11:04

Bu sayfayı "Save as" (Farklı Kaydet) ile htm dosyası olarak kaydettim, attachment (dosya ekleme) ile kendi adresime e-mail olarak yolladım. Güzel bir arşivleme yöntemi, tavsiye ederim. Bu sayfadakiler de güzel bir mecmua oldu hani...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

13

07.04.2005, 21:33

Z.Gündüzalp

Abdulkadir Said kardes,

Kitabin ismi " Nur´a Adanan bir ömür "
Yazari Necmettin $ahiner,yayin tarihi kasim 2004.

Itina ve titizlik ile hazirlanmis,güzel bir eser.
Kendi hatiralari ve diger agabilerin hatiralarindan te$ekkül eden bir eser.
Muhakkak okunmasi gereken bir eser.

Üstadimizin 3´ncü Said dönemi zübeyir agabeyin sahsi hizmetine intikal edi$inden sonra ba$lami$tir,bunda büyük hikmetler gizlidir.
Ayriyeten Zübeyir agabey cemaatimizin manevi mimaridir.
Bizler onu iyi taniyip,örnek almamiz gerekir.

Zübeyir agabinin siddikiyetinin bazi misaller :

Zübeyir agabi kartvizitine $öyle bir yazi bastirmi$
" Ya Üstadim Bediüzzaman ! Annam, Babam, tatli Canim, her$eyim nur´a feda olsun"

"Nurlarin en tatli,en hisli bir $ekilde hasreti,ruhumda yanmaktadir.
Ey Nur! Ömrüm sana kurban, ruhum sana hayrandir
"

$u satirlar da onun dilindendir :

Ey nur´u üstad !
Her dem seni ararim,
Her gece seni okurum,
Aglarim, Dovünürüm,
Üstadim neden yok, ben varim !


Evet arkadaslar yazarken dahi tüylerim tiken tiken oluyor,
gözlerim nemleniyor,
Allahim bu ne siddikiyet ne sadakat!
Allahim zübeyir agabideki kahramanliktan,kararliliktan,ciddiyetlikten,
cömertlikten,sebat,sadakat,siddikiyet ve idarecilikten bir nebze bile
olsa, bizlerede nasip et.Amin!
Ey Kardes bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. Onların fesadı ise ucb, riya ve gösteriş iledir.
Mesnevi-i Nuriye

14

08.04.2005, 07:24

Zübeyrî çizgi veya Üçüncü Said

Nisan yağmurunun şıpıltılarının size doğumu mu, yoksa ölümü mü daha ziyade hatırlattığını merak ediyorum. Belki de bir çoğumuz doğumdan bahsedecek. Baharın; ana rahmine düşüşten doğuma bir geçiş olduğunu hatırlatacaksınız. Böyle bildiğimizden olacak ki “Nisan yağmurunun” ayak seslerini işiten birçok sevgilinin ürkek keklikler gibi, bu fani ve soğuk bozkırlardan kalkarak, cenneti seyreden tepelere konmaları bazen garibimize gidiyor. Sevgililer tarihine baktığımızda, Mart’ın on beşinden ta Mayıs’ın ortalarına kadar Nisan yağmurlarına bedel bir “yıldız yağmurunu” müşahede ederiz…

2 Nisan tarihi de “helâket - felâket” gecelerini ışıltan; bazen ummanlardaki pusulasızlara, bazen çöl fırtınasına yakalanmış yolsuzlara rehnüma, parlak ve büyük bir yıldızın kayışının sene-i devriyesidir. Risale-i Nur’u duymuş olan ve Bediüzzaman Hazretlerini tanıyanların bu yıldızdan habersiz olmaları imkânsız gibidir.

Elbette mevzumuz Zübeyir Gündüzalp’in maddeye bakan ciheti olamaz: şahısların ehemmiyet ve kıymetleri yüklendikleri mânâ ile orantılı değil mi? Altı bin küsûr sayfalık Kur’ân tefsirini ve bu muhteşem eserle örtüşen 87 senelik zindan, mahkeme, onlarca suikast, zehirlenme ve menfâlarla dolu hayatı inceleyemeyenler, Bediüzzaman’ı Risale-i Nur Külliyatı çerçevesinde öğrenemezler… Üstadı öğrenememişlerin “Zübeyir’i tanımaları” da elbette ki beklenemez.

Hükümler akibete göre verilir. Hz. Üstadın hayatının hatimesi sayılabilecek son on seneyi dakika be dakika uyanık yaşamış bir insanı “Bediüzzaman Ağacının” en mükemmel meyvesi olarak telakki edemez miyiz? Zübeyir Üstadıyla ilk olarak “Kara Zindanlarda” buluşur. Veya Üçüncü Said’in eteklerine bahar ışıklarının demir parmaklıklardan sızdığı sabahlarda… Zalimlerin kapattığı pencerelerden önce, zaten Seyda kendisine dünyevî pencereleri kapatmıştı. Kara zindandaki “zifiri karanlıklar” FECıR’den kaçarken, ZıVER’in mahiyetini anlayan karşı taraf, Zübeyir’i tutsak almıştı… Yankılanır hâlâ Kara Zindanlarda kırbaç sesleri ve belki Afyon’un dirileri de duyar Zübeyr’in iniltilerini. Kara Zindan’ın yolu “Hizmetkârım!” azizliğine çıkacağından, kimsede gam, telâş ve endişe oluşmamıştı. Belki de Üstad, Zübeyir’in gelişiyle tüm pencereleri açmış ve paslı parmaklıkları arkada bırakmış.

Dünya boyutlarındaki en geniş iman-küfür mücadelesinden, avludaki iç çatışmaya kadar, Kur’ân namına olan biteni yakın takibe alır… ışte Zübeyir; bu hâdiseleri yakın takipte izleyen gözüdür, düşmanı püskürten sesidir, âlem-i ıslâma strateji sunan nazarı ve zalimlerin ensesinde soluyan nefesidir Seyda’nın.

On senelik bir hizmetkârlık çekirdek hükmüne geçip üç devrin pratiğini içine alamaz mı? Yani Eski Said’in Abdurrahman-ı Nursî’si ile Yeni Said’in Hafız Ali’sini de ihata edemez mi? Afyon Zindanından sonra isteğiyle Emirdağ’a yerleşen Üstadın bundan sonraki hayatı, tecrübeleri ve dâvâsının ana çerçevesi bir gençle pratiğe dökülüyor, denilse mübalağa mı olur, dersiniz.

Bediüzzaman’ın Zübeyirli günlerini anlatanların tümü; sadakat, samimiyet, müdebbiriyet, ihlâs ve kahramanlığa vurgu yapıyorlar. Abdurrahman’ın kahramanlık ve müdebbiriyeti, Hafız Ali’nin teslimiyet ve sadakati Zübeyir’de bir araya gelmiş görünüyor. Denizli’den Afyon’a uzanan çizgiyi ise yine sadakat, ihlâs ve teslimiyetiyle Tahirî taşıyacaktır. Denilebilir ki, Zübeyir’de Tahirî de mevcuttur.

Yukarıda arzettiğimiz gibi Üstad Hazretleri Zübeyir’le Risale-i Nur meslek ve meşrebinin detaylarını çizer. Beden Zübeyir’e ait görünse de, o Üstadının ruhuyla yaşar… Risale-i Nur’un yeni harflerle neşrinden Tarihçe-i Hayat’ın neşrine kadar… Dosta düşmana yazılan arzuhallerden, üniversitedeki konferanslara kadar... Koşan, konuşan ve koşuşturan Zübeyir’de Üstadının inisiyatifi hakimdir. Abdurrahman biraderzâde, Hafız Ali ise kardeştir. Fakat Zübeyir hizmetkârdır. Her türlü Nur hizmetinin pratiğinin üzerinde gösterildiği bir model…

Nisan yağmurları, belki de dünyamızı cennete benzetmek üzere inerler. “Sevgililer” ise ebedî baharların davetlisi… Kavurucu sıcaklar ve dondurucu soğuklarla yer değiştiren fani baharlara aldanmayan ruhların, “Tuyurun hudrun”ca Nisan şıpıltılarıyla yükselmelerini artık garipsemeyeceğiz… Yalnız o mânâyla göz ve gönlümüzün tatmini için yalnızca “Rahim” olan Rabbimize yalvarıyoruz.

01.04.2005

E-Posta: s.bulut@saidnursi.de

http://www.yeniasya.com.tr/2005/04/01/ya…/sukrubulut.htm





Zübeyrî üslûp

Üslûb-u beyan aynıyla insan” meselesini çok duymuşuzdur. Yalnız burada, sadece bir ferdin üslûbu mevzubahis olmayacak… Dokuz yaşında biricik annesinden kopup, 87 yaşında “Halilürrahman Dergâhından” semalara yükselen Bediüzzaman Hazretlerinin cemaatîleşmiş, kıtaları coğrafyalarıyla aşarak cihanşümûlleşmiş “Kur’ânî üslubu”nun “Zübeyir”deki aksini nazara alacağız.

Zübeyir Gündüzalp her ne kadar 1946-47’lerde Konya’da Risale-i Nurlarla tanışıp Afyon zindanında Üstad ve talebeleriyle kaynaşmış ise de; onun Üstadı tarafından cemaat içindeki varlığının ilânı “Hakikî fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmette şiddet-i ihtiyacım zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Isparta’dan o sistemde birisini isteyecektim” (Emirdağ Lâhikası S.262) cümleleriyle karşımıza çıkar. Milyonların eşiğinde yatıp hizmetine can attığı bir zamanda “Zübeyir seçimi” tetkike değer bir meseledir. Üslûbun içerisine elbette ki lisan-ı hal ve davranışlar da girer. Fakat biz şu dar çerçeveli yazımızda, yalnızca “Zübeyir”in yazılı ve sözlü üslûbundan bahsedeceğiz.

Çocukluğumuzda ve gençliğimizde onun müdafaası okunurken çok heyecanlanırdık. Orta yaşlarda tekrar be tekrar okuduğumda, müdafaada yalnızca lirik hamasetin değil, mantığın da esas alındığını düşündüm. Yalnızca müdafaada değil, diplomat, milletvekilleri, üniversite talebeleri ve ehl-i ilmin önünde verdiği konferansta da aynı husus geçerli değil mi? Nazik, mütevazî, fevkalâde akıcı, yalın ve kendisinden emin bir üslûp... Muhatabının itiraz yollarını güllerle kapatan beliğ ve muknî bir beyan… Onun kullandığı kelimeleri genellikle sokakta, dost meclislerinde ve ilmî mahfillerde çok duymuşuzdur. En derin ve ağır meselelerin sehl-i mümtenî sûretinde efkâr-ı âmmenin anlayacağı ifadelerle anlatımı, esasında Üstadına ve Risale-i Nur’a aittir. Emirdağ mektuplarının birinci ve ikinci ciltleri arasında üslûp olarak fazla fark görebileceğinizi zannetmiyorum. Kur’ân’dan doğan bazı derin imanî bahislerin açıklamalarında kullanılan kelimelerin çoğu hepimize âşinâdır. Günümüzdeki akademisyenlerin yazdıkları makaleleri anlamakta çektiğimiz sıkıntıyı biliyoruz. Ehl-i ilme en derin mevzuları anlatırken Zübeyrî üslûbun kazandığı akıcılığı anlamak için, Üstadımızın Sözler kitabının sonunda neşrettirdiği “Konferans”ı tekrar okumakta fayda vardır kanaatindeyim.

Zübeyrî çizgi Bediüzzaman Hazretlerinin hayatının üç devresinden haber verdiği gibi Zübeyrî üslûbun da Risâle-i Nur üslûbunun hâtimesinden haber verdiğini düşünüyoruz. Eski Said döneminde yazılmış bir çok eserin Üçüncü Said’de tekrar gün yüzüne çıkması büyük hikmetler ihtiva eder. Divan-ı Harb-i Örfî, Münâzarât, Hutbe-i şamiye ve Sünuhat’ın Zübeyir Gündüzalp’in hizmetkâr olduğu dönemde tekrar tashihten geçirildiklerini, ekleme ve çıkarmaların yapıldığını biliyoruz. Bu çalışmalara Zübeyir Ağabeyin kâtiplik yaptığını da unutmamak gerekiyor.

“Zübeyrî üslûbun” Üstadımızın kaleme aldığı ilk eserinden ağabeylere verdiği son derse kadar tüm yazdıklarıyla mütenasip olduğunu söylemek bir iddia olmaz kanaatindeyiz. Merhum Abdurrahman’ın yazdığı küçük tarihçeye bina edilen “Tarihçe-i Hayat”ın da bir çok parçalarının Zübeyir Ağabey tarafından yazıldığını çerçeveye dahil ettiğimizde; üslûb sıkıntısı çeken Nur Talebelerinin, bu kaynağa dönmeleriyle sözkonusu sıkıntılardan kurtulacaklarına inanıyoruz.

Risâle-i Nur’un Kur’ân tefsiri olarak fikren orijinalliğine inananlar, üslûb olarak da orijinalliğine inanırlar. Bu muallâ üslûbun takipçisi “Zübeyrî üslûbun”; yalın, selis, şirin, muknî, heyecan ve sekîneti aynı potada yoğuran ikliminden kopmayanlar ise; ilmîlik, mütefennin ve ağdalılık tuzaklarına düşmezler.

08.04.2005

E-Posta: s.bulut@saidnursi.de

http://www.yeniasya.com.tr/2005/04/08/ya…/sukrubulut.htm

15

26.04.2005, 22:04

ÜMıT VE NıKBıNLıK ( ıYıMSERLıK )

Her şeyin iyi cihetini ve güzel veçhesini görmek, yani imanlı bir nikbinliğe (iyimserliğe) malik olmak, güzel huy ve ahlâkla meşru dairede yaşamak ve bundan ılâhî bir haz duymak akıl, kalp ve ruhun her zamanki durumu olmalıdır.

Ruh, akıl ve kalp eğer maarif-i ılâhiye ile, ilm-i iman ve marifetullahı ders veren Risale-i Nur’la salim ise; en tehlikeli anlarda, bedbinlik veren en ümitsiz hallerde, yaşamayı çok acı bulduğun en bunaltıcı ve buhranlı çağlarda, inim inim inlediğin saatlerde bile nikbin (iyimser) olabilirsin.

Nikbin olmakla da hayatın dağlarvari dağdağaları altında ezilmekten kurtulmak için şahlar gibi şahlanabilirsin ve şahlanmalısın.

Bilhassa yeis, ümitsizlik ve bedbinlik hislerinin sana musallat olduğu çağlarda ve zamanlarda bütün nikbinlik ve cesaretini ele alarak yeisin attığı sefahet yatağından fırlamalısın ve fırlayacak kudretin özünde mevcut olduğunu bilmelisin.

Gözlerinin ümit, saadet ve muvaffakiyet sürurunun ve sevincinin parlak kıvılcımlarıyla parladığını âyineye bakıp görmelisin.

Sakın hiçbir zaman deme ki; her işin kötü gittiği bir sırada, insan nasıl ümitvâr ve nikbin olabilir?

Nikbin bir vaziyete sahip olmak demek; daima kuvvet-i imanla dayanmaya, en kötü durumlarda bile herşeyi iyi görmeye, hadiseleri mümkün olabilen en müsbet, yani en olabilir taraflarını elde edebilecek surette karşılamaya hazır bulunan ruhun müsbet bir durumuna erişmektir.

Ruh böyle bir durumu birden bire elde edemez. Ancak bilmelidir ki irade, sabır, sebat ve enerji ile herşeye vasıl olunur.

Gelişigüzel yaşayan adam ölüme sürüklenir. Hadiseleri ve güçlükleri yenmek elinde değilse bile hiç olmazsa kendi kendine telkinlerde bulunmalısın ve istiğfar ve “hasbünallâhu ve ni’me’l-vekil” duasına devam etmelisin.


Zübeyir Gündüzalp
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir