Giriş yapmadınız.

1

25.03.2005, 23:59

Hapishanenin manevî havası değişti

M. Latif SALıHOğLU

Hapishanenin manevî havası değişti




S: Sizin Üstad Bediüzzaman ile münasebetiniz nasıl gelişti?

C: Benim Üstad'ı tanıdığım kadarından fazla, o da beni tanımıştı. ılk anda aramızda başlayan samimiyetlik havası, her geçen gün daha da gelişti. Bir vesileyle herhangi birimiz dışarı gidip gelirken, abdest almaya, yahut mahkeme için duruşmaya gidip gelirken, muhakkak birbirimizle selâmlaşırdık.

Aynı zamanda, koğuşlara dağıtılan Üstad'ın talebeleriyle de günden güne samimiyetimiz gelişti. Onları bir arada tutmadılar; kasten kısım kısım koğuşlara dağıttılar ki, hemen hepsi cinayetten sâbıkalı mahkûmlar, bu insanları ezsinler, dövsünler, icabında vurup öldürsünler...

Ama, gelişmeler öyle bekledikleri gibi olmadı; hatta tam tersi bir durum oldu. Üstad ve talebelerinin neşrettiği mânevî hava, 3–4 ayda bütün hapishaneyi tesir altına aldı.

S: Meselâ ne gibi değişiklikler oldu?

C: Çok şeyler değişti. Başta kendim dahil olmak üzere, mahkûmların hemen hiçbiri doğru dürüst namaz kılmıyordu. Çok kumar oynardık. Arkasından, kazananla kaybeden arasında kavga çıkardı. Aramızda çeteleşme, gruplaşma olurdu. Gizliden getirttiğimiz bıçaklarla birbirimize saldırırdık. Neredeyse iki ayda bir cenaze çıkardı hapishaneden. Yaralılar hariç, Üstad gelinceye kadar ben tam 18 cenaze saydım.

ışte, bu ilk 3–4 ay zarfında bunların tamamı değişti. Kumar oyunu kalktı, kavgalar bitti, namaza başlayanların sayısı hızla arttı. Hatta, ezan-kamet okumak veya tesbihat yapmak için, o câni adamlar birbiriyle yarışır duruma geldiler.

S: Mapushane dershaneye, medreseye döndü yani...

C: Evet, aynen öyle oldu. Üstad'ın gizli düşmanları, kendisinin ve talebelerinin öldürülmesini beklerken, cenazelerinin çıkması için el ovuştururlarken, hapishanemiz âdeta bir ibadethaneye döndü.

Üstad'ın hafız talebeleri vardı. Gönenli Mehmed Efendinin de aralarında bulunduğu bu hafızlar, hatırladığım kadarıyla yedi kişiydi. Üstad, gece gündüz Kur'ân okumalarını istemiş, onlar da sırayla okuyorlardı.

O zamanlar, dışarda ezan, Kur'ân okumak yasak olduğundan, Denizli'nin dindar insanları, bilhassa yaşlı kadınlar, bazan hapishane penceresine, ya da duvar çatlaklarına kulaklarını dayayarak, gözyaşları içinde hafızları dinlerlerdi. ıçlerindeki ezan, Kur'ân hasretini bu şekilde dindirmeye çalışırlardı.

Eskiden jandarmanın, polisin, gardiyanların yanlarına sokulmaktan korktukları azılı mahkûmlar, 3-4 kişiyi öldürmüş katiller, işte bu zaman zarfında tahtabitini dahi öldürmekten kaçınır oldular.

S: Böylelikle, hapishanenin eski vaziyetinden eser kalmadı.

C: Tamamıyla değişti. Tavırlar, yaşantılar gibi, sohbetlerin seyri de değişti, güzelleşti.

Mahkûmların sohbeti, hapishanenin gündemi, artık Üstad ve Risâle-i Nur'lar etrafında şekillenmeye başladı. Herkes bunları konuşuyor, başka şeylere kimse kulak asmıyordu.

S: Tahtabiti (tahtakurusu) çok muydu o zamanlar?

C: Haddinden fazla. Su azdı, temizlik hizmetleri yetersizdi. Tahtabitleri tavandan üstümüze âdeta yağmur gibi yağardı.

Mahkûmlar gece rahat uyuyamazdı. Uyumak için ağzı büzgülü torbalar içine girilir, öyle yatılırdı. Gündüz de, bu yataklar aynı torbalar içinde iple tavana asılırdı ki, içine böcek falan girmesin.

Üstad'ın tavsiyesinden sonra onları öldürmekten vazgeçtik, süpürgeyle toplayıp dışarı atardık.

Aslında, nisbeten rahat da ettik. Öldürülünce, etrafta ne kadar tahtabiti varsa, hepsi kan kokusuna hücûm edip gelirdi, her tarafımızı ısırmaya başlardı.

Üstad, "Tahtabiti sülâlesi ile aranızda kan dâvâsı açmayın; birini öldürseniz, üç yüz tanesi onun imdadına koşar gelir" derdi. Hakikaten de öyleydi.

S: O tahtabiti böcekleri Üstad'ı da ısırırlar mıydı?

C: Hayır, hiç duymadık. Üstad'ı ısırdıklarına, rahatsız ettiklerine şahit olmadık. Haa, tahtabitinin ısırmadığı Üstad'ın iki talebesi daha vardı: Biri Hafız Ali, diğer ise Mehmed Feyzi Efendiydi. Onları da ısırmazlardı. Yalnız, sabah namazı vakti girdiği andan itibaren, Mehmed Feyzi'yi ısırmaya başlarlardı. O da kalkar, onlara teşekkür ederdi; "Beni hâbı gafletten uyandırdınız" derdi.

Yarın: Mahkeme duruşmalarında neler oldu, neler yaşandı?

Tarihin Yorumu

25 Mart 1929: ıtalya’da yapılan genel seçimlerde, oyların yüzde 99’unu alan Mussollini’nin faşist partisi iktidara geldi.

Mussollini, kendisini iktidara getiren aynı halk tarafından 29 Nisan 1945'te linç edilerek öldürüldü. Suçu: II. Dünya Harbinde ülkesini yenilgiye uğratmak.

25.03.2005

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr

http://www.yeniasya.com.tr/2005/03/25/ya…/lsalihoglu.htm
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

2

26.03.2005, 06:19

M. Latif SALıHOğLU

Üstad, bir savcı ile bir hakimi reddetti




S: Süleyman Ağabey, Üstad ve talebelerinin mahkemedeki duruşmalarından haberdar oluyor muydunuz? Bu hususla alâkalı ne gibi hatıralarınız var?

C: Üstad Denizli hapishanesine geldikten sonra, eski vahşiyane vaziyetimiz tersine dönmeye başladı. O vahşî, gabi tabiatlı mahkûmlar, birer birer mübarekleşiyordu. Dolayısıyla, konuşmalarımız, sohbet mevzularımız da değişti.

Kendi aramızda bütün konuştuklarımız Üstad, Risâle-i Nurlar, mektuplar, mahkeme duruşmaları ve orada yapılan müdafaalar üzerineydi.

Gelişmeleri günü gününe takip ediyorduk. Meselâ, Üstad hapishaneden adliyeye nasıl gitti, yolda neler oldu, savcı neler söyledi, hâkim nasıl bir tavır takındı, Üstad bunlara nasıl cevaplar verdi, vesaire... ışte bu gibi konuları en ince teferruatına kadar sorar öğrenir ve birbirimize anlatır dururduk.

Bu çerçevede yaşanan birçok hadise, kayda değer pekçok hatıra var. şimdi hangi birini anlatayım.

S: Dr. Alaaddin Yılmaztürk'ün şemseddin Yeşil Hocadan naklettiği enteresan bir hatıra var. Üstad, duruşma esnasında bir hakimi reddediyor, ifade vermiyor.

C: Doğrudur. Biliyorum o hadiseyi. Üstad, bir hakime ifade vermeyi reddediyor. Ama, ondan önce bir savcıyı reddediyor, hatta tersliyor ve susturuyor adamı.

S: O halde, isterseniz önce savcı hadisesinden başlayalım.

C: Anlatayım. ılk başta çok edepsiz, şirret bir savcı vardı. Duruşmada Üstad'a ağır hakaretler ederek konuşuyordu. Üstad'ın "vukufsuz ehl-i vukuf" dediği, bilirkişi diye iki Halk Partili öğretmenin hazırlamış olduğu rapordan okuyordu. Okurken, aynı anda hakaretli sözler sarf ediyordu.

S: Ne gibi sözler meselâ?

C: Meselâ, diyordu ki: "Hakim Bey, işte gördüğünüz bu Kürt, bu yobaz, şu gerici adam", vesâire...

S: Üstad'ın tepkisi ne oldu?

C: Üstad çok sert bir tepki gösterdi. Savcıya bağırarak "Sen sus!" dedi.

Garip ama, o da sustu. Hakim ona konuş diyor, ama konuşamıyor. Çenesi oynuyor, fakat ağzından hiç ses çıkmıyor. Savcı put gibi dikili kaldı orta yerde. Merak edip baktılar ki, adamın dili geri kaçmış, boğazını tıkamış. Aldılar, götürdüler hastahaneye.

Kardeşim, bu sıradan bir zât değil ki; Üstad bu, Üstad... O sus dediği zaman, karşısındaki adam konuşabilir mi hiç?

Üstad, o savcıyı da, birinci "ehl-i vukuf raporu"nu da reddetti. "Eserlerim Ankara'ya, yüksek bir ilim heyetine gönderilip tetkik ettirilsin" dedi. Hakim de bunu kabul etti. Külliyat Ankara'ya gönderildi.

S: Gelelim, 'redd-i hakim' meselesine.

C: Yine ilk zamanlardı. Biliyorsunuz, Üstad 9 ayda tam 12 kere mahkemeye gitti, geldi. Nihayet 12. celsede beraat etti.

Bir duruşma esnasında, hakim Üstad'a soru soruyor. Üstad ise cevap vermiyor, hakimi tersliyor, müdafaada bulunmayı reddediyor. Hakim, hem şaşırıyor, hem de tedirgin oluyor. Hop oturup, hop kalkıyor, ama Üstad'ın tavrı kesin. şöyle diyor hakime: "Siz benim ifademi almaya selâhiyetli değilsiniz. Benim temsil ettiğim dâvâyı siz muhakeme edemezsiniz."

Hakim, Üstad'ın hiç rastlanılmayan bu tavrının sebebini sorunca da, şu cevabı alıyor: "Sizin oturduğunuz makam, mazlûmların hakkını muhafaza yeridir. Temizdir o makam. Orada oturanın ve dâvâmızı muhakeme edenin de temiz olması lâzım."

Hakim, bu sözler karşısında neye uğradığını şaşırmış bir vaziyette o makamı terk etti, dışarı çıktı ve "temizlenmek üzere" evinin yolunu tuttu.

Basit bir dâvâ değil bu, kardeşim. Üstad'ı ve Risâle-i Nur'u mütalâa edenin de, muhakeme edenin de temiz, selâhiyetli ve liyakatli olması lâzım. Aksi halde, işte böyle ya çarpılır, ya da reddedilir.

Bir sonraki bölüm: Meyve Risâlesinin telifi.

Tarihin Yorumu

26 Mart 1913: Edirne, Bulgarlar tarafından işgal edildi.

155 gün süren kuşatmadan sonra şehre giren Bulgar kuvvetleri, sivil halktan da pekçok insanımızı katletti.

Osmanlı ordusunun siyasete bulaşması ve askerin arasında fikrî ihtilâfın zuhur etmesi sebebiyle, subaylar arasında büyük bir himmet ve hamiyet zaafı meydana geldi. Paşalar, yek diğerine yardım etmek yerine, adeta birbirinin mağlubiyetini ister hale geldiler. Bu zaaftan istifade eden bir avuçluk Bulgar askeri, Edirne'yi işgal edip hemen hiç mukavemet göremeden tâ Çatalca'ya kadar ilerleyebildi.

26.03.2005

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr

http://www.yeniasya.com.tr/2005/03/26/ya…/lsalihoglu.htm
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

3

29.03.2005, 08:58

S: Üstad "Meyve Risâlesi" için "Bu risale, Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki Cuma gününün mahsulüdür" diyor. O günleri hatırlıyor musunuz?

C: Hatırlamaz olur muyum... O harika risâle Cuma günleri telif edildiği gibi, Üstad'ın Denizli hapsine girişi de yine bir Cuma gününe tevâfuk etti.

S: Risâlenin telifi ile çoğaltılması hadisesi nasıl oldu? Sanırım bu hizmetlerin çoğu Denizli Hapishanesinde yapıldı.

C: Doğrudur. Telif de, tashih de, istinsahlar da bizim hapishanemizde gerçekleşti. Tabiî, Üstad'ın telif edip yazdıklarını bize ulaştırması hiç de kolay olmadı. Yanında kâğıt, kalem, mürekkep gibi şeylerin bulunmasına müsaade edilmiyor.

Esasen, bütün bunların hapishaneye sokulmasına da yasak getirildi. Herşeyi gizliden getirtiyorduk. Benim hep param vardı, hem de kâğıt, mürekkep gibi levâzımatı temin etme imkânına sahiptim. Gardiyanları, meydan ağalarını mecbur ediyordum. Getireceksiniz bunları diyordum. Onlar da gizliden getirip bana veriyorlardı.

Asıl sıkıntı, yazılan bahislerin Üstad'dan koğuşlara, yani elimize ulaştırılmasıydı. Gerisi kolaydı. Hattı olan herkes birbirine yardım ederek yazıyor, bu suretle risâleleri çoğaltıyorduk.

Mahkûmlardan bir tek kişi, gidip de şikâyette bulunmadı.

Zamanla öyle oldu ki, okuması-yazması olan bütün mahkûmlar, bu risâleyi ya okuyarak, ya da yazarak hizmete iştirak ettiler.

Ardından sıra geldi, hapishane dışına hizmet sunmaya. Hamdolsun, onu da yapmaya muvaffak olduk. Hasan Feyzi Efendiler falan devreye girdi ve Denizli'de hizmet kök tutarak yaygınlaştı.

S: Üstad, "şeyh Süleyman" isminde bir şahsın, orada Nur'un hizmetine zarar verdiğinden bahsediyor. Bu hadise hakkında bilginiz var mı?

C: Bir gün Üstad'ın mahrem yazılmış bir pusulasını gördüm. Halis talebelerine diyordu ki: "Üç Süleyman'dan Beylerbeyli Süleyman'a itimad edin, hususî mahrem meselelerinizi onunla görüşün, konuşun..."

Pusulayı okuduğumda hayrette kalmıştım. Çünkü, benden başka hapishanede iki Süleyman daha vardı, onları da başka sebepten getirmişlerdi. Birine evet "şeyh Süleyman", diğerine de "Hoca Süleyman" diyorlardı.

Üstad'ın pusuladaki notunu görünce, kendi kendime dedim ki: "Diğer Süleymanlardan biri şeyh, biri de hoca; ben ise, daha doğru dürüst namaz kılmasını dahi bilmiyorum. Üstad, acaba neden onlara değil de, bana itimat edilmesini istiyor?"

Sonra da şöyle düşündüm: "ıbadetteki eksiklerime rağmen, ben Üstad'a karşı son derece samimî ve dürüst davrandım.

Hiç ikili oynamadım. Demek ki, bu noktada diğer iki Süleyman'da bir yamukluk, bir ikiyüzlülük var..."

Bu düşünceden hareketle, diğer iki adaşımı takibe aldım. Ve hakikaten gördüm ki, adamlar ikili oynuyorlar. Hem Üstad'la dost geçiniyorlar, hem de Üstad'ın düşmanlarına her türlü mâlumatı veriyorlar. Kendilerini idareye beğendirme zilletine düşürerek, Üstad'a ve onun hizmetine de büyük zarar veriyorlar.

Anladım ki, Üstad dürüstlüğe son derece ehemmiyet veriyor. Ben Üstad'a dost olduktan sonra, onun dostunu dost, düşmanını da düşman bildim.

Benim tahminim, Üstad'ın hapishanedeki şiddetli zehirlenme hadisesinde, bu Süleymanlardan birini kullandılar, ondan istifade ettiler. Üstad, ölüm derecesine geldi, o zehirden.

Sonra, merhum Hafız Ali, kendini Üstad'ına fedâ etti. Kıldırmış olduğu namazın ardındaki duâ kısmında, cemaate de "âmin" dedirterek, Üstad yerine kendisinin ölmesini Cenâb-ı Hak'tan duâ etti, niyaz etti.

O ândan itibaren de, Üstad iyileşmeye ve Hafız Ali fenâlaşmaya başladı. Birkaç gün sonra da "ilim şehidi" olarak Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Yarın: Yıllar sonra başı sıkışan Süleyman Hünkâr'ın, Üstad'ı arayıp bulması ve ziyaretine gitmesi.

Tarihin Yorumu

şehit teğmen şahin Bey

28 Mart 1920: Fransız işgal kuvvetlerine karşı sürdürülen “Antep müdafaası”nda, Kilis-Antep yolunu kahramanca kapatmayı başaran Teğmen şahin (Mehmed Said), işgal kuvvetleriyle giriştiği çarpışma sonucu şehid oldu.

Genç yaşında şehid olan şahin Bey için, halk arasında söylenen çok yanık türküler, hüzünlü ağıtlar var.

ışte onlardan bir örnek:

şahin'i sorarsan, otuz yaşında

Süngüyle delindi köprü başında.

Çeteler toplanmış ağlar başında.

Uyan şahin uyan, gör neler oldu.

Sevgili Ayıntab'a Fransız doldu.

28.03.2005

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr
[Kaynak





M. Latif SALıHOğLU

Çaresizlik içinde Üstad'ı aradım




S: Süleyman Ağabey, Üstad'ın Denizli hapsi müddeti ne kadar sürdü?

C: Üstad ve talebeleri, Denizli hapsinde dokuz ay kaldılar. Bu müddet zarfında, tam on iki kez mahkemeye çıkarıldılar. 12. celsede hepsi beraet edip çıktılar (15 Haziran 1944), gittiler.

S: Beraetten sonra Üstad Denizli'den ayrıldı mı?

C: Hayır ayrılmadı, daha doğrusu ayrılamadı. Beraet ettiği halde, onu serbest bırakmadılar. Yani, ortada herhangi bir suç olmadığı halde, ceza devam ediyordu.

Ankara'dan, yani siyasî iktidardan yeni bir emir gelinceye kadar, Denizli'den ayrılmaması istendi. Üstad, iki-üç ay kadar daha kaldı. şehir Palas'taki bir odada ikamet ediyordu. Başta Hasan Feyzi olmak üzere, Denizli'de Nur'un hizmetine girmiş zatlar, gidip onu burada ziyaret ediyorlar, görüşüyorlardı.

O yıl sonbahara doğru Üstad'ı alıp Emirdağ'ına sürgün gönderdiler. Ama, orada da hiç rahat bırakmadılar.

S: Üstad'ın beraet edip hapishaneden ayrılmasına sevindiniz mi, yoksa üzüldünüz mü?

C: Her iki duyguyu da, olanca şiddetiyle yaşadık. Hem sevindik, hem de üzüldük. Beraet haberine, elbette ki çok sevindik. Ama, Üstad'tan ayrı düşmeye de o derece üzüldük ki, tarif edemem.

]S: Siz ne zaman hapisten çıktınız?

C: Benim cezam ağırdı. Üç kişiyi ağır şekilde yaralamaktan sabıkam kabarmıştı. Toplam 18 yıl hüküm giymiştim. Ama, Üstad giderken bizim için "ınşaallah siz de kurtulursunuz" demişti. Bir ümit bekliyorduk. 1950 senesinde Demokrat Parti iktidara gelince, umumî af ilan edildi, biz de bu vesileyle hapisten kurtulduk.

S: Çıktıktan sonra ne yaptınız?

C: Doğruca köyüme gittim. Köylülerimiz, hatta yakın akrabalarımız koyu Halk Partiliydi. Bu yüzden bana karşı tavırları çok hasmaneydi. "Bu Nurcudur, Demokrattır" diye kin tutuyorlardı.

Neyse, bir süre sonra evlendim. ıki oğlum oldu. Birinin ismini Mehmet Said koydum. Ardından, askere gittim. ızmit'te askerlik yapıyordum. Bir yıl sonra izne geldiğimde, her iki yavrumun da felç olduğunu gördüm. Gittiğimde sağlamdılar. Onları o halde görünce, adeta dünyam başıma yıkıldı. Hanıma sordum, "Ne oldu bunlara?" diye. O da "Aşıdan sonra böyle oldular" dedi.

S: Aşıdan dolayı neden felç olsunlar ki?

C: Meseleyi tahkik ettim. Köye aşı ekibi gelmiş. Bütün köy çocuklarına aşı yapmışlar. Sıra benim çocuklara gelince, onlara hiç acımadan zehir şırınga etmişler.


S: Neden böyle yaptılar, sebep neydi?

C: Sebep, benim de diğer akrabalarım gibi Halk Partili olmadığıma hükmetmeleri. O zamanlar iktidarda Demokrat Parti olmasına rağmen, bürokratların, memur kesiminin çoğu Halk Partiliydi. Halkçılar ise, Demokratlara, hele hele Nurculara karşı çok acımasızdı. Koyu düşmanlıkları vardı. Hatta yakın akrabalarım dahi bana düşman olmuşlardı.

S: Sana düşman olabilirler, ama bu mâsum çocuklardan ne istediler?

C: Bana karşı olan kin ve öfkelerini, maalesef bu çocuklardan çıkardılar. Aşı ekibine demişler ki: "Bu iki çocuğun babası Demokrattır, hatta Nurcudur." Onlar da, insanlıktan çıkarak o küçücük mâsumlara kıymışlar. Onlarla beraber, benim ve annelerinin de hayatını karartmış oldular.


şimdi, yaşı senden büyük bu iki çocuğum halen felçli ve halen de tedâvi görüyorlar, ilaç kullanıyorlar. Sağolsun, buradaki Yeni Asya temsilciliği bize sahip çıktı; kardeşler her türlü yardımı yapıyorlar. Allah razı olsun.

S: ızin süresi bitince tekrar askere gittiniz mi?

C: Hayır, gidemedim. Çocuklarımın acısı bana herşeyi unutturdu, adeta. Doktordu, ilâçtı, acıydı, hüzündü, derken, aradan haftalar geçmiş.

Bu arada iznim de bitmiş olduğundan, askeriyeden firarimin verilmiş olduğunu duydum. Hem ızmit'teki birliğim, hem Denizli Askerlik şubesinden arıyorlar. "Bu adam hem cinayetten sabıkalı, hem de Nurculukla bağlantılı; mutlaka sakıncalı bir iş peşinde" diye, her tarafta beni arıyorlar.

S: Peki, siz ne yaptınız bu durumda?

C: Firarim verilince, saklandım haliyle. Gündüz kimseye görünmemeye, eve de geceleri gelmeye başladım. Sıkıntım had safhadaydı.... Tabiî, bu böyle sürüp gidemezdi. Bir yol bulmak, bir hal çaresi bulmak gerekiyordu.

O dayanılmaz sıkıntılarla boğuşurken, birden hatırıma Üstad'ın yanına gitmek, çıkış yolunu ona danışmak fikri geldi.

S: Gidebildiniz mi ziyaretine?

C: Gittim, ama bu hiç de kolay olmadı. 1954 veya 55 senesiydi. Üstad'ın Isparta'da olduğunu öğrendim. Gizlilik içinde evinin olduğu yere kadar gittim. Kapıyı çaldım, iki talebesi çıktı: "Üstadımız hastadır, ziyaretçi kabul etmiyor" dediler.

Ben dedim ki, gidin Üstad'a "Denizli'den Beylerbeyili Süleyman gelmiş" deyin.

Yarın:

Üstad'la uzun bir görüşme yaptık;

yılların hasretini giderdik.

29.03.2005

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr
Kaynak


Kırmızılı yeri okuyun, ne korkunç şey, Ya Rabbii! Bu kadar gaddarları......... La havle vela kuvvete illa billah... Belki; Süleyman, Nurcu Süleyman değil, eski Süleyman olsa, hem buna sebep olan köylüleri, hem de aşı memurlarını keserdi....

Allah'ım sen koru bizi mülhidlerin,müşriklerin, müfsidlerin, münafıkların ve cinni ve insi şeytanların şerrinden.... amin...

Ben olsam, böyle sakin olamazdım... Allah korusun...
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

4

30.03.2005, 06:52

M. Latif SALıHOğLU

Üstad'la yılların hasretini giderdik




S: Süleyman Abi, hizmetkârları Üstad'ın hasta olduğunu, bu sebeple ziyaretçi kabul etmediğini söyledikleri halde, hemen görüşmek için neden ısrar ettiniz? Bir müddet bekleseydiniz, daha doğru olmaz mıydı?

C: Haklısın. Fakat ben de haklıydım. Çünkü benim durumum âcildi. ıkincisi, evet Üstad hasta olur, olabilir; ama, hizmet adına, kardeşlerle görüşmek adına olunca, Üstad'ın derhal iyileşiverdiğini de biliyorum. Cenâb-ı Hak, onu böyle durumlarda iyileştiriyor. Nitekim bu defa da öyle oldu.

S: Nasıl oldu?

C: Hizmetkârları gidip "Beylerbeyili Süleyman geldi" deyince, Üstad "Hemen çağırın gelsin" demiş. Ben de, usûl-âdâp ile eve girdim, yavaşça Üstad'ın kapısının önüne vardım. Baktım ki, Üstad hakikaten hasta vaziyette karyolasında yatıyor. O an kapıda beklerken beni gördü ve belki inanmayanlar olacak, ama beni görür görmez, tam bir delikanlı zindeliği içinde yatağından kaltı ve kollarını yana açarak "Kardaşım Süleyman! Sen hoş geldin, safâlar getirdin" diyerek beni karşıladı. Kucaklaştık, sarıldık birbirimize.

S: O an için neler hissettiniz?

C: On yıl sonra Üstad'la yeniden buluşmanın bahtiyarlığını yaşadım. Dünyalar benim olmuştu. Öyle candan ve şefkatli bir kucaklaması vardı ki, bir an için bütün dertlerimden, kederlerimden sıyrılmış oldum.

Bir de çok garip bir şey oldu. Üstad'ın mübarek göğsünden, sinesinden bir koku yayılıyordu. Allah'ım ya Rabbim, hayatımda böylesine güzel bir kokuyu hiç hissetmedim. Benim âcizane kanaatim, o, dünya ötesiydi, yani Cennet bahçesinin kokusuydu. O anın bitmesini, beni bırakmasını istemiyordum.

S: Peki, sonra ne oldu, ne yaptınız, neler konuştunuz?

C: Sonra, Üstad kollarımdan tutup yer minderine oturduk. Ardından başladık hapishanedeki günlerimizi konuşmaya, hatıraları yâd etmeye: Meyve Risâlesinin telif ve istinsah hikâyesini, Merhum Hafız Ali'yi, mahkûmlarını durumunu, idarenin tavrını, vesaire...

Bunlar gibi, eski Denizli hatıralarını konuşurken, bazan gülüyor, bazan da birlikte ağlıyorduk.

Derken, zaman bir hayli ilerledi. Belki bir saatten fazla sohbet ettik. Sonra Üstad dedi ki: "Kardeşim, bizim vaktimiz az. Akrabam, hatta kardeşim bile olsa, ziyaretçileri ancak 15 dakika kabul edebiliyorum. Fakat sen kardeşimden de yakın olduğun için, sana bir saat vakit ayırdım."

S: Böylece vedâlaşma vakti gelmiş oldu.

C: Evet, vedâ vakti geldi, ama ben hâlâ derdimi açabilmiş değildim...

Neyse, cesaretimi toplayarak, Üstad'a derdimi açtım, başıma gelenleri, çocuklarımın durumunu bir bir anlattım.

S: Üstad'ın cevabı, tavrı ne oldu?

C: Haliyle bitkin, üzgün ve hatta karamsar bir vaziyette idim. Ne evime, ne de askere gidebiliyordum. Ne yapacağımı bilemez bir durumdaydım... O vaziyette iken, Hazret-i Üstad yüzüme şefkatle şöyle bir baktı ve metanetle elini sırtıma vurarak tok bir sesle dedi ki: "Süleyman! Sen benim kardeşimsin ve talebemsin. ınşaallah, inayet altındasın. Korkma! Metin ol, salâbetli ol..."

S: Bunların dışında birşey dedi mi?

C: O an, şöyle garip, acip bir hadise oldu: Üstad kulağıma doğru eğilip, telefon ahizesiyle konuşur gibi konuşmaya başladı. Diğer kulağımda ise, askerlik yaptığım alay kumandanının sesi geliyor, Üstad'a karşılık veriyor. Üstad genel kurmay başkanı edâsıyla konuşuyor, kumandan da bir nevi "emir tekrarı" yaparak, "Tamam, evet, olur..." falan diyor.

S: Peki, ne konuştuklarını hatırlıyor musunuz?

C: Kardeşim, öyle bir manevî atmosfere girdim ki, kendimi kaybettim. Bütün vücudum elektriklendi. Güyâ efeyim ama, o anda maddî cesaretim adeta sıfırlandı. Bu yüzden, ne konuştuklarını anlayamadım. Sadece, Üstad'ın emir edâsıyla konuştuğunu, karşıdakinin de tasdik ettiğini biliyorum, o kadar.

S: Sonra ne oldu?

C: Üstad, az bir ara verdi, geri çekildi, sonra tekrar kulağıma eğilip aynı hareketi, aynı sözleri tekrarladı. Bu kez, diğer kulağımdan duyduğum ses, Denizli askerlik şubesi başkanının sesi oldu. Üstad, ona da aynı şekilde emirler yağdırdı, o da kabul ve tasdik ile mukabelede bulundu.

Bu olağanüstü halden, yine Üstad'ın elini sırtıma vurmasıyla çıkıp ayıldım. Dedi ki: "Haydi kardeşim, sen benim talebemsin ve himayem altındasın. şimdi nereye istersen oraya git."

Sonra da vedâlaşıp ayrıldık.

S: Isparta'dan nereye gittiniz?

C: Doğruca ızmit'tek birliğime gittim. Firarım verildiği için, tutup beni askerî hakime çıkardılar, sorgulamak ve cezalandırmak için.

S: Orada başınıza neler geldi, nelerle karşılaştınız?

C: Çok şükür, aksi yönde her hangi birşey olmadı. Diyebilirim ki, beni dahi şaşırtacak derecede her şey yolunda gitti.

NOT: Süleyman Hünkâr'ın ikinci dönem askerlik müddeti olan bundan sonraki safhada görüp yaşadıklarını gazete lisânıyla anlatmak münasip düşmediğinden, bu kısmı tayyederek geçiyoruz.

Yarın: Dizi yazının son bölümü.

Tarihin Yorumu

"Himmeti milleti" olan Gazi Hasan Paşa

30 Mart 1790: Cezayirli Hasan Paşanın vefâtı.

Aslen Kafkas kökenli olduğu tahmin edilen Gazi Hasan Paşa, Osmanlı Derya Kaptanlığı ve aynı zamanda Sadrâzamlık da yapmış önemli bir şahsiyettir. Meşhûr “Çeşme fâciası” esnasında üstün Rus ve ıngiliz donanmasına karşı tek başına yaptığı kahramanlıklar dillere destan olmuştur.

"Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir" sözü, Gazi Hasan Paşa gibiler için söylenmiş olsa gerek.

30.03.2005

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr

Kaynak
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

5

30.03.2005, 22:14

M. Latif SALıHOğLU

Denizli kahramanları




Beylerbeyli Süleyman Hünkâr'la Denizli'de yaptığımız uzun sohbetin son bölümüne geldik.

Kendisine "Denizli hatıraları" içinde isimleri ehemmiyetle zikredilen Muallim Hasan Feyzi ile Hakime Hesna şener hakkındaki fikir ve kanaatlerini sordum.

Risâle-i Nur'a büyük hizmeti dokunmuş bu iki mühim şahsiyet hakkında yaptığı kısacık izahatı sizlere takdim ediyoruz.

Hasan Feyzi Yüreğilli

"Hasan Feyzi Efendi, hem âlim, hem muallim, hem şair, hem de Nakşîlerin Denizli kolu halifesi idi.

"Okumuş olduğu bir Arabî eserin kenarında, hocasının hocasına ait kerametli bir haşiyeye rastlamış. Rumî 1293 tarihli o haşiyecikte şu ifadeler yazılı imiş: "Mehdi-yi âzam, Kürdistan'da bu sene dünyaya geldi."

"Bu not, onun dikkatini çekmiş. Üstad'ın Denizli hapsine girdiğini duyunca, doğum tarihini merak edip öğrenmiş. Sonra da, bir yolunu bulup bu işin sırrını Üstad'a sormak istemiş. Ancak bir türlü ona yaklaşamamış.

"Üstad bir gün mahkemeye giderken, yolda Hasan Feyzi'yi görüp mânen keşfetmiş, hatta onu selâmlamış. Bu şaşırtıcı durum karşısında, Hasan Feyzi'nin bütün tereddütleri izâle olup, Üstad'a cân-ı gönülden bağlanmış. Hem öyle bir bağlanma ki, Üstad'dan ayrılığa bile dayanamayacak kadar...

"Onun kaleme aldığı "Ayrılık" şiirini biliyorsunuz. Ne kadar dokunaklı, ne kadar içten... Hakikaten, Üstad'dan ayrı kalmaya fazla dayanamadı, iki sene sonra henüz elli yaşındayken Hakk'ın rahmetine kavuştu."

Hâkime Hesna şener

"Hesna şener Hanım ise, o da sonradan Üstad'a çok bağlandı. Aslen Senirkentliydi. Üstad'ın 'ilm-i hakikat' sahibi olduğuna inanıyor ve bunu etrafındakilere de söylüyordu.

"Hesna Hanım, Üstad ve talebelerinin Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde beraet etmesinde belki de en büyük pay sahibidir. Hükümetten çok ağır baskılar vardı; onlara ağır cezalar verilsin diye. Ama, o hiç aldırış etmedi, korkmadı, çekinmedi onlardan.

"Diğer hakimlere diyormuş ki: 'Bediüzzaman Hazretleri ilm-i hakikat sahibi bir zattır. Böyleleri, duvarın ötesini de, berisini de görür. Ona ceza vermek, haksızlıktır; onu mahkûm etmek, kendi vicdanımızı mahkûm etmek demektir.'

"Allah rahmet eylesin, her iki insanın da pek büyük hizmetleri oldu."

"Üstad'ıma sadâkatten ayrılmadım"

Süleyman Hünkâr Ağabey, sohbetimiz esnasında 12 Eylül (1980) darbesinden sonra bir müddet yalnız kaldığını söylemişti. Bu meseleyi de biraz daha açmasını istedik. Kısaca şunları söyledi:

"Bilhassa ihtilâl anayasası oylamasından sonra, birçok yerde olduğu gibi, Denizli'de de Nur talebeleri arasında bir dağılma hadisesi yaşandı. Bu arada çeşitli gruplar teşkil olundu. Bunların sohbetlerine gittiğimde, aziz Üstad'ımın geri plana itildiğini gördüm. Her grupta bir başka hocanın ismi ağırlıkta; ama, Üstad'ın ismi ya hiç geçmiyor, ya da ikinci derecede ondan bahsediliyor.

"Bu vaziyetten çok rahatsız oldum. Neden böyle yaptıklarının sebebini sordum. Verdikleri cevap ve izahlar, beni zerre kadar tatmin etmedi. Hatta daha da kuşkulandırdı. Böylelerine hep şunu söyledim: 'Risâle-i Nur'un okunduğu yerde, Üstad'ımın yerine ve önüne başka kimseyi koymayın. Aksi halde, Üstad'ı tanımadığınıza hükmedeceğim. Sizin hocalarınız âlim olabilir, hatta evliyâ bile olabilirler. Amma, Üstad'ın yanında yine ufak kalırlar, basit düşerler. Sizin hocalarınız, okuduğunu anlamaya, anladığını da konuşmaya, yazmaya çalışır. Üstad'ım ise, Kur'ân'ın feyziyle bakar, önünde mânevî pencereler açılır, ilhâm, sünûhat gelir, öyle konuşur, yazar ve yazdırır.'

"Bu söylediklerimden dolayı alınanlar, gücenenler oldu. Ben de, Üstad'ıma olan sadâkatımı bozmadım ve yalnız kalma pahasına onlardan uzak durdum. Evet, uzun süre yalnız kaldım; tâ ki, doğrudan doğruya, kemâl-i ihlâsla Üstad'a ve Risâle-i Nur'a bağlı olan ve bunun önüne başkasını katmayan sâdık Nur şâkirtlerini yanımda, etrafımda buluncaya kadar."

SON

Bediüzzaman diyor ki:

(1945 Emirdağ)

Ben Denizli gibi, az bir zamanda, bize ve Risâle-i Nur'a metin kahraman sahipleri ve kardeşleri verdiği için, elimden gelse, kemâl-i sürur ve sevinçle onların mübarek hapishanesinde bakiye-i ömrümü geçirmek istiyorum.

Bizimle çok alâkadar ve hapishanede görüştüğümüz veya bana hizmet eden Beylerbeyli Süleyman ve Tavaslı Mehmed Çavuş gibi ne kadar dostlar varsa, hepsine çok selâm ediyorum ve her vakit manevî kazançlarımıza ve duâlarımıza dahildirler.

Emirdağ Lâhikası, s. 54.

31.03.2005

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr

http://www.yeniasya.com.tr/2005/03/31/ya…/lsalihoglu.htm
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

6

01.04.2005, 06:52

Dikkatle okumanızı tavsiye ediyorum kardeşler.



M. Latif SALıHOğLU

'Perdeli oluş'un hikmeti




Gerek Süleyman Hünkâr'ın bize anlattıkları, gerekse değişik kanallardan takip, tetkik ve tahkik ettiğimiz Denizli'li Hasan Feyzi Efendinin, (rh) Üstad Bediüzzaman'ı tanıma, yakınlaşma, ona teslimiyet derecesinde talebe olma ve Nur'un hizmetine hayatını vakfetme hadisesi, fevkalâde ehemmiyetli ve düşündürücü bir mesele olsa gerektir.

Zirâ, Hasan Feyzi'nin şâirlik, âlimlik, muallimlik gibi üstün meziyetleri yanında, ayrıca ehl-i tasavvuf olup bir büyük tarîkatın da "Denizli halifesi" gibi mühim bir mevkii, makamı vardı.

Böyle bir şahsiyetin, o mevkiden vazgeçerek ve adeta her şeyi geri plana iterek Üstad'a ve "Ey bu zamanda rahmet-i âlem" diyerek Nur Risâlelerine kopmaz, sarsılmaz bir metanetle bağlanması, elbette ki pek mühim ve dikkate değer bir hadisedir.

Hasan Feyzi'yi Üstad Bediüzzaman'a götüren pusula, hocasının hocasına ait "Sene 1293. Mehdi-yi âzam, Kürdistan'da bu sene dünyaya geldi" ifadesi olmuştur.

Üstad 1943 senesinde Denizli'ye gittiğinde, mahkeme dosyasında onun doğum tarihini görüp öğrenen Hasan Feyzi'nin zihni, bir süre "O zatın seyyit olması lâzım. Acaba Üstad Bediüzzaman seyyit midir, değil midir?" noktasına takılır.

Üstad'ın adliye yolundaki kalabalık insanlar arasında Hasan Feyzi'yi keşfen görüp selâmlaması ve Hasan Feyzi'nin de 24. Söz'ün 3. Dalındaki "hikmet-i ipham" bahsini okuyup anlaması sayesinde, zihnindeki şüpheler tümüyle izale olduğu gibi, Hazret-i Bediüzzaman'ın neseben hem seyyit, hem de şerif olduğuna tam kanaat getirir.

Hakikat-i hal böyle olmasaydı şayet, Hasan Feyzi mevkiinde bir zâtın, Üstad'a meftun ve Nurlara müştak hale gelmesi bu derece kolay olur muydu?

Hem kalben, fikren, ruhen öylesine şiddetli bir bağlılık ki, ayrılığa dayanamayacak kadar ileri...

Ne diyor, o meşhûr ayrılık şiirinde:

Çekilip nur-u hidayet, yine zindan olacak,

Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak.

Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm,

Çünkü hicran dolu kalbim yine hicran olacak.

Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,

Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak.

Canını Üstad'ına adayıp kurban eden Hasan Feyzi'nin, Emirdağ Lâhikası'nda yer alan bir mektubundan kısacık bir bölümü de, makam münasebetiyle dikkat nazarlarına arz etmekte fayda var. Üstad'ın Kürtlüğüne ve seyyitliğine dair sayfa 75'te geçen ifadeleri şöyle:

"Ona (Üstad Bediüzzaman'a) 'Kürdi' denilmesi ve kaside-i Hazret-i ımam-ı Ali de (r.a.) görülen 'Yâ müdriken' kelimesinin hazf ve kalbiyle 'Kürt' ima ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delalet etmez ve onun manevî silsile-i şerâfet (şeriflik) ve siyâdetten (seyyidlik) tenzil ve teb'idini icap ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan'da doğup büyüyen ve bu lâkapla mâruf ve meşhûr olan bu zatın Risâletin-Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürtlüğünü ispat etmek için değildir.

"Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakiki hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum."

Hz. Bediüzzaman'ın asıl hüviyetini neden "setr ve ihfa"ya çalıştığının bir izahı ise, yukarıda da belirttiğimiz gibi 24. Söz'ün 3. Dalında yer alıyor. Ahirzaman şahısları ile alâkalı olarak, mutlaka dikkate alınması gereken "sırr-ı teklif" ve "hikmet-i ipham" meselesi, orada veciz bir surette ve gayet mâkul ölçüler içinde izah ediliyor.

Hasılı, Hz. Bediüzzaman'ın manevî hüviyeti, bir hikmete mebni olarak örtülü, perdeli olması gerekiyor. O perdelerden biri de onun "Kürtlük" tarafıdır. Yani, neseb-i zahiriyesi itibariyle Kürt olmakla birlikte, hakikatte seyyittir.

Seyyidlik ise, ırkî (etnik, genetik) bir silsile olması gerekmez. O nuranî bir silsiledir. Seyyitler de, bir cemaat-i nuraniyenin efrâdı olup, her milletin içinde bulunabilirler.

Sizden gelen mesajlar

Bu vesileyle bir hususu daha ifade edelim. Neşrettiğimiz Hünkâr Ağabeyin hatıraları ile alâkalı olarak, e-posta ardesimize adeta yağmur gibi "tebrik ve duâ" mesajları yağdı. Hele bunların bir kısmı öylesine sıcak, içli ve samimî ifadelerle yüklüydü ki, okuyunca zaman zaman sevinç gözyaşlarına hakim olamadık.

Mesajında "şükürler olsun ki, böyle bir Üstad'a sahibiz" diyenlerin duâsına, biz "şükürler olsun ki, böyle kardeşlere sahibiz" duâsını da ekleyerek okuduk.

Tarihin Yorumu

1Nisan 1921: Kahraman ordumuzun Eskişehir’in ınönü mevkiinde Yunan kuvvetlerine karşı ikinci galibiyeti.

Peşpeşe kazanılan bu ikinci zaferle, tâ “Viyana kuşatması”ndan beri devam edegelen Batı taarruzunun ilk kez geriletilmesi, geri püskürtülmesi böylece sağlanmış oldu. Elde edilen bu iki zafer zahiren küçük olsa da, tarihin dönüm noktasını teşkil etmesi itibariyle, mânen kıymeti pek büyüktür.

Ayrıca, bu zaferlerin yıllar sonra kendisine "ınönü" soyadı verilen ısmet Paşanın becerisiyle doğrudan bir bağlantısı yoktur. O ölüm-kalım savaşında bile, ısmet Paşanın en büyük meselesi, "Çerkez Ethem tehlikesi"nin nasıl bertaraf edileceğiydi.

01.04.2005

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr


Kaynak
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

7

02.04.2005, 15:31

M. Latif SALıHOğLU

Değerlendirme mesajları




ekiz bölüm halinde yayınladığımız Süleyman Hünkâr'ın hatıraları ile ilgili olarak bize ulaşan yorum ve değerlendirme mesajlarından söz etmiştik.

Bunlardan bugün için toparlayabildiğimiz bir kısmını kısaltarak sizlere takdim etmek istiyoruz. Böylece, aynı duygu ve düşünceleri geniş dairede de paylaşmış oluyoruz.

Yer darlığından mesajını yayınlayamadığımız okuyucularımızdan özür dileriz. ışte size değerlendirme mesajlarından bir demet...

* * *

Aziz, sıddık kardeşlerimiz,

Bilin ki, Risâle-i Nur ve müellifi için söylenen sözler zayi olmaz. Bu ümit ile yazılarınızı sürekli okumaya çalışıyorum.

Özellikle son yazı serisini ailecek okuyup çok istifade ettik. Ayrıca, internet imkânına da kavuşmamız sebebiyle, hemen bir tebrik yazısı yazalım dedik.

Bir döneme birçok açıdan ışık tutacak bilgileri bu kadar "kolayından" öğrenmenin bedelinin her zaman farkında olmaya çalışıyoruz. Bunu bir kerre daha yakından idrak ettik.

Gazetemiz vasıtasıyla Rabbimizden gelen bu güzel hediyeyi duâlarla kabul ediyor, tebrik ve şükranlarımızı arz ediyoruz.

O. Pekiner ve ailesi

* * *

Aziz kardeşler,

Evvela selâm eder, hizmetlerinizin ebedî neticeler vermesini Cenâb-ı Allah’tan dilerim. Hazırladığınız son yazı serisi, gerçekten ilgili herkesi memnun etmiştir. Bizler Yeni Asya'nın aktardığı hakikatleri ilâç gibi alıyoruz. Allah, sizlerden razı olsun.

Ayrıca, gazete lisanı ile aktaramadığınız hatıraları e-mail adresimize iletirseniz, bu lezzetten daha da faydalanmış olacağız.

Tüm Yeni Asya camiasına selâmlar.

Mehmet Ali Gül

* * *

Değerli ağabeylerim,

Bu güzel bahar mevsiminde, kâinatı tüm güzelliğiyle selâmlayan güneşin sıcaklığıyla, Tokat'ın Turhal ilçesinden selâmlar.

Sekiz gündür, bir zaman makinasında, zaman durdu sanki Denizli üzerinde...

Bir yanda, yıllarca önce yaşananların bugünkü gibi sıcak ve samimiyeti; diğer yanda, bugün yaşandığı halde yıllar öncesiymiş gibi küllenmiş ve soğuk...

Bu yazı dizisinin ve bilhassa Süleyman Ağabeyin "Üstad'a sadakat"a dair hatırasının, dâvânın bugünü ve camiamızın hizmet anlayışı açısından tetikleyici olması dileğiyle... Allah'a emanet olun.

ustad60@mynet.com

* * *

Aziz, sıddık, muhterem ve Lâtif kardeşim,

Bana Üstad'ımı anlatan kalemin Nur olsun. Allah sizleri iki cihanda azîz ve mamur eylesin. Eline, diline, gönlüne sağlık.

Sevgili kardeşim, nasıl bir üstadın talebesi olduğumuzu hatırlatan ve Üstad'ımız daha iyi tanımamıza vesile olan bu tarzdaki yazılarınızın devamını diler, bu yolda yaptığınız her türlü hizmetinizi bütün ruh û canımla alkışladığımı bilmenizi isterim.

Saygı ve sevgilerimle.

ı. Öztin

* * *

Değerli Latif Bey,

E-mail ile göndermiş olduğunuz Süleyman Hünkâr'ın askerlik hatırasının gazetede yayınlanmayan kısmını okumuş oldum. Gerçekten, ibret alınacak çok ilginç bir hadise. Bu vesile ile selâm ve başarı dileklerimi iletirim.

R. Kalyoncu

* * *

Selâm eder, Allah'ın rızasını dilerim. Bu tür yazılar, insanın imanının kuvvetlenmesine vesile olduğu gibi, Risâle-i Nurun asın insanına ve bilhassa ülkemiz için ne kadar büyük bir ilâç ve nimet olduğunu gösteriyor.

Süleyman Hünkâr ile Üstad Bediüzzaman arasında geçen olayları merakla ve dikkatle takip ediyorum. şayet mümkünse, yayınlanamayan kısmını da okumak istiyorum.

Yazdığınız yazıların harflerinin çarpımı adedince Allahın mağfireti ve rahmeti üzerinize olsun.

M. Ayna

* * *

Değerli Ağabey,

Beylerbeyli Süleyman'ın hatıraları şevkimizi kamçıladı. şahsen bunun devamını ve benzerlerini okumayı çok arzu ediyorum. Bunlar bizzat yaşanmış, pratiğe geçmiş, hayatta makes bulmuş ibretli vakıalar.

En derin selâm ve hürmetlerimle...

H. Yükselten

* * *

Aziz kardeşim, sizlere duâ eder, duâ bekleriz. Süleyman Hünkâr'ın geri kalan hatıralarını mümkünse göndermenizi istirham ederiz. Selâmlar.

Zübeyir, Konya

* * *

Sayın Salihoğlu, hatıra notlarını zevkle, ibretle takip ettik. Ancak, web sayfasından bir kısmına ulaşamadım, boş çıkıyor. Devamını gönderebilirseniz sevinir duâ ederim.

R. Balıkçı

* * *

Muhterem Salihoğlu,

Sekiz gün süren, büyük bir keyif ve zevk ile okuduğum merhum Beylerbeyli Süleyman Hünkâr Ağabeyle ilgili yazı seriniz sebebi ile sizi alkışlıyor ve tebrik ediyorum.

Bir sonraki günkü bölümü heyecan ve sabırsızlık içinde bekledim. Bu lezzetli ve ibretli hatıralar, ruhumda çok ciddî şevk ve heyecan hissetmeme vesile oldu.

Bu tür yazılarınızın devamı temennisi ile hayırlı çalışmalar diliyorum. Allah sizden razı olsun.

E. Esenkal

NOT:

Süleyman Hünkâr'ın "tayyedilen hatıra kısmı"nı isteyen okuyucularımız var; bildirdikleri takdirde, o kısmı e-mail adreslerine gönderebiliriz. Arzu edenler, "www.nursite.net" adresinden de hatıranın tamamını bulup okuyabilirler.

Tarihin Yorumu

Matbuat lisanıyla konuşmaya öncülük etti

2Nisan 1971: Bedîüzzaman’ın has ve sadâkatli talebelerinden Zübeyir Gündüzalp’in vefâtı.

Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. Babasının adı Mehmed, annesi ise Seyyide Hanım. Anne ve baba tarafından her iki dedesi de, 93 Harbin'den sonra Kafkasya'dan Anadolu'ya hicret etmişler. Bu hicretten sonra Ermenek'e yerleşmişler.

Merhum Zübeyir Gündüzalp, ve orta okul tahsilini Ermenek ve Silifke'de tamamlar. Tahsil hayatını müteakiben Ermenek ve Konya Postahanelerinde memur olarak çalışır.

Nur Risâlelerini 1944'te tanır; Üstad Bediüzzaman'la tanışması ise, 1946'da Emirdağ'da vuku bulur. 1948'de aziz Üstad'ı ve diğer Nur kardeşleriyle birlikte Afyon hapishanesinde altı ay mevkuf kalır. Bu tarihten sonra 23 Mart 1960'a kadar Üstadından hiç ayrılmamaya gayret eder.

Nur hizmetinde istişare sistemini yerleştirmek, ıttihat ve Yeni Asya gazetelerini yayın hayatına kazandırmak gibi unutulmaz hizmetlere imza atan Gündüzalp'in, ayrıca hususî notlarından derlenmiş birkaç eseri mevcut.

Matbuat lisanıyla konuşmaya bir nevi öncülük eden merhûm Zübeyir Gündüzalp'in mezarı Eyüpsultan Kabristanındadır.

02.04.2005

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr

http://www.yeniasya.com.tr/2005/04/02/ya…/lsalihoglu.htm
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir