Giriş yapmadınız.

1

09.09.2005, 14:42

İslam ve şiddet,Risale-i Nur Perspektifi...

ıSLAM VE şıDDET, RıSALE-ı NUR PERSPEKTıFı...

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, hayatının son otuz senesi hapis, sür­gün, işkence, hücre hapsi, daimi gözetim ve sıkıntı içinde geçtiği halde, hiç­bir şekilde emniyet ve asayişi bozacak bir hadiseye ve şiddete sebep olacak bir harekete tevessül etmemiştir. Milyonlarca Nur Talebelerinden de hiçbiri milletin emniyet ve huzurunu bozacak bir olay, bir şiddet çıkarmamıştır.

Bunu te’yiden, Üstad ile beraber geçen bir vakıanın canlı bir şahidi olarak şunları arz etmek isterim:

1958’de Risale-i Nur’un neşrinden dolayı ızmir’de rahmetli Atıf Ural’la birlikte bir mahkememiz vardı. ızmir’den mahkemeden dönerken, sabah na­mazından evvel Bediüzzaman Hazretlerinin bulunduğu eve uğradık. Ta ki onu ziyaret edip, duasını alıp, sonra Ankara’ya gidelim.

Sabah namazından sonra yanındaki talebelerle Risale-i Nur dersi yapı­yorlardı. Biz de o derse iştirak ettik. Dersten sonra bana dedi ki: “Said, yarın seninle beraber Ankara’ya gideceğiz.” Ben sevindim, “Hay hay gidelim Üs­tadım” dedim. Bu gitme arzusunu bir iki defa tekrar etti.

Vakit daha erkendi. Biraz yatıp kalktıktan sonra kardeşlere, “Arabayı ha­zırlayın, Zübeyir’i de alalım mı?” dediler. “Siz bilirsiniz” dedim. Arabanın ön tarafına şoför Hüsnü kardeşle ben ve Atıf bindik. Üstad ile Zübeyir Ağa­bey arka tarafa bindiler.

Konya yolu ile Ankara’ya gidecektik. Yolda Üstad Hazretleri hatıralar an­latıyordu. Eğirdir’den geçerken uzaktan Barla göründü. Üstad eliyle işaret ederek, “ışte Barla! Ben orada sekiz sene kaldım, Risale-i Nurlar orada doğdu” dediler ve hayatından bazı hatıralar anlattılar.

Yolda müsait bir yerde mola verdik. Üstad abdest aldı. Abdest almasına yar­dım ettim. “Konya’da benimle görüşmek isteyenlerle benim bedelime sen gö­rüşürsün” dediler. Fakat nasıl olmuşsa bilmiyoruz. Emniyet bizim Konya yo­luyla Ankara’ya gideceğimizi öğrenmiş. Konya halkı da emniyetten Be­di­üz­zaman’ın Konya’ya geleceğini duymuş. Binden fazla insan Üstad Hazret­le­ri­ni ziyaret için Mevlana Hazretlerinin meydanına dolmuşlar.

Atlı polislerle kalabalığı meydanın kenarlarında durduruyorlardı. Bizim böyle bir kalabalıktan haberimiz yoktu. Bulunduğumuz taksi, meydanın orta­sına geldi, durdu. Üstad’ın taksisini görünce polis kordonundan kırk-elli kişi kurtularak Üstad’ın elini öpmek için taksinin üstünü bulut gibi kapladılar. Üstad bana, “Kardeşim, konuş” dedi. O kadar kalabalık geldi ki, “Üstadım kiminle konuşayım?” dedim.

Üstadın kardeşi Abdülmecid gelmişti. Onunla selamlaştılar. Polisler tak­sinin yanına gelenlere coplarla giriştiler. Onları dağıttıktan sonra bize giriş­tiler. Bizi de coplayıp taksinin içinden çıkardılar. Zübeyir Ağabeyi cipe bin­dirip götürdüler. şoför Hüsnü kardeşle Atıf kardeşi de tartakladılar. Ben elle­rinden kaçtım, beni dövemediler.

Bir ara baktım Üstad arabada yalnız, onun yanına yanaşamıyorlar. Üstad polisleri çağırdı. Saati gösterip, “Öğle namazı vakti gelmiş namaz kılacağım” de­di. Polisler, “Buyurun kılın” dediler. Ben hemen koşup koluna girdim. Mey­danın kenarındaki Selimiye Camiine girdik. Öğlen namazını kıldık. Ca­mi­den çıktık.

Üstad Hazretleri polislere dedi ki: “Mevlana Hazretlerini ziyaret edece­ğim.” Polisler, “Bugün kapalı” dediler. Mevlana Müzesi Müdürü Mehmet Önder o anda oradaymış. Polislere cevaben dedi ki: “O vazife bana ait, ben ona hususi olarak açacağım.”

Üstad, “Yalnız gireyim, kimse gelmesin” dediyse de halktan bazıları ve sivil polisler girmeye başlayınca, biz de arkasından girdik. Üstad on - on beş adım gitti. Sağda kabirler vardı, kıbleye döndü, ellerini kaldırdı. Dua ediyor, gözlerinden yaşlar akıyor ve ağlıyordu. Neye ağladığını bilemedik.

Herhalde halkın ve talebelerinin coplanmasından çok üzülmüştü. ıste­seydi bir işaretle binlerce insan polisleri linç edebilirdi. Fakat hiçbir zaman şiddetli bir hadise çıkarmaya taraftar olmadığı için ve böyle bir hadise olsa masumlar da zarar göreceği için, böyle şiddetli olaya tevessül etmedi.

Koluna girdim, müzeden çıktık. Müzenin bahçe kısmında çıkış kapısının yanında polisleri ve bir komiseri gördü. “Komisere senin ismin ne?” dedi. Komiser, “Kemal” dedi.

“Gel sana birkaç şey söyleyeceğim” dedi. Komiser, “Gelemem, bana pro­paganda edeceksiniz” diye cevap verdi. Üstad, “Propagandalık iş yok” dedi. Orada başka bir polis gördü, onu çağırdı, “Gel” dedi. Ona dedi ki:

“Kardeşim sizin bu yaptığınız tedbire teşekkür ederim. Yani halklara elimi öptürmediğiniz için teşekkür ediyorum. Elimi öptürmek bana azaptır. şunu iyi bilin ki, bu memleketin emniyet ve asayişini koruyan biziz. Her fer­din kalbine manevi bir yasakçı, manevi bir polis bırakmak suretiyle onu suç­lardan önlüyoruz. Siz suçlar meydana geldikten sonra işe karışıyorsunuz. Eğer bu memleketin emniyet ve asayişine bin savcı kadar, bin emniyet mü­dürü kadar hizmet etmemiş isem Allah beni kahretsin. Ben Eskişehir Hapis­hanesinde 11 ay, Denizli Hapishanesinde 9 ay 10 gün, Afyon Hapishanesinde 20 ay hapis yattım. Bu hapishanelerde yatan mahpusların hepsi ıslah oldular. Eski suçlu hayatlarını bıraktılar. Güzel ahlâklı insanlık sıfatını giydiler.”
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

2

09.09.2005, 14:43

Hatta Denizli Hapishanesinde üç-dört adam öldüren bir katil, Kur’an ha­kikatlerini okuduktan sonra ıslah-ı hal etmiş, bir tahta kurusu alıp Üstad’a gelmiş, “Üstad’ım bu tahta kurusunu öldürmek suç olur mu? Günah olur mu?” diye sormuş.

Evvelce dört beş adam öldürmüş, hiç günahtır suçtur düşünmemiş, fakat Kur’an nurları kalbine girince Allah korkusu, ahirette hesap verme duygusu ruh ve kalbine hakim olunca, bir tahta kurusunu öldüremiyor. Bunun evvelki hali mi memlekete millete faydalı, ikinci hali mi? Elbette ki ikinci hali memleketin milletin istediği haldir.

Her bir hapiste iken Ankara’dan müfettişler gelip hapishaneyi kontrol edip rapor yazıyorlardı. Eğer inanmıyorsanız o zamanlarda gelen müfettişle­rin ceza işleri genel müdürlüğündeki raporlarına bakılsın. Bu durumlar gö­rülecektir.

Üstad kendisine gelen polise bu durumları anlattıktan sonra dedi ki: “Siz bizim vazife arkadaşımızsınız, biz sizin vazife arkadaşınızız, yabancı değiliz. Polis arkadaşlarına selam söyle. Bize düşman nazarıyla bakmasınlar. Biz si­zin dostunuzuz, siz bizim kardeşlerimizsin.”

Sonra bana döndü dedi ki: “Said, seninle Ankara’ya gidecektik, fakat bu hadiseler gösterdi ki, benim düşündüğüm hal daha gelmemiş. Ben şimdi Emirdağı’na dönüyorum, siz de Ankara’ya gidiniz.”

Bediüzzaman Hazretlerinin burada ifade ettiği masum ve mazlumların za­rar görmemesi için emniyet ve asayişi bozmamak hususu, Risale-i Nurların bir çok kitaplarında mevcuttur. Mesela, Lem’alar’ın 402’inci sahifesinde, Ri­sale-i Nur Talebelerinin, iman-ı tahkiki kuvveti ile bu vatanın her tarafında anarşistliği durdurduğunu, umumi emniyeti ve asayişi muhafaza ve yirmi se­nedir memleketin her tarafındaki Nur Talebelerinin hiçbirisinin emniyeti ih­lale dair bir vukuatlarının bulunmadığını ve hatta insaflı bir kısım zabıta memurlarının, “Nur Talebesi manevi bir zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar, iman-ı tahkiki ile Nur’u okuyan her adamın kafasına bir yasakçı bırakıyor, emniyeti temine çalışıyorlar” dedikleri ifade edilmektedir.

Aynı zamanda şualar’ın 282’nci sahifesinde, Risale-i Nur’un gerçi siya­setle alakası yoktur, fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esası ile bozar, reddeder. Em­niyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesidir, denilmektedir.
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

3

09.09.2005, 14:44

Beşer tarihinin ilk zamanlarında çapulcu, asi, azgın kavimler Asya ve Av­rupa’yı tarumar edip mahvettiği gibi, ahirzamanda da büyük Deccalın ahlakta ve hayatta hürmet, merhamet ve itaatin nurani zincirlerini kırarak dehşetli bir anarşistliğe meydan açacağını Bediüzzaman Hazretleri, şualar kitabının 464, 467 ve 468’inci sahifelerinde şöyle beyan etmektedir:

“...Kur’an’ın lisan-i semâvîsinde Ye’cüc ve Me’cüc namı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin’den bir kısım başka kabile­leri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa’yı hercümerc ettikleri gibi, ge­lecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir. Hattâ şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardan­dır.

“Evet, ihtilâl-i Fransevîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tah­rip ettiğinden, aşıladığı fikir, bilâhare bolşevikliğe inkılâp etti. Ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, el­bette, ektikleri tohumlar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan anarşistlik mah­sulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir; daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri ise, hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler ola­cak.

“...Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe’ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, Süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsiz­liğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikme­tiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a’lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek, dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak.

“...Büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle şeriat-ı ıseviyenin ahkâ­mını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bo­zarak anarşistliğe ve Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder. Ve ıslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zapt altına alınamaz.”

Bediüzzaman Hazretleri bu millet ve vatanın içtimaî ve siyasî hayatını anarşilikten kurtarmanın çaresini Kastamonu Lahikası’nın 272’nci sahifesinde şu şekilde beyan etmektedir:

“Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için, beş esas lâzım ve zarurî­dir. Birincisi merhamet, ikincisi hürmet, üçüncüsü emniyet, dördüncüsü ha­ram ve helâlı bilip haramdan çekilmek, beşincisi serseriliği bırakıp itaat et­melidir.

“ışte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip, hem âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risale-i Nur’a ilişenler kat’iyen bilsinler ki, onların ilişmesi, anarşilik hesabına, vatan ve millete ve asâyişe düşmanlıktır.”

Risale-i Nur’un bu memleket evlatlarına en büyük faidesini ve hizmetini ve onları iki büyük tehlikeden kurtardığını Tarihçe-i Hayatın 447 ve 470’inci sahifelerinde şöyle ifade etmektedir:

“Evet, efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi rıza-yı ılâhî ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferitten kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtinin biçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip ıslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.

“Evet, eski terbiye-i ıslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anât-ı milliye ve ıslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmâreye tâbi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çare ta­harrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraş­maktan kat’iyen men’ ettiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakirtlerini, bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.

“Biz, Risale-i Nur’la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlike­sini def etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen ispat etmişiz.

“Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir sûrette girmeye ça­lışan anarşiliğe karşı sed çekmek.

“ıkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çe­virmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.”
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

4

09.09.2005, 14:45

Bediüzzaman Hazretleri bize verdiği derslerde, “Bir ferdin hakkı veya ha­ya­tı bir cemiyet için feda edilemez” diyordu.

Malumunuz iki çeşit adalet var.

Birincisi: Adalet-i mahza, yani mutlak adalet.

ıkincisi: Adalet-i izafiye, yani nisbi adalet.

Üstad bunu On Beşinci Mektup’ta şöyle izah etmektedir:

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّم&#161 4;ا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا

“Âyetin mânâ-yı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, bü­yük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunma­dan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

“Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yap­maya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.”

ışte Bediüzzaman Hazretleri de daima, mutlak adaleti tatbik cihetine git­miştir. Onu kızdırıp ta bir olay çıkarması için tahrik, tazyik etmişlerdir, hatta hakaret etmişlerdir, ta ki kızsın bir olay çıkarsın ve o olay bahanesiyle onu ve talebelerini imha etsinler. O ise o fırsatı onlara vermemiş, ta ki bir olayda bir masum dahi zarar görmesin. Çünkü mutlak adalette bir masum bir cemaat için feda edilmez.

Buna bir misal olarak şahit olduğum Bediüzzaman Hazretlerinin An­kara’ya polislerce sokulmama hadisesini arz edeyim:

Bediüzzaman Hazretleri 1959’da iki defa Ankara’ya geldiler. Birinci gel­diğinde Denizciler Caddesinde Beyrut Palas’ta üç gün kaldılar. Milletvekil­leri kafile kafile gelip Üstad ile görüşüyorlardı. Memleket ve âlem-i ıslâm çapında mühim meseleler konuşuluyordu. Kısa bir müddet sonra ıstanbul’a gittiler. Orada da birkaç gün kaldılar. Bir müddet sonra da tekrar Ankara’ya geldiler. Bahçelievler’de bir ev tuttuk. Orada da birkaç gün kaldılar.

Bu Ankara ve ıstanbul gezilerinde bütün gazeteler, adeta Üstad’a kilit­lendi. Hep Üstad’dan, Risale-i Nur’dan ve Bediüzzaman’dan bahsediyor­lardı. Memlekette adeta Nur havası esmeye başladı. Bu hal muhalefet lideri ınönü’nün işine gelmedi. “Menderes Said Nursî’yi seçim propagandası için gezdiriyor” diye beyanat vermeye başladı. Bu beyanattan Menderes korktu ve Ankara Emniyetine emir verdi: “Bediüzzaman bir daha Ankara’ya gelme­sin. Gelirse Ankara’ya sokmayın.” Bu emirden bizim de Üstadın da haberi yoktu.

Bir gün Üstad Emirdağı’ndan çıkıp Ankara’ya doğru geliyor. Polisler ha­ber alıyorlar. Biz Ulus’taki dershanede sabah namazından sonra yatmıştık. Polisler bizim dershaneyi bastılar. “Kalın giyinin, sizi götüreceğiz” dediler. Giyindik. 15 kişi kadar vardık. Bizi şimdi ısmet Paşa Mahallesindeki kara­kolun (eskiden Birinci şube idi) en üst odasına kilitlediler, gittiler. Meğerse Üstad’ın Ankara’ya geleceğini duymuşlar. Aldıkları emre göre Ankara’ya sokmayacaklar, bizler karşılamaya gideceğiz, Ankara’ya girsin diyeceğiz, onlar bırakmayacaklar. Böyle bir durum olmasın diye daha evvel bizi bir yere hapsetmekle bizi saf dışı etmiş oluyorlar.

Üstad, kardeşlerle birlikte taksiyle Gölbaşı’na geliyor. Ankara Emniyet Müdürü Niyazi Bilicioğlu, Üstad’ın Ankara’ya girmemesi için arabasını ters çeviriyor, yolu kapatıyor. Üstad’ı durduruyorlar. “Ankara’ya girmeyeceksi­niz” diyorlar. Üstad, “Ben mevkuf değilim, hapis değilim, gıyabi tevkifim yok, şu anda sizin kanunlarınıza göre bütün Türkiye’yi gezebilirim” diyor. Polisler, “Kusura bakmayınız, Menderes’in emridir” deyince Üstad, “Kar­deşlerim bu gayr-ı kanuni bir emirdir. Ben sizi dinlemiyorum. Emrinizi de hükümetinizi de.” Polisler, “Efendim biz emir kuluyuz” diyorlar.

Üstad polislere, “Kardeşlerim, ben 28 senedir hapis, işkence, sürgün ve hakaret gördüm, çok tahrik ettiler, hiddete getirip bir hadise çıkarmak istedi­ler. O hadisede masumlar da zarar görebilir. Halbuki bir kimsenin hatasından dolayı başkasına zarar verilemez. Bu hüküm Allah’ın kat’î bir emridir. Bir hadise çıkarsak, o hadisede masumlar ve mazlumlar da zarar görebilirler. Halbuki Kur’an tutan bir el bir masuma zarar veremez. Onun için biz 28 se­nedir zulüm ve işkence gördüğümüz halde, emniyet ve asayişi bozacak, ma­sumlara da zarar verecek bir harekete sebebiyet vermedik. Yoksa benim fe­dai talebelerim var. Eğer onlara emir etsem, kendilerini feda ederler, buradan geçeriz, fakat iş büyür. Masum ve mazlumlar da zarar görebilirler. Buna hiç­bir hakkımız yok. Cenab-ı Hak da masumlara zarar vermeyin diye kat’î em­rediyor. Onun için Ankara’ya girmeyeceğiz, fakat sizin için de iyi olmaya­cak” diyor ve geri dönüyorlar. Polisler onları Polatlı’ya kadar takip ediyorlar
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

5

09.09.2005, 14:46

Üstad Hazretleri vefatından evvel 1959 tarihinde Ankara’ya ilk defa gel­diğinde, en önde hizmet eden talebelerini Beyrut Palas’ta topladı. Onlara verdiği son derste çok mühim şeyler söyledi. O dersin ilk kısmını mevzumuzla alakalı olarak, daima müsbet hareket etmek, menfi harekete te­vessül etmemek hakkındaki beyanatını aynen arz ediyorum:

(Umum Nur talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir.)

“Aziz kardeşlerim,

“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ılâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i ılâhiyeye karışma­maktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

“Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve ter­zile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların sualle­rine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tav­rım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i ılâhiyeye karışma­mak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çe­kenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

“Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi et­medim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahriba­tına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

“Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى düsturu ile ki, bir câni yüzünden onun kar­deşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz. ışte bunun içindir ki, bütün ha­yatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturuyla vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i ıslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i ılâhiyeye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yap­makla mecbur ve mükellefiz.

“Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, ‘Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir’ deyip ihlâs ile ha­reket etmeyi Kur’an’dan ders almışım.

“Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla ha­reket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. şimdi mil­yonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.

“Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. ışte bu gibi hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.

“Demek Risale-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi, ıslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye, bu Kur’an’ın kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.

“Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veya­hut bütün bütün konuşmaktan-bazan men olduğum gibi-men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, “ehvenüşşer” deyip bazı biçare yan­lışçıların hatâlarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Men­­fî hareket vazifemiz değil... Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz. Ma­dem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaade­kâr­dır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha “âzamüşşer”den kur­tulmak için, on­la­­ra zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.

“Hem dahildeki cihad-ı mânevî, mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır. Onun için, ehl-i siyasete karışmadı­ğımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok...

“Meselâ, bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz se­nede hapisler de, tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azapla­rına mukabil, o biçarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere mâruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki, وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvâya hakları yoktur.

“Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç ya­şındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: ‘Bu müdde-i umumînin kızıdır.’ O mâsumun hâtırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmet­ler, o Risale-i Nur’un, o mucize-i mâneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp etti.”

Afyon hapishanesinde Bediüzzaman Hazretlerine işkence ettiren Afyon Sav­cısına beddua edeceği anda 3 yaşındaki çocuğunu görüp bedduadan vaz­geç­me hadisesinde, o anda orada bulunan Sabri Halıcı Ağabeyimiz o vakıayı şöy­le anlatmıştır:

“Kışın en şiddetli zamanında Bediüzzaman Hazretlerini camları kırık bü­yük bir koğuşa koyarlar. Dışarıda dondurucu soğuk ve kar, koğuşun içi de çok soğuk. Yer ıslak, beton bir sandalye, bir battaniye de vermemişler. Üstad abdest almış, abdest aldığı su donmuş. Gezinmiş gezinmiş oturacak yer yok. ıçeriye girdiğim zaman yorulmuş, ayakları üzerine çömelmiş vaziyette gör­düm. Üstad dedi ki: ‘Savcı burada soğukta donayım öleyim diye bu işkenceyi ba­na yaptırıyor. Artık canıma tak etti. Ona beddua edeceğim.’ Beddua için eli­ni kaldırırken koğuşun dışında Savcının oturduğu lojmanın penceresinde 3 ya­şındaki kız çocuğu göründü. Üstad sordu: ‘Bu çocuk kimin?’ Cevaben, ‘Sav­cının çocuğudur’ deyince, Üstad ellerini indirdi, ‘Bu çocuk babama bir şey oldu deyip ağlamasın diye ben de bedduadan vazgeçtim’ dediler.”


Said Özdemir

(Bu makale, Said Özdemir Ağabey tarafından, 7. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumunda tebliğ olarak sunulmuştur.)
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir