ınsanlık tarihinde hayvanlığa yakın zamanlar yaşanmıştır. ılk insanların yaşadıkları vahşet ve bedevilik devirleri bu manada düşünülebilecek devirlerdir. Bu devirler peygamberlerin hem maddi hem de manevi alanda rehber ve pîr olmalarıyla aşılmıştır. Bediüzzaman insanlığın beş devir geçirdiğini belirtir. Bu devirler 1-vahşet ve bedevilik 2-memlukiyet 3-esirlik 4-ecirlik 5-malikiyet ve serbestiyet aşamalarıdır. Vahşet devri dinlerle ve hükümetlerle aşılarak yarı medeni toplumlar ortaya çıkmıştır. Fakat güçlerine ve zekâlarına dayanan bir kısım azınlık, diğerlerini köleleştirerek insanı hayvan mertebesine indirmişlerdir. Daha sonra köleler gayrete gelmişler ve bir kısım haklarını elde ederek memlukiyet devrini esir devrine dönüştürmüşlerdir. Fransız ıhtilali gibi birçok inkılâplarla esir devri de geride bırakılmış ve ecir devri başlamıştır. Ecir devrinden sonra ise insanlığın kemal mertebe yaşanabileceği malikiyet ve serbestiyet devrine ulaşılacaktır. 1
Bediüzzaman insanlık tarihiyle tabiatın nizamı arasında bir benzerlik tespit eder. Ona göre tarih düz bir çizgide dönüp durmaz. Belki dünyanın güneş etrafındaki helezonik hareketine benzer bir akışı vardır tarihin. Yeryüzünün kışından sonra yazı, yazından sonra kışı olması gibi insanlığın da bir cihetle tekerrür eden bir yeryüzü serüveni vardır. ınsanlık kervanı gelişme ve ilerleme yolunda adım adım yol alıp istikametli bir şekilde yükselişe geçerken, diğer taraftan farklı toplumların kurmuş oldukları medeniyetler ise dairesel bir yörüngeyi takip edercesine ilerleme-gerileme hallerini yaşamışlardır. Bu nedenle yeryüzünün bir köşesinde ecirlik aşaması yaşanırken bir başka yerinde nisbi olarak vahşet ve bedevilik devri hâkim olabilmiştir. Fakat bedevileşen bir toplum bile insanlığın ortak ilerlemesinden kopamadığından döndüğü nokta aynı yer olmamıştır. Helezonik bir harekette olduğu gibi medeniyet olarak bir gerileme söz konusu olsa bile, bu insanlığın toplu yükselişi içinde bir nebze olsun tolere edilmiştir. 2
ınsanlık tarihi boyunca iki büyük akımın sürekli mücadele halinde olması dikkati çeker. Birinci akım peygamberler ve onları takip eden salih insanların yoludur. Bu akım insanı meleklerin derecesine, belki daha da yükseğine çıkarmaya yol açacak bir niyeti ve gayreti taşımıştır. ınsanın Allah’ın haricinde hiçbir şeye boyun eğmemesini ve gerçek hürriyetin bu şekilde yaşanması gerektiğini savunmuşlardır. Ne nefse ne de başka bir şeye köle olmama hakikatini hayatın esası kabul etmişlerdir. ıkinci akım ise insanı yaratıcısından kopararak tüm varlıklara kul-köle yapmış ve neticede en talihsiz ve vahşi bir hayvan derekesine indirmiştir. Zulümle ve dalaletle her ruhun ve vicdanın –dünya da dahi- manevi bir cehennem elemi çekmesine sebep olmuştur. 3 Cenab-ı Hak hikmetiyle ikinci akıma kapılanları dünyanın imarında istihdam etmiştir. ınsanlar içinde ikinci akıma kapılanların sayısının çokluğu Cenab-ı Hakkın katında çok da önemli değildir. Çünkü bir şeyin değerli olması sayıca çokluğuna bakmamaktadır. Cenab-ı Hak hayvani hırslarına mağlup bu tip insanları, mü’min kullarına ihsan ettiği nimetlerin derecelerini göstermek için ölçü birimi (vahid-i kıyasî) yapmıştır. 4
ınsanı diğer varlıklardan farklı ve özel kılan tarafı, onun bütün varlık tabakalarını kendi üzerinde toplayabilme özelliğidir. Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle “ınsanın vücudunda birkaç daire vardır… Hem nebatidir, hem hayvanidir, hem insanidir. Hem imani”dir. ınsanın bir günü/24 saati bu dairelerin işlerini takip üzerine döner. (Bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale, s. 176) Midenin ve bedenin maddi ihtiyaçlarını aramak nebatî dairede; hayatın manevi elleri olan göz, kulak, burun gibi azalarla dünyadan nefis hesabına istifade etmek hayvanî dairede; eşyanın mülk yönünün arkasında melekutunu, hakikatini akıl dürbünüyle araştırmak insanî dairede; ve dünyayı arkada bırakarak ahireti düşünmek ve Allah’ı tanımaya, sevgisini ve rızasını kazanmaya çalışmak ise imanî dairede hayat sürmektir. Mükemmel insan bu dört dairenin farkına varan ve her dairenin hakkını verendir. ınsaniyetin gereği de bu olmalıdır. Dinler ve peygamberler, insanlığa bu iç içe hayat mertebelerini fark ettirmek ve hayatı yerli yerinde, en doğru bir şekilde yaşanmasını temin etmek için vardır. Üstad “Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. (Lem’alar, s. 141)” derken insanın yalnız nebatî ve hayvanî hayat için yaratılmadığına dikkat çekmiştir. 5
Bediüzzaman, 20. yüzyılın ıslam âleminde beylerin hileye, ağaların güce; şeyhlik iddiasında olanların da kendilerinde olmayan sahte manevi makamlara dayanak halkın üzerinde baskı uyguladıklarını vurgulamıştır. Halkı korkutarak ve güç kullanarak insaniyeti hayvanlığa indirdiklerine dikkat çekmiştir. 6 Bu sebeple o, hürriyeti, meşrutiyeti ve demokrasiyi hayvanlıktan kurtuluş ve tam bir insan olmak manasında görmüştür. 7 Fakat onun tarif ettiği hürriyetin hakikatinde hem insanlara hem de insanın nefsine karşı hür olma söz konusudur. Bediüzzaman nefsin esareti altına girmeyi de vahşet ve hayvanlık olarak görmüştür. 8
Bediüzzaman, ahiret inancı olmadığı takdirde insanın hayvani hislerinin öne çıktığına ve insanlığın da süfli bir hayvaniyete dönüştüğüne dikkat çekmiştir. Mesela gençlerde Cehennem endişesi olmadığı takdirde -o sarhoş delikanlıların- hevesleri uğruna hasta, zayıf, ihtiyar insanlara dünyayı Cehenneme çevirdiklerini söylemiştir. Benzer şekilde ahiretin inancının olmadığı bir ailede de insani hislerin sukut edeceğine nazar-ı dikkati celbetmiştir. Ebedi bir ayrılığı kabul eden eşlerin aralarındaki şefkat ve merhametin suri, geçici ve esassız kalacağını belirtmiştir. Böyle bir beraberliğin ise hayvani bir rikkat-i cinsiyeden öte bir şey olmadığını dile getirmiştir. 9
Yine ıslamiyet’in esasları da insanı hayvanlıktan kurtaran hakikatlerdir. Namaz insana emanet olarak verilen cihazların yaradılış amacına uygun bir şekilde kulluk amacıyla kullanıldığı özel ve ulvi bir zamandır. Oruç, insanı hayvani ihtiyaçlarından azade edip melekiyet vaziyetine çıkaran bir ibadettir. Namaz ve oruç ibadetleri insanı bir derece süfli ve hayvanî meşguliyetlerden kurtarıp, melekler gibi tüm aza ve cihazlara meleki görevler yüklendiği ânlardır.
Sonuç itibariyle insan ya şahsi ya içtimai ya da medeniyet olarak hayvaniyet derekelerine inebilmiştir. Dinler ve peygamberler en dar daireden en geniş daireye kadar insanlığı hayvaniyetten melekiyet, belki çok daha yüksek mertebelere çıkarmak için ilahi bir nimet olarak nazil olmuşlardır. Fakat insanlık tarihi boyunca peygamberlerin meydana getirdiği şahs-ı manevinin karşında daima –hem de çoğunluğu peşinden sürükleyen- menfi, felsefi ve dünyevi bir şahs-ı manevi, bir akım olmuştur. ıki cereyan arasında mücadele tarih boyunca devam ede gelmiştir. ınsandan beklenen en dar daire olan iç dünyadan başlayarak en geniş dairelere kadar bu mücadelede yerli yerince mevki almak olmalıdır. ınsanın en kritik vazifesi en iç daire olan enfüsi dairede gizlenmiştir. Belki her gün, her saat nebatî ve hayvanî ihtiyaçlarının meşguliyetinden ve manevi esaretinden sıyrılmaya çalışarak insanî ve imanî bir hayat yaşamanın mücadelesi verilmelidir. Ve ömrün sonuna kadar bu kritik mücadele, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) eşsiz tabiriyle “cihad-ı ekber”, büyük bir hassasiyetle hayatın merkezinde yer almalıdır. Diğer taraftan yeri ve zamanı geldiğinde de yeryüzünü ve insanın yüzünü karartan şeytani ve hayvani cereyanlara karşı, Hz. Hüseyinvari (r.a.) izzet-i ıslamiyeye korumak ve ila-i Kelimetullah namına ıslamiyetin ve şeriatın kılıncıyla “manevi cihad” görevi pervasızca yerine getirilmelidir.
_________________________________________________________________
1 Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esâret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor. (Sözler, Lemeat, s. 650); Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye îtibâriyle, beşer, birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri, ikinci devri memlûkiyet devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecir devri, beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir. Vahşet devri dinlerle, hükümetlerle tebdil edilmiş; nimmedeniyet devri açılmış. Fakat nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip, hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler dahi bir intibâha düşüp, gayrete gelerek, o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten kurtulup, fakat “el hukmü li’l-galib” olan zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri zaiflerine esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, ihtilâl-i kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı ve fukarâyı ücret mukâbilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa’yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukâbil istihdam etmeleridir. (Mektubat, 28. Mektup, 6. Risale, s. 353)
2 Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. (Hutbe-i şamiye, s. 43)
3 Nev-i beşerin en nuranî ve en mükemmeli olan umum peygamberler (a.s.) bil’icma beraber ‘Lâ ilâhe illâ Hû’ deyip zikrediyorlar ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu’cizâtlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için, onları iman-ı billâha davet ile ders veriyorlar...(şualar, s. 109); Evet, Âdem (a.s.) zamanından beri, beşeriyette, iki cereyan-ı azim birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri, istikamet yolunu takip ile nimet ve saadet-i dareyne mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salahat ve iman; kâinatın hakiki güzelliğine ve intizam ve kemaline mutabık olarak istikamette hareket ettiklerinden, hem kâinat sahibinin lütuflarına, hem iki cihanın saadetine mazhar olup, beşeri melekler derecelerine, belki fevkıne terakki ettirmeye vesile olarak dünyada iman hakikatleriyle manevi bir cennet, ahirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar. ıkinci cereyan, istikameti bırakıp, ifrat ve tefritle aklı bir vesile-i azap ve elemler toplayıcı bir alete çevirmesinden, insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp, dünyada zulümlerine mukabil gazab-ı ılahi ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalaleti cihetinden, akıl alakadarlığıyla kâinatı bir hüzüngah ve matemhane-i umumiye ve zevalde yuvarlanan zihayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir manevi cehennemde olup, ahirette daimi bir azap çekmeye kendini müstehak eder. (şualar, s. 584)
4 ınsan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. ınsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nispeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur. ışte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenâb-ı Hakkın hayvânâtından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imâreti için halk etmiştir. Mü’min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder. (Lem’alar, 17. Lem’a, 6. Nota, s. 124)
5 ınsanın zihnine bazan şöyle bir vesvese gelir, der: "Sen de âdi ve böcek gibi bir hayvansın. Hayvanlardan fazla ne kıymetin var? Hem de semâvat ve arzı yed-i kudretine alan Hâlık-ı Zülcelâle karşı ne meziyetin ve ne gibi bir hizmetin var ki, seninle meşgul olsun?" Bu vesveseye karşı şöyle bir hakikati düşünmek lâzım: 1. ınsan gayr-ı mütenahi acz ve fakriyle beraber Cenab-ı Hakka imanıyla kudret ve gınâ ve izzetine mazhar olmuştur. ışte bu mazhariyetten dolayı, insan, hayvaniyetten terakki edip halife-i zemîn olmuştur. 2. Cenab-ı Hak ihata-i kudret ve azametiyle insanın duasını işitir, hâcâtını görür. Ve semâvat ve arzın tedbiri, o insanı da düşünmeye mâni değildir. (Mesnevi, s. 97-98 )
6 Eğer, büyük adam, istibdat ile kuvvete veya hileye veya kendisinde olmayan, tasannûen kuvve-i mâneviyeye istinâden, halkı isti’bâd ederek havf ve cebrin tazyiki ile tutup, insanı hayvanlığa indirmiş; dâimâ o milletin şevkini kırar, neşelerini kaçırır. (Münazarat, s. 34-36)
7 Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. ınsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. (Münazarat, s. 23)
8 Hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir… şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdat veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. (Hutbe-i şamiye, s. 103); Nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şeni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın. (Münazarat, s. 55)
9 Üçüncü delil: ınsanların hayat-ı içtimâiyesinin medârı olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyâtlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevâlarını tecavüzâttan ve zulümlerden ve tahribâttan durduran ve hayat-ı içtimâiyenin hüsn-ü cereyânını temin eden, yalnız Cehennem fikridir. Yoksa Cehennem endişesi olmazsa, “el hukmü li’l galib” kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesâtları peşinde bîçare zayıflara, âcizlere dünyayı Cehenneme çevireceklerdi. Ve yüksek insaniyeti, gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.
Dördüncü delil: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce’, bir tahassüngâh ise, âile hayatıdır. Ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hâne ve âile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddî ve vefâdarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve dâimî bir refâkat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münâsebetlerin bulunmak fikriyle, akîdesiyle olabilir.
Meselâ, der: "Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta dâimî bir refîka-i hayatımdır. şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de, zararı yok. Çünkü ebedî bir güzelliği var; gelecek. Ve böyle dâimî arkadaşlığın hatırı için, her bir fedâkârlığı ve merhameti yaparım" diyerek, o ihtiyâre karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kısacık, bir iki saat sûrî bir refâkatten sonra ebedî bir firâk ve müfârakata uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye mânâsında ve bir mecâzî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanâtta olduğu gibi, başka menfaatler ve sâir gàlip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip, o dünya cennetini cehenneme çevirir. (Sözler, s. 93)