Giriş yapmadınız.

21

25.04.2010, 23:19

Sâni'-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez. Öyle ise: Kâinat dairesindeki manialar, kayıtlar onun önüne geçemez; onun icraatını takyid edemez.
Mektubat

22

25.04.2010, 23:20

İ'lem Eyyühel-Aziz! Bir şeyin sâni'i, o şeyin içinde olursa, aralarında tam bir münasebet lâzımdır. Ve masnuatın adedince sâni'lerin çoğalması lâzımdır. Bu ise muhaldir. Öyle ise sâni', masnu içinde olamaz. Meselâ: Matbaa ile teksir edilen bir kitab, yine bir adamın kalemiyle yazılıyor. O kitabın nakışları, harfleri; kendisinden sünbüllenmez. Kâtib de o kitabet san'atı içinde değildir. Ve illâ, intizamdan çıkar. Öyle ise, masnuun nakışları kendisinden değildir. Ancak, kudret kalemiyle kaderin takdiri üzerine yazılıyor.
Mesnevi-i Nuriye

23

25.04.2010, 23:26


Aynı mantık perspektifi içerisinde, isim ve sıfatlarıyla her şeyi kuşatan ve her yerde hazır olan ve zıddı olmayan Allah'ın da göz ile görülmemesini anlayabiliriz.

Her yerde hâzır ve nâzır olduğunu nasıl anlarız..?

Gözün Allah'ı görme kapasitesi değil benim sorduğum, yâni bana delil gösterin en azından "varlığına işâret" olsun..?
İ'lem Eyyühel-Aziz! Aklım yürüyüş yaparken, bazan kalbimle arkadaş olur. Kalb zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor. Akıl bervech-i mutad bürhan şeklinde bir temsil ile ibraz ediyor. Meselâ: Fâtır-ı Hakîm'in kâinattan sonsuz bir uzaklığı olduğu gibi, sonsuz bir kurbiyeti de vardır. Evet ilim ve kudretiyle bâtınların en bâtınında bulunduğu gibi; fevklerin de en fevkinde bulunuyor. Hiçbir şeyde dâhil olmadığı gibi, hiçbir şeyden de hariç değildir. Evet âsâr-ı rahmetine mazhar olan sath-ı arzda mamulât-ı kudrete bak ki, bir parça bu sırra vâkıf olasın. Meselâ: Biri arzda diğeri semada veya biri şarkta diğeri garbda iki şeyi bir anda yaratan Sâni'in, o yaratılan şeylerin arasındaki uzaklık kadar uzaklığı lâzımdır. Ve keza her şeyin kayyumu olduğu cihetle de, her şeyin nefsinden daha ziyade bir kurbiyeti de vardır. Bu sır, daire-i vücub, tecerrüd ve ıtlak hasaisindendir. Ve fâil-i aslînin mahiyetiyle, zıllî olan münfail arasındaki mübayenet-i lâzımesidir. Meselâ: Şems timsallerine kayyum olduğu için fevkalhad onlara bir kurbiyeti vardır. Âyinedeki zıll ve gölge ile semada bulunan asıl arasındaki mesafe kadar da bu'diyeti vardır.
Mesnevi-i Nuriye ( 242 )

24

26.04.2010, 09:41

nefis gafletle körleşip maneviyat alemini kapkara görür.ve kör olanda elbette maneviyat güneşini göremez...
"Her bildiğini söyleme, ama her söylediğini mutlaka bil."

gaib

Stajyer

  • "gaib" bir erkek

Mesajlar: 94

Konum: Ankara

Meslek: Teknisyen

Hobiler: Risale-i Nur ve İttihad-ı İslam

  • Özel mesaj gönder

25

26.04.2010, 10:47

Adem-i rüyet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.

İkinci adam der ki: Ey bedbaht! Şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki, zîruhla, amelelerle doldurulmuş. Ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafında boş bir yer yoktur; zîhayat ve zîruhla doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu san’atlı sarayların, onlara münasip âli sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerâit-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliğiyle sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.
Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın adalet-i İlâhî! Yaşasın ittihad-ı millî! Ölsün ihtilâf! Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağrâz-ı şahsiye ve fikr-i intikam! Yaşasın şecaat-ı mücessem askerler! Yaşasın satvet-i muşahhas ordular! Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i ahrâr ve Nur talebeleri.
Said Nursî

gaib

Stajyer

  • "gaib" bir erkek

Mesajlar: 94

Konum: Ankara

Meslek: Teknisyen

Hobiler: Risale-i Nur ve İttihad-ı İslam

  • Özel mesaj gönder

26

26.04.2010, 10:48

Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliğiyle sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.

Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliğiyle sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.
Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın adalet-i İlâhî! Yaşasın ittihad-ı millî! Ölsün ihtilâf! Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağrâz-ı şahsiye ve fikr-i intikam! Yaşasın şecaat-ı mücessem askerler! Yaşasın satvet-i muşahhas ordular! Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i ahrâr ve Nur talebeleri.
Said Nursî

gaib

Stajyer

  • "gaib" bir erkek

Mesajlar: 94

Konum: Ankara

Meslek: Teknisyen

Hobiler: Risale-i Nur ve İttihad-ı İslam

  • Özel mesaj gönder

27

26.04.2010, 10:51

Meselâ, Ramazan-ı Şerîfin başında hilâli görmek hususunda, iki âmi şahit hilâli ispat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler “Görmedik” deyip nefyetseler, onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünkü, ispatta birbirine kuvvet verir; birbirinde tesanüd

Birinci vartadan çare-i necat: İki meseledir.

Birinci mesele: Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü Lem’asında tafsilen ispat edildiği gibi, umumî meselelerde ispata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır. Meselâ, Ramazan-ı Şerîfin başında hilâli görmek hususunda, iki âmi şahit hilâli ispat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler “Görmedik” deyip nefyetseler, onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünkü, ispatta birbirine kuvvet verir; birbirinde tesanüd ve icmâ var. Nefiyde ise, bir olsa bin olsa farkları yoktur; herkes kendi başına kalır, infirâdî olur. Çünkü ispat eden harice bakar ve
Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın adalet-i İlâhî! Yaşasın ittihad-ı millî! Ölsün ihtilâf! Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağrâz-ı şahsiye ve fikr-i intikam! Yaşasın şecaat-ı mücessem askerler! Yaşasın satvet-i muşahhas ordular! Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i ahrâr ve Nur talebeleri.
Said Nursî

gaib

Stajyer

  • "gaib" bir erkek

Mesajlar: 94

Konum: Ankara

Meslek: Teknisyen

Hobiler: Risale-i Nur ve İttihad-ı İslam

  • Özel mesaj gönder

28

26.04.2010, 10:53

Meselâ, birşeyi dünyada var diye ben ispat etsem, sen de “Dünyada yok” desen, benim bir işaretimle kolayca ispat edilebilen o şeyin, sen nefyini, yani ademini ispat etmek için, bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek belki geçmiş zamanların her taraf

nefsülemre göre hükmeder. Mesela, misâlimizde olduğu gibi, biri dese “Gökte ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler. Nefiy ve inkârda ise, nefsülemre bakmaz ve bakamaz. Çünkü, “Hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefiy ispat edilmez” meşhur bir düsturdur. Meselâ, birşeyi dünyada var diye ben ispat etsem, sen de “Dünyada yok” desen, benim bir işaretimle kolayca ispat edilebilen o şeyin, sen nefyini, yani ademini ispat etmek için, bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım geliyor. Sonra “Yoktur, vuku bulmamıştır” diyebilirsin.

Madem nefiy ve inkâr edenler nefsülemre bakmazlar; belki kendi nefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler ve zahîr olmazlar. Çünkü, görmeye ve bilmeye mâni olan perdeler, sebepler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur” diyebilir. Yoksa “Vâkide yoktur” diyemez. Eğer dese—hususan umum kâinata bakan iman meselelerinde—dünya kadar büyük bir yalan olur ki, doğru diyemez ve doğrultulmaz.

Elhasıl: İspatta netice birdir, vâhiddir; tesanüd olur. Nefiyde ise bir değildir, müteaddittir. Ya “yanımda ve nazarımda” veya “itikadımda” gibi kayıtların herkese göre taaddüdüyle neticeler dahi taaddüt eder; daha tesanüd olmaz.
Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın adalet-i İlâhî! Yaşasın ittihad-ı millî! Ölsün ihtilâf! Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağrâz-ı şahsiye ve fikr-i intikam! Yaşasın şecaat-ı mücessem askerler! Yaşasın satvet-i muşahhas ordular! Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i ahrâr ve Nur talebeleri.
Said Nursî

29

30.04.2010, 15:34

değerli Ruhefza kardeşim,
oldukça mühim ve önemli bir konu açmışsınız.
doğrusu bu konu üzerinde düşünmek lazım.
zira bu tür suali soranlara verilecek cevap da bir ölçüde zordur.
kişi anlamatta direnç gösterir.
zira her şeyi gözü ile görüp anlamaya çalışan insanların diğer melekeleri zayıflar.
Allah İnanmayı, imanı, İslamı ve Ahireti gözümüze değil, aklımıza teklif ediyor.
yani Akıllı insan inanacak, itaat edecek, kainat sahibini tanıyacak.
sadece gördüğü ile düşünen insanın akılla görme melekesi oldukça zayıflamış demektir.
zira "aklı gözüne inen bir insanın aklına inme inmiş demektir.
insan gözü ile ışığın belli bir dalga boyutunu görür.
ama gözü ile görmediği boyutları da aklı ile görür.
şimdi görmediğimiz , ancak akılla bildiğimiz mor ötesi ışıkları inkar mı edeceğiz?
insan kulağı ile ancak belli db'lik sesleri duyar.
ama radyo dalgalarını ise ancak akılla duyar.
işte bunun gibi manevi değerler de ancak akılla görülebilir.
siz de böyle soru soran birine ancak aklına kapı açarak cevap verebilirsiniz.
"görmemek olmamaya delil olmaz."
saygılar

31

03.08.2010, 16:14

Görmemek, Olmamaya Delil Olur Mu?
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 05-7-2010
Halik-ı Rahim bu kâinat içinde binlerce âlem halketmiş ve her bir âlemi tanımak için de insana binlerce cihâzat ve hissiyat takmıştır. Meselâ, o Hakîm-ı Kerîm’in insana taktığı göz aleti ancak âlem-i mubsırat dediği­miz şu görünen âlemin temâşası içindir. Bununla beraber mücerred göz, bu âlemin de her tarafını görememektedir. Nitekim çok uzak mesafelerdeki eşyayı göremediğimiz gibi, ortamları ve mikropları da çıplak gözle göremi­yoruz.

Cenâb-ı Hak, sesler âlemi denilen diğer bir alem daha yaratmıştır. İn­san bu âlemi ise kulağıyla temâşa edebilmektedir. Aynı şekilde, insan tadlar âlemini diliyle, kokular âlemini ise burnuyla temâşa etmektedir. Ve hâkezâ...

“Radyoya bak, haberlerde ne var?” şeklinde bir söze muhatap olan kim­se, gidip radyoyu açarak haberleri dinliyor. Kendisine, Bak emri verildiği halde radyonun yüzüne bakmak yerine düğmesini çeviriyor. Bu adam gö­zünün görmediğine inanmayan bir cahil olsa, haberleri inkâr etmesi lâzım gelir. Zira, sesi göremiyor.

Diğer taraftan, bir kimseye çorbanın tadına bakması söylendiğinde, bu şahıs görmediği şeye inanmama hurafesiyle başını çorbaya batırıp gözleriy­le tad arasa, gözlerini kör edecektir. Buradaki bak emri, tad mânâsındadır. Aynı şekilde bir şeyin sıcaklığına bakarken, elimizi isti’mal ediyoruz ve hâkezâ...

Zâhirî duygularımız böyle olduğu gibi, bâtınî duygularımızda da durum aynıdır. Nitekim, akıl dünyanın güneş etrafındaki seyahatinin tanzimine sebep olan cazibe ve dâfia kanunlarını bedahatle gördüğü halde, mücerred göz bu hakikati görememektedir. Eğer yalnız gözün gördüğüne inanılsa, bu kanunların inkârı lâzım gelecektir. Diğer taraftan yavrusunu şefkatle besleyen bir kediyi gören kimse, yanındaki arkadaşına şu şefkate bak de­ diğinde, eğer arkadaşı gözünün görmediğine inanmayan cinsten ise, bu şefkati inkâr edecektir.

Yine aynı şahsa Selimiye Camii gösterilerek buradaki mimarlık san’atına bak denilse, bu takdirde inkâra uğrayan ise san’at olacaktır. Zira, göz sa­dece taşı görür, san’atı göremez. Selimiye’deki san’at mücerret gözle görü­lemeyeceği gibi, Selimiye’nin bir ustası olduğu hakikati de gözle görülmez. Bu vazife aklındır.

Selimiye’nin kubbesinin elbette bir mimarı olduğunu bedahatle gören akıl, ondan çok daha bariz şekilde, bu gök kubbesinin bir mimarı olduğunu görüyor.

Bir harfin kâtipsiz olamayacağını aklen gören insan, kendisinin Halik’siz olamayacağını da görüyor ve hâkezâ...

Gözümün görmediğine inanmam diyenler, dilin vazifesini yapmayan göze, aklın vazifesini yüklemekte, hem de ehl-i hakikat nazarında maskara olmaktadırlar.

recep1

Orta Düzey

  • "recep1" bir erkek

Mesajlar: 390

Konum: BORNOVA/ıZMıR

Meslek: Emekli

Hobiler: Kitap okumak,

  • Özel mesaj gönder

32

15.09.2010, 02:09

Allahın isimleri

Cenabı Hakkı nasıl tanıyoruz?

Tabiiki isimleri aracılığı ile. Nasılmı?

Mesala Cenabı Hak Halıktır, Yani yaratıcı, yaratan, yoktan var eden.

Her şeyi o yarattı,Bizi, annemizi, babamızı, kardeşlerimizi, Türkleri, Arapları Çinlileri ve bütün insanları o yarattı o yaratacak. Bunlara bitkileri, hayvanları taşı toprağı gezegenleri ahireti gibi. örnekler verebiliriz.



Biz bu konunun esas üstadı olan Risale-i Nura Müracaat edelim.

24. Sözün 1. dalı bu konuyu işliyor. Onu dinliyelim.




Yirmi Dördüncü Söz
Şu Söz "Beş Dal"dır. Dördüncü Dala dikkat et. Beşinci Dala yapış çık, meyvelerini kopar, al.


Şu âyet-i celîlenin şecere-i nurâniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatinin Beş Dalına işaret ederiz.
Birinci Dal
Nasıl ki, bir sultanın kendi hükümetinin dairelerinde ayrı ayrı unvanları ve raiyyetinin tabakalarında başka başka nâm ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır: meselâ, adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı âzam ve ilmiyede halîfe. Daha buna kıyasen sâir isim ve unvanlarını bilsen anlarsın ki; bir tek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükümet mertebelerinde bin isim ve unvâna sahip olabilir. Güyâ o hâkim, her bir dairede, şahsiyet-i mâneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcut ve hazırdır, bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizâmıyla, mümessiliyle meşhut ve nâzırdır, görünür, görür. Ve her bir mertebede, perde arkasında, hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle, mutasarrıf ve basîrdir, idare eder, bakar.
Öyle de Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsâs eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef’âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk sanatında ve mütenevvi’ masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rubûbiyâtı vardır.

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
O Allah ki, Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur. (Tâhâ Sûresi: 8.)





Bununla beraber, kâinatın her bir âleminde, her bir tâifesinde, Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvânı tecellî eder. O isim, o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar.
Hem mahlûkatın her bir tabakasında az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm her birisinde, has bir tecellî, has bir rubûbiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim her şeye muhît ve âmm olduğu halde, öyle bir kasd ve ehemmiyetle bir şeye teveccüh eder; güyâ o isim yalnız o şeye hastır.
Hem, bununla beraber, Halık-ı Zülcelâl her şeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nurânî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Halık isminin mahlûkiyetindeki cüzî mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Halıkı olan mertebe-i kübrâ ve ünvân-ı âzama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla, mahlûkıyetin kapısından Halık isminin müntehâsına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın.
Mâdem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var; ve isimler birbiri içinde görünüyor; ve şuûnât birbirine bakar; ve temessülât birbiri içine girer; ve ünvanlar birbirini ihsâs eder; ve zuhurât birbirine benzer; ve tasarrufât birbirine yardım edip itmâm eder; ve Rubûbiyetin mütenevvi’ terbiyeleri birbirine imdat edip muâvenet eder; elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile, bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sâir esmâya intikal etmezse, zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Belki, lâzım gelir ki, onun nazarı dâimâ karşısında -1- okusun, görsün. Onun kulağı her şeyden -2- dinlesin, işitsin. Onun lisânı -3- desin, ilân etsin.
İşte, Kur’ân-ı Mübîn, -4- fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder. Eğer o yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor, "Ne diyorsunuz?" de; elbette, "Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr" dediklerini işiteceksin. Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanâttan ve yavrulardan sor, "Ne diyorsunuz?" de; elbette "Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyecekler.
Hâşiye
Hâşiye
Hattâ bir gün kedilere baktım; yalnız yemeklerini yediler, oynadılar yattılar. Hatırıma geldi, "Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübârek denilir?" Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarîh bir sûrette, "Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyerek, güyâ hatırıma gelen îtirazı ve tahkiri, tâifesi nâmına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi, "Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa tâifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir mûterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?" Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarîh değil, fakat mütefâvit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette hır hırları arkasında "Yâ Rahîm" fark edilir. Git gide hır hırları, mırmırları aynı "Yâ Rahîm" olur. Mahreçsiz, fasîh bir zikr-i hazin olur. Ağzını kapar, güzel "Yâ Rahîm" çeker. Yanına gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, "Bir derece işitiyoruz" dediler. Sonra kalbime geldi, "Acaba şu ismin vech-i tahsîsi nedir ve ne için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisâniyle etmiyorlar?" Kalbime geldi, şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nâzik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilâfına olarak, esbâbı bırakıp yalnız kendi Hàlık-ı Rahîminin rahmetini kendi âleminde ilân ile, nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve "Yâ Rahîm" nidâsıyla, kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbâbperestlere ihtar ediyorlar.

1 O, o Allah’tır.
2 De ki: O Allah birdir. (İhlâs Sûresi: 1.)
3 Bütün âlem, beraber "Lâ ilâhe illâ Hu" diyor.
4 O Allah ki, Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur. (Tâhâ Sûresi: 8.)

Semâyı dinle; nasıl "Yâ Celîl-i Zülcemâl" diyor. Ve arza kulak ver; nasıl "Yâ Cemîl-i Zülcelâl" diyor. Ve hayvanlara dikkat et; nasıl "Yâ Rahmân, yâ Rezzâk" diyorlar. Bahardan sor; bak nasıl, "Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin" gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor; bak nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen, okuyabilirsin. Güyâ, kâinat azîm bir mûsıka-i zikriyedir; en küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.
Fakat, çendan insan bütün esmâya mazhardır; fakat kâinatın tenevvüünü ve melâikenin ihtilâf-ı ibâdâtını intâc eden tenevvü-ü esmâ, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur. Enbiyânın ayrı ayrı şeriatları, evliyânın başka başka tarîkatleri, asfiyânın çeşit çeşit meşrebleri şu sırdan neşet etmiştir. Meselâ İsâ Aleyhisselâm; sâir esmâ ile beraber Kadîr ismi onda daha gàliptir. Ehl-i aşkta Vedûd ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyâde hâkimdir.
İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zâbit, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettişi olsa, onun her bir dairede birer nispeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mesûliyeti, birer terakkiyâtı ve muvaffakiyetsizliğine sebep birer düşman ve râkipleri oluyor; ve padişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görür; ve çok lisânlarla ondan meded ister; ve âmirinin çok ünvanlarına mürâcaat eder; ve düşmanların şerrinden kurtulmak için muâvenetini çok sûretlerle talep eder.
Öyle de, çok Esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahrı ve elhak en hakiki insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşenü’l-Kebîr nâmındaki münâcâtında
bin bir ismiyle duâ ediyor, ateşten istiâze ediyor. İşte şu sırdandır ki, sûre-i

De ki: Sığınırım insanların Rabbine. • İnsanların mâlikine • İnsanların ilâhına • İnsanların kalbine vesvese verenlerin şerrinden. (Nâs Sûresi: 1-4.)

’ta üç ünvan ile istiâzeyi emrediyor ve Bismillâhirrahmânirrahîm’de, üç ismiyle istiâneyi gösteriyor.


İmandan sonra en yüksek hakîkat Namazdır.

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ

33

15.09.2010, 08:40

Allahım razı olsun Recep1. gerçekten istifadeli bir ders aslında satır satır mütaala edilmesi gereken bir ders.Vaktiniz varsa sizden yukardaki parçayı mütalaalı ders şeklinde akumak isterdim.Gerçekten zevk alarak okuduğum bir risale. Allah razı olsun.

34

19.09.2010, 22:49

Gel, ey muhakemesiz arkadaş! Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünki istib'ad ediyorsun. Onun acib san'atlarını ve hâlâtını, akla sığıştıramadığından inkâra sapıyorsun..

Asa-yı Musa


Evet o manen sıkışmış ve kurumuşakıllarına ve bozulmuşve maneviyatta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî mes'eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar...


Şualar

35

19.09.2010, 23:04

Bu parça öemlidir...

وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ Bu cümledeki emir, iki kısımdır:

Birisi, teşriîdir ki, sıla-i rahm ile tabir edilen akraba ve mü'minler arasında şer'an emredilen muvasala hattıdır.

Diğeri, emr-i tekvinîdir ki, fıtrî kanunlar ile âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir.

Meselâ ilmin i'tası, manen ameli emrediyor;

zekânın i'tası, ilmi emrediyor;

istidadın bulunması, zekâyı;

aklın verilmesi, marifetullahı;

kudretin verilmesi, çalışmayı;

cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor.

İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer'an ve tekvinen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar.

Meselâ akılları marifetullaha,

zekâları ilme küs olduğu gibi;

akrabalara ve mü'minlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar.



İşarat-ul İ'caz

36

19.09.2010, 23:10


Evet Kur'an-ı Kerim
يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا cümlesinde dalalete atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip mübhem bıraktığından, sâmi' korktu.

"Acaba o dalalete atılanlar kimlerdir? Sebeb nedir? Kur'anın nurundan zulmet nasıl geliyor?" diye sorduğu bu üç sual, şu cümle ile cevablandırılmıştır ki:

"Onlar, fâsıklardır.

Dalalete atılmaları, fısklarının cezasıdır.

Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nur nâra, ziya zulmete inkılab eder."

Evet şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbad olur..





İşarat-ul İ'caz

37

19.09.2010, 23:19

Bir de meal okuyarak, Kur'an ı mealden ibaret sanarak kendilerince çelişkili ayet bulanlar var tabi.. Onu da bir ara mütalaa ederiz..

Not: Hatırlatan kardeşten Allah razı olsun :)

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir