Ya fakdü'l-ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür.
“şirk ve dalaletin ve fısk ve sefahatin yolu, insanı nihayet derecede sükut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zaif ve aciz beline yükletir.
Çünkü insan Cenâb-ı Hakk’ı tanımazsa ve O’na tevekkül etmezse, o vakit insan gayet derecede aciz ve zaif, nihayet derecede
muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fani hayvan hükmünde olup,
bütün sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyyen firak elemini çeke çeke, nihayette, baki kalan bütün ahbabını bir firakı elim içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider.
Hem müddet-i hayatında gayet cüzî bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile faydasız çarpışır. Ve hadsiz arzuların ve maksadın tahsiline, semeresiz boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yüklenemediği halde koca dünya yükünü biçare beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabı çeker.”
''Cenâb-ı Hakk’a abd olmazsa, kendi kendine malik zannedecek. Halbuki o cüz’i ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına mikropları tut, ta zelzeleye kadar bir bir taife düşmanları hayatına karşı tehaccüm vaziyetinde görür. Kendi elemiyle beraber insanların elemini de çeker.
Dünyanın zelzelesi, taunu, tufanı, kaht-u galası, fena ve zevali ona gayet müz’iç ve karanlıklı birer musibet suretinde onu tazib eder...” (Sözler)