Seyyid Muhammed Efendinin 4 ciltlik "Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri" eserinden bir alıntı..
"Çeşitli yerlerde vaaz ediyor, Cami-i Kebir’in yanındaki küçük hücrede Ahmed Efendi (rh.a) ile birlikte talebe yetiştiriyorduk. Derslere devam eden şeyh Melek ismiyle maruf bir talebe kardeşimiz vardı.[1] Bu zat şeyh Said’in yeğeni olurmuş, ailesinden 37 kişi idam edilmiş, ailesinin diğer fertleri de sürgün edilmiş bu da on yedi yaşında iken Kayseri’ye sürgüne gelmiş. şeyh Melek alim bir kimse idi. Talebe iken babasından okumuş, amcalarının medresesi varmış, ocaktan yetişmiş, çok edep erkan sahibi bir kimse idi. Kırk yaşlarında var idi. Elinde kitapla gezer, kimi zaman yanımıza gelir, ders dinlerdi. Bana çokça hürmet gösterir “Sen beni hayata bağladın içimdeki kötülükleri temizledin derdi” Aramızda samimi bir dostluk peydâ olmuş idi. Bana gelerek “Molla Muhammed seninle Said-i Nursî’ye gidelim” diyerek rica ediyordu. O zamanlarda maddi manevî çok sıkıntıda idik. Fakat Peygamber (s.a.v) Efendimizin telkini bizleri bu seyahate çıkmaya mecbur etti. Birlikte bahar vakti yola çıktık. Otobüs ile Aksaray’a kadar geldik. O buraları bilirmiş, kürt köylerinde bulunduk. Ben Türkçe o da Kürtçe vaaz ediyorduk. O zamanlar gönlümüze cezbe galebe çaldığından kendimizden geçer, cemaat ile birlikte gözyaşlarına boğulur idik. Üzerimizde de daim bir baskı var idi. Neticede köylüler aralarında çuvallar dolusu yün toplayıp sattılar, bizlere yol harçlığı temin ettiler.
Bizler köylerde vaaz ede ede Isparta’ya geldik. Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini bulduk. Bize de bir oda gösterdiler. Yanımıza da birkaç arkadaş verdiler. Onun yanında toplam 15-16 kişiydik. sakallı olan ve olmayan arkadaşlar var idi. ıçimizden bize göre yaşça kamil Hüsrev gibi beş altı kişi muharrir idi. Said-i Nursî (rh.a) hazretleri gelir –kitaplara bağlı kalmaksızın- irticalen ders işler muharrirler de sözlerini hemen kaleme alırlardı. Biz de yazılanları tashih eder, noktalar, harekeler ve işaretlerdik.
Said-i Nursî (rh.a) değişik bir mizaca sahip idi. Ondan da bir kap ilim aldık. Ona yakındık çünkü arkadaşım şeyh Melek’in amcaları ve ailesi idam edilmiş, Said-i Nursî (rh.a) ise devlet tarafını tutmuş, bunlar daha önceden tanışırlar imiş. Yanına vardığımız zaman şeyh Melek kardeşimiz, bizi Said-i Nursî (rh.a)’e “Benim kardeşimdir.” diyerek takdim etti. Said-i Nursî (rh.a) şeyh Melek’i çok severdi. Bazen Kürtçe ona laf atardı.
Isparta’da Said-i Nursî (rh.a)’in yanında 2 ay kaldık, sonra 5 ay da mahkeme için gittiği Afyon-Barla’da yanında bulunduk. Zira onu takip eden talebeleri vardı. Bizler de ardı sıra gittik. Bu zaman zarfında risalelerin tashihi kimi zaman yazımı ve mütalaası ile meşgul olduk. Bazen öyle bir hal vuku bulurdu ki mütalaa esnasında evliyalar gelir yanlışları düzeltirlerdi. Ben mi böyleydim, yoksa herkeste de bu haller vuku buluyor muydu bilmiyorum. Sanki bu yedi ayı evliyalar ile birlikte geçirdik.
Said-i Nursî (rh.a) evliyaların himmetlerine nail olmuş, kimi ehlullahın meclislerinde bulunmuş onlardan el hayrı almış bir zat idi. Tasavvufî yönü vardı. Velilerin hallerine, yüce mevlanın ilhamına mazhar olmuş bir hali vardı. Kendisi veliyullahtı. Yanında iken bazı kerametlerine şahit olduk. Bir gün Said-i Nursî “Oğlum kaldığınız yerden ayrılın bu gece orası baskına uğrayacaktır” diye haber verdi. Biz de evden çıktık o gece ikamet ettiğimiz ev jandarmalar tarafından basılmış, başka yerden birkaç talebeyi götürmüşler ise de bizleri bulamadılar.
Said-i Nursî (rh.a) hazretleri bazen sabah, bazen öğlen ama ekseri gece muayyen saatlerde ders işlerdi. Cemaat çok değildi, devletin baskısı vardı. ıki üç güne bir “gelsinler” diye müsaade edilirdi. O vakit yanına varırdık, diğer zamanlarda yanına gitmeye müsaade olmaz ise varamazdık. Zira gözetleyiciler vardı. Talebeler her zaman yanına varamazdı. Yanına vardığımızda ise eli kalem tutan muharrirler onun sözlerini kayda geçirir bizler de tashih ederdik. Said-i Nursî (rh.a) hazretleri garibâne bir halde yaşıyordu. Muşambadan bir serginin üzerinde yatıp kalkar incecik bir yorgan kullanırdı.
Bir gün ders okutuyordu “Ben ıstanbul’a gideceğim sizden ayrılacağım, sizi seviyorum” diye konuşuyordu. O an ağlamışım, cezbeye kapılıp kendimden geçmişim, Bana seslendi “Gel” dedi. Elimden tuttu. Elini öptürmezdi. Bana dua etti. Arapça dua ederdi. Duasını “Yâ Rab bu kardeşime Mevlevi kolundan el hayrı veriyorum sen kabul eyle” diyerek bitirdi. Bana “Senin mizacın tasavvuf, Neslin tasavvufçudur. Ben Rusya’dan esaret dönüşü ıstanbul Yenikapı Mevlevihânesi’nde kaldım oradan el aldım, bu el hayrını sana aktarıyorum, ileride lazım olacak bu kapıdan ilham alacaksın.” diye söyledi. Halbuki ben kendisine tasavvufî bir meşrebimin olduğunu söylememiştim fakat onun insanların hallerini ve gönüllerini gözetlediği bir hali vardı.
Said-i Nursî (rh.a) hazretleri Rusya esareti akabinde ıstanbul’a gelmiş Mevlevihane’de misafir kalmış, kendisi bekar idi, çeşitli zamanlarda tekkelerde kalmış. Bizlere el hayrı verirken Hüsrev ve şeyh Melek dahil yedi sekiz kişi vardı.
Said-i Nursî (rh.a) zamanın şeyhi idi. Mektubâtını, şualarını ve başka eserleri de vardır. O meşâyıhın lisanı ile konuşurdu. Kendisini, zamanın velisi olarak kabul ederdik. şimdi kendilerini nurcu niteleyen bazı kardeşlerimiz “Said-i Nursî şeyh değildir” diyorlar, halbuki onun dizinin dibine oturan kişi, Said-i Nursî (rh.a)’nin nasıl bir şeyh olduğunu, zamanın kutbu ve feridi olduğunu anlardı.
Bu olaydan kısa bir müddet sonra Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini ıstanbul’a götürdüler. Biz de manevî bir işaret akabinde Kayseri’ye geri döndük.
Said-i Nursî (rh.a)’in yanında bulunduğumuz sıralarda bana içinde cifrî hesaplarının bulunduğu, gelecekle ilgili kimi çıkarımlarını anlattığı ve nice hadiselere değindiği altın yaldızlı bir kitabını hediye etmişti. Fakat Kayseri döndüğümüzde doğu kökenli bir arkadaşım benden okumak için bu kitabı aldı ve bir daha geri getirmedi.
1968 yılında Kayseri Çift Önü semtindeki hanemizde bulunuyorduk. Ailece şeyh Melek’i ziyarete gittik. At Pazarı semti civarında evi vardı. ıki evliydi yeni hanımından 3 küçük çocuğu bulunuyordu. Yaşlı idi hasta döşeğinde yatıyordu. Bize nasihatlerde ve dualarda bulundu. Bu onunla son görüşümüz oldu. Kendisi beyaz sivri sakallı, uzun yüzlü bir kişiydi. Beni çok severdi. Kendisi alimdi, sadık bir dosttu.
Said-i Nursî Hazretleri’nden geldikten sonra memleketin çeşitli yerlerinde imamlık ve vaizlik görevlerinde bulundum. 1952 senesinde askere gittim. Acemi birliğim Ankara’da idi. Bir gün Hacı Bayram Camii şerifinde bulunuyordum. Namaz akabinde müteveffâ bir asker için mevlid merasimi düzenlenecek imiş, ben de ALLAHrızası için bu merasimde mevlithanlık yaptım. Mevlid-i şerifi dinleyenler arasında bir general var imiş, merasimin akabinde yanıma gelerek bana sarıldı, alnımdan öperek gurur duyduğunu söyledi. Teşekkür etti. Bir isteğimin olup olmadığını sordu. Gönlümde ıstanbul’a gitmek, oradaki ulemânın yanında bir müddet daha bulunma arzusu var idi. ıstanbul’a gitmem hususunda yardımını istedim. Bir müddet sonra ıstanbul ulaştırma birliğinde puantör olarak görevlendirildim.""
[1] ısmi “Molla Mustafa” dır.
http://seyyidmuhammed.de.vu/
Aşksız derviş olmaz, olsa da o kimse derviş sayılmaz. Derviş'in sermayesi Aşk'tır, ilmi Aşk'tır, görgüsü Aşk'tır. Arzu ve istekleri de Aşk'tır. Derviş'in canı Aşk'tır, cananı Aşk'tır, bizzat kendisi Aşik'tır.. Ves-selam!...