ve aleykümüsselâm,
(şu parantez içindeki kısmı en son ekliyorum. Allah bunları yazarken olan kusurlarımı affeylesin, biraz uzun da oldu. Uzun yazmayı sevmem, çünkü okunmaz, okunsa da anlaşılması zor olur, çünkü zihin çok yerlere dağılır, belağat gereği kısa ve öz anlatılması taraftarıyım. Ama bu konular birbirine bağlı ve çok kafa karıştıyor, sürekli sorulara sebep oluyor, başlamışken yazmış olayım dedim. Yazıda hatalarım varsa, düzeltilsin.)
ılk önce 11.Söz'ü okumanızı tavsiye ederim. Oranın başından bir kısa alıntı yapacağım:
Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammâsını ve hakikat-i salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:
Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazîneleri vardı. Hem o hazînelerde her çeşit cevâhir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem, gizli pek acâib defîneleri varmış. Hem, kemâlâtça sanâyi-i garîbede pek çok mahareti varmış. Hem, hesabsız fünûn-u acîbeye mârifeti, ihâtası varmış. Hem, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâı varmış.
Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzârında saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip, göstersin. Tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin:
Bir vechi, bizzat nazar-ı dekàik âşinâsıyla görsün; diğeri, gayrın nazarıyla baksın.
Üstad burada, cemal ve kemâl sahibi olarak, Cenab-ı Hakk'tan bahsediyor. Risale-i Nur'da ve tasavvufta geçer ki, şu kâinat, Allah'ın Esma-i Hüsna'sının tecelligâhıdır, yani bir nev'i aynasıdır. ınsan bunlara bakarak Cenab-ı Hakk'ın saltanatının ne kadar büyük olduğunu görür, Rabbü'l-âlemîn ismini müşahede eder, güzellikleri ve güzel yaratılmışları görür, demek bu güzelliği bilerek veren var, bütün güzelliğin kaynağı O'dur der, Cemîl ismini tefekkür eder, kendisinin ne derece nimetlere gark edildiğini farkedebilirse, Hamîd ismini zikreder, elhamdülillah der, şükreder ve hakeza.
Kısaca, Risale ıstılahında, kâinat bir kitab-ı kebîr (okunabilen büyük bir kitap), Cenab-ı Hakk'ın sanatını, saltanatını, kudretini sergi ve teşhir ettiği bir yerdir.
Bahsini ettiğiniz ayet ise:
Zariyat Suresi 51/56.Ben cinleri ve insanlan ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım. وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
Burada Allahû Teâla,
insanları ve cinleri neden yarattığından bahsediyor, kâinatı değil.
Dikkat ederseniz, Kur'an'da, Allah'ın göklerdeki, yerdeki, hatta nefislerimizdeki ayetlerine dikkat çekilir. Çok defalarca, Allah'ın ayetleri zikredilir, tezekkür ve tefekkür etmemiz istenir.
ışte, Allah kâinatı yarattı, kâinatın bir önemi var, çünkü kâinatta Allah'ın koyduğu ayetleri, delilleri var, Allah'a ait olan şey, hiç kıymetsiz olur mu?
ınsanların ve cinlerin kulluğuna gelir isek, Allah, Kur'an-ı Kerîm'de, tesbih edin, şükredin, istiğfar edin, namaz kılın, zekat verin, Allah'tan korkun ve ona kulluk edin ki, O sizi ve sizden evvelkileri yarattı diye belirtir. Kullukta da en üst derecede ise, Nebiyy-i Ahirzaman, Hz.Muhammed Mustafa s.a.v. var.
Risale-i Nur'da ise, şu hadîsi kudsî (yani Hz.Peygamber a.s.m. tarafından bize bildirilmiş olup, Allah'a ait olan söz) aktarılır, "Levlake levlak, lema hálaktü'l-eflak" "Sen olmasaydın, sen olmasaydın, (Burada Hz.Peygamber a.s.m. 'den bahsediyor) , felekleri (kâinatı) yaratmazdım."
Yeri gelmişken değinmek istedim, çünkü bazen soruluyor, madem böyle bir hadis var, bu hadîs Kur'an'daki, zariyat suresindeki malum ayete aykırıdır. Eğer dikkatle incelerseniz görürsünüz ki, Allah bu hadis-i kudsi de "Seni bana ibadet etmemen için yarattım." demiyor Hz.Peygamber a.s.m. ye. Bilakis, yani aksine, burada Hz.Peygamberin a.s.m. önemine ve kulluğunun büyüklüğüne dikkat çekiliyor. Onun kulluğu ve Allah'ın ayetlerini, kainat kitab-ı kebîrini okuması, Allah'ın ayetlerini tefekkür ve tezekkür ile, ins ve cin taifesi içinde O'ndan en fazla korkan kul olarak, Allah'ı tesbih ve tahmid etmesi (övmesi) o kadar büyük bir kulluk örneği ki, eğer böylesine bir kulluk olmayacak olsaydı, bu kâinatın yaratılmasındaki sebeplerden biri ortadan kalkmış olurdu. Allah ise hikmetsiz iş yapmaz, düşünebiliyor musunuz, bu kâinatta insan yok, Hz.Muhammed a.s.m. yok, Allah'ın ayetlerini kim tefekkür ve tezekkür edecek, Allah'ı tesbih ve tahmid edecek? Allah kâinatı boşuna yaratır mı?
Haşa burada Hz.Muhammed a.s.m. 'ye, Hz.ısa 'ya a.s.m. hrıstiyanların uluhiyet (ilahlık) isnadı gibi bir isnad yoktur yanlış anlaşılmasın. Bunların sonucuna bakarsanız, yine Allah'ı görürsünüz, yani Allah Hz.Muhammed a.s.m. 'yi kendine kulluk etsin diye yarattı, kainattaki ayetlerini ona gösterdi. Peki Allah buna muhtaç değildi de, niye yaptı?
Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzârında saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip, göstersin. Tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin:
Bir vechi, bizzat nazar-ı dekàik âşinâsıyla görsün; diğeri, gayrın nazarıyla baksın.
ışte o gayrın (yani Allah'tan başkasının) nazarının en büyüğü ve en kıymetlisi, kulluğu ile Hz. Muhammed a.s.m dir.
Bu konuda Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin de görüşü şöyledir. "Mahlukat (yani yaratılmışlar) Allah'ın isimlerine ayna, tecelligahtır. O'nun yaratmaya ihtiyacı yok ama Rahman ve Rahîm isminin tecellîsi olarak yarattı." Yani Muhyiddin-i Arabî hazretleri de, yokluğun bir vahşet, dehşet durumu olduğunu anlatıyor. Hiç uyanmamak üzere uyuyacağınızı, hiç dirilmemek üzere öleceğinizi düşünebiliyor musunuz? Yokluğun korkunçluğu üzerine, benzer düşünceleri Bediüzzaman hazretleri de risalelerinde dile getirmiştir.
Aklınıza takılan diğer hususta ise,
12.Mektubtan alıntı yapacağım. Bu mektubta Üstad bazı soruları yanıtlıyor sorular ise şunlar:
Birinci Sualiniz: Hazret-i Âdem’in (a.s.) Cennetten ihracı (çıkarılması) ve bir kısım Benî âdem’in (Adem oğullarının) Cehenneme ithali (dahil edilmesi, atılması) ne hikmete mebnidir?
ıkinci Sualiniz: şeytanların halkı (yaratılması) ve icadı ne içindir? Cenâb-ı Hak şeytanı ve şerleri halk etmiş; hikmeti nedir? şerrin halkı şerdir, kabîhin halkı kabîhtir. (şerri yaratmak şerdir, çirkinin yaratılması çirkindir.)
Üçüncü Sualiniz: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi?
Sizin sorduğunuzun cevabı ikinci sorunun cevabının içinde geçiyor. şimdi oradan alıntı yapalım.
Elcevap: Hâşâ, halk-ı şer şer değil, belki kesb-i şer şerdir. (şerrin yaratılması değil, kesb edilmesi, yani Allah'ın hür irade verdikleri tarafından irade edilmesi, yapılmak istenmesi şerdir. Allah şerri yarattı diye suçlu olmaz, çünkü onu isteyen, kesb eden Allah'ın sonunda hesap vermek şartıyla hür iradeli yarattıkları, suçlu ancak onlar olur.) Çünkü, halk ve icad bütün netâice bakar. Kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netâice bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var; bütünü de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, "Yağmurun icadı rahmet değildir" diyemez, "Yağmurun halkı şerdir" diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faydalar var; bütünü de hayırdır. Fakat bazılar, sû-i kesbiyle, sû-i istimaliyle ateşten zarar görse, "Ateşin halkı şerdir" diyemez. Çünkü, ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış. Belki o, kendi sû-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.
Elhasıl: Hayr-ı kesir (büyük miktarda hayır) için şerr-i kalil (küçük miktarda şer de onunla beraber gelecekse) kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesiri intaç (netice) eden bir şer terk edilse, o vakit şerr-i kesir irtikâp edilmiş olur. Meselâ, cihada asker sevk etmekte, elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesir var ki, ıslâm, küffârın istilâsından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terk edilse, o vakit hayr-ı kesir gittikten sonra, şerr-i kesir gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, şerr-i kesir olur.
ışte, kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları şer ve çirkin değildir; çünkü çok netâic-i mühimme için halk olunmuşlardır. Meselâ, melâikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sâbittir, tebeddül etmez. Kezâ, hayvânâtın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nâkıstır.
âlem-i insaniyette ise, merâtib-i terakkiyat ve tedenniyat, nihayetsizdir; Nemrutlardan, Firavunlardan tut, tâ sıddıkîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.
ışte, kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi (sefil, aşağılık ruhlar) , elmas gibi olan ervâh-ı âliyeden (alî, yüce ruhlar) temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatiyle (yaratılmasıyla) ve sırr-ı teklif ve ba’s-ı enbiya ile (peygamberlerin yollanmasıyla) , bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar beraber kalacaktı. âlâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu (en yükseklerdeki Hz.Ebu Bekr'in ruhu) , esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.
Demek, şeyâtin (şeytanların) ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için, icadları şer değil, çirkin değil. Belki, sû-i istimâlâttan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler kesb-i insana aittir; icad-ı ılâhîye ait değildir.
Eğer sual etseniz ki: Bi’set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. "El-hükmü li’l-ekser" (Hüküm çoğunluk içindir, çoğunluğa göredir) kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer şerdir; hattâ bi’set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir.
(Yani ya sorarlarsa, Peygamber yollanınca, ona inanmayanlar, onu yalanlayanlar kafir oluyor, cehennemlik oluyor. ınsanların çoğu ise kâfir, hani nerede büyük miktarda hayır ki, Allah onun için Peygamber yollamış, Cennet-Cehennem yaratmış olsun)
Elcevap: Kemiyetin (sayının), keyfiyete (nasıl olduğuna) nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet (çoğunluk) , keyfiyete bakar. Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu"? Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz.
Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu"? Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.
ışte, nev-i beşer, bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra nevinden olan küffârı ve münafıkları kaybetti.