“Risâle-i Nurları ulaştırdığım kimseler tarafından şöyle söyleniyor: ‘Risâlelerin dili ağır, okumak istiyoruz, fakat bir şey anlamıyoruz.’ Bu kişilere tavsiyeniz ne olabilir? Ne gibi tekniklerle risâleler okunmalı, açıklar mısınız?”
Bu zamanda Risâle-i Nûr’u anlamak, Kur’ân’ı anlamaktır. Çünkü Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın bu çağa bakan mesajlarını çağın gündemine taşıyan bir yüksek tefsîri ve hikmet deposudur.
Bu çağın insanı olarak Risâle-i Nûr’u okumaya, anlamaya, anladıktan sonra da Risâle-i Nûr’a ulaşmamış olanlara bildiğimiz kadar, dilimiz döndüğü kadar, gücümüz yettiği kadar anlatmaya, insanlara o hakikat iletilerini ulaştırmaya, o bilgi pırıltılarını yaymaya, o hikmet dağarcığını açmaya mecburuz, mükellefiz ve buna mahkûmuz.
Risâle-i Nûr’u anlamak elbette çok derinliği olan bir meseledir. Bizim burada Risâle-i Nûr’u anlamaktan kastımız, Risâle-i Nûr’un diline ve üslûbuna âşinâlık kazanmak, Risâle-i Nûr’u okumak, okuduğunu anlamak, Risâle-i Nûr’u okuma zevkine ulaşmaktır. Barla’nın, Sav köyünün, Bedre’nin ve nice Anadolu köyünün çiftçisi de, çobanı da Risâle-i Nûr’u okumuş ve okuduğunu anlamıştır. Bu gerçek orta yerde dururken, kendisini aydın diye tanımlayan nice insanın Risâle-i Nûr’un dilinin ağırlığından yakınması, inandırıcı olmaktan uzaktır. Yıldız, uzaktan bakılınca yıldız böceği kadar küçük gözükebilir. Dili ağırsa biraz sabretmeli. Roman okumuyorsun. Magazin okumuyorsun. Gazete okumuyorsun. Gülü koklayacaksın; fakat dikeni varsa, dikeniyle birlikte kabul etmek fazilettir!
şu, “Okumak istiyorum, ama anlamıyorum, dili ağır” mertebesini geçip bir üst mertebeye, “Okuduğumu anlıyorum, dilini çözmeye başladım, zevkle okuyorum” mertebesine ulaşmalı ve insanları da buna ulaştırmalıyız. Bundan, Risâle-i Nûr’u anlayanlar sorumludurlar. Risâle-i Nûr’u eğer bu zamanın büyük bir nimeti, çok lüzumlu bir bilgi deposu ve ehemmiyetli bir hakikat pınarı olarak biliyorsak, bunu böyle bilenlerin omuzunda ağır bir teklif, vazgeçilmez bir yük ve büyük bir vazife vardır. Yarın rûz-i mahşere bu vazifeye karşı duyarsız kalmış olarak değil, bu vazifeyi yerine getirme sorumluluğuyla uykuları kaçmış olarak varmak ne göz yaşartan bir kadirbilirlik olacaktır.
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Gençlik Rehberinde, din öğretiminin resmen izin verilmesine binâen, Nur şâkirtlerinin mümkün olduğu kadar her yerde küçücük birer Nur dershanesi açması gerektiğini beyan eder. Bedîüzzaman, Risâle-i Nurlardan herkesin kendi kendine bir derece istifâde edebileceğini, fakat her bir meselesini herkesin tam anlamayacağını; îmân hakîkatlerinin mükemmelce açılımını yapan ve izah eden Risâle-i Nur’un, hem ilim, hem Marifetullah, hem huzur, hem ibâdet hükmünde olduğunu, bunun için birkaç kişinin bir araya gelerek Risâle-i Nûr’dan dersler yapmasının büyük ehemmiyeti hâiz bulunduğunu önemle ifâde eder. Said Nursî Hazretleri eski zamanda medreselerden beş on senede alınan ilim, irfan, hikmet ve bilgi hazinesinin,—inşaallah—Risâle-i Nur medreselerinde beş on haftada alma imkânı olduğunu kaydeder.1
Beş on seneye bedel beş on haftada okuyucusunu bilgi ve hikmetle donatma istidadına sahip Risâle-i Nûrların, bu üstün kâbiliyeti karşısında, dilinin ağır olması bir kusur teşkil eder mi? Etmemeli. Bilâkis, sabrımızı, samimiyetimizi, sebatımızı ve dikkatimizi ölçen, katlanmaya değer bir “bilgi nazı” olarak görülmeli ve katlanılmalı.
Bunu Risâle-i Nûr’dan bilgi ve hikmet toplamasını bilenler takdir ederler. Fakat, Risâle-i Nûr’dan bilgi ve hikmet toplamasını bilmeyen—bilene oranla—çok daha fazla sayıda insan var Risâle-i Nûr’un memleketi olan Türkiye’de. Oysa Risâle-i Nûr’un dili Türkçe’dir. Bir çok yabancı insan tercüme dillerden Risâle-i Nûr’a ulaşırken, kendi memleketinin insanının, kendi ana dilinde yazılmış bu üstün esere dili ağır diye ulaşmakta geri kalması affedilir cinsten midir? Bu bir suç ise eğer, bu suçu kimde aramalıyız?
şöyle veya böyle bir çok suç ortağı bulunabilir. Risâle-i Nûr’un durmadan jakoben baskılarla, göz açtırmayan yasaklamalarla, insafsız ithamlarla, içi boş karalamalarla karşılaşması ve oldum olası karşı görüş sahipleriyle eşit şartlarda yarışmaktan alıkonulması... ınsanların ilgisizliği, vurdumduymazlığı, peşin hükümlülüğü, diyalogsuzluğu...vs. Risâle-i Nûr’un anlaşılırlığını gölgeleyen birer suç ortağı olarak tanımlanabilir ve sıralanabilir.
Fakat bizim burada başka mercîlere yönelmeksizin, yeni bir suç ortağı tanımlama niyetimiz var: Risâle-i Nûr’u tanıyanlar olarak bizler. Bizler de, “ulaşabildiğimiz çevrelerin Risâle-i Nûr’u tanımama kabahatine” ortağız gibi geliyor bana. En azından bir eksiğimiz, bir hatâmız, bir kusurumuz var mı diye bir gözden geçirelim bakalım. ığneyi başka mihraklara batırırsak, çuvaldızı kendimize bir kere batıralım, ne dersiniz? Allah için!
ıman hakikatlerini Kelâm ilminden ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan bu zamanda o kapının kapandığını beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, hem çabuk, hem herkes anlayacak tarzda en derin hakîkatleri tâlim eden Risâle-i Nûr’un, bu sıfatıyla bin dört yüz sene öncesinden Hazret-i Ali’nin (ra) de dikkatini çektiğini, Celcelûtiye’de kerâmetkârâne Risâle-i Nûr’dan haber verdiğini ve Risâle-i Nûr’a iltifat ettiğini kaydeder.2
Bediüzzaman’a göre Risâle-i Nûr, ıslâm âleminde dellâllar elinde teşhir sûretinde gezdirilmeye ve herkese duyurulmaya lâyıktır. Fakat gâyet gizli ve perde altında yayılacağını Hazret-i Ali (ra) bin dört yüz sene ötesinden görmüş ve Celcelûtiye’sinde iki defa “Sirran Beyâneten” (Açıklamaları gizlice yayılır) ve “Sirran Tenevveret” (Gizlice nurlandırır ve aydınlatır) kelimeleriyle Risâle-i Nûr’un gizlice yayılma ve aydınlatma istidadına sahip olduğunu haber vermiştir.3 Hazret-i Ali (ra) Risâle-i Nûr’a “Sirâcü’n-Nûr” demiş, Sirâcü’n-Nûr’u da hayatını, nurunu ve ışığını Allah’ın büyüklüğünden, Celâl ve ızzetinden, Re’fetinden ve Rahîmiyetinden alan kandil diye tanımlamıştır.4
Risâle-i Nûr câmiasının gazete, dergi, kitap, radyo, tv, ınternet, sempozyum, konferans vs. her türlü sosyal ve kültürel etkinliklerle Risâle-i Nûr’u her kesime tanıtma ve her ferde ulaştırma çabalarını takdirle karşılıyoruz. Hepsine duâ ediyoruz. Hepsinin muvaffakiyetini diliyoruz. Ve teslim ediyoruz ki tüm bu çalışmalar Risâle-i Nûr’un dilini, üslûbunu, mesajını, haberini, tezini, davetini, tebliğini, çağrısını, sözünü, sesini dünyaya duyurmaya kabiliyetli olan ve Üstad Hazretlerinin “dellâllar elinde teşhir sûretinde gezdirilmeye lâyık” gördüğü Risâle-i Nûr eserleri için “çağdaş dellâl” niteliği taşıyan çalışmalardır.
Dünya çapındaki etkinlikler tamam. Yapandan, yaptırandan, maddî mânevî destek sağlayandan, gönül verenden, duâ edenden Allah razı olsun.
Fakat biz birey olarak yakın çevremize köprü olabilmiş miyiz? Unutmayalım, yakın çevremize el uzatmakla ancak biz yükümlüyüz! Peygamber Efendimize (asm) açık dâvet dönemini başlatan, “Ey Resûlüm! Sen, önce en yakın akraba ve hısımlarını Allah’ın dînine dâvet ederek âhiret azabı ile korkut”4 âyetiydi. Bu ılâhî emri alan Allah Resûlü (asm) tebliğ işine önce en yakın akrabalarından başladı. Sonra dâvet derece derece genişledi.
Bizim örneğimiz elbet Allah Resûlüdür (asm). Yakınlarımız, akrabalarımız ve arkadaşlarımız Risâle-i Nûr’a mesafeli yaklaşıyorlarsa, “Dilini çözemiyorum” diyorlarsa, bu konuda suç bizde olsun-olmasın, kendimizi birinci derecede sorumlu bilelim ve derhal kendimizi o akraba ve arkadaşımıza “öğretici” tayin edelim. Bildiğimiz kadar, dilimiz döndüğü kadar, gücümüz yettiği kadar ona yardımcı olalım.
Çok iyi bir hatip olmayabiliriz. Risâle-i Nur’u biz de yeni yeni algılıyor olabiliriz. Bizim de çözmekte güçlük çektiğimiz bir çok konu olabilir. Bütün bunlar, bizim o yakınımıza risâleyi verip “Al oku!” diyerek, kendimizi kenara çekmemizi haklı çıkarmaz. O, dilini anlamıyorum derse—ki haklı olabilir—biz dilimiz döndüğü kadar ona izah etmeli, bildiğimizi ve anladığımızı onunla paylaşmalıyız.
Peygamber Efendimizin (asm) davete yakın çevresinden başlamış olması, bizim de yakın çevremizden şiddetle sorumlu olduğumuzu gösterir. Yani mum dibine ışık vermelidir.
Dünya çapında yapılan etkinliklerle huzur bulup mesut olarak, hatta koltuğumuzu kabartarak, yakın çevremizi ihmal edersek; onlara “Siz daha bunları bilmiyor muydunuz?” der gibi burun kıvırırsak, onları kınarsak; kendi kapı komşumuza, kendi yakın akrabamıza, kendi yakın iş arkadaşımıza, elimizin ulaşabileceği ve bize yakın olan sâir insanlara o ağır dediği Risâle-i Nur’dan bir parça ders yapmaz ve Risâle-i Nur’a âşinâ olması için yardımcı olmaz isek, bir birey olarak görevimizi yaptığımızı düşünmeyelim.
Bu cümleden olarak:
1- Yakın çevremizle olan temas ve irtibatımızı hangi dünyevî sebeple olursa olsun kesmeyelim. Biz hep bağışlayan ve sîneye çeken taraf olalım. Onları çok sık affedelim. Üstümüzdeki Allah hakkı için.
2- Yakın çevremizin bir derdi, ıztırabı veya sevinci ve kıvancı olduğunda bunu paylaşalım, onlara tesellî verelim veya tebrik edelim. Onlara elimizden gelen yardımı esirgemeyelim. Allah rızâsı için.
3- Yakın çevremize karşı cömert olalım. Elimizden geldikçe ikrâm, ihsan ve iltifatlarımızı eksik etmeyelim. Ve bunun için karşılık beklemeyelim.
4- Yakın çevremizle birlikte Risâle-i Nur dersleri yapabileceğimiz haftanın bir akşamında özel bir “yakın çevre dersi” tertip edelim. Ve bu derse başlangıçta biz ev sahipliği yapalım. Nazımızı çeken yakın çevremizi bu derslere davet edelim. Gelmeyenlere kırılmayalım; diğer hafta yine çağıralım. Muhakkak sevgiyle yaklaşalım. Birden bire bizi anlamasını beklemeyelim. Sabırlı olalım.
Dipnot:
1- Gençlik Rehberi, s. 53, 54.
2- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 105
3- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 107
4- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 107 4- şuarâ Sûresi: 214.
Kaynak: www.fikih.info