Giriş yapmadınız.

1

22.07.2006, 00:25

Risale-i Nur'ların İlhamen Yazılması Meselesi Üzerine

Risale-i Nurların

SÜNÜHAT VE ıLHAMEN

Yazılma Meselesi Üzerine

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

(Yanlış ve yersiz bazı tenkidlere cevabdır)

ÖNSÖZ

Mevzua girmeden önce bazı noktaları nazara almak gerekiyor. Sonra cevablar verilecektir. şöyle ki:

Çoklar tarafından biliniyor ki, bir asra yaklaşan bu son devrede, beyn-el milel ifsadatta bulunan nifak cereyanı herkesden daha çok, Bediüzzaman ve eserlerini ve hakiki şakirdlerini çürütmek ve faaliyetlerinin te’sirini kırmak için çok sinsi yollarla çalışmışlar ve çalışıyorlar. Hem bazı zaaf sahiblerini de çalıştırıyorlar. Bu menfi cereyanın hedefi, ıslam âlemini imha veya istila etmektir. Bu husus, Bediüzzaman Hazretlerinin Sözler Mecmuası adlı eserinde şöyle ifade edilir:

“.....masum müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sadece şahsî menfaat zebunu, zalim, hunhar, harîs ve müstebid uşaklarını, hak ile yeksân edip izmihlal ve inhidam-ı mutlakla mağlub eden ve edecek yegâne çarenin Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bu asırda bir mu'cize-i manevîsi olan Risale-i Nur eserleri olduğunda, basiretli ıslâm mücahidleri ve âlimleri, icraat ve müşahedata müstenid, yakînî bir kanaat-ı kat'iyye ile müttefiktirler.” (Sözler:771)

Bediüzzaman Hazretleri bu azgın müfsidlere karşı dava arkadaşları ile beraber metanetle yürümüştür. Öyle ki, dünya tarihinde eşine rastlanmayan bini aşkın mahkeme, ve her türlü korkutma ve caydırma tecavüzleri bu mücahidleri geriletememiş, aksine Mektubat eserinde Hz. Üstadın naklettiği:

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

(3:173) âyetinde ifade edildiği gibi, bu manevî soğuk harb denen korkutmalar karşısında, mücahidlerin manevî cihad şuuru ve şevkı ziyadeleşmiştir.

şimdi bu durum apaçık meydanda iken yine de Nurculuk faaliyetini tenkid etmenin kimlere yardım olacağının izahı gerekir mi?

Yoksa gözü kapalı olarak bu azgın cereyanın varlığını ve sinsi tecavüzlerini müslüman halka unutturup gaflete itmek mi isteniyor?

Halbuki, şualar:726 da nakledilen: Kur’an:(14:5.) Âyetinde “ve zekkirhüm” ifadesinin asrımıza bakan işarî manası, yine bu âyette “eyyamillah” tabir edilen azgınların zulûm devrelerinin unutturulmaması mı isteniyor. Evet, müslümanda gayret ve hamiyet-i diniyenin inkişaf ve devamı, bu sırra dayanmaktadır.

Bediüzzaman Hz., bu ve benzeri iddialara karşı, hizmet cemaatinin şevklerinin kırılmaması ve kuvvetlendirilmesi için yazdığı mektubunda cevaben diyor ki:

“Risale-i Nur'un hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lâzımgelirken, hem benimle lâakall yüzer kâtib ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek, ehl-i imana vâcib iken, kendimi misal alarak derim ki:

Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan men'etmek ile beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur'dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaîf, garib, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi (başına) yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde maddî bir hastalık nev'inde insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeğe mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ki, en ziyade merbut görülen bazı dostların bana selâm vermemek, hattâ bazı namazı da terketmek derecesinde ürkütmek ile kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebebleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı ılahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla (başkalarına muhtaç olmayarak) bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış.

Yoksa hâşâ kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise; Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. ınşâallah Risale-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı afvettirmeğe vesile olacaktır.” (Emirdağ Lahikası:51)

Yine aynı manadaki diğer bir mektubundan bir parça:

“Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve isbat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnetdarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamiyle kanaatla tam tasdik edenler, binler ehl-i îman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda sırf ehl-i îmanın îmanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasiyle ve Necmeddin-i Kübrâ, Muhyiddin-i Arab gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabiyle beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'aniyeyi kendine gelen bir kanaat-ı tâmme ile, hem mahrem tutulmak şartiyle beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de isbat etmeğe hazırım, dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheble fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar?! Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i ılâhiyyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helâl etmem! Titresin!..

Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-ı Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesini muhafaza için hayatını ve herşey'ini fedâ eden bir mazlûmun şekvası, elbette cevabsız kalmayacak!” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî:61)

ışte bu ve benzeri mektuplar gösteriyorki zendekanın tecavüz ettiği bu dehşetli zamanda usulsüz tenkidlerin mesuliyeti büyüktür.

ıkinci ehemmiyetli bir cihet de şudur ki:

Bir asra yaklaşan Risale-i Nur’un faaliyet devresinde meşhur alimler, Risale-i Nur eserlerini takdir etmişlerdir. Mesela:

“ıstanbul ülemasının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman Müfti-yül Enam olan eski fetva emini, meşhur Ali Rıza Efendi; Birinci şua ışarat-ı Kur'aniye ve Âyet-ül Kübra gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur'un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin'e demiş ki:

"Bediüzzaman, şu zamanda din-i ıslâma en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde feragat-ı nefs edip yani dünyayı terkedip, böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şâyan-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur müceddid-i din olduğunu ve Cenab-ı Hak onu muvaffak-un bilhayr eylesin, âmîn" diyerek; bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle; Mevlâna Celaleddin-i Rumî'nin pederleri olan Sultan-ül Ülema'nın bir kıssası ile onu müdafaa edip, demiş:

"Bu misillü, Bediüzzaman'ın dahi elbette bir içtihadı vardır. ıtiraz edenler haksızdır. Ve Hoca Mustafa'ya emretmiş, "Söylediğimi yaz!"

Bediüzzaman'a kemal-i hürmetle selâm ederim. Te'lifatınızın ikmaline hırz-ı can ile dua etmekteyim (yani, ruha nüsha olacak kadar kıymetdardır). Bazı ülema-üs sû'un tenkidine uğradığına müteessir olma. Zira yemişli ağaç taşlanır, (Haşiye) kaziyesi meşhurdur. Mücahedatınıza devam buyurun. Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak âcilen murad ve matlubunuza muvaffak-un bilhayr eylesin! Bâki Hakk'ın birliğine emanet olunuz.

[right]Eski Fetva Emini Ali Rıza[/right]

ışte böyle müdakkik ve ilim ve şeriat ve Kur'an cihetinde bu zamanda söz sahibi en büyük âlim böyle hükmetmiş.

(Haşiye): Yani: Mübarek, tatlı meyveleri bulunan ağaçlara taş atanlar, akılları varsa tatsınlar ve yesinler; çürütmeye lâyık ve kabil değiller, demektir.” (Kastamonu Lahikası: 194)

Hem “Çok mübarek tefsirin çok muhterem ve kıymetdar sahibi olan Hoca Vehbi Efendi olarak, Risale-i Nur'u takdir edip alâkadarlık gösteren bütün Konya ve civarı ülemalarını, bütün kazançlarıma ve dualarıma şerik ettim.” (Emirdağ Lahikası: 129)

Biz dahi görüştüğümüz ıstanbulun meşur ulemasından Ömer Nasuhi Bilmen Efendi ve Ahmet Davudoğlu, Sadrettin Yüksel, Bekir Sadak ve Ord. Prof. Ali Fuad Başgil gibi zatlar Hz. Üstad ve Risale-i Nur hakkında senakâr konuşmaları herkesce malumdur.

Keza ıslâm alemindeki büyük alemlerin Risale-i Nur eserleri takdir ettikleri de çok büyük yekûn teşkil ediyor.

şimdi kendisini tanımadığımız tenkidçi zât, bunca ulemayı yanlışı takdir etmek suçuyla suçlamış ve kendini bunların üstünde görmüş olmuyor mu? O halde bu tenkidci zât, hangi yoldan yürüyor ve hangi hedefe gidiyor?

Bizler, şahsı hukuk sahasında kalan itirazlara cevab vermeyiz. Fakat hukuk-u umumiyeye zarar verme halinde şeri’at musamaha etmez.

ıLHAM MESELESı

şimdi de şer’î ölçülere dayanarak itirazlardan ilham meselesine geçiyoruz.

ıtirazcı kişi, Bediüzzamanın eserlerini ilham ile yazdığını bildirmesini tenkid eder. Güya böyle bir söz dinde suçmuş. Ayrıca bir başkaları: “Said Nursi, bana ihtar edildi…., bana yazdırıldı…., kalbime geldi…., bazı ayetler Ebced ve Cifir’le Risale-i Nura işaret ediyor…., ” gibi Nur Külliyatında bulunan ifadelerden dolayı “ne demek istiyor, yoksa kendisine vahiy mi geldiğini iddia ediyor? Veya risalet iddiasında mı bulunuyor?” nevinden iddialar ileri sürmüşlerdir.)

Malum olduğu üzere dini meselelerde, şahsî ve beşerî anlayışlar ve delilsiz peşin hükümler değer taşımaz.

ıtirazcı kişi veya kişiler, güya doğruluğu müşterek kabul görmüş hükümlermiş gibi itirazatını böyle peşin hükümlere dayandırıyor. Bu ise, ilim, mantık ve şer’î ölçülere ters düşer.

Halbuki böyle bir söze şeri’at suç demediği gibi, bütün iyiliklerin Allahın ihsanı olduğunu bilip söylemek, tevhid hakikatının gereği olduğunu bildiriyor.

Mesela Kur’an 93/11. Ayetinde Tahdis-i Nimetten bahsedilir: Yani Allah’dan gelen her türlü nimetlerin şükür makamında söylenmesinin gereğini anlatır. Elmalı Tefsiri mezkür âyeti şöyle izah eder:

“Ama Rabbinin nimetini, gerek mevcut, gerekse olacağı vaad edilen nimetini hemen söyle, anlat da anlat. Sade lafını ederek ve gösteriş yaparak gururlanmak için değil, hakkını takdir, şükrünü yerine getirmek için eserini gösterecek, başkalarını da istifade ettirecek şekilde sözlü veya fiilî olarak anlat.

Esasen sadece ilham değil bütün iyilikler ve ılahî ihsanları insan kendine mal edip gurura düşebilir. Fakat bu husus insanların iç dünyasıdır. Zahirî fiiller gibi isbat edilemediğinden , umumî bir nasihat şekli dışında malum kişiler ittiham edilemez. ıslam kardeşliğine ve dindeki hüsn-ü zan düsturuna aykırıdır.

Bediüzzamanın kendi şahsına hitaben yaptığı, iyilikleri kendinden bilmek hissiyatından kurtaran şu nasihat, ehl-i insafı insafa getirir. şöyle ki:

“Ey fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim!

Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var.

Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz'-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun. Gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir. Senin kemalin hodbinlik değil, hüdabinliktedir.

Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. ıkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yani fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir surette kabul etmemenizden şerre sebeb olmanızdır. Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zahirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i ılahiyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir suret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefisperest, tabiatperest gayet ahmak, gayet zalimdir.

Hem deme ki: "Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir." Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.

Hem deme ki: "Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var." Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi.” (Sözler:230)

2

22.07.2006, 00:27

TAHDıS-ı NıMET HAKKINDA

Risale-i Nur’da da Tahdis-i Nimet hakkında hayli izahlar var. Birkaç nümunesi şudur:

“Dördüncü Sebeb: Bazan tevazu', küfran-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfran-ı nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur. ıkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki; ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikî'nin eser-i in'amı olarak göstermektir. Meselâ: Nasılki murassa' ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: "Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin." Eğer sen tevazukârane desen: "Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?" O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: "Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz." O vakit, mağrurane bir fahrdir.

ışte fahrden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir."

ışte bunun gibi, ben de sesim yetişse, bütün Küre-i Arz'a bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattırlar; fakat benim değildirler, Kur'an-ı Kerim'in hakaikinden telemmu' etmiş şualardır.

وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى * وَ لكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ

[center]düsturuyla derim ki: [/center]

وَ مَا مَدَحْتُ الْقُرْآنَ بِكَلِمَاتِى * وَ لكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْآنِ

yani: "Kur'anın hakaik-i i'cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur'anın güzel hakikatları, benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi." Madem böyledir; hakaik-i Kur'anın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüb eden inayat-ı ılahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.” (Mektubat: 369)

Burda görüldüğü gibi böyle ihsan-ı ılahiyeleri kişinin kendine mal etmesi, küfran-ı nimet oluyor. En basit bir müslüman dahi bu yola girmez.

Aynı mevzuda diğer bir ifde de şöyledir :

“Ben kendimde fazilet var diye fahr suretinde dava etmiyorum. Fakat nimet-i ılahiyeyi tahdis suretinde, şükretmek niyetiyle diyorum ki: Cenab-ı Hak fazl u keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur'aniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı ılahîyi bütün hayatımda "Lillahilhamd" tevfik-i ılahî ile şu millet-i ıslâmiyenin menfaatine, saadetine sarfederek; hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi; ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfurumdur; onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi' ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur'u beğenmelerine bir emare biliyorum, onları küstürmüyorum.” (Lem’alar:171)

Tahdis-i nimet meselesini kendi sol zihniyeti için istismar ederek itiraz eden bir müddeinin iddiasına verilen bir cevab:

“Elli-altmış senelik hayat-ı ilmiyesi böyle temeddühlere ihtiyaç bırakmadığı gibi, âhir ömründe şahsını temeddühten bütün bütün çekindiği, yalnız hakaik-i imaniyenin beyanında yanlış etmediği ve sırf Kur'anın feyzinden iktibas ettiğine dair beyanatı, böyle hodfüruşane bir surete çevirmek büyük bir iftiradır. Hattâ o yanlış, doğru da olsa meşhur Abdülvehhab-ı şiranî ve Muhyiddin-i Arabî gibi pekçok ehl-i hakikat ülema tahdis-i nimet nev'inde bu tarz ihsanat-ı ılahiyeyi çok defa kitablarında zikretmişler.” (şualar:412)

ıkramat-ı ılahiye ilhamî ihsanlar, tahdis-i nimet makamında şükürle karşılanacağına dair bir ders:

“Bu, bana ait bir keramet değildir. Belki Kur'anın i'caz-ı manevîsinden tereşşuh ederek has bir tefsirinden keramet suretinde bizlere ve ehl-i imana bir ikram-ı Rabbanî ve in'am-ı ılahîdir. Elbette mu'cize-i Kur'aniye ve onun lem'aları izhar edilir. Ve nimet ise, şükür niyetiyle ilân etmek, bir tahdis-i nimettir. وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ âyeti izharına emreder. Benim için medar-ı fahr ve gurur olacak bir liyakatım ve istihkakım olmadığını kasemle itiraf ediyorum. Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref o çekirdekten çıkan şecere-i Risâle-i Nur ve mu'cize-i maneviye-i Kur'aniyeye geçmiş biliyorum. Ve öyle itikad ettiğimden i'caz-ı Kur'anî hesabına izhar ederim. Bütün kıymet bir mu'cize-i Kur'aniye olan Risâle-i Nur'dadır. Hattâ eskiden beri taşıdığım Bediüzzaman ismi onun imiş, yine ona iade edildi. Risâle-i Nur ise, Kur'anın malıdır ve manasıdır.

3

22.07.2006, 00:29

RıSALE-ı NUR’DA KUR’AN VE VAHıY HAKıKATI VE TARıFı

şimdi ilham hakkındaki itirazın cevabına geçiyoruz:

Kur’anda “kelimat-ı Rabbi” tabiriyle ilan edilen ilhamat, bütün varlıkları ve hâdisat-ı âlemde sürekli bir tarzda tecelli eder şâmil bir hakikattır.

Bu hususta da önce Risale-i Nur eserlerinden nakıller yapılacak. şöyle ki:

“Evet Kur'an der ki: "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ı Hakk'ın kelimatını yazsalar, bitiremezler." şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur'ana verilmesinin sebebi şudur ki: Kur'an, ism-i a'zamdan ve her ismin a'zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem Semavat ve Arz'ın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitabdır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vasia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a'zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a'zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. ışte bu sırdandır ki, Kelâmullah ünvanı kemal-i liyakatla Kur'ana verilmiş.

Amma sair kelimat-ı ılahiye ise: Bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz'î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz'î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ en cüz'îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra, evliya ilhamatıdır. Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır. ışte şu sırdandır ki: Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: حَدَّثَنىِ قَلْبىِ عَنْ رَبِّى Yâni: «Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.» Demiyor: «Rabb-ül Âlemîn'den haber veriyor.» Hem der: «Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arşıdır.» Demiyor: «Rabb-ül Âlemîn'in arşıdır.» Çünki: kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitab olabilir. ışte bir padişahın saltanat-ı uzmâsı haysiyetiyle çıkan fermânı, âdi bir adamla cüz'î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifâde, âyinedeki aksinin cilvesinden istifâdeden ne derece çok ve fâik ise; Kur'an-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitabların fevkindedir.

Kur'andan sonra ikinci derecede Kütüb-ü Mukaddese ve Suhuf-u Semaviyenin dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır. O sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur'andan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa; yine Kur'anın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez.” (Sözler:134)

«Eğer şu "Dördüncü Esas"ın kıymettar sırrını fehmettin ise; Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın. Hem en büyük bir veli, hiç bir nebinin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem Kur'anın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i'cazının sırrını anlarsın. Hem Mi'racın sırr-ı lüzumunu, yani tâ Semavata, tâ Sidret-ül Münteha'ya, tâ Kab-ı Kavseyn'e gidip, اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ olan Zât-ı Zülcelâl ile münacât edip, tarfet-ül ayn'da yerine gelmek sırrını anlarsın... Evet şakk-ı kamer, nasılki bir mu'cize-i risâletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de: Mi'rac dahi, bir mu'cize-i ubûdiyyetidir: Habibiyyetini, ervah ve melâikeye gösterdi...(Sözler sh:136)

Kur’an’ı ve vahyi bu kadar mükemmel anlatan ve net malumatlar veren zat ve onun telifatı hakkında menfi ne söylenebilir ki? Ancak bilmeden başkasını tesiriyle söyleyenler hakikatı anlayınca hatalarından dönerler. Fakat bile bile aynı iddiaları sürdürürlerse biz onlara iyi niyetle bakamayız. Dinsizlik hesabına çalışma ve iddiadır deriz.

Kur’an’ı ve vahyi bu kadar mükemmel anlatan ve net malumatlar veren zat ve onun telifatı hakkında menfi ne söylenebilir ki? Ancak bilmeden başkasını tesiriyle söyleyenler hakikatı anlayınca hatalarından dönerler. Fakat bile bile aynı iddiaları sürdürürlerse biz onlara iyi niyetle bakamayız. Dinsizlik hesabına çalışma ve iddiadır deriz.

ılhamatın muhtelif mazharlara muhtelif tecellisi var.

اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَآ وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا الخ...

şu sûre kat'iyyen ifade ediyor ki: Küre-i Arz, hareket ve zelzelesinde vahy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında depreniyor. Bâzan da titriyor.(Sözler: 171)

“Evet bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu' eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.” (Mektubat:448)
[/quote]

4

22.07.2006, 00:31

RıSALE-ı NUR’DA ıLHAM TARıFı

Kur’anda geçen “kelimat-ı Rabbî” kelimelerinden ilhamın ise, çok mertebeleri vardır. Bediüzzaman Hazretleri Nur Risalelerinde çok yerlerde bu meseleyi izah eder ve der ki:

«Bütün melâikelere ve insanlara, hattâ hayvanlara gelen umum ilhamlar, bir nevi kelâm-ı ılâhîdir. Bu kelâmın kelimâtı elbette gayr‑ı mütenâhidir. Saltanat-ı Mutlakanın nihâ­yetsiz cünûdunun mütemâdiyen aldıkları ilhâm ve o emr-i ılâhiyenin kelimâtı ne derece çok ve nihâ­yetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor de­mektir.» (Osmanlıca Lem’alar sh: 665)

ınsanlara hatta hayvanlara gelen bu ilhamı, dini inancı olmayan insanlar da kabul ediyorlar. Fakat inançsızlıktan veya bir kısmı gafletten dolayı bu olaya eski insanların ifadesiyle “sevk-i tabî”, yeni ifadeyle de “içgüdü” diyorlar. Halbuki Bediüzzaman Hazretleri rü’ya bahsini izah ederken, sadık rü’yaların, olayların vukuundan evvel hissedilmesi olduğunu beyan eder ve der ki:

«Rü'ya-yı sadıka, hiss-i kabl-el vukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kabl-el vuku ise, herkeste cüz'î-küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır. Hattâ bir zaman ben, bu hiss-i kabl-el vukuu, zahirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda "saika" ve "şaika" namıyla aynı "sâmia" ve "bâsıra" gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına "sevk-i tabiî" diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i ılahî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.

Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kabl-el vuku ilhamıyla ve o saika-i ılahî ile bildirilir ve bulurlar.

Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o saika ilhamıyla döner, yuvasına girer. Hattâ herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkınde aynı adam gelir. Hattâ Kürdce durub-u emsaldendir: نَا ِ ُرْبِينَه َالاَنْدَارْ لِى وَرِينَه öYani: "Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünki kurt geliyor." Demek bir hiss-i kabl-el vuku' ile, latife-i Rabbaniye icmalen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için; kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevkeder. Ehl-i feraset bazan keramet gibi geldiğini beyan eder. Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salahatta ve bahusus ehl-i velayette bu hiss-i kabl-el vuku' fazla inkişaf eder, kerametkârane âsârını gösterir.» (Mektubat sh: 349)

Görüldüğü gibi evliya kerametleri de olayları olmasından evvel hisseden duygunun ileri derecede gelişmesinden kaynaklanmaktadır.

Yine aynı meseleyi te’yiden sivrisineğin de ilham ile iş gördüğüne işaret eden bahis:

“Evet Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübin'in düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ı Mübin'in düsturlarını bilmeyerek imtisal eder. Meselâ: Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harb gibi meharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu san'atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san'atını kim öğretmiş ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım; bu san'atı, bu kerr u ferr harbini ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.

ışte ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin.” (Lem’alar:126)

Demek ilhamatın mazharlara göre külliyeti ve cüz’iyeti; umumiyeti ve hususiyeti olduğu gibi böyle sırlı mazharları ve sırlı mahiyetleri var.

Evet, bazı iman hakikatlarını Güneş misalleriyle anlatan Risale-i Nurun bahislerine istinaden deriz ki: Nasılki Güneşin ışık enerjisi içinde ışık ve rengler var ve feza aleminde kürevî olarak sürekli müstevlidir. Ve o enerji şeffaf mazharlara, şeffafiyet ve kabiliyetleri nisbetinde tecelli ve tezahür eder. Ve güneşin bu hususiyetlerini bilmeyenler, Güneş ışığının varlığını, zamanlı ve mekânlı tezahür ettiği yerdeki miktariyle düşünürler ve feza alemini sürekli istila eden fakat tezahür etmediğinden insanlara görünmeyen ışık enerjisini düşünemezler, onun gibi, vahiy ve ilhamın ezeli ve ebedi müstevli olan mahiyetini bilmeyenler de böyle dar anlayışlarla ortaya çıkarlar.

Kâinatta manevî ve tefekkürî seyahat eden bir zat manevî müşahedesinin bir kısmını şöyle anlatır:

“Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Yani, madem bu cismanî âlem-i şehadette, bu kadar zînetli ve san'atlı hadsiz masnu'larıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu'cizeli ve meharetli hesabsız eserleriyle gizli kemalâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zahir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde onu onun tezahüratından bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikatı, âlem-i gaybın her tarafında her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlukatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâm-ül Guyub'dan vahiy ve ilham hakikatlarıyla geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnu'larının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir ve kelâmının manası onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, onu sıfâtıyla bildiriyor. ” şualar:123

“Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasılki güneşin -faraza- şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde ziyasındaki yedi rengi yedi sıfatı olsaydı, o cihette ışığında bulunan şuaları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması ve her âyine ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerreler ile herbirinin kabiliyetine göre konuşması ve onların hacatına cevab vermesi ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi ve hiçbir iş, bir işe mani olmaması ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahamet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi.. aynen öyle de: Ezel ve ebedin zülcelal sultanı ve bütün mevcudatın zülcemal hâlık-ı zîşanı olan şems-i Sermedî'nin mükâlemesi dahi, onun ilmi ve kudreti gibi küllî ve muhit olarak herşeyin kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual bir suale, bir iş bir işe, bir hitab bir hitaba mani olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil'ittifak o şems-i Ezelî'nin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delalet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakîn ile bildi.” (şualar: 126)

“Ve sonra yine aynı sırdan, kelâm-ı nefsînin yani ilhamın ilim ve irade gibi ezelî, sade bir sıfat olup; vücud ve sübutu malûm, fakat künh ü keyfiyeti ise mechul olduğu, hem kelimat-ı ılahiyenin de nihayetsiz olduğu anlaşılır.” BMs:646

Bazı mu’terizler, çokca haddini aşarak, bilgi noksanlığıyla beraber vahiy meselelerine de girip ve kasıtlı tahriflerle tenkidlerine yol ararlar.

Evvela din sahasında söz sahibi zatlar, vahyin mertebelerini ve şümuliyetini beyan etmişlerdir. Fakat bazı kişiler efkârı bulandırmak için ya kasıtlı veya bilgisizlik sebebiyle cahilane iddialar neşrederler. Bu gibi iddialara müslümanlar itimad etmemeli ve etmiyorlar da.

“Kur'an (4:163) âyetinin Elmalı tefsirinde vahiy hakkında verilen izahatta deniliyor ki:

«Îha, vahiy göndermektir. ıbn-i Kesir'in Nihaye'de ve Süyutî'nin Dürr-i Nesir'de zikrettikleri vechile vahiy lügatta risalet, kitabet, işaret, ilham, kelâm-ı hafî manalarına gelir. Ve asl-ı madde, sür'at manasındadır. Ragıb'ın Müfredat'da, Firuz Abadî'nin Besair'de tavzihlerine göre vahiy asl-ı lügatta, işaret-i serîa demektir. Bu mana kâh remiz ve tariz tarikıyla kelâm ve kâh terkibden mücerred savt ve kâh cevarihden biriyle işaret ve kâh kitabet ile olur. Nitekim (19:11. Âyeti için remiz veya itibar veya kitabet denilmiştir.”

Nitekim (6:93) (6:112) (6:121)(16:68) (28:7) (114:4 (42:519) gibi ayetler, mezkür manalara örnek verilir

Demek ki, alel-umum vahiy, evvel-emirde ikiye ayırmak lâzım gelir ki; biri masivaullahdan olan işaret ve i'lam, diğeri de Allah tarafından olan işaret ve i'lamdır

Kur'an (6:112) ayetnde geçen ins ü cin şeytanlarının telkini manasındaki vahiy ifadesi şöyle tefsir ediliyor:

«ıns ü cin şeytanları .....birbirlerine gurur için, aldatmak için laf zührufu, söz yaldızı, içi bozuk, dışı süslü aldatıcı sözler vahyederler.” (Elmalı:2032)

“Demek ki, alel-umum vahiy, evvel-emirde ikiye ayırmak lâzım gelir ki; biri masivaullahdan olan işaret ve i'lam, diğeri de Allah tarafından olan işaret ve i'lamdır” (E.lmalı: 2032)

Risale-i Nur eserlerinde ve mevzumuza bakan manadaki bazı kısa beyanlar şöyledir:

Kuşlar ve bir günlük arı yavrusu ilhamla hareket eder. Risale-i Nur’da bu bahis şöyle izah edilir:

«Emir ve izn-i ılahî ve havl ve kuvvet-i Rabbaniye ile, umum hayvanatın melaikeden bir çobanı, bir nâzırı olduğu gibi; kuş taifesinin de bir çobanı var. Onlar bilmese de, emr-i ılahî ile ve ilham-ı Rabbanî ile çobanları onları sevkeder. O sevk-i fıtrî ise, kuşlara gelen ilhama dayanır. Kuşlar, ilhama mazhardırlar ki; yaşı bir günlük bir arı yavrusu, havada bir gün mesafede gider; o ilham-ı fıtrî ile, o sevk-i Rabbanî ile yolunu şaşırmadan dönüp, gelip yuvasına girer.» (Emirdağ Lahikası sh: 92)

Radyo’da, fiili dua yerine getirildikten sonra ilham neticesi keşfolundu:

«ışte bunun bir misali, yüzbin hârikaları tazammun eden bir kanun-u ılahîyi, beşerin istifadesine vesile olmak için bir keşfiyat, yani fiilî dualarına bir nevi kabul hükmünde bir ilham-ı ılahî ile keşfolan radyo ile, beşer istifadesine vesile olan bîçare, âciz-i mutlak bir insana; "Hah!.. Radyoyu filan keşşaf icad etti ve elektrik kuvvetini buldu. Ve bazı keşşaflar da, beşerin kafasını okumak için bir madde icad etmeye çalışıyorlar.» (Emirdağ Lahikası-ll sh: 126)

ılham hakkında Risale-i Nur Külliyatından kısmen tercihli tesbit ettiğimiz bu bahisler meselemizi aydınlatması bakımından yeterlidir. Görüldüğü gibi ilhamen yazılması ve yazdırılması gibi tabirleri büyütmenin ve başka manalar aramanın bir anlamı yoktur.

Vahiy ve ilhamı biribirine karıştıranları şiddetle ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri der ki:

«Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf; ilhamı, vahiy gibi zanneder ve ilhamı, vahiy nev'inden telakki eder, vartaya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhamat ona nisbeten ne derece cüz'î ve sönük olduğu, Onikinci Söz'de ve i'caz-ı Kur'ana dair Yirmibeşinci Söz'de ve sair risalelerde gayet kat'î isbat edilmiştir.» (Mektubat sh: 455)

1948’de Afyon Mahkemesinde ehl-i vukufun yanlışlarına verilen cevaptan:

«Hem; hiçbir münasebeti olmadığı halde bir adam, Risale-i Nur'un ikinci bir ismi olan "Risaletün-Nur" tâbirinden, "Kur'ânın nurundan bir Risalettir, bir ilhamdır" demiş. ıddianamede, başka yerin verdikleri yanlış mâna ile, güya "Risale-i Nur bir resûldür." diye benim için bir sebeb-i ittiham tutulmuş.

Hem, müdafaatımda yirmi yerde, kat'î bir surette hüccetler ile isbat etmişiz ki: Bütün dünyaya karşı da olsa din Kur'ân ve Risale-i Nur'u âlet edemeyiz ve edilmez! Ve biz, onların bir hakikatını dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz! Bu dâvanın emareleri yirmi senede binlerdir. Said Nursî» (Tarihçe-i Hayatı sh: 405)

«ılhamdan çok yüksek olan vahyin ekserisi melaike vasıtası ile ve ilhamın ekserisi vasıtasız olmasıdır. Meselâ: Nasılki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapıyor. Sonra ferman tebliğ edilir.......

Vahiy gölgesizdir, safidir ve havassa hastır. ılham ise gölgelidir, renkler karışır, umumidir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok envalarıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.» (şualar:124)

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir