Peygamber varisi olan Rabbani âlimler, yani mürşid-i kâmiller her çeşit kerameti bağlılarına gösterebilirler. Dolayısıyla bütün bunlar da peygamberimizin (s.a.s) şanını yükseltmektedirler. Çünkü mürşid-i kâmiller gerek ahlakları gerekse yaşayışları ile peygamberimizi (s.a.s) örnek alırlar. Aslında onlardan zuhur eden keşif ve kerametler peygamberimizden (s.a.s) kaynağını alır.
Peygamberimiz (s.a.s) devrinde yaşamadığımız için büyük bir üzüntü duymaktayız. Ama peygamberimiz ölmemiştir. Hatta hayattakinden daha canlı ve etkin bir şekilde yaşamaktadır, ümmetinden de her kişiden haberdardır. Onunla iletişim kurmanın en güzel yolu ona çokça salât ve selam getirmektir. Hadis-i şerife göre o ümmetinden gelen her salât ve selamı kişi ismi ile birlikte bir görevli melekten almakta ve o anda buna da mukabele etmektedir. Bunun nasıl olduğuna kafa yormamak gerekir. Zira Allah (c.c.) her şeyi mümkün kılabilir. O’nu bu dünyanın kanunları bağlayamaz ve sınırlandıramaz. O yepyeni kanunları yaratandır.
Peygamberimizin (s.a.s) şanından istifade etmek istiyorsak ona çokça salât ve selam getirmeliyiz. Aslında o salât ve selama muhtaç değildir. Çünkü Allah ve melekleri daima ona salât ve selam getirmektedirler. Ama onun ümmeti olarak bizler ona salât ve selam getirmeye çok muhtacız: ‘Şüphesiz Allah ve melekleri peygambere salât ediyorlar. Ey inananlar, siz de ona salât ve selam edin! (Ahzab suresi, 56)’
Ona salât ve selam getirmek, aslında kendimize en mükemmel ve ideal bir şekilde bütün dünya ve ahret nimetleri için dua etmek gibidir. Onun için peygamberimiz (s.a.s) hadis-i şeriflerinde adı anıldığında kendisine salât ve selam getirmeyi sahabelerine çokça tavsiye ettiği gibi dua yaparken de buna önem vermeyi vurgulamıştır. Hatta bazı sahabeler ileri giderek duada baştan sona ona salât ve selam getirme yoluna gitmişlerdir. Salât ve selamın en büyük fazileti peygamberimizin (s.a.s) bütün dünya ve ahret sıkıntılarına, zorluklarına, problemlerine şefaatçi olmasıdır, bu sayede onları hafifletmesi veya ortadan kaldırmasıdır. Onun için aklı başında olan her insanın günahlara tövbe ve istiğfar yanında en az günde yüz kere peygamberimize (s.a.s) salât ve selam getirmesi gerekir. Bu hem dünya hayatında hem de ahrette ona büyük bir genişlik ve rahatlık sağlayacaktır. Peygamberin (s.a.s) dünya ve ahret iyiliği için dualarına (ayrıca şefaatlerine) mazhar olacaklardır. Bu ise başlı başına bir devlettir. Peygamberimizin (s.a.s) de şanının büyüklüğüne bir işarettir. Çünkü yüce Allah peygamberimizin şanı hakkında şöyle buyurmaktadır: ‘Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik (Enbiya suresi, 107).’ Unutmayalım ki, bu rahmet ona ne kadar salât ve selam getirirsek bizim üzerimizde o derece tecelli edecektir.
Peygamberimizin (s.a.s) büyüklüğü camilerde bir başka şekilde tecelli eder. Bu tecelli, peygamberimizin (s.a.s) isminin Allah’ın isminin hizasında olmasındadır. Bu aynı zamanda bir derstir. Allah isminin her harfi sonsuzluğa işaret eder. Elif’in başı ve sonu açıktır. Sonsuza kadar çizgi devam edebilir. Çift lam harfi ise üst tarafta iki çizgi ile sonsuza kadar yüceltilebilir. He harfi ise bazı klasik yazılarda her ne kadar kapatılan biçimde yazılsa da süslü yazılarda sonu açıktır. Gelelim Muhammed kelimesine. Mim secde halinin remzidir. Muhammed kelimesinde iki tane vardır. Secde ise kulluğun en zirve noktasıdır. Ha harfi rükûu, dal harfi ise kuudu (oturuşları) temsil etmektedir. Kısacası Allah miraca layık gördüğü peygamberini camilerde de kulluğu simgeleyen harfleri ile karşısına almaktadır. Kullukla ona en büyük payeyi vermektedir. Bizlere de manevi miracın yolu olan namazla kulluğu ders vermektedir. Çünkü namaz miraç gecesinde bütün ümmet-i Muhammed’e hediye edilen en büyük nimettir.
Kuşkusuz miraç hadisesi büyük bir mucizedir. Hiçbir peygambere de nasip olmamıştır. Dünyada ister veli, ister peygamber olsun hiç kimse Allah’ın cemalini görme şerefine nail olmamıştır, olamayacaktır da. Bu konudaki bütün iddialar yalandır. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s) ifadesiyle Allah (c.c.) ötelerin ötesindedir. O’na bu dünya hayatında ulaşmak mümkün değildir. Bu sadece peygamberimize (s.a.s) nasip olmuştur. Çünkü peygamberimiz (s.a.s) miraçta bu dünyanın zaman ve mekân kaydından çıkmıştır. Ahret âlemine vasıl olmuştur. Orada Allah’ın (c.c.) cemalini görme nimetine nail olduğu gibi O’nunla da konuşmuştur.
Peygamberimizin (s.a.s) şanının büyüklüğü şu ayet-i kerimede belirtilmiştir. Akıllı kişiye bu ayet-i kerime yeter de artar bile: ‘(Habibim) de ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir (Ali İmran suresi, 31).’ Ayette aranan şart olan ‘peygambere uymak’ onun sünnetini elden geldiğince hayata geçirmek, onun gibi yaşamak, İslam davasına onun gibi sahip çıkmak demektir. Bu ayette Allah’ı (c.c.) sevmenin şartının peygambere uymak olarak belirtilmesi düşündürücüdür. Demek ki sünnete ne kadar uyarsak o derece bu sevgiye mazhar oluruz. Yani Allah (c.c.) sevgili habibini (yani peygamberimizi) seveni, ona uyanı, sevdiği, uyduğu derece ile sevmektedir.
Mürşid-i kâmiller peygamberimizi en çok seven kişilerdir. Çünkü onlar sünneti her haliyle yaşamaya çalışırlar. Peygamberimizi (s.a.s) sadece dış görünüş yönüyle taklit etmezler. Ahlakını da benimserler, özümserler. Nefislerindeki o peygamberlere karşı çıkan damar, tamamen yok olmuştur, daha doğrusu mutlak itaate dönmüştür. Bu açıdan sofiler de mürşid-i kâmilleri sevmekle bu sevgiye mazhar olurlar. Bu sevgi zamanla onları peygamberin sevgisine ve Allah sevgisine ulaştırır. İşte tasavvuf ve tarikat yolunun amacı ve yöntemi kısaca budur.
Bir insan kitaplardan öğrendiği bilgilerle de peygamberimizi (s.a.s) tanıyıp sevebilir. Ama bu tanıma ve sevme taklidi bir imanı doğurur. Böyle bir iman ufak tefek dalgalanmalarda bozulabilir. Peygamberi bir mürşid-i kâmilin kişiliğinde tanıyan; peygamberin yaşayışını, sünnetini, ahlakını, tavrını bir mürşid-i kâmilin şahsında gözlemleyen bir kişinin imanı tahkiki düzeye yükselir. Hele bu müşahede ile sofi mürşid-i kâmilin gösterdiği yolda ilerlerse, yani zikir ve rabıtasını aksatmaksızın yaparsa çeşitli haller yaşayarak nefsini terbiye edip imani konuların hakikatini yakından da tanımış olacaktır.
Taklidi imana sahip bir kişi Kuran-ı Kerim okununca nurun ortaya çıktığını başkalarından duymuş olabilir. Buna kendince ‘Belki mümkündür,’ der. Ama tahkiki imana eren kişi bu konuda yakine erer. Bu konuda pek çok işareti müşahede eder. Delilleri görür. Hatta manevi seyri ilerlediğince kalp gözü ile bu nurlara bizzat şahit olur. Diğer iman edilmesi gereken konular da bunun gibidir. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre, tarikatın da, hakikatin de, marifetin de amacı şeriattır. Bahaeddin Nakşibendiyye Hazretlerine (k.s.) göre, tarikat ve tasavvuf yolunun amacı şeriatın özet ve öz olarak söylediği şeyleri ayrıntılı bir şekilde açıklamak, hükümlerini de keşfi bilgi ile doğrulamaktır. Başka bir şey değildir.
Peygamberimizin (s.a.s) şanında inen başka bir kısım ayetleri de zikretmeden geçmek doğru olmayacaktır.
‘O peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakınır… (Ahzab suresi, 6)’
‘And olsun, size kendi içinizde öyle bir resul geldi ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe suresi, 12
’
‘Şüphesiz Allah katında tek din İslam’dır. Kitap verilmiş olanlar kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras ve kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler, bilsinler ki, Allah hesabı çok çabuk görendir. (Al-i İmran suresi, 19).’
Allah (c.c.) peygamberimize (s.a.s) imanımızı yakinleştirsin. O’nun sünnetine ve davasına uygun olarak yaşamayı nasip eylesin. Şefaatleri daima üzerimizde olsun. Âmin.
Muhsin İyi