S: Üstad "Meyve Risâlesi" için "Bu risale, Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki Cuma gününün mahsulüdür" diyor. O günleri hatırlıyor musunuz?
C: Hatırlamaz olur muyum... O harika risâle Cuma günleri telif edildiği gibi, Üstad'ın Denizli hapsine girişi de yine bir Cuma gününe tevâfuk etti.
S: Risâlenin telifi ile çoğaltılması hadisesi nasıl oldu? Sanırım bu hizmetlerin çoğu Denizli Hapishanesinde yapıldı.
C: Doğrudur. Telif de, tashih de, istinsahlar da bizim hapishanemizde gerçekleşti. Tabiî, Üstad'ın telif edip yazdıklarını bize ulaştırması hiç de kolay olmadı. Yanında kâğıt, kalem, mürekkep gibi şeylerin bulunmasına müsaade edilmiyor.
Esasen, bütün bunların hapishaneye sokulmasına da yasak getirildi. Herşeyi gizliden getirtiyorduk. Benim hep param vardı, hem de kâğıt, mürekkep gibi levâzımatı temin etme imkânına sahiptim. Gardiyanları, meydan ağalarını mecbur ediyordum. Getireceksiniz bunları diyordum. Onlar da gizliden getirip bana veriyorlardı.
Asıl sıkıntı, yazılan bahislerin Üstad'dan koğuşlara, yani elimize ulaştırılmasıydı. Gerisi kolaydı. Hattı olan herkes birbirine yardım ederek yazıyor, bu suretle risâleleri çoğaltıyorduk.
Mahkûmlardan bir tek kişi, gidip de şikâyette bulunmadı.
Zamanla öyle oldu ki, okuması-yazması olan bütün mahkûmlar, bu risâleyi ya okuyarak, ya da yazarak hizmete iştirak ettiler.
Ardından sıra geldi, hapishane dışına hizmet sunmaya. Hamdolsun, onu da yapmaya muvaffak olduk. Hasan Feyzi Efendiler falan devreye girdi ve Denizli'de hizmet kök tutarak yaygınlaştı.
S: Üstad, "şeyh Süleyman" isminde bir şahsın, orada Nur'un hizmetine zarar verdiğinden bahsediyor. Bu hadise hakkında bilginiz var mı?
C: Bir gün Üstad'ın mahrem yazılmış bir pusulasını gördüm. Halis talebelerine diyordu ki: "Üç Süleyman'dan Beylerbeyli Süleyman'a itimad edin, hususî mahrem meselelerinizi onunla görüşün, konuşun..."
Pusulayı okuduğumda hayrette kalmıştım. Çünkü, benden başka hapishanede iki Süleyman daha vardı, onları da başka sebepten getirmişlerdi. Birine evet "şeyh Süleyman", diğerine de "Hoca Süleyman" diyorlardı.
Üstad'ın pusuladaki notunu görünce, kendi kendime dedim ki: "Diğer Süleymanlardan biri şeyh, biri de hoca; ben ise, daha doğru dürüst namaz kılmasını dahi bilmiyorum. Üstad, acaba neden onlara değil de, bana itimat edilmesini istiyor?"
Sonra da şöyle düşündüm: "ıbadetteki eksiklerime rağmen, ben Üstad'a karşı son derece samimî ve dürüst davrandım.
Hiç ikili oynamadım. Demek ki, bu noktada diğer iki Süleyman'da bir yamukluk, bir ikiyüzlülük var..."
Bu düşünceden hareketle, diğer iki adaşımı takibe aldım. Ve hakikaten gördüm ki, adamlar ikili oynuyorlar. Hem Üstad'la dost geçiniyorlar, hem de Üstad'ın düşmanlarına her türlü mâlumatı veriyorlar. Kendilerini idareye beğendirme zilletine düşürerek, Üstad'a ve onun hizmetine de büyük zarar veriyorlar.
Anladım ki, Üstad dürüstlüğe son derece ehemmiyet veriyor. Ben Üstad'a dost olduktan sonra, onun dostunu dost, düşmanını da düşman bildim.
Benim tahminim, Üstad'ın hapishanedeki şiddetli zehirlenme hadisesinde, bu Süleymanlardan birini kullandılar, ondan istifade ettiler. Üstad, ölüm derecesine geldi, o zehirden.
Sonra, merhum Hafız Ali, kendini Üstad'ına fedâ etti. Kıldırmış olduğu namazın ardındaki duâ kısmında, cemaate de "âmin" dedirterek, Üstad yerine kendisinin ölmesini Cenâb-ı Hak'tan duâ etti, niyaz etti.
O ândan itibaren de, Üstad iyileşmeye ve Hafız Ali fenâlaşmaya başladı. Birkaç gün sonra da "ilim şehidi" olarak Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Yarın: Yıllar sonra başı sıkışan Süleyman Hünkâr'ın, Üstad'ı arayıp bulması ve ziyaretine gitmesi.
Tarihin Yorumu
şehit teğmen şahin Bey
28 Mart 1920: Fransız işgal kuvvetlerine karşı sürdürülen “Antep müdafaası”nda, Kilis-Antep yolunu kahramanca kapatmayı başaran Teğmen şahin (Mehmed Said), işgal kuvvetleriyle giriştiği çarpışma sonucu şehid oldu.
Genç yaşında şehid olan şahin Bey için, halk arasında söylenen çok yanık türküler, hüzünlü ağıtlar var.
ışte onlardan bir örnek:
şahin'i sorarsan, otuz yaşında
Süngüyle delindi köprü başında.
Çeteler toplanmış ağlar başında.
Uyan şahin uyan, gör neler oldu.
Sevgili Ayıntab'a Fransız doldu.
28.03.2005
E-Posta: latif@yeniasya.com.tr
[Kaynak
M. Latif SALıHOğLU
Çaresizlik içinde Üstad'ı aradım
S: Süleyman Ağabey, Üstad'ın Denizli hapsi müddeti ne kadar sürdü?
C: Üstad ve talebeleri, Denizli hapsinde dokuz ay kaldılar. Bu müddet zarfında, tam on iki kez mahkemeye çıkarıldılar. 12. celsede hepsi beraet edip çıktılar (15 Haziran 1944), gittiler.
S: Beraetten sonra Üstad Denizli'den ayrıldı mı?
C: Hayır ayrılmadı, daha doğrusu ayrılamadı. Beraet ettiği halde, onu serbest bırakmadılar. Yani, ortada herhangi bir suç olmadığı halde, ceza devam ediyordu.
Ankara'dan, yani siyasî iktidardan yeni bir emir gelinceye kadar, Denizli'den ayrılmaması istendi. Üstad, iki-üç ay kadar daha kaldı. şehir Palas'taki bir odada ikamet ediyordu. Başta Hasan Feyzi olmak üzere, Denizli'de Nur'un hizmetine girmiş zatlar, gidip onu burada ziyaret ediyorlar, görüşüyorlardı.
O yıl sonbahara doğru Üstad'ı alıp Emirdağ'ına sürgün gönderdiler. Ama, orada da hiç rahat bırakmadılar.
S: Üstad'ın beraet edip hapishaneden ayrılmasına sevindiniz mi, yoksa üzüldünüz mü?
C: Her iki duyguyu da, olanca şiddetiyle yaşadık. Hem sevindik, hem de üzüldük. Beraet haberine, elbette ki çok sevindik. Ama, Üstad'tan ayrı düşmeye de o derece üzüldük ki, tarif edemem.
]S: Siz ne zaman hapisten çıktınız?
C: Benim cezam ağırdı. Üç kişiyi ağır şekilde yaralamaktan sabıkam kabarmıştı. Toplam 18 yıl hüküm giymiştim. Ama, Üstad giderken bizim için "ınşaallah siz de kurtulursunuz" demişti. Bir ümit bekliyorduk. 1950 senesinde Demokrat Parti iktidara gelince, umumî af ilan edildi, biz de bu vesileyle hapisten kurtulduk.
S: Çıktıktan sonra ne yaptınız?
C: Doğruca köyüme gittim. Köylülerimiz, hatta yakın akrabalarımız koyu Halk Partiliydi. Bu yüzden bana karşı tavırları çok hasmaneydi. "Bu Nurcudur, Demokrattır" diye kin tutuyorlardı.
Neyse, bir süre sonra evlendim. ıki oğlum oldu. Birinin ismini Mehmet Said koydum. Ardından, askere gittim. ızmit'te askerlik yapıyordum. Bir yıl sonra izne geldiğimde, her iki yavrumun da felç olduğunu gördüm. Gittiğimde sağlamdılar. Onları o halde görünce, adeta dünyam başıma yıkıldı. Hanıma sordum, "Ne oldu bunlara?" diye. O da "Aşıdan sonra böyle oldular" dedi.
S: Aşıdan dolayı neden felç olsunlar ki?
C: Meseleyi tahkik ettim. Köye aşı ekibi gelmiş. Bütün köy çocuklarına aşı yapmışlar. Sıra benim çocuklara gelince, onlara hiç acımadan zehir şırınga etmişler.
S: Neden böyle yaptılar, sebep neydi?
C: Sebep, benim de diğer akrabalarım gibi Halk Partili olmadığıma hükmetmeleri. O zamanlar iktidarda Demokrat Parti olmasına rağmen, bürokratların, memur kesiminin çoğu Halk Partiliydi. Halkçılar ise, Demokratlara, hele hele Nurculara karşı çok acımasızdı. Koyu düşmanlıkları vardı. Hatta yakın akrabalarım dahi bana düşman olmuşlardı.
S: Sana düşman olabilirler, ama bu mâsum çocuklardan ne istediler?
C: Bana karşı olan kin ve öfkelerini, maalesef bu çocuklardan çıkardılar. Aşı ekibine demişler ki: "Bu iki çocuğun babası Demokrattır, hatta Nurcudur." Onlar da, insanlıktan çıkarak o küçücük mâsumlara kıymışlar. Onlarla beraber, benim ve annelerinin de hayatını karartmış oldular.
şimdi, yaşı senden büyük bu iki çocuğum halen felçli ve halen de tedâvi görüyorlar, ilaç kullanıyorlar. Sağolsun, buradaki Yeni Asya temsilciliği bize sahip çıktı; kardeşler her türlü yardımı yapıyorlar. Allah razı olsun.
S: ızin süresi bitince tekrar askere gittiniz mi?
C: Hayır, gidemedim. Çocuklarımın acısı bana herşeyi unutturdu, adeta. Doktordu, ilâçtı, acıydı, hüzündü, derken, aradan haftalar geçmiş.
Bu arada iznim de bitmiş olduğundan, askeriyeden firarimin verilmiş olduğunu duydum. Hem ızmit'teki birliğim, hem Denizli Askerlik şubesinden arıyorlar. "Bu adam hem cinayetten sabıkalı, hem de Nurculukla bağlantılı; mutlaka sakıncalı bir iş peşinde" diye, her tarafta beni arıyorlar.
S: Peki, siz ne yaptınız bu durumda?
C: Firarim verilince, saklandım haliyle. Gündüz kimseye görünmemeye, eve de geceleri gelmeye başladım. Sıkıntım had safhadaydı.... Tabiî, bu böyle sürüp gidemezdi. Bir yol bulmak, bir hal çaresi bulmak gerekiyordu.
O dayanılmaz sıkıntılarla boğuşurken, birden hatırıma Üstad'ın yanına gitmek, çıkış yolunu ona danışmak fikri geldi.
S: Gidebildiniz mi ziyaretine?
C: Gittim, ama bu hiç de kolay olmadı. 1954 veya 55 senesiydi. Üstad'ın Isparta'da olduğunu öğrendim. Gizlilik içinde evinin olduğu yere kadar gittim. Kapıyı çaldım, iki talebesi çıktı: "Üstadımız hastadır, ziyaretçi kabul etmiyor" dediler.
Ben dedim ki, gidin Üstad'a "Denizli'den Beylerbeyili Süleyman gelmiş" deyin.
Yarın:
Üstad'la uzun bir görüşme yaptık;
yılların hasretini giderdik.
29.03.2005
E-Posta: latif@yeniasya.com.tr
Kaynak
Kırmızılı yeri okuyun, ne korkunç şey, Ya Rabbii! Bu kadar gaddarları......... La havle vela kuvvete illa billah... Belki; Süleyman, Nurcu Süleyman değil, eski Süleyman olsa, hem buna sebep olan köylüleri, hem de aşı memurlarını keserdi....
Allah'ım sen koru bizi mülhidlerin,müşriklerin, müfsidlerin, münafıkların ve cinni ve insi şeytanların şerrinden.... amin...
Ben olsam, böyle sakin olamazdım... Allah korusun...