O zât, (Hazret-i Muhammed (asm) ubudiyet-i küllîye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı ılahiye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı ılahînin kesret tabakatına memurudur.
“Ubudiyet-i küllîye” kavramı, Nur Küllîyatında farklı yönleriyle çokça nazara verilir. “ıyyake na’büdü” “Biz yalnız sana ibadet ederiz.” ayetinde, kişinin tek de olsa Rabbine karşı ibadet görevini ifa ederken ‘ben‘ yerine ‘biz’ demesiyle üç ayrı cemaate işaret edildiği işlenir:
Birisi, dünyadaki bütün Müslümanlar, diğeri kâinatta Allah’ın kendilerine verdiği vazifeyi en güzel şekilde yerine getirmekle ibadetlerini yapan bütün mahlukat, üçüncüsü ise insan vücudunda görev yapan bütün hücreler ve atomlar, bütün duygular ve hisler.
ınsan, “ıyyake na’büdü” derken bu üç cemaati niyet edebilse ubudiyet-i küllîye yapmış olur.
Kulluğun görevlerinden birisi de şükürdür, bunun da küllî yapılması gerekir. ınsan sadece kendi yediği yemek için şükreder ve diğer küllî nimetleri unutursa yaptığı şükür dar bir dairede kalmış olur.
Kulluk görevi içine giren her ibadet, her tespih, her şükür, her tefekkür.. küllî yapılabilir.
ışte bütün bu kulluk vazifelerini en mükemmel ve küllî mânâda yapan tek zat Allah Resulüdür (asm).
Biz, şahadet getirirken, ‘abdühu’ demekle O’nun (asm), bu vazifeyi en ileri derecede yerine getirdiğini ifade etmiş oluruz. O en ileri kul (asm), bütün kulların Allah katında elçisidir. Bir şehirden, padişahın huzuruna bir elçi gönderileceği zaman, nasıl o şehrin en kâmil ferdi seçilirse, sanki, bütün kullar da Allah katında bir elçi seçmek istemişler ve bunu Hazret-i Muhammed (asm) olarak belirlemişlerdir.
şahadet getirirken, ‘ve resulühu’ dediğimizde ise o en büyük, en ileri ve en kâmil kulun (asm), Allah’ın bizlere gönderdiği, bir hidayet rehberi, bir ‘beşîr’ (müjdeleyici) ve ‘nezîr’ (korkutup sakındırıcı) olduğunu dile getirmiş oluruz.