“Nurculuğun neresindeyiz?”
“Nurculaaarr içeri!”
Bu sözler adliyenin muhtemelen tembel bir memuruna aitti. Anlaşılan adama ‘’Risâle-i Nur okuduğu için yargılananlar’’ demek zor gelmiş ki “Nurcular’’ demeyi tercih etmiş. Daha sonra da, bu kelime kullanılıp bugüne kadar ulaşmış.
Peki, Nurcu kimdir? Ne demektir? Nurcuyum diyenlerin kaçı tanımını yapabilir? Nurcu’nun tanımı nedir? Kaç kişi buna tatminkâr bir cevap verebilir? Tartışılır... Aslında Nurcu derken kastettiğimiz mânâ Nur cemaati, iç içe girmiş dairelerden müteşekkildir. Her dairenin ayrı hususiyetleri ve tanımları vardır. Tanımını Üstadın yaptığı bu dairelere göre, bence herkes nerde olduğunu görmeli ve ona göre de ulaşmak istediği nokta için çalışmalı. Yani “Allah’a şükür Nurcuyum’’ demekle iş bitmiyor. :roll:
Nurcu sıfatı, gönül rahatlığı ile değil de, her an elimizden düşüp kırılabilecek bir elmas gibi, kaybetmekten korktuğumuz bir sıfat olmalı. “Nurcuyum” derken, tekrar tekrar düşünmeli bunu söyleyen. Bugün insanlar bir gruba, bir derneğe, bir topluluğa bile kolay kolay giremezken; “Risâle-i Nur’la hizmet” gibi bir “iman kurtarma” dâvâsında, her insan rahat rahat Nurcu olduğunu, nasıl ifade edebilir? Ya da “Nurcuyum” diyebilir mi? Sizce her şeyde olduğu gibi Nurcu olmanın da bir bedeli yok mu? Elbette var. Bunu Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri kısa, öz ve kendine has üslûbuyla Mektubat (s. 329) adlı eserinde açıklamış. Tanımları olduğu gibi okuyalım: “Nur cemaati dost, kardeş, talebe dairelerinden müteşekkildir. Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın. Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebâiri işlememektir. Talebenin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”
Üstadın yaptığı tanımlar ihtilâfa düşülmeyecek kadar açık ve net. Sınırlar kesin. Yani dairelerin arası yok. ısteyen herkes dost olur da, bu dünyadan vazgeçemeyen talebe olamaz.
Bugüne kadar “Nurculuğun neresindeyiz?” diye kaç defa kendimizi değerlendirdik? Kaç defa kendimizi sorguya çektik? Bugün kaç kişiye Risâle-i Nur’lardan bahsettik? Ya da başkasını bırakalım, kendimize dönelim. Bugün kaç sayfa Risâle-i Nur okuduk? Bakın Üstadın mümtaz talebelerinden Zübeyir Gündüzalp Ağabey ne diyor: “Risâle-i Nur’u günde 10 sayfa okuyan kendini muhafaza eder, 15 sayfa okuyan şevke gelir, 20 sayfa okuyan hizmet eder.” Demek ki, talebe olmak isteyen, hiç okuyamadım dediği gün, 20 sayfa okumuş olmalı.
Ben bunları düşündüm ‘bir şeyler değişmeli artık’ dedim. Sizce de beynimizde bir revizyon yapmanın zamanı gelmedi mi? Bu dâvâ Ali’yle Veli’yle, ya da “başkası yapar” düşüncesiyle yürümez. Artık ‘ben’lerimizi biz potasında eritmenin zamanıdır. Eğer Risâle-i Nur bir ikrâm-ı ilâhî ise, böyle büyük bir Zatın ikrâmına mazhar olmuşsak, kıymetini bilmemek ne kadar abes olur düşünelim.
Kısacası “Nurcuyum” diyorsak, demek istiyorsak; bedelini ödeyelim, gereklerini yapalım. Zübeyir Ağabeyin dediği gibi ‘’Azrail geldiğinde bizi hizmet ederken bulsun.’’ “Biz” potasında görüşmek üzere...
Emir Fatih KARAşAHAN
07.01.2004
kaynak: http://www.yeniasya.com.tr/2004/01/07/gorus/default.htm