Üstad Hazretleri vefatından evvel 1959 tarihinde Ankara’ya ilk defa geldiğinde, en önde hizmet eden talebelerini Beyrut Palas’ta topladı. Onlara verdiği son derste çok mühim şeyler söyledi. O dersin ilk kısmını mevzumuzla alakalı olarak, daima müsbet hareket etmek, menfi harekete tevessül etmemek hakkındaki beyanatını aynen arz ediyorum:
(Umum Nur talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir.)
“Aziz kardeşlerim,
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ılâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i ılâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.
“Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i ılâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.
“Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
“Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى düsturu ile ki, bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz. ışte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturuyla vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i ıslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i ılâhiyeye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.
“Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, ‘Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir’ deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’an’dan ders almışım.
“Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.
“Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. ışte bu gibi hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.
“Demek Risale-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi, ıslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye, bu Kur’an’ın kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.
“Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan-bazan men olduğum gibi-men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, “ehvenüşşer” deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil... Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha “âzamüşşer”den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.
“Hem dahildeki cihad-ı mânevî, mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır. Onun için, ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok...
“Meselâ, bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de, tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azaplarına mukabil, o biçarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere mâruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki, وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvâya hakları yoktur.
“Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: ‘Bu müdde-i umumînin kızıdır.’ O mâsumun hâtırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur’un, o mucize-i mâneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp etti.”
Afyon hapishanesinde Bediüzzaman Hazretlerine işkence ettiren Afyon Savcısına beddua edeceği anda 3 yaşındaki çocuğunu görüp bedduadan vazgeçme hadisesinde, o anda orada bulunan Sabri Halıcı Ağabeyimiz o vakıayı şöyle anlatmıştır:
“Kışın en şiddetli zamanında Bediüzzaman Hazretlerini camları kırık büyük bir koğuşa koyarlar. Dışarıda dondurucu soğuk ve kar, koğuşun içi de çok soğuk. Yer ıslak, beton bir sandalye, bir battaniye de vermemişler. Üstad abdest almış, abdest aldığı su donmuş. Gezinmiş gezinmiş oturacak yer yok. ıçeriye girdiğim zaman yorulmuş, ayakları üzerine çömelmiş vaziyette gördüm. Üstad dedi ki: ‘Savcı burada soğukta donayım öleyim diye bu işkenceyi bana yaptırıyor. Artık canıma tak etti. Ona beddua edeceğim.’ Beddua için elini kaldırırken koğuşun dışında Savcının oturduğu lojmanın penceresinde 3 yaşındaki kız çocuğu göründü. Üstad sordu: ‘Bu çocuk kimin?’ Cevaben, ‘Savcının çocuğudur’ deyince, Üstad ellerini indirdi, ‘Bu çocuk babama bir şey oldu deyip ağlamasın diye ben de bedduadan vazgeçtim’ dediler.”
Said Özdemir
(Bu makale, Said Özdemir Ağabey tarafından, 7. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumunda tebliğ olarak sunulmuştur.)
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-