Giriş yapmadınız.

1

05.03.2009, 11:51

Vicdan ve insaniyet

Vicdan ve insaniyet


Çaresizliklerin hükmettiği, kalplerin ve vicdanların sustuğu bir dünyada yaşıyoruz.

Akıl ve hikmet yerine garaz ve husûmetin rağbet gördüğü bir yerküre tablosu var karşımızda.

Hak yerine (hevesle malûl) hisler rağbet gördüğü için küresel savaşlar, krizler ve sarsıntılar mahallemizde eksik olmuyor.

Beşeriyet, heva ile hüda arasında sıkışmış olan ruhunu kaybetmek üzere.

Konuştuğumuz şeylere bakın; küresel kriz, Gazze katliâmı, Irak savaşı, Afganistan…

Ergenekon, JıTEM, bombalar, muhtıralar …

Yerküreyi tehdit eden bu derin çöküntü ve beşerî travma neden kaynaklanıyor acaba?

Neden güzel şeyler konuşmuyoruz?

Yüksek bir istidada malik ve kemal mertebede bir fıtratta yaratılan insan nasıl oluyor da bu derece kan ve kin kusabiliyor? Fıtratlarımız neden bu derece savruldu?

Yıllardır Irak ve Afganistan’da devam eden ve milyonlarca masum insanın hayatını heder eden trajedilere bakın!

Yine yakın zamanda Gazze’de yaşanan tüyler ürpertici drama bakın; zulme maruz kalan masum çocuklar, kadınlar, yaşlılar…

Bütün bu vahşetlerin müsebbibi ne yazık ki insanın kendisi.

Peki emanet-i kübrâ rütbesi ve hilâfet-i zemin vazifesi ile diğer bütün varlıklardan imtiyazlı bir şekilde yaratılan bu değerli varlık/insan neden zulüm ve vahşetle bu derece boyanabiliyor?

Bakara Sûresi 30. âyet şöyle der: “Düşün o zaman ki, Rabbin melâikeye hitaben, ‘Ben yerde bir halife yaratacağım’ dedi. Melâike de ‘Yerde fesat yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın? Hâlbuki biz hamdinle Seni tesbih ve takdis ediyoruz’ dediler. Rabbin de ‘Sizin bilmediğinizi ben biliyorum’ diye onlara cevap verdi.”

ışte yukarıdaki soruların cevabı, Rabbimizin bilip melâikenin bilmediği o esrarlı “şey”de saklı.

O sırlı şey, beşerin şer ve fesadına karşılık onda emanet olarak bırakılan âli fıtrat ve yüksek istidattır.

Çekirdek halinde insanın mahiyetine zer’ edilen (ekilen) istidat ve kabiliyetler, Kur’ân ve iman hakikatları ile sümbüllenmesi gerekirken, şeytan, nefis ve hevanın telkini ile şer ve fesada savrulabiliyor.

Çünkü fıtrata had konulmamıştır. ınsanın şeheviye, gadabiye ve akliye kuvvelerine yaratılışta hudut tayin edilmemiştir. ınsan kendi iradesi ile bu duygularını vahyin tayin ettiği çerçevenin dışına taşırabiliyor. Bu alan, iffet, şecaat ve hikmet vasatının dışındaki ifrat ve tefrit sarkaçlarıdır.

ışte istibdat, zulüm ve tahakkümler bu gadabiye kuvvenin olması gereken noktanın (şecaat) dışına sapmasıdır.

Eğer herhangi bir ısrail Başbakanı veya askeri, Filistinli bir masum bebeği katlederken vicdanı titremiyorsa demek ki yüce yaratıcının bıraktığı emanete sahip çıkamamıştır!

Maddî menfaatler uğruna Irak, Afganistan ve diğer coğrafyalarda insanlar katledilebiliyorsa, demek ki emanet-i kübra rütbesinden dikey bir iniş ve sukût var!

Ve eğer birileri kendi saltanatlarının devamı uğruna Balkan komitacılarını aratmayacak derecede bomba, cinayet, tedhiş ve korku ile memleketin masum ve dindar insanlarının hukukunu payimâl etmişse demek ki fıtratta bir sapma ve kayma var!

Emanete ihanetin, rütbeye saygısızlığın ve fıtratın sesini dinlememenin cezası muhakkak çok şiddetli olacaktır...

Hakikaten Cenâb-ı Hak insanı bütün isimlerinin tecellisine mazhar olabilecek bir donanımda yaratmıştır. Yani esma-i ılahiye ona talim edilmiştir. ınsana düşen bunun gereğini yerine getirerek çekirdek halindeki bu talimi derinleştirmektir. Böylece insan, istidatlarını ilim yolu ile inkişaf ettirerek melâikenin üstünde bir makama çıkabilir.

Meselâ bu istidatlardan birisi olan “vicdan”, mevcudatı ihata edebilecek bir mahiyette ve eşyanın hakikatlerine nüfûz edebilecek bir kabiliyettedir. Bediüzzaman Hazretleri vicdan ile ilgili der ki: “Beşer zahir ve bâtın havâs ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir” (ışârâtü’l-ı’câz, s. 423)

Vicdanın ilmî analizini yaparken de şunları söyler: “Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan ‘irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye’ her birinin bir gayetü’l-gâyâtı var: ıradenin ibadetullahtır; zihnin marifetullahtır, hissin muhabbetullahtır, lâtifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayetü’l-gayata sevk eder.” (Hutbe-i şamiye, 114-115)

ınsan, iradesini ibadetten tarafa kullanmadıkça, zihnini irfanla donatmadıkça, hislerini ılâhî muhabbetle renklendirmedikçe ve lâtifelerini ılâhî sanatlara şahit yapmadıkça özünü bulamaz.

Bunların tamamını yapan ancak gerçek insaniyeti yakalar.

Bunu yapmanın tek yolu fıtrat dini olan doğru ıslâmiyeti yaşamaktır.

Üstad Bediüzzaman’ın ifadesi ile büyük ve gerçek insaniyet, ıslâmiyettir.

ıslâmiyet vicdanlarda hükmettikçe imanlı faziletler ortaya çıkar, bu da zulüm ve istibdadın bütün kapılarını kapatır.

ıstikbalde ıslâmiyet hükmedeceğine göre yarınımızdan ümitliyiz: “Asıl insaniyet-i kübra olan ıslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinânı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.” (Muhâkemât, s. 58.)

ıBRAHıM KAYGUSUZ

05.03.2009

hy120

Profesyonel

  • "hy120" bir erkek

Mesajlar: 654

Konum: usak

Meslek: esnaf

  • Özel mesaj gönder

2

20.03.2009, 10:45

yani bozulan vicdanların düzelmesi için islamiyeti ytasamak, islamiyeti yaşamak içinde vicdanın düzelmesi gerekir. bu durumda tekrar tekrar hidayetin Allah´tan oldugunu vazifemizin tebliğ olduğunu tekrar hatırlamak gerekiyor

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir