Giriş yapmadınız.

21

08.07.2010, 13:47

Hem Sözler Onuncu Sözde demiş;

Ey şu risâleyi insaf ile mütâlâa eden kardeş! Deme, "Niçin bu Onuncu Sözü birden, tamamıyla anlayamıyorum?" Ve tamam anlamadığın için sıkılma. Çünkü, İbn-i Sinâ gibi bir dâhî-i hikmet, “Öldükten sonra diriliş (haşir) aklın ölçüleriyle kavranamaz.”demiş; "İmân ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez" diye hükmetmiştir. Hem, bütün ulemâ-i İslâm, "Haşir, bir mesele-i nakliyedir, delili nakildir; akıl ile ona gidilmez" diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve mânen pek yüksek bir yol, birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur'ân-ı Hakîmin feyziyle ve Hâlık-ı Rahîmin rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden, bin şükür etmeliyiz. Çünkü, imânımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup, tekrar mütâlâa ile izdiyâdına çalışmalıyız.
Haşre, akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki:
Haşr-i Âzam, İsm-i Âzamın tecellîsiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakkın İsm-i Âzamının ve her ismin âzamî mertebesindeki tecellîsiylezâhir olan ef'âl-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i âzam bahar gibi kolay ispat ve katî iz'an ve tahkikî İmân edilir.
Şu Onuncu Sözde, feyz-i Kur'ân ile, öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa, âciz kalır, taklide mecbur olur.

Beyanlarının net göstergesiyle görünüyor ki bütün mukayese ve müvazeneleri Furkan-ı Hakimin ve hayatın varlık hakikatının ve Yaratılış Hikmetinin ..bundan Marziyatın ve teklifin ne olduğunu ve yaratma ve yaratılma sebebleri ve mertebeleri ve neden ve niçinlerini ders verirken..amali de tanzim eder..Ve gerekli olan gerekçeleri gerçekleri içinde hayal ve tasavvura gerek kalmadan..Bürhanlar diliyle akla gösterir..kalbi kabule müheyya eder..muaazzam şuhudi bir yol takip eder..Eser hakkında der;

Benden sual ediyorsun:“Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazan bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor.”

Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i’câz-ı Kur’ân’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim:

Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.

Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i’câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan etti.

Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı.

Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.

Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır.

Hem bu mazhariyeti hakkında..en muhtaç o olduğu en evvel onun eline verildiği gibi ihtiyacının şiddeti..Himmetinin ulviyet ve kudsiyeti ile hizmet-i imaniye ve diniyesinin bütün zamanları içine alan mahiyeti ..İhlas ve iktizayı imanın salabetiyle bütün hayatının şahit olduğu bir bürhanı azam Bediüzzaman…

Bu meyanda mesnevi-i nuriyesinde mesleği nur’u anlatırken buyurmuş..

İtizar

Kezâlik, bu risalelerin ibarelerindeki işkâl ve iğlâkın, keyif için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünkü, bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan âni ve irticâlî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müthiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O, ateşle nurunkarıştıkları bir hengâmda, başım dönmeye başlıyordu. Kâh yerde, kâh gökte, kâh minarenin dibinde, kâh minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünkü, tâkib ettiğim yol, akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî bir yoldur. Akıldan kalbe, kalbden akla inip çıkmaktan bîzar olmuştum. Bunun için, bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat, o nurların üstüne bıraktığım kelime taşları, delâlet için değildi. Ancak, kaybolmamak için birer nişan ve birer alâmet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kur’ân güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi.

Hem bu kandillerin aydınlattığı yolun kendine has bir meşrepte kalmadığı umumun makbulu olup Kimsenin zarar görmediği herkesin istifade edebileceği çok meşakkatlere luzum kalmadan matlup neticeyi makbul bir şekilde vereceği bir yol olarak şöyle ifade etmiş;

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isâl edici bir yol buldum.

Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.”

Evet;Hem mesleğinin talimiyle enfusi ve afaki tefekkürün sağladığı huzur ve kurbiyet-i ilahiyenin dersi imani ile insanın yakın dairesinde nasıl bir manada özelliği bulunduğunu..Mütercüm Abdülmecid Nursinin Haşiyede ifade ettiği gibi:

Müellif-i muhterem, kendi nefsine tasrîhen, başkalara da târizen söylüyor...

dediği dersinde..

Ey nefis! Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâniin ispatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak: Senin o kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden, hilkatin mu’cizelerinden ve harika san’atlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen “Ah!”, “Oh!” ve enînler lisan-ı haliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki, o kulübeyi müştemilâtıyla beraber yaratan Hâlıkın, o ah u enînleri işitir, şefkat ve merhamete gelir, hâcât ve âmâlin ne varsa taht-ı taahhüde alır. Zîra, sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına “Lebbeyk!” söyleyen o Sâni-i Semî ve Basîrin, senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet cevaplar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?

Binaenaleyh, ey bu küçük hüceyrelerden mürekkep ve ene ile tâbir edilen hüceyre-i kübrâ! O kulübeciğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu harika icadlarını gör, îmana gel! Ve “Yâ İlâhî! Yâ Rabbî! Yâ Hâlıkî! Yâ Musavvirî! Yâ Mâlikî ve yâ Men Lehü’l-Mülkü ve’l-Hamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedîan olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim” de; o bâtıl temellük dâvâsından vazgeç. Çünkü o temellük dâvâsı, insanı pek elîm elemlere mâruz bırakır.

Diyerek ubudiyetin ve aczi beşerin kudret-i ilahiyeye olan şedit ihtiyacını duanın ve ilticanın mevhum rububiyetini terk etmekteki luzum-u elzemini talim etmiş..ve bir ubudiyet ve mahiyet haritasını çizmiş göstermiş ders vermiş…

Hem böyle bir inayet böyle bir rahmetin böyle kısa bir tariki ihsan etmesinde dört adımlık bir yürüyüş ile yolunu tarif etmiş..

CENÂB-I HAKKA vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân‘dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kàsır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim “acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarikidir.

Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder.

Şu tarik, hafî tarikler misillü, “letâif-i aşere” gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi “nüfus-u seb’a” yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibarettir. Tarikatten ziyade hakikattir, şeriattir.

Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Şu kısa tarikin evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Diyerek..Hem yine ifade ettiği:Bu zamanda; Yedi kebari terk eden Farzı yerine getiren ehl-i necattır..dediği ve Hulusi Yahyagil ağabeyin bu meyanda aldığı dersi ifadesinde buyurduğu,

“Üstadım bana ve dinleyen her zevi-l ukûle, tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba'-ı sünnet et, yedi kebairi işleme dersini vermiştir. Ben gerek bu derse, gerek Risalet-ün Nur ile verilen derslere, Kur'an'dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah'ın tevfikiyle can ü dilden belî dedim, tasdik ettim ve bana böylece hakikat dersini veren bu zâta da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.” Hulusi Yahyagil Barla Lahikası..

Ve;

Marifet kesbettikçe ve mahiyeti hakikatinde sülük ettikçe Otuzuncu sözde de ifade ettiği;

Hem, onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının mânâsını gösterir. Rubûbiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecât ve miktarlarını bildiren mîzanü'l-hararet ve mîzanü'l-hava gibi mîzanlar nevinden bir mîzandır ki, Vâcibü'l-Vücudun mutlak ve muhît ve hududsuz sıfâtını bildiren bir mîzandır.
İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve izan eden ve ona göre hareket eden, - Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şemsi Sûresi: 9.) beşâretinde dahil olur. Emâneti bihakkın edâ eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür. Ve âfâkî mâlûmât nefse geldiği vakit, enede bir musaddık görür; o ulûm, nur ve hikmet olarak kalır, zulmet ve abesiyete inkılâb etmez. Vaktâ ki, ene, vazifesini şu sûretle ifâ etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rubûbiyetini ve farazî mâlikiyetini terk eder, Mülk Onun, hamd Onun, hüküm Onundur ve Ona döndürüleceksiniz. der; hakiki ubûdiyetini takınır, makam-ı ahsen-i takvîme çıkar.


Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

22

08.07.2010, 13:50

Emanetin hakkını bi hakkın eda etmekte..vazife-i fıtratının iktiza ettiği ve teslimiyet ve emniyetin şüphelerden ve kuruntulardan ve vehmin bütün tasavvur enaniyetin bütün kendine itimad yönlerinin içeriğini ve İnsanın hakikatinin altı cihette yüzleştiği hakikatin bir yerinde mühim bir anahtarı tecrübesi ve yakini ile elde ettiği bir marifeti ders verir der;

……O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyarîden dahi vaz geçip, irade-i İlâhiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakkın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. Yâ Rab! Madem çare-i necat budur; Senin yolunda o cüz-i ihtiyarîden vaz geçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum.

Ta, Senin inâyetin, acz ve zaafıma merhameten elimi tutsun. Hem, ta Senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın.

Evet..Yolların üç olması İçinde altında bir çok sokakların bulunmasıyla da bir biri içerisinde intikalleri ve hak ve hakikatin saliklerinin mazhariyetleri ve berzahları ve mücadeleleri ile kendilerinin hassaları olan hallerin onların istidatlarından çıkması..ve galib-i esması iktizasınca imtihan olması gibi hakikatler..ve teklifin İrade-i Külliye-yi Rabbaniyenin tasarrufunda olduğu..insanın kendi vazifesiyle meşgul olması gerektiği gibi..Hem de muvazeneleriyle ders ve talimleriyle istikametli bir hayatın şablonunu önümüze koyar..Ve suhuletli bir hayat nurlu bir ömrün reçetesini elimize verir..Ve Yine Ömür ve imtihan gereği Akla açılan kapıdan kalbe seslenir;

Artık İhtiyarda ki İntihap sizdedir…Mesuliyeti tercihinin önüne koyar ..Yaşam dolu bir hakikati şehadet katiyetinde şuhud ile önüne koyar..Vicdanı ihtizaza getirir ve meyalani hakikati temin eder…

Evet demiş;

Meselâ, Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.

Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir. (HAŞİYE)

Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velâyet, ehl-i nübüvvetin işârâtıdır.

İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.

İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.
HAŞİYE Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misal, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar; yoksa üç tabakaya değil.

Diye söyleyerek.. istidatların ve mazhariyetlerin kabiliyetler nevince merhaleleri aşamaları ve onların verdiği neticeler gibi onlardan alınan mahsulatında bir hakikati bir hasadı bulunduğunu gösteriyor…Ve Reşhaya olan seyehatinde yolunu gösteriyor;

Zühreye diyor ki;

Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsini ile telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, baş aşağı celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü, sen onun aynasısın. Vazifen, âyinedarlıktır.

Katreye söylüyor ki;

Şimdi sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle tâ kamere kadar terakkî ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesâfetli, zulümâtlıdır; ne ziyâsı var, ne hayatı. Senin sa'yin beyhûde, ilmin faydasız gitti. Sen ye'sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habîsenin iz'âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlar ile kurtulabilirsin ki, tabiat gecesini terk edip, hakikat güneşine teveccüh etsen; ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir. Bu şartı yaptıktan sonra, sen, kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine haşmetli güneşi bulursun. Fakat, sen dahi öteki arkadaşın gibi, güneşi sâfî göremezsin. Belki, senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nesc ettiği hicabların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

Yukarıda eklediğimiz reşhanın bir mahiyetinden bir satır ile bu manayı burada noktalarsak onun hakkında demiş;

İşte, Reşha-misâl üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesîfe, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziyâ ile nura döner. O ziyânın cilvelerinden gelen bir şuâa yapışır, yanaşır.
…………..

Evet Otuzuncu sözde iki taifenin gittikleri yolu talim ve tarif etmiş..Reşha misal geldiği noktada..Mazhariyet ve istihdamın muktezisi Rahmet-i İlahiyenin İnayet-i Rabbaniyenin Kur’anın Hakikatı ve hakiki hikmetiyle gösterdiği yollarda Ayat-ı Kur’aniyenin nurlarıyla sapmadan yolunu şaşırmadan Geçmiş,geçirilmiş..

Orada diyor,

Ey hayali ile benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise ehl-i felsefenin efkârı ile hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve Aristo Haşiye gibi meşâhirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farâbî gibi dâhîlerindir. Evet, İbn-i Sina'nın bâzı sözlerini, kanunlarını bâzı yerlerde görüyordum; sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.

Haşiye: Eğer desen: "Sen necisin, bu meşâhire karşı meydana çıkıyorsun? Sen, bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun." Ben de derim ki, "Kur'ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalâletâlûd felsefenin ve evhamâlûd aklın şâkirdleri olan o kartallara hakikat ve mârifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde ayağımı da ıslatamadı.Evet, büyük bir padişahın onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şâhın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir."
Git gide baktım ki, benim elime iki şey verildi: Biri, bir elektrik; o tahte'l-arz tabiatın zulümâtını dağıtır; diğeri, bir âlet ile dahi, azîm kayalar, dağ-misâl taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki, "Bu elektrik ile o âlet, Kur'ân'ın hazînesinden size verilmiştir”.
Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruhefzâ bir nesîm, hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. "Elhamdülillâh" dedim.
İlaahir….

İşte, 1
” “Sapıtmış olanların yoluna değil.” Fâtiha Sûresi, 1:7. “ ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki, onda hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülât olduğunu hissettiniz.

“Gazabına uğrayanların yoluna değil.” Fâtiha Sûresi, 1:7.” ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü’l-hakaike ve Vâcibü’l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir.

“1: “Kendilerine in’âm ve ihsanda bulunduklarının yolu...” Fâtiha Sûresi, 1:7”ile işaret olunan üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’ân’ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir.

Yani ,Cadde-i Kübrayı İslamiyettir..
Cadde-i Kübra-yı Kur’aniyedir…
Sünnet-i seniyeye İttiba ve ihya dairesidir..

Evet ,Yirmi üçüncü sözde dediği gibi;

Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir. Yani, "Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikâne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lûtuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dâir, Kâdiü'l-Hâcâta lisân-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır; ve istemek ve duâ etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-i ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.Mahiyet ve istidad itibâriyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır. Ve onun üssü'l-esâsı da imân-ı billâhtır.

Ve buyurduğu vecihle;

CENÂB-I HAKKA vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân‘dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kàsır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim “acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarikidir.

Şu kısa tarikin evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.


Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

23

08.07.2010, 13:51

Meslek-i hakikat deyince hatıra ilk gelen yer itibariyle ;

“Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” diye bu rabıtayı ders veriyor.
Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür;daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.

Hakikatin kendini ifade etmekte tasavvura tahayyüle ihtiyacı olmadığı..Farza luzum kalmadan ..Bir birine şahit olan Kur’an ve Habibullahın A.S.M asar ve talimlerinin..tün hayali ve zanni ve nakilesinin idrakini tartacak akliyatın tartışılır olduğu kanaat zamanında,her şeyi ile her şeye kafi olduğu..bu zamanda da bu ders mazharının da Risale-i Nur olduğunu Risale-i Nurdan anlıyoruz…

Ol elmas kılıca saykal vuracak..Ve Kur’anın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu aleme isbat edecekte Bir Hâdim-i Bediüzzamanı olduğunu görüyoruz…





Bu sual ettiğiniz manada dikkati çeken açık hususa göre..yirmidördüncü sözün ikinci dalındaki ikinci yolun HAKİKAT yolcularının konumu akla geliyor..hem eklediğiniz yerdeki konuyla mana mutabakatı görülmektedir..Şöyle deniliyor;

”Gazaba uğrayanların değil” ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite îcad ve tesir verenlerin, Meşâiyyûn hükemâsı gibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücûd'un mârifetine yol açanların mesleğidir.

İkinci dalda Katre ile isimlendirilmiş yerde ise..

ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücâhede etmekle hakikate gidenleri…

Yani;

“ yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücûd'un mârifetine yol açanlar..”

“nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücâhede etmekle hakikate gidenleri…”

Burada kavramların anlaşılması gerektiğini düşünüyorum..felsefenin de her şey gibi temelde iki yüzü var..Ama mana-i asli itibariyle Felsefe hikmet demek olduğuna nazaran ..Bu iki yüze baktığımızda da;Biri Mana-yı İsmi gibi felsefe-i tabiyye bataklığının..esbabı müessir kabul eden ve onun ile mübarezeye çıkan firavunlaşmış enaniyetlerin gittiği yol denildiği gibi..Bir diğer manası ise Saniine bakan, manası kendinde olmayan başkasının yani bu manada Allahın CC isim ve sıfatlarının göründüğü bir ayine olması ve bu mananın hakikatini aramak noktasında hassas denge kurulması gereken noktaların kendi içindeki ayrımıda gayet dikket çekicidir..İbn-i sina Ömer hayam gibi zatlarım manayı harfindeki seyahatlerinin kendi üzerlerindeki mana-yı ismi berzahına takılmasıda entarasan bir risk alanıdır..Fakat bu konunun burasında yani eklenilmiş ve anladığımızın ne olduğu sorulduğu noktada fikrimize gelen manası ise yirmi dördüncü sözün ikinci dalındaki ve burada da ifade edilen..aklın kullanımıyla Allah’ın varlığının tanınması ve bilinmesine mücadele ederek Hakikate gidenler..Katre tarifinde ve onların düşünce tarzındaki yolculuğun nasıl hakikate ulaşacağı hangi şartı yapmakla vasıl-ı hakikat olacağı ifade edilmiş..Bu bir mazhariyet bir berzah ve bir istidattır…Birinci dalın sonundaki izah dairesinden bu taifeye bakılır..Bizim fikrimizle bu taifeyi barıştıran ise HAKİKATE GİTMELERİDİR…

Diğer taifenin izah edildiği vecihle dallin guruhu olması hasabiyle bu taharriyi hakikat hikmetinden onu uzak tutuyoruz..Yani bahsimiz dışıdır..bu manayı iktibas ettirmemek lazım…Çünkü aklını kullanıp hakikati arayanların necat şeklini üstadımız onların katre içindeki hapsiyle mahkumiyetine bir yol göstererek belirlemiş…

Diğer üçüncü yol olarak ifade edilen mana ise;
Yine ikinci daldan istifade ettiğimiz:

..ve kalbin tasfiyesiyle ve İmân ve teslimiyetle hakikate gidenler…


Burada bir laç şey söylemek lazım İnşallah..Risale-i Nur’a bir anda tamamlanmış bir eser olarak bakmamak lazım..Seksen yıllık yaşanmış bir hayatın neticesi..taharrisi ve hakikatı..Ve üstadımız yaşamadığı bir hali yazmamış isbat edemeyeceği bir şeyi de dava etmemiş..Ve kendinde bulunan bütün letaifi yerli yerinde kullanmış..Akılda öyle hikmette öyle kalpte öyle..Birinin vazifesini durdurmamış..bunlar eserlerde mevcut..Berahini akliyeye tabi olması..Kalb ve ruhun derece-i hayatının yüksekliğinden söz etmesi…Aklın aciz kaldığı..Yine aklın kalbin süluk ile aldığı feyz-i imaniyenin karşına çıkarak..Benim ayaklarım hüccetir bende hissemi isterim demesi gibi her emanetin kendi makamında istimaline işareten dersini vermiş..Hem lahikaların çokluğu hizmetin hayat dairesi..ve ağabeylirin nur derslerinden istifade ve kanaatlerinin mücessem örnekleri olarak risale-i nur’un hayatın heryere nüfüzü noktasından değerlendirilen yanıda görülmektedir…
Üstadımızın mazhar olduğu zembiller ayat-ı Kur’aniyenin hakikatleridir..Dördüncü şuanın hasbiye bahisleri..Berahini tevhidiye hakikatleri..Ayet’ül Kübra seyahatleri gibi Risale-i nur’un bütün müvazeneleri her şeyin yerli yerinde istimaliyle izah edilmiş..umumun istifade ettiği bir eser olarak ortaya çıkmış…

Ey gâfil nefsim! Senin hayatının gâyesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının sûretini, hem hayatının sırrı-ı hakikatini, hem hayatının kemâl-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak; senin hayatının gâyelerinin icmâli dokuz emirdir.

• Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazînelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.

• İkincisi: Senin fıtratında vaz' edilen cihazâtın anahtarlarıyla, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli defînelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır.

• Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san'atlarını ve latîf cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhâr etmektir.

• Dördüncüsü: Lisân-ı hal ve kâlinle Hâlıkının dergâh-ı Rubûbiyetine ubûdiyetini ilân etmektir.

• Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp, padişahın nazarında görünmekle onun iltifatât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi, esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla bilerek süslenip, o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir.

• Altıncısı: Zevi'l-hayat olanların tezâhürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları; ve rumuzât-ı hayatiye denilen, Sâni'lerine tesbihâtları; ve semerât ve gâyât-ı hayatiye denilen, Vâhibü'l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşâhede etmek, tefekkür ile görüp, şehâdetle göstermektir.

• Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz'î ilim ve kudret ve irâde gibi sıfat ve hallerinden küçük numunelerini vâhid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfat-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir. Meselâ, sen, cüz'î iktidarın ve cüz'î ilmin ve cüz'î irâden ile bu hâneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hânenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.

• Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudâtın her biri, kendine mahsus bir dil ile Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin Rubûbiyetine dâir mânevî sözlerini fehmetmektir.

• Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle, kudret-i İlâhiye ve gınâ-i Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca, taamın lezzeti ve derecâtı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-i İlâhiyenin derecâtını fehmetmelisin.

İşte senin hayatının gâyeleri, icmâlen, bunlar gibi emirlerdir. Şimdi, kendi hayatının mahiyetine bak ki; o mahiyetinin icmâli şudur:

Esmâ-i İlâhiyeye âit garâibin fihristesi, hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyâsı, hem kâinattaki âlemlerin bir mîzanı, hem bu âlem-i kebîrin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitâb-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli defînelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudâta serpilen ve evkâta takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvîmidir. İşte mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.

Güyâ insanın bu dünyaya gelişinden gâye-i yegânesi, o mu'cizeyi hedef ve düstur ittihaz edip, ona bakarak, netice-i hilkat-i insaniyeye bilerek yürümektir.

Ve;

Kardeşlerim, hiç merak etmeyiniz. Katî kanaatim geldi, bizler bir inayet altında, gayet ehemmiyetli bir hizmette ve ihtiyar ve iktidarımız haricinde bir Dest-i Gaybî tarafından istihdam ediliyoruz. Bu çalışmada zahmet pek az, ücret pekçok.
Emirdağ Lâhikası-II,

Yani:İmanın ve hakikat-insaniyetin kendi ayinesinde müşahade ettiği..Enenin ikinci vechiyle yani kendini bir ayine görmesi ve vahid-i kıyasileriyle marifet-i ilahiyeye vusulu ve geldiği noktada o kıyasın mevhum hattını da bozarak..Mülkün ve hükmün yalnızca Allahın olduğunu ikrar ile emanetin vazifesini deruhte etmesi ve o teslimiyetle mazhar olduğu suhulet ile alem alem içindeki müşahedesi aynı hak ve hakikattir..Amma bu dairenin bu ciddiyetle işlemesi..ve yolcularının kendi iradelerini kullanmaları ve hakiki özelliklerine olan yakinleriyle Allahın varlık bir lik yekta istiklal ve infirad sahibi ve Kadir-i Mutlak gibi bütün esmasıyla var ve bir olduğunu kendinin ona her şeyi ile muhtaç olduğunu varlıktan ebede uzanan yolculuğunda ve ömrünün her menzilinde hacetlerinin her türünde ona ihtiyacı olduğunu derketmesi..Yani kendi emanetlerini kullanması ile bu derslere sadakte demesi başkadır…İstihdam ve inayet şuurlu bir teslimiyetin neticesinde kıymeti asliyesiyle tezahür eder..Yoksa inayet-i mahsusa bu şuurdan mahrum olsa Hâlika bakan cihette keyfiyeti hak olsada ..kişiye bakan cihetinde istifadesi mahdut olur…O nedenle Rabbimiz Malumaliniz olan ayet ve emirleriyle Hikmet-i hakikatin derkine ukulu davet eder..Çünkü İman aklın ihtiyariyledir..Yürüyüşü ise Alem-i şahadetin marifet netice-i mahsulü iktizasıca kalbin ittifakiyledir..ve üstadımız bunu ..kalp ile akıl arasında yeni yol diye ifade etmiş…

Evet ,mana-yı ismiyle felsefe Hakikatsiz dinsiz ve safsatadır..Ama Hakiki hikmet olan Kur’anla barışık Hilkati kainatı marifeti ilahiye namına sorgulayan Felsefe ise ilimdir…

Göklere çıkmak vs..Hakikat-ı Kur'aniyenin..emir ve iradenin ihata ettiği alemlerden Furkani menzillerde İşleyişini elyak-ı istidata göstermesidir..Açık bırakılan mi'raç kapısından çıkmak çok garaibi müşahade etmek nimetine mazhar olmaktır..ve Aldığı marifetle Aynı hakikate hizmet etmektir...

Allah,Hâkim ve Hakîmdir…


El Fatiha
Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin. Sözler

Bu konuyu değerlendir