Başından alıntı yapalım:
ı’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân’ın hak ve hakikat olduğuna en sâdık deliller:
1. Tevhidin bütün iktizâlarını ve lâzımlarını mertebeleriyle muhafaza etmesidir.
2 . Esmâ-i Hüsnânın tenasüp ve iktizası üzerine hakaik-i âliye-i ılâhiyedeki muvazeneyi müraat etmesidir.
3.
Rububiyet ve ulûhiyete âit şuûnatı kemâl-i muvazeneyle cem etmesidir.
Kur’ân’ın bu hâsiyeti beşerin eserlerinde bulunmadığı gibi, melekût cihetine geçen evliya ve sair büyüklerin netaic-i fikirlerinde de bulunamamıştır. Ve eşyanın bâtınına dalmış olan ışrâkiyun ve âlem-i gayba nüfuz eden Rûhâniyun dahi Kur’ân’ın bu hâsiyetini bulamamışlardır. Zira onların nazarları mukayyet olduğundan, hakikat-i mutlakayı ihata edemez. Bunlar ancak hakikatin bir tarafını bulur ve ifrat-tefritle tasarrufa başlarlar. Bunun için tenasübü bozup muvazeneyi ihlâl ediyorlar.
Meselâ, envâ-ı cevâhiri hâvi ziynetli ve kıymetli bir defineyi keşfetmek için birkaç adam denizin dibine dalarlar. Denizin dibinde araştırma yaparken birisinin eline uzunca bir parça elmas geçer. Definenin müştemilâtını tamamen bu gibi elmaslardan ibaret olduğuna hükmeder. Sonra arkadaşlarından başka çeşit cevherin bahsini işittiğinde, onların buldukları cevâhirin kendi bulduğu elmasın nakışları olduklarını tahayyül eder. Diğeri kürevî bir yakutu bulur. Öteki arkadaşı da başka bir çeşidini buluyor. Ve hâkezâ, herbirisi definenin esas müştemilâtı kendi bulduğu çeşitten ibaret olduğunu ve arkadaşlarının buldukları çeşitler de definenin zevâid ve teferruatından olduğunu itikad eder. Mesele bu şekle girmekle muvazene kayıp ve tenâsüp zâil olur. Sonra meselenin hakikatini keşif ve izah için tevilât ve tekellüfata başlarlar. Hattâ definenin inkârına bile zehab eden olur.
Evet, Sünnet-i Seniyeyle muvazene yapılmazdan evvel, hemen meşhudatına itimad eden ışrâkiyunla mutasavvifenin eserlerini teemmül eden zatlar, şu söylediğime hak verir, bilâ-tereddüt kabul ederler.
Arkadaş! Kur’ân da o defineyi keşfetmek için o denize dalmıştır. Fakat Kur’ân’ın gözü açık olduğundan, defineyi tamamıyla ihatayla görmüştür. Ve hakikate uygun bir tarzda tenasüp ve muvazeneye riayet ederek kemal-i intizam ve ıttıradla hakikatı izhar etmiştir.
Arkadaş! Nev-i beşerde envâen dalâlete düşen fırkaların sebeb-i dalâletleri, imamlarının kusurudur. Evet, imamları bâtından bahsetmişlerse de, meşhudatlarına itimad ve iktifa ederek esnâ-i tarikten dönmüşlerdir. Ve
kavline mâsadak olmuşlardır.
Evet, Sünnet-i Seniyeyle muvazene yapılmazdan evvel, hemen meşhudatına itimad eden ışrâkiyunla mutasavvifenin eserlerini teemmül eden zatlar,
Burada, ışrakiyyun olarak bahsedilen, akılları ermediği ve keşifleri yetmediği ve hakikatleri ihata edemediklerinden dolayı, akl-ı evvel gibi bir felsefeyi savunan, Allah'a acizlik isnad edip , esbap ile Allah'a şirk koşan bir grup feylesoflardır.
Üstad, Allah'ı bize anlatan 3'ten bahseder, Kur'an, Kainat Kitab-ı Kebîri, Hz.Peygamber aleyhissalatu vesselâm. ışte bu kısım feylesoflar, Kainat Kitab-ı Kebîrini yanlış okuyarak dalalete düşmüşler, Kur'an ve Hz.Peygamberi a.s.m. dinlememişler. Kainatı müşahede etmişler, ama yanlış müşahede etmişler, bu müşahedelerine de hemen itimad ettiklerinden, hataya düşmüşler.
Yukarıda bahsi geçtiği üzere, Üstad
Rububiyet ve ulûhiyete âit şuûnatı kemâl-i muvazeneyle cem etmesidir.
diyerek onların neyden mahrum olduklarını, Kur'an'ın nasıl bir özelliği olduğunu ifade ediyor.
Ayrıca, ışrakiyyundan başka, mutasavvıfların eserlerini okuyarak dalalete düşenlerden bahsediyor Üstad. Muhyiddin-i Arabi de "Bizden olmayanlara, kitaplarımızı mütaleâ etmek haramdır." demiştir.
Bu başlık altında risaledeki malum yer alıntı yapılmıştı: "Münekkidler, Muhyiddin B. Arabi'yi Tenkidde Haklı Mıdırlar?"
Üstad devam ediyor
" şu söylediğime hak verir, bilâ-tereddüt kabul ederler."
şu kısma dikkat edelim:
"Arkadaş! Kur’ân da o defineyi keşfetmek için o denize dalmıştır. Fakat Kur’ân’ın gözü açık olduğundan, defineyi tamamıyla ihatayla görmüştür. Ve hakikate uygun bir tarzda tenasüp ve muvazeneye riayet ederek kemal-i intizam ve ıttıradla hakikatı izhar etmiştir."
Sonra devam ediyor:
Nev-i beşerde envâen dalâlete düşen fırkaların sebeb-i dalâletleri, imamlarının kusurudur. Evet, imamları bâtından bahsetmişlerse de, meşhudatlarına itimad ve iktifa ederek esnâ-i tarikten dönmüşlerdir.
Yani, o imamlar, o önderler, kendi meşhudatlarını, yani kendilerince gördükleri batını anlatmışlar, ona çok itimad etmişler, esna-i
اسنى tarikten, yani parlak yoldan, yani Kur'an yolundan dönmüşler, bizim keşfimiz bize kâfidir diyerek dalalete düşmüşler ve
"Bir şeyi muhafaza ettin ama, bir çok şeyi kaybettin." sözünün kendileri için söylendiği zatlar olmuşlar.