Giriş yapmadınız.

1

06.03.2010, 16:48

Âişe Vâlidemizin Edebî Yönü

Âişe Vâlidemizin Edebî Yönü


Âişe Validemiz’in müthiş bir tasvir gücü vardı; anlatacağı konuyu mücerret ifade ile yetinmez, iyice anlaşılabilmesi için dilin inceliklerini kullanmayı tercih ederdi. Kelime seçiminde titizlik gösterir ve aynı hassasiyeti göstermeyenleri ikâzı da bir vazîfe olarak görürdü.

İçinde yaşadığı toplum tarafından bir dil üstadı olarak kabullenilen ve Mekke idaresinde söz sahibi bir babanın kızı olarak dünyaya gelen Âişe Validemiz, gözünü İslâm’ın aydınlığında açmış ve sonraki yıllarını da risâlet mektebinin en has talebesi olarak devam ettirmiştir. Bu yönüyle o, Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’nin yanında bir vezîr-i has gibidir; kadınlık âlemine ait hemen her meselenin çözümü onun vesilesiyle gerçekleşmiş, aile hayatına dâir problemler onun üzerinden çözüme kavuşmuş ve hemen her mü’mine yön veren Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) en mahrem bilgileri de hep onun kanalıyla ümmete mâl olmuştur.

Âişe Validemiz, müthiş ve sorgulayıcı bir zekâya sahipti; duyup gördüğü her şeyi hemen kabullenmez, mutlaka işin aslını öğrenmek isterdi. En son ulaştığı bilgi ile öncekiler arasında kıyaslar yapar ve bunların, Kur’ân ve Sünnet’e uygunluğunu test eder, farklılık arz edenleri mutlaka ayıklar ve böylelikle insanların, doğru bilgiden istifadelerine zemin hazırlardı. Her şeyden önce o, vahyin inişine birinci dereceden tanıklık etmekteydi; hangi âyetin nerede ve ne münasebetle indiğini çok iyi bilirdi. Aynı zamanda o, risâlet mektebinin en has talebesiydi; adım adım Allah Resûlü’nü takip eder ve duyup gördüklerini bir ibadet neşvesi içinde başkalarıyla da paylaşırdı. İşte bütün bu husûsiyetler onu, Tefsîr, Hadîs, Fıkıh ve Kelâm gibi ilimlerde zirveye taşımıştı. ‘Müksirûn’ denilen ve Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) en çok Hadîs rivayet eden yedi kişiden birisi de o idi. Diğerlerinden farklı olarak onun rivayet ettiği hadîslerin çoğu, tek başına ve bizzat kendisinin müşâhedesine dayanmaktaydı.

Âişe Validemiz’in ilmi elbette sadece Kur’ân ve Sünnet’le sınırlı değildi; o gün için çok ehemmiyet izâfe edilen Ensâb ilmini en iyi bilenlerden birisi şüphesiz o idi. Ayrıca derin bir tarih bilgisi vardı ve gerek İslâm öncesi gerekse risâlet günleriyle daha sonraki dönemlerle ilgili en temel bilgiler hep onun kanalıyla bize ulaştırılmıştır. Aynı şekilde tıp ilmindeki derinliği, başkalarını hayran bırakacak mahiyetteydi.

Yirmi üç yıllık bu birikimini dilindeki zenginlikle birleştirip insanlığa sunan Annemiz, aynı zamanda bir dil üstadıydı; hangi konunun nerede ve hangi ölçüde konuşulacağını çok iyi bilir ve sadece gerektiği kadar konuşurdu. Müthiş bir tasvir gücü vardı; anlatacağı konuyu mücerret ifade ile yetinmez, iyice anlaşılabilmesi için dilin inceliklerini kullanmayı tercih ederdi. Kelime seçiminde titizlik gösterir ve aynı hassasiyeti göstermeyenleri ikazı da bir vazife olarak görürdü. Konuşmalarını zaman zaman şiirle süsler, şiirin gücünü de kullanarak maksadını daha kestirmeden ifade etmek isterdi. Gerek Câhiliyye dönemi gerekse daha sonraki yılların şairlerini bilir, yeri ve zamanı geldiğinde onlardan örnekler verirdi. Hafızasında müthiş bir şiir birikimi vardı. Aynı zamanda Annemiz, müthiş bir hatipti; konuştuğu zaman kitleleri huzuruna toplar, kin ve nefretle cepheye akın edenleri bile hilm ü silm ile geri çevirir, onları da birer mûnis kardeş hâline getirmesini bilirdi.

Ensâb ve tarih gibi ilimleri, babası Hazreti Ebû Bekir’den tahsil ettiği gibi şiir, belâğat, fesâhat, beyân ve bedîiyât gibi edebî alandaki maharet ve husûsiyetlerini de yine aynı kaynaktan almıştı.1 Hazreti Ebû Bekir (radıyallahü anh), o günün en önemli dil üstadlarının bile kendisine müracaat ettiği bir bilgi kaynağıydı.2 Hattâ Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), ensâb ve şiir söz konusu olduğu bir yerde, Hassân İbn-i Sâbit gibi büyük bir şairi ona gönderecek ve gerekli bilgiyi ondan aldıktan sonra müşriklere söz söyleme izni verecekti. O gün Hazreti Hassân’ın îrâd ettiği şiirlerle şaşkına dönecek olan Kureyşlilerin tepkisi, bunun açık bir tasdiki gibidir. Zîrâ o gün onlar, “Bu şiirler, ancak İbn-i Ebî Kuhâfe’nin bilebileceği muhtevada şiirlerdir veya doğrudan bunlar, İbn-i Ebî Kuhâfe’nin şiirleridir.”3 demiş ve bu kadar sağlam bilgilerle karşılarına çıkan Hazreti Hassân’ın bilgi kaynağının ancak Hazreti Ebû Bekir olabileceğini ifade etmişlerdir.

Annemiz’in şiir bilgisinin kaynağını ifade ederken Ebû Müleyke’nin kullandığı şu cümle oldukça manidardır: “Şiire hâkim olduğunu ortaya koyuyorsun; çünkü Sıddîk-i Ekber’in kızısın!”4

Babasının bu husûsiyeti yanında o günkü toplumun genel durumu ve özellikle de beyâna gerçek rengini verecek olan bir risâlet hânesinde bulunuyor olması, Âişe Validemiz’in bu birikimin zeminini hazırlayan temel unsurlardı. Onun hakkında araştırma yapan herkes bugün, Ezvâc-ı Tâhirât arasında en fasîh olarak Annemiz’i göstermişlerdir.5 Tâbiîn’in önde gelenlerinden ve aynı zamanda Annemiz’in de talebesi olan Mûsa İbn-i Talha, “Belâğat ve fesâhatta, Âişe’den daha iyi kimse görmedim.”6 ifadesini kullanmakta, yaşadığı dönemdeki dört dâhiden birisi olarak gösterilen Hazreti Muâviye de, “Vallahi de ben, Resûlullah hariç Âişe’den daha fasih, daha belîğ başka birisini görmedim!”7 demektedir. Ona göre Annemiz’in, beyân gücüyle açamayacağı kapı yoktur.8

Meseleye daha geniş bir zaviyeden bakan Hişâm İbn-i Urve de, onun bu yönünü anlatırken şu ifâdeleri kullanacaktır: “Helâl ve haramı, her türlü ilmi, şiir ve tıbbı, mü’minlerin annesi Âişe’den daha iyi bilen birisini görmedim.”9

Sadece Câhiliyye şairi Lebîd’den ardı ardına bin beyit okuduğunu duyunca Annemiz’in dinî ilimlere vukûfiyeti yanında bu alandaki birikiminden duyduğu taaccübü dile getiren büyük imam Şa’bî, “Siz, nübüvvet edebini ne zannediyorsunuz.”10 demiş ve böylelikle Âişe Validemiz’in bilgi kaynağına dikkatlerimizi çekmiştir.

Konuşma Üslûbu ve Tasvîr Gücü


Tane tane ve anlaşılır bir tonda konuşulmasından hoşlanırdı. Zîrâ Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) öyle görmüştü. Özellikle kitlelere hitabın söz konusu olduğu yerde bunun ayrı bir önemi vardı. Bilhassa zihinlerin dağınık ve başka başka malumatla dolu olduğu demlerde dikkat çekerek konuşmaya, hatta bu konuşulanların anlaşılması için zaman zaman da aynı sözün tekrarlanmasına ihtiyaç vardı. Cümleleri peşi peşine ve alelacele sıralayanlara karşı çıkar ve bu hususta, “Resûlullah’ın sözleri arasında fâsılalar vardı ve O’nun beyanları, ehl-i kalbin anlayacağı ölçüde netti.”11 ve “O (sallallahü aleyhi ve sellem), öyle âheste ve tane tane konuşurdu ki oturup konuştuklarını saymak isteyen bunu rahatlıkla sayabilirdi.”12 gibi ifadeleriyle Resûlullah’ın uygulamalarını nazara verir, insanların da öyle konuşmasını isterdi.

Muktezâ-yı hâle mutâbık hareket eder, nerede hangi sözün söylenmesi gerektiğini de bilir ve ona göre konuşurdu. Aynı zamanda bu, Resûlullah’ın da dikkatini çeken bir husustu.13 Çoğu zaman maksadını, mecaz kullanarak ifade ederdi. Bir gün Allah Resûlü’ne:

—Yâ Resûlallah, demişti. “Farzedelim ki siz, ağaçlı ve meyveleri bol bir vadiye girdiniz. Ancak o ağaçlardan bazılarının meyveleri daha önce toplanıp birileri tarafından derilmiş. Fakat siz, orada meyvesine hiç el sürülmeyen bir ağaç gördünüz; hangisinin gölgesinde ârâm eyler ve hangisinin meyvelerinden yemek istersiniz?”14

Aynı zamanda bu, kelimelerin delâletini çok iyi bilen iki kişinin hasbihâli gibiydi ve elbette bu ifâdeleriyle Annemiz, Allah Resûlü’ne bekâr olarak eş olma hususiyetinin Ezvâc-ı Tâhirât arasında sadece kendisine ait olduğunu hatırlatmak istiyordu.15

Çok iyi bir tasvîr gücü vardı; Efendimiz’e vahyin ilk geliş sürecini anlatırken, “O’nun gördüğü her rüya, sabahın aydınlığı gibi kendini gösterirdi.”16 demiş ve daha yalın bir ifade yerine beyanını bir teşbihle süsleyerek anlatmayı tercih etmişti. Vahiy esnasında Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) yaşadığı sıkıntıyı ifade ederken de aynı tasvîr gücünü kullandığına şâhit olmaktayız: “Derken vahiy gelişindeki hâller görülür oldu ve O’na vahiy gelmeye başladı. O kadar ki üzerine indirilen sözün ağırlığından terliyor, aylardan kış olmasına rağmen inci tanesi gibi ter döküyordu.”17

Münâfıkların iftirasına muhatap olduğunu öğrendiği günlerde bizzat kendi yaşadığı sıkıntıyı ifade etmek için kullandığı, “O gün öyle ağladım öyle ağladım ki artık gözümde yaş kalmadı ve âdeta göz pınarlarım kurudu. Ayrıca o günlerde ben, sürme çekecek kadar bile göz kapaklarımı kapatma imkânı bulup uyuyamadım!”18 şeklindeki ta’birler de oldukça dikkat çekicidir ki burada o, göze sürme sürülürken kirpiklerin kapanması kadar bile o günlerde uyku uyumadığını böylelikle veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem), özellikle Ramazan ayı girince edâ ettiği ibadet hayatını anlatırken O’nu, telâştan ve daha hızlı yürüyebilme niyetiyle eteklerini toplayıp hedefine doğru yol alan birisine benzetecek,19 namazlarındaki titizlik ve güzelliği anlatırken de, “Onun güzellik ve uzunluğunu ne sen bana sor ne de ben sana söyleyeyim!” ifadesini kullanarak bunu birkaç kez tekrarlayacaktı.20 Yine O’nun cömertliğindeki ulaşılmazlığı ifade ederken de Resûlullah’ı, önüne kattığı her şeyi alıp götüren kesintisiz bir rüzgâra benzetecekti.21

Elbette onun tasvirleri sadece Resûlullah’la ilgili değildi; Allah’ın emri karşısındaki titizliğini anlatırken Muhâcire sahabîleri, “Allah (celle celâlühü), ilk Muhâcire kadınlara merhamet buyursun! Allah (celle celâlühü), ‘Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler!’22 emrini gönderir göndermez hemen izarlarını kesip onunla başlarını örttüler.”23 cümleleriyle methetmekte, Hazreti Osmân’ın şehid edildiği haberini alınca üzüntüsünü dile getirirken de, “Onu, kirlerinden arınmış tertemiz bir elbise hâline getirdiniz ve sonra da şehid ettiniz!”24 cümleleriyle maksadını ifade etmektedir. Aynı zamanda sitem dolu bu cümle ile o, şehâdete kadar yaşanan süreçte Hazreti Osmân aleyhindeki konuşmaların ve Halîfe’nin icraatlarını tenkit edip onun hayatına son vermeye kadar giden şiddet yanlısı tutumların, Hazreti Osmân’ı tertemiz hâle getirdiğini ve Resûlullah’ın halîfesinin Allah ve Resûlü’ne yürürken kirlerinden arınmış bembeyaz bir elbise gibi dupduru gittiğini kastetmektedir.

Cemel Günü yanına yaklaşıp da kardeşin kardeşle karşı karşıya geldiği bu zeminde nasıl hareket etmesi gerektiğini soran birisine Annemiz, “Şayet Âdem’in iki oğlundan en hayırlısının yaptığını yapmaya gücün yetiyorsa hiç bekleme onu yap!”25 demek suretiyle yeryüzünde yaşanan ilk acı hâdiseyi hatırlatmış ve öldürmek üzere üzerine yürüyen Kâbil’e mukabil, her şeye rağmen elini kaldırmayacağına dâir söz veren Hâbil’in yolundan gitmeyi tavsiye etmiştir.

Nasihatleri

Aynı zamanda Annemiz, hayatın içindedir; nasihatleriyle insanları yönlendirir ve hemen her kesime bir rehberliği söz konusudur. Meselâ özellikle fitnelerin kol gezdiği dönemde bazı insanların kenara çekilmelerini tenkit ederken, “Ne yazık ki bugün bazı insanların kalbi, kuş kalbi gibi tedirgin; rüzgâr ne tarafa esiyorsa o da o yöne meylediyor! Yazıklar olsun o korkaklara!”26 diyen Annemiz’in, “Şüphesiz ki nikâh, kulluk gibidir; öyleyse sizler, kerimesini kiminle nikahladığına çok dikkat etsin!”27 “Ey Temîm ehli! Bu kadar et düşkünü olmaktan uzak durun; zira içkide olduğu gibi etin de tiryâkiliği söz konusudur!”28 ve “Kadının elindeki kirman, Allah yolunda mücâhede eden erkeğin elindeki mızraktan daha güzeldir!”29 gibi tavsiyelerini de aynı çerçevede değerlendirmek mümkündür.

Beyân alanındaki aynı hassasiyet ve titizliğini kelime seçiminde de görmekteyiz. Derûnuna muttali olmadan rastgele konuşmaktan hoşlanmaz30 ve özellikle Kur’ân’ın kullandığı kelimeleri kullanmayı tercih eder, onun dışına çıkanları da ikaz etmekten çekinmezdi. Kendisine hüküm sorarken başka bir kelime telaffuz eden birisini ikaz etmiş ve onu, Kur’ânî olan kelimeyi kullanmaya davet etmişti.31 Zaten o, Kur’ân’dan sarf-ı nazar edenleri uyarır, Allah kelâmı dışında kendilerini meşgul eden konuşmalarında insanları intibaha davet ederdi. Bir gün yanına gelen İbn-i Ebî Sâib’e, “Üç şey var ki bunlar konusunda ya sen bana tabi olursun veya bu hususlarda sonuna kadar seninle mücadele ederim!” demiş, onların ne olduğunu sorunca ona, “Safveti bozacak şekilde duada ölçülü ol; çünkü ben, gerek Resûlullah gerekse ashabın öyle yaptıklarına şâhit olmadım! Her gün yerine sadece Cuma günü ve bir kez insanlara nasihatte bulun! İlla daha fazla istiyorsan iki; olmadı üç kez olsun! İnsanları bu kitaptan soğutma. Aynı zamanda seni, kendi aralarında konuşurken yanına gittiğin insanların sözünü keserken görmeyeyim! Eğer böyle bir durumla karşı karşıya kalırsan onları kendi hâllerine bırak. Şayet sana teveccüh ederler ve kendilerine nasihatte bulunma talebinde bulunurlarsa, işte o zaman onlarla oturup konuş!”32 tavsiyelerinde bulunmuştu.

*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

2

06.03.2010, 16:51

Şiir Hâkimiyeti

Bilindiği gibi Âişe Validemiz’in yaşadığı dönemlerde şiir, Arapların öz sermayesi gibiydi; maksatlarını şiirin diliyle ifade eder ve hemen her meselelerini şiirin diliyle çözerlerdi. Bir farkla ki o gün şiir, hafızadan hafızaya intikal eden bir sermaye gibiydi ve bu konuda kadınlar, en az erkekler kadar bir misyon eda ediyorlardı.

Babası Hazreti Ebû Bekir (radıyallahü anh), hiç durmadan saatlerce şiir okuyabilen bir insandı. Hafızasında, gerek babasından duyduğu gerekse o günün pazarında mütedâvil ve hemen herkesin kullandığı ciddi bir şiir birikimi vardı. Yeri ve zamanı geldiğinde bunları dillendirmekten kaçınmaz; bazen maksadını daha kestirmeden ifade etmek, zaman zaman muhatabının dikkatini bir konuya çekmek veya bazen de duygularını başkalarının beyânları üzerinden ifade edebilmek için şiir okuduğu olurdu.

Güçlü bir hafızası vardı; duyduklarını unutmaz, yeri ve zamanı geldiğinde onları muhataplarına arz ederdi. Bedir sonrası yaşadıkları hezimeti şiirle ifade eden Mekkelilerden duyduklarını yıllar sonra aktaracak ve böylelikle İslâm karşısında duydukları kin ve nefretten mü’minleri de haberdar edecekti.33 Bu dünyanın karanlığından kurtulup da Medîne’ye gelen ve kendini Mescid-i Nebevî’nin sımsıcak iklimine emanet eden yaşlı bir kadının içten duygularına o tercüman olmuştu.34 Hattâ bu şiirlerden bazılarını Resûlullah’a da (sallallahü aleyhi ve sellem) arz edecek, böylelikle O’nu da haberdar edecekti. Bir gün Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri’nin yanında Câhiliyye şâirlerinden Ebû Kebîr el-Hüzelî’nin şiirinden iki beyit okumuş ve ardından, “Şayet Ebû Kebîr el-Hüzelî Seni görmüş olsaydı, şiirine mevzu etmeye mutlaka Seni daha lâyık görürdü!” demişti. Zîrâ bu şiirinde Ebû Kebîr el-Hüzelî, oğlunu nazara veriyor ve onun kahramanlığını destanlaştırıyordu. Annemiz’den bunu duyan Habîb-i Kibriyâ Hazretleri ayağa kalkacak ve onun alnından öperek, “Allah (celle celâlühü) seni, mükâfâtın en güzel ve hayırlısıyla mükâfatlandırsın ey Âişe! Beni sevindirdiğin gibi Allah da seni sevindirsin!”35 duasında bulunacaktı.

Resûlullah’ın şiir okuyup okumadığını soranlara O’nun (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdurrahmân İbn-i Avf’a ait bir şiiri terennüm ettiğini anlatmıştı.36

Ashab-ı Kirâm Hazretlerine ait şiirleri bize intikal ettiren de çoğu zaman o oluyordu. Meselâ hicret sonrası hastalanan babası Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Bilâl ve Hazreti Füheyre’yi ziyarete geldiğinde onlardan her birisinin, vatan hasretiyle yanıp tutuştuklarını ifade eden bir şiir söylediğine şâhit olmuş ve onların söylediği bu şiirleri bize Âişe Validemiz intikal ettirmişti.37

Aynı şekilde Hendek günü Sa’d İbn-i Muâz’ın seslendirdiği bir şiiri bize o anlatacak,38 müşriklerin İslâm’a ve Müslümanlara dil uzatmalarına mukabil Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem), önce Abdullah İbn-i Revâha, ardından da Ka’b İbn-i Mâlik ve daha sonra da Hassân İbn-i Sâbit Hazretleri’nden talep ettiği müdâfaa vazifelerini edâ ederken onların îrâd ettikleri şiirlerini de bize o nakledecekti.39

Ona göre şiir, iki çeşitti; iyi ve güzel olanı da vardı kötü ve çirkini de! Ancak etrafındakilere, “Kötü ve çirkin olanı bırak, iyi ve güzel olanın peşinde ol!” tavsiyesinde bulunur,40 “Çocuklarınızı şiirle besleyiniz ki dilleri tatlı olsun!”41 diye nasihat ederdi. Dili, başkalarını rencide etmekte kullanmanın ne kadar büyük bir vebal olduğunu anlatır ve “Günah yönüyle insanların en büyüğü, hiç ayırım yapmadan şiiriyle bir kabile veya kitleyi hicveden ve babasından hâsıl olanı nefyeden kimsedir.”42 derdi.

Hitâbet

Aynı zamanda Annemiz, çok iyi bir hatip idi; maksadını en kestirmeden ve en veciz şekilde ifade ederdi. İhtiyaç hissettiğinde kalabalıklara seslenir ve kadın olmasına rağmen sesini geniş kitlelere duyurmasını bilirdi. Gür bir sesi vardı; gönlünün sesini dillendirdiği için kitlelere tesir eder ve yanlış yöne giden akışı yeniden kendi mecrasına çevirirdi. Kelime seçimindeki hassasiyet ve üslûbundaki akıcılık hemen herkesin dikkatini çekerdi. Maksadını kestirmeden ifade etmede mahirdi; ne fazladan bir kelime kullanır ne de israf-ı kelâm sayılabilecek bir cümle kurardı. Aslında bu, Annemiz’in genel tavrını ifade ediyordu.

Vefatı sonrası bazı insanların, babası ve Allah Resûlü’nün halîfesi Hazreti Ebû Bekir’in aleyhinde kulis yaptıklarını duymuş ve daha da üzülmüştü. Anlaşılan birilerine gün doğmuş ve fitnenin fitilini ateşlemeye başlamışlardı. Bir şeylerin yanlış gittiği âşikârdı ve önü alınmadığı taktirde bu türlü yanlışlıkların, yarınlar adına fitne seylapları hâline gelmesi kaçınılmaz görünüyordu. Böyle bir zeminde en azından işin doğrusu ortaya konulmalı ve zihinler önceden uyarılmak suretiyle insanların fitneye kurban gitmelerinin önüne geçilmeliydi. Onun için yanına, sözünü dinleyecek bir grup insanı çağırdı; maksadı, gözlerden kaçması muhtemel yönleriyle vefat eden Halîfe Hazreti Ebû Bekir’in konumunu bir kez daha ortaya koymaktı. Yanına belli başlı insanların geldiği haber verilince hücresindeki perdeyi indirdi ve yüksekçe bir minderin üzerine çıkarak Rabb-i Rahîmi’ne hamd ü senâda bulunduktan sonra, “Babacığım ki sen ne büyük bir baba idin!” diyerek hasret dolu ifadelerle önce babasına seslendi. Ardından cemaate, babası Hazreti Ebû Bekir’in fazilet dolu hayatını özetledi; risâlet öncesindeki hayatından İslâm’ı kabullenmedeki titizlik ve hassasiyetine, sıddîkiyetinden hilâfet vazifesini deruhte edişindeki muvaffakiyetlerine kadar sergüzeşt-i hayatını özetledikten sonra bu işi, aynı çizgideki bir başkasına nasıl tevdi’ ettiğini anlattı. Daha sonra da onlara şöyle sordu: “Bütün bunlardan sonra bana söyleyin bakayım, ne diyebileceksiniz? Babamın hangi günü sizin hoşunuza gitmiyor; aranızda adâletle hükmettiği günler mi yoksa size Ömer’i tavsiye ederek aranızdan ayrıldığı gün mü? (…) Allah için söyleyin bakayım; size söylediklerimde yadırgayıp hilâf-ı vâki gibi gördüğünüz bir husus var mı?”43

Hz. Osmân’ın şehid edildiğini duyduğu gün, dil ve edebî açıdan şaheser olarak nitelendirilen bir hutbe îrâd edecekti. Sözlerine, “Şüphesiz ki benim sizin üzerinizde annelik hakkım olduğu gibi nasihat etme hakkım da var.” diyerek başlamış, Allah’ın (celle celâlühü) kendisi vesilesiyle ihsan ettiği nimetlerden Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) nezdindeki konumuna, babasının hususiyetlerinden hilâfet vazifesini deruhte ettiği günlerde başına gelen gâilelere rağmen hakkı ikâme adına ortaya koyduğu gayretlere kadar bir dizi konuyu dile getirmiş ve kendisinin de sulh maksatlı hareket ettiğini söylemişti. Dinleyenlerin üzerinde derin izler bırakan bu hutbeler neticesinde Basra halkı ikiye ayrılacak ve önemli bir kısmı, Annemiz’e karşı koymaktan vazgeçecekti. Zîrâ o gün bu hutbeyi dinleyenler, bu kadar net ve bu kadar fasih bir beyana şâhit olmadıklarını söyleyecek ve kılıçlarını kınlarına koyup cepheden geri çekileceklerdi.44

Bütün bunlardan sonra, Annemiz’in ilim adına derinliğini ifade sadedinde Tâbiîn’in büyük imamlarından Ahnef İbn-i Kays’ın şu sözüne kulak verelim: “Ben, Ebû Bekir’in, Ömer İbn-i Hattâb’ın, Osmân İbn-i Afvân’ın, Alî İbn-i Ebî Tâlib’in ve bugüne kadar gelip geçen bütün halîfelerin hutbesini dinledim; ancak onların hiçbirinden Âişe’nin ağzından duyduğum kadar fasîh ve güzel bir kelâm duymadım!”45

Onun, Allah Resûlü’nün irtihâlinden sonra kırk sekiz yıl yaşadığı ve bu süre içinde başta Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer gibi omuzlarında İslâm’ın ağır yükünü hisseden halîfeler olmak üzere hemen herkesin, kapısını aşındırıp doğru bilgi adına kendisine müracaat ettikleri düşünülecek olursa, Ümmet-i Muhammed olarak Annemiz’e ne kadar medyûn olduğumuz bütün netliğiyle ortaya çıkmaktadır. Zîrâ dün olduğu gibi bugün de o, âdeta yolların ayrımında durmuş ve insanlara hep doğruluğu salıklayan yanıltmaz bir rehber gibi durmaktadır.

Hz. Ebûbekir’i Anlattığı Hutbesi

Vallahi de hiç kimse ona, kötü niyetle dil uzatamaz! Zîrâ o, mümbit olduğu kadar kâmeti yüce sıradağlar misali yükseklerin ulaşılmaz insanıdır da! Mümkün müdür ki onun hakkında olumsuz bir hava oluşturulabilsin! Sizler onun kuyusunu kazmakla meşgul olsanız da o, yapacağını yaptı ve bu türlü meşakkatlerden çoktan kurtuldu! Sizler yerinizde tökezlerken o, hedefine dört nala giden küheylân misali çoktan maksûduna ulaştı! Ne de olsa o, Kureyş’in delikanlısıydı; akan gözyaşlarını siler, fakirlerine yardım edip azgınlarını da dizginlerdi! İşlerini yoluna koymuş ve Kureyş de ona çok alışmıştı! Derken Allah’a iman etti ve O’na o kadar yürekten bağlandı ki ehl-i butlânın öldürüp yok saydıklarını ihyâ için evinin avlusunu secdegâh hâline getirdi. Allah’ın rahmet ve bereketi onun üzerine olsun ki kalbi hep rakîk ve gözü de sürekli yaşlı idi! Haşyetten kolu kanadı kırık, beti benzi soluk olurdu. Onun içindir ki Mekke kadın ve çocukları onu alaya alır, zahirî hâline bakarak onunla istihzâ ederlerdi! Hâlbuki “Asıl istihza konusu olanlar onlardı ve Allah (celle celâlühü), azgınlık ve serkeşlikleri içinde yüzüp gitmeleri için onlara mühlet veriyordu!”46 Kureyş’in erkekleri bunu bile ona çok gördüler; onu hedefleyerek yaylarını gerdi ve oklarını da takıp onu hedef hâline getirdiler! Kılıçlarıyla onun üzerine yürümekten, omurga kemikleri kırılıncaya kadar sopaları ile saldırmaktan geri durmadılar!

Derken Allah’ın muradı tahakkuk etti ve din güçlenip kuvvet buldu. Artık İslâm, kendi onuruyla ayakta duruyor ve sağlam temeller üzerinde kâmetine yakışır şekilde temsil ediliyordu. Bunu gören insanlar, kitleler hâlinde ona akın etmeye, dört bir yandan fevc fevc onun aydınlık iklimine koşmaya başladılar!

Gün geldi Allah (celle celâlühü), Nebiy-yi Ekremi’ni ihtiyâr edip kendi katına tercih etti. Nebîsi’nin ruhunu kabzedince şeytan ümitlenip çadırını kurdu; ipini uzatmış ve tuzağını hazırlamıştı! Piyade ve süvarileriyle yüklenip insanları yolundan etmeye çalışıyordu! Vahdet-i İslâm’ı titreten husustu bu; zaman bozuldu ve insanlar dalgalandı. Gâileler sökün edip gelmeye başladı. Bu durum bazı fırsat düşkünlerini ümitlendirdi; artık zamanın geldiğini ve bundan böyle hedeflerine nâil olacaklarını zannetmeye başladılar. Heyhât ki aralarında, ümitlerini suya düşürecek bir Ebû Bekir vardı; eteklerini toplayıp hemen işe koyuldu! Çok geçmeden vahdet-i ruhiyeyi temin etti; kâmetine yakışır şekilde onu yeniden ayağa kaldırdı ve farklı kutupları yeniden birleştirdi. Böylelikle İslâm’ın izzetini ikâme etti; gurbet yılları bitmiş ve din, yeniden eski gücüne kavuşmuştu! Zîrâ o, rıfk ile işleri yoluna koymuştu; dini yüceltiyor ve bu da onu ulaşılmaz bir yüce hâline getiriyordu! Artık hak sahibi hakkını alacağından emindi ve dört bir yana adâlet hâkim olmuş, başlar da omuzlarda karar kılmıştı. Dün akan kandan bugün eser kalmamıştı!

Derken ölüm, onun da kapısını çaldı. O da ayrıldı! Ancak onun boşluğunu, merhamette eşi adâlette de kardeşi olan, yürüdüğü yolun has yolcusu doldurdu; şüphesiz bu, Hattâb oğlu Ömer’di. Onu dünyaya getiren anayı Allah hep azîz eylesin ve ona süt verip büyüten anaya aşk olsun! Öyle bir gayret ortaya koydu ki, keferenin sesini kesip perişan etti ve onları hükmü altına aldı. Bundan böyle şirk, bölük pörçük dağılıp gitti. Yeryüzünde fetihler gerçekleştirdi; sanki dünya, içinde gizlediği hazineleri onun önüne akıtmak için yarışır olmuştu! Her şeye mâlik olmuştu olmasına da o, bunlara asla meyletmedi. Elde ettiği ganimetleri hak sahiplerine dağıttı ve o da, önceki arkadaşı gibi yoluna devam etti.

Bütün bunlardan sonra bana söyleyin bakayım, ne diyebileceksiniz? Babamın hangi günü sizin hoşunuza gitmiyor; aranızda adâletle hükmettiği günler mi yoksa size Ömer’i tavsiye ederek aranızdan ayrıldığı gün mü?

İşte benim size diyeceklerim bunlardan ibaret; sözümü söylüyor ve Allah’tan, hem kendim hem de sizin için istiğfar dileniyorum. Allah için söyleyin bakayım; size söylediklerimde yadırgayıp hilâf-ı vâki gibi gördüğünüz bir husus var mı?47
*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

Bu mesaj 1 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "Şahide" (06.03.2010, 18:22)


3

06.03.2010, 16:51

Dipnotlar:
1 Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/67 (24425) ; Hâkim, Müstedrek 4/12 (6733)
2 Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 157 (2490) ; Beyhakî, Kübrâ 1/238; Hâkim, Müstedrek 4/12 (6733, 6737) ; Taberânî, Kebîr 4/38 (3582)
3 Bkz. İbn Abdilberr, İstîâb 1/342
4 Hâkim, Müstedrek 4/12 (6737)
5 Bkz. Zerkeşî, İcâbe 35, 36; Bûtî, Âişe, 79
6 Tirmizî, Menâkıb 62 (3884) ; Hâkim, Müstedrek 4/12 (6735) ; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid 9/243; Taberânî, Kebîr 23/182 (292)
7 Zehebî, A’lâm 2/183
8 İbn-i Asâkir, Târîhu Dımeşk 19/196; Lâlekâî, İ’tikâdü Ehli’s-Sünne 8/1436; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve 2/36; İsfehânî, el-Eğânî 20/331
9 Hâkim, Müstedrek 4/12(6733)
10 Zehebî, A’lâm 2/197
11 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî 6/578
12 Buhârî, Enbiyâ 14 (3374)
13 Bkz. Buhârî, Nikâh 108 (5228 )
14 Buhârî, Nikâh 9 (5077)
15 Bkz. İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî 9/121
16 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 3 (4) ; Tefsîru’l-Kur’ân (96) 1 (4954) ; Ta’bîr 1 (6982)
17 Müslim, Tevbe 56 (2770) ; Tirmizî, Fiten 59 (2240)
18 Buhârî, Şehâdât 15 (2661) ; Megâzî 34 (4141)
19 Buhârî, Fadlü Leyleti’l-Kadr 5 (2024)
20 Buhârî, Teheccüd 16 (1147) ; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 125 (835)
21 Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/130 (25029)
22 Nûr 34/31
23 Bkz. Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân (24) 10 (4758 )
24 Bu husustaki başka bir beyanı da, “Sonra ona yaklaştınız ve adeta bir koçu kurban edercesine onu öldürdünüz!” şeklindedir. Bkz. İbn-i Kesîr, Bidâye 7/195
25 İbn-i Ebî Şeybe, Musannef 7/544
26 İbn-i Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd 1/108
27 Saîd İbn-i Mansûr, Sünen 1/191; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Meâd 5/189; İbn-i Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd 6/91
28 İbn-i Ebî Şeybe, Musannef 5/141
29 İbn-i Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd 2/272
30 Bkz. Müslim, Mesâcid 67 (560)
31 Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/219
32 Zerkeşî, İcâbe 76
33 Bkz. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 45 (3921)
34 Buhârî, Salât 57(439) ; Menâkıbü’l-Ensâr 26 (3835)
35 Bağdâdî, Târih 13/253; İbn-i Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-Sâlikîn 1/490; Ravzatü’l-Muhibbîn 277
36 Buhârî, el-Edebü’l-Müfred 1/300 (867); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/138 (25115); 6/156 (25270); 6/222 (25904); Tirmizî, Edeb 70 (2848 ) ; Nesâî, Kübrâ 6/248 (10835 ) ; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid 8/128; Tahâvî, Şerhu Meâni’l-Âsâr 4/297. Söz konusu şiirin, Tarfe İbn-i Abd’e de nispet edildiği ifade edilmektedir. Bkz. Nesâî, Kübrâ 6/247 (10833, 10834); İbn-i Ebî Şeybe, Musannef 5/278
37 Bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Medîne 12 (1889) ; Menâkıbü’l-Ensâr 46 (3926) ; Merdâ 8, 22 (5654, 5677; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/65 (24405) ; 6/221 (25898 ) ; 6/239 (26072 ) ; İbn-i Hıbbân, Sahîh 12/413 (5600)
38 İbn-i Hıbbân, Sahîh 5/498 (7028 ) ; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid 6/137; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef 7/373 (36796)
39 Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 156 (2489, 2490). Elbette Annemiz’in şiir birikimi sadece bunlarla sınırlı değildir; zira o, dağarcığında şiir olan birisidir. Daha fazla bilgi için bkz. Beyhakî, Kübrâ 7/289 (14466) ; Taberânî, Sağîr 1/214 (343) ; Evsat 3/360 (2401) ; Taberî, Târîh 3/7, 47; 10/3; İbn-i Kesîr, Bidâye 7/244; Tahmâz, es-Seyyidetü Âişe 226
40 Bkz. Buhârî, el-Edebü’l-Müfred 1/299 (866). Aynı zamanda bu, Resûlullah’ın da tavsiyesiydi. Bkz. Buhârî, el-Edebü’l-Müfred 1/299 (865) ; Dârekutnî, Sünen 4/156; Şâfiî, Müsned 1/366; Sem’ânî, Edebü’l-İmlâ ve’l-İstimlâ 1/71
41 Bkz. İbn-i Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd 5/239; Tahmâz, es-Seyyidetü Âişe 226
42 Buhârî, el-Edebü’l-Müfred 1/302 (874); İbn-i Hıbbân, Sahîh 13/102 (5785) ; İshâk İbn-i Râhuveyh, Müsned 3/607 (1178 )
43 İbn-i Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd 2/206; Kalkaşendî, Subhu’l-A’şâ 1/248; Nüveyrî, Nihâyetü’l-Ereb 7/230
44 Bkz. İbn-i Asâkir, Târîhu Dımeşk 30/390; Müttakî, Kenzü’l-Ummâl 12/224, 225 (35638 ) ; Nedvî, 178, 179
45 Hâkim, Müstedrek 4/12 (6732) ; Zerkeşî, İcâbe, 57
46 Bkz. Bakara 2/15
47 İbn-i Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd 2/206; Kalkaşendî, Subhu’l-A’şâ 1/248; Nüveyrî, Nihâyetü’l-Ereb 7/230
*
Dâvâsını ifâde eden kazanır.

Zübeyir Gündüzalp

Bu konuyu değerlendir