ınsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acâibindendir ki: Sâni-i Hâkim şu küçük cisimde gayr-ı mahdut envâ-ı rahmeti tartmak için gayr-ı mâdut mizanlar vaz etmiştir. Ve Esmâ-i Hüsnânın gayr-ı mütenâhi mahfî definelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsur cihâzat ve âlât yaratmıştır. Meselâ, mesmûat, mubsırat, me'kûlât âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâniin sıfât-ı mutlakasını ve geniş şuûnatını fehmetmek içindir. (Mesnevî-i Nuriye - Onuncu Risale)
ınsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peyda etmiştir. Ve ihtiyacatın kesreti sebebiyle çok çeşit çeşit hissiyat peyda olmuştur. Ve hassasiyeti çok tenevvü etmiş. Ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle pek çok makasıda müteveccih arzulara medar olmuş. Ve pek çok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihazatı ziyade inbisat peyda etmiştir. Ve ibadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün kemalâtın tohumlarına câmi’ bir istidad verilmiştir. ışte şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu’cizatını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.(Gençlik Rehberi)
Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye" herbirinin bir gayetü'l-gàyâtı(gayelerin gayesi) var:
ıradenin ibadetullahtır.
Zihnin, mârifetullahtır.
Hissin, muhabbetullahtır.
Lâtifenin, müşahedetullahtır.
Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder.
şeriat, şunları hem tenmiye(büyütme,yetiştirme), hem tehzip(temizleme,düzeltme), hem bu gayetü'l-gàyâta sevk eder.(Hutbe-i şâmiye )
S- Diyorsun ki: "Teklif saadet içindir. Halbuki ekser-i nâsın şekavetine sebep, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?"
C - Cenab-ı Hak, verdiği cüz-ü ihtiyarî ile ef'âl-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahi tohumları sulamak ve neşvünemalandırmak için de beşeri teklifle mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşvünema bulamazdı.
Evet, nev-i beşerin ahvâline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi, nev'in saadetine de sebep olmuştur.
Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabul ve tekâlif-i ılâhiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. ışte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.( ışârâtü'l-ı'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 26,27)
Kat'iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır.
Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır.
Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır.
Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.(20.Mektup)
Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın ;
kalb ve mide dairesinden
ve ceset ve hane dairesinden,
mahalle ve şehir dairesinden
ve vatan ve memleket dairesinden
ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut,
tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var.
Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.(Meyve Risalesi-Dördüncü Mesele)
1.Tehzibü'r-ruh(Ruhun ıslahı, ruhun temizlenmesi.)
2.riyazetü'l-kalb(Kalb terbiyesi, kalbi kötü arzu ve isteklerden uzak tutma.)
3.terbiyetü'l-vicdan(Vicdanın terbiyesi)
4.tedbirü'l-cesed(Cesedin idaresi)
5.tedvirü'l-menzil (Ev idaresi)
6.siyasetü'l-medeniye, (ıdare,yöneticilik,devlet idaresi)
7.nizâmâtü'l-âlem (Dünya işlerinin düzenleri, dünya işlerinin düzenlenmeleri.)
8.hukuk (şeriat kitaplarında yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler)
9.muamelât (Fıkıhta şahıs ve aile hukuku, aynî haklar, miras, ticaret, borçlar ve iç hukukuyla ilgili konular.)
10.âdâb-ı içtimaiye (Sosyal hayata, toplum hayatına ait kurallar, terbiyeler.)
vesaire vesaire gibi ulûm ve fünûnun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı ıslâmiyedir.(ışaratü'l ı'caz)
Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sânii arayan ve isteyen ve Sâniin vücudunu delâiliyle ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem' ve basara hakk-ı takaddümü vardır.
ıhtar: Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. (ışârâtü'l-ı'câz)
Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. ıkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. ıftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. (Münazarat )
Evet, zarurat ve incizab ve temayül ve tecarüb ve tecavüb ve tevatür, o katarat ve lemeatı musafaha ettirerek, ortalarındaki mesafeyi tayyedip bir havz-ı âb-ı hayatı ve dünyayı ışıklandıracak bir elektrik-i nevvareyi teşkil edecektir. Zira, kemâlin cemâli dindir. Hem, din saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selâmetidir. (Münazarat )
ınsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, "Ebed, ebed!" sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdanî olan incizap ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedârın yalnız cezbiyle olabilir. Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinin Hâtimesi bu hakikati göstermiştir.(29.Söz)
ımanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor mâkes-i nur-u iman.
Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir.
Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman vicdan.
Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa, ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimâlât-ı kesire olur birer hasm-ı bîeman.
Kalb ile vicdan, mahall-i iman.
Hads(sezgi) ile ilham, delil-i iman.
Bir hiss-i sâdis, tarik-i iman.
Fikir ile dimağ, bekçi-i iman.(Lemaat'ten)
Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise
Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif.
Evvel tahayyül olur,
sonra tasavvur gelir.
Sonra gelir taakkul,
sonra tasdik ediyor,
sonra iz'an oluyor,
sonra gelir iltizam,
sonra itikad gelir.
ıtikadın başkadır, iltizamın başkadır.
Herbirinden çıkar bir hâlet.
Salâbet itikaddan,
Taassup iltizamdan,
imtisal iz'andan,
tasdikten iltizam,
taakkulde bîtaraf(tarafsız),
bîbehre(nasipsiz) tasavvurda,
Tahayyülde(hayelde) safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.
Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhtir, hem idlâli.(Lemaat
Kalpsiz akıl olmaz.Nur-u akıl kalbden gelir.
Zulmetli münevverler(maneviyatı karanlıkta olan sözde aydınlar) bu sözü bilmeliler:
Ziya-yı kalbsiz(kalp parlaklığısız) olmaz nur-u fikir(fikir aydınlığı) münevver(bilgili,kültürlü,aydın kimse).
O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir
kalp ışığı ile fikir nuru birleşmezse zulüm,karanlık olur)zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver(uydurmacılığın,yalanın,bilgisizliğin karanlığı).
Gözünde bir nehar(gündüze benzeyen beyazlık) var; lâkin ebyaz(beyazlık) ve muzlim(karalık,aydınlığı görmeyen).
ıçinde bir sevad(siyahlık) var ki bir leyl-i münevver(aydınlık gece).
O içinde bulunmazsa, o şahm-pâre(iç yağ parçası) göz olmaz, sende birşey göremez.
Basiretsiz(ileri görüşü,kavrayışı olmayan) basar(göz,görüş) da para etmez.
Ger fikret-i beyzâda(parlak fikirlerde) süveydâ-i kalb(kalpteki basiret ve idrak merkezi;kalbin ortasında var olduğu kabul edilen ilahi aşkın tecelli ettiği yer) olmazsa, halita-i dimağî(beyinde,akılda bulunan fikirler yumağı) ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.
(Lemaat'tan)
ınsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acâibindendir ki: Sâni-i Hâkim şu küçük cisimde gayr-ı mahdut(sayısız,sınırsız) envâ-ı rahmeti(rahmetin çeşitlerini) tartmak için gayr-ı mâdut(sayılamaz) mizanlar vaz etmiştir. Ve Esmâ-i Hüsnânın gayr-ı mütenâhi(sonsuz,sonu olmayan,nihayetsiz) mahfî definelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsur(sayılamayacak derecede,sınırsız) cihâzat ve âlât yaratmıştır. Meselâ, mesmûat(işitilen), mubsırat(görünenler), me'kûlât(yiyecekler) âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâniin sıfât-ı mutlakasını(kayıt altına alınamayan vasıfları) ve geniş şuûnatını(keyfiyetler,haller,işleri) fehmetmek içindir.(M.Nuriye-Onuncu Risale)
Kalbinde nokta-i istimdat, nokta-i istinatla vicdan -ı beşer Sânii unutmamaktadır.
Eğer çendan dimağ tâtil-i eşgal etse de, vicdan edemez.
ıki vazife-i mühimmeyle meşguldür. şöyle ki:
Vicdana müracaat olunsa, kalb bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi, kalb gibi kalbdeki ukde-i hayatiye olan mârifet-i Sâni dahi, ceset gibi istidadât-ı gayr-ı mahdude-i insaniyeyle mütenasip olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder; lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder. ışte nokta-i istimdat_
Hem de bununla beraber, kavga ve müzahametin meydanı olan dağdağa-i hayata peyderpey hücum gösteren âlemin binler musibet ve mezahimlere karşı yegâne nokta-i istinat, mârifet-i Sânidir.
Evet, herşeyi hikmet ve intizamla gören Sâni-i Hakîme itikad etmezse ve ale'l-amyâ tesadüfe havale ederse ve o beliyyata karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse, tevahhuş ve dehşet ve telâş ve havftan mürekkep bir halet-i cehennem-nümûn ve ciğerşikâfta kaldığından, eşref ve ahsen-i mahlûk olan insan, herşeyden daha perişan olduğundan, nizam-ı kâmil-i kâinatın hakikatine muhalif oluyor. ışte nokta-i istinat_ Evet, melce, yalnız mârifet-i Sânidir.
Demek, şu iki noktayla bu derece nizam-ı âlemde hükümfermâlık, hakikat-i nefsü'l-emriyenin hâssa-i münhasırası olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan vücud-u Sâni tecellî ediyor. Akıl görmezse de fıtrat görüyor. Vicdan nezzardır; kalb penceresidir.( Muhakemat)
Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâsını neşrederler. (Mesnevî-i Nuriye – Nokta)
DÖRDÜNCÜ BURHAN: Vicdan -ı beşer denilen fıtrat-ı zîşuurdur. şu burhanda dört nükteyi nazar-ı dikkate al.
Birincisi: Fıtrat yalan söylemez. Meselâ, Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüvv der ki: "Sümbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Meselâ, yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım." Biiznillâh olur. Doğru söyler. Meselâ, bir avuç su incimad ile meyelân-ı inbisatı der: "Fazla yer tutacağım." Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu, demiri parçalar. ışte şu meyelânlar, irade-i ılâhiyeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellîleridir, cilveleridir.
ıkincisi: Beşerin havâssü'l-hums-u zâhire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş'ur pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsıra, zâika olduğu gibi, bir hiss-i sâdise-i sâdıka olan sâika vardır. Hem bir hiss-i sâbia-i bârika olan şâika var. O şevk ve sevk yalan söylemez. Yanlış gidemez.
Üçüncüsü: Mevhum birşey hakikat-i hariciyeye mebde' olamaz. Fıtrat ve vicdanda nokta-i istinadla nokta-i istimdad, iki hakikat-ı zaruriyedir. Hilkatin safveti ve en mükerremi olan ruh-u beşer, o iki nokta olmazsa en süflî, en berbat bir mahlûk olur. Halbuki, kâinattaki hikmet ve nizam ve kemal bu ihtimali reddeder.
Dördüncüsü: Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. Hads-ki, şimşek gibi sür'at-i intikaldir-daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelânın muzâafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı ılâhî, onu daima mârifet-i Zülcelâle sevk eder. şu fıtrattaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i câzibedarın cezbiyledir.
Bu nükteleri bildikten sonra, şu burhan-ı enfüsî olan vicdana müracaat et. Göreceksin ki,
kalb bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye olan mârifet-i Sânidir ki, istidâdât-ı gayr-ı mahdude-i insaniyeyle mütenasip olan âmâl ve müyûl-ü müteşâibeye neşr-i hayat eder. Lezzeti içine atar ve kıymet
Mektubunda Letâif-i Aşereyi sual ediyorsun. şimdi tarikatı ders vermek zamanında olmadığımdan, tarîk-i Nakşî muhakkiklerinin Letâif-i Aşereye dair eserleri var. şimdilik vazifemiz ise istihrac-ı esrar olduğundan, mevcud mesâili nakil değildir. Gücenme, tafsilat veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki; Letâif-i Aşere; ımam-ı Rabbanî: kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasip bir lâtife-i insaniye tâbir ederek seyr-i sülûkta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvâlinden icmâlen bahsetmiştir.
Ben kendimce görüyorum ki, insanın mâhiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letâif var, onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükemâ ve ulemâ-yı zâhirî dahi, o Letâif-i Aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zâhirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o Letâif-i Aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar. Hattâ avam ve havas beyninde taaruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikın letâif-i aşeresiyle münasebettardır. Meselâ, vicdan, âsab, his, akıl, hevâ, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letâifi; kalp, ruh ve sırra ilâve edilse Letâif-i Aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letâiften başka sâika, şâika ve hiss-i kablel'l-vuku gibi çok letâif var. Bu meseleye dair hakikat yazılsa, çok uzun olur, vaktim de kısa olduğundan kısa kesmeye mecbur oldum.(On Altıncı Lema)
Hülâsa: ıman nuruyla âlem öyle terakki eder ki, "Hikmet-i Samedâniye Kitabı" namını alıyor. Ve insan, zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar; zaafının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin şevketiyle, kalbinin şuasıyla, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilâfet ve hâkimiyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbab iken, suud ve yükselmesine sebep olurlar
ı'lem eyyühe'l-aziz! Kalbin umûr-u dünyeviyeyle kasden iştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir:
Görüyoruz ki, kalb, hangi birşeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimamla eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devamla, onunla beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkında tam mânâsıya fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir. Halbuki umur-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalb, ebedü'l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir; bu fâni dünyaya razı değildir(Mesnevi-i Nuriye)
1 "Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin." Mâide Sûresi, 5:38.)âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder. Hadd-i şer'îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.
"Evet, iman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar histen, nefisten çıktıkça 'yasaktır' der, tard eder, kaçırır.
"Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez.(Hutbe-i şâmiye )
"Gayr-ı mütenahi berâhininden dört burhan-ı küllîyi irad ediyoruz."demiş ve yukarıya aldığım yerde bu bürhanları sıralamış.
Birinci burhan: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. şu burhan-ı neyyirimiz şuâat'da tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver bir mir'attır.
ıkinci burhan: Kitab-ı kebîr ve insan-ı ekber olan kâinattır.
Üçüncü burhan: Kitab-ı mucizü'l-beyan, Kelâm-ı Akdestir.
Dördüncü burhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâsını neşrederler.(Mesnevî-i Nuriye - Nokta )
Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim birşeyde çok tevaggul etse, galiben başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki, maddiyatta tevaggul eden, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti olanın mâneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyân-ı istimâ değildir. Evet, bir hasta, tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal ederse, akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik, hakaik-i mahzâ ve mücerredat-ı sırfeden olan mâneviyatta, maddiyûnun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdetâ lâtife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurânî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez.(Muhakemat)
Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet,kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hafıza, bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki, kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.( On Birinci Lem'a )
O cüz'î meyvenin kalbi, hem hadisçe "zahr-ı kalb" denilen insanın hafızası, ekser envaın bir çeşit muhtasar fihristesi ve bir küçük nümune haritası ve şecere-i kâinatın bir mânevî çekirdeği ve ekser esmâ-i ılâhiyenin incecik bir aynası olduğu, hem o kalbin ve hafızanın emsalleri ve sikkeleri bir tarzda bulunan bütün kalblerin ve hafızaların kâinat yüzünde müstevliyâne intişarları, elbette bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan bir Zâta bakar ve "Yalnız Onun eseriyim ve Onun san'atıyım" derler.(ıkinci şua)
Sonra (1 "Bize yeter..") daki (2 "Biz.") da bulunan ene'ye, yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mucizâne yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün Rahmânî hediyeleri, atiyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve Esmâ-i Hüsnânın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince târifeleri o âletlere yardımcı vermiş. (ıkinci şua)
Ve keza, (zehebe)tabirinden anlaşılır ki, havass-ı hamse denilen duygular, sağır, kör, câmid tabiattan neş'et etmiş değildirler. Ancak o duygular, Cenab-ı Haktan ihsan edilen hediyelerdir. Yalnız göz, kulak tabirleri adi birer isimdirler.( ışârâtü'l-ı'câz )
Hattâ, vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir surette, o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit mânâları kendi zevklerine göre alır, emer. ışte, şu hikmete binaen, bütün hissiyatları uyanık ve letâifleri hüşyar olan Sahâbeler, envâr-ı imaniye ve tesbihiyeyi câmi olan kelimât-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün letâifiyle hisse alırlardı. (YirmiYedinci Söz)
Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştahlar, ihtiyaçlar,duygular, hissiyatlar, hisler vermiş. (Yedinci şua )
Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i ılâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.( On Birinci Söz )
Velîlerin himmetleri, imdatları, mânevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdî, Muğîs, Muîn, ancak Allah'tır. Fakat insanda öyle bir latife, öyle bir hâlet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse-velev ki fâsık da olsun-Cenab-ı Hak o lâtifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O latife pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim. (Mesnevî-i Nuriye - şûle )
Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına giremez; o latife hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer'iyeye muhalefetiyle mes'ul tutulmaz. Ve madem insanda bazı letâif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez; o latife, kalbi ve aklı dinlemez. Elbette, o latife bir insanda hâkim olduğu zaman-fakat o zamana mahsus olarak-o zat, şeriata muhalefette velâyet derecesinden sukut etmez, mâzur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-i şeriata ve kavâid-i imanîye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa, o hale mağlûp olup-neûzü billâh-o hakaik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur. (Yirmi Dokuzuncu Mektup )
Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin lâtifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve Ebedî Zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîmin emrine mutî olan o sultanına itaat et, kurtul.(ON YEDıNCı LEM'A)
Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki latife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler, belki de mes'uliyet altına da giremezler. Bazan o lâtifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: "Senin istidadın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin seni şekavete mahkûm etmiştir." O biçare adam ye'se düşüp helâkete gider.( On Üçüncü Lem'a)
Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin lâtifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve Ebedî Zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîmin emrine mutî olan o sultanına itaat et, kurtul.(ON YEDıNCı LEM'A)
Çünkü hayatın mihveri ve makinası ancak kalbdir.(ışaratül ı'caz)....
Vicdan nezzardır; kalb penceresidir.( Muhakemat)"
Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar.( Muhakemat)"
Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.
Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye" herbirinin bir gayetü'l-gàyâtı var:
ıradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetullahtır. (Hutbe-i şâmiye )
ı'lem eyyühe'l-aziz! Hilkat şeceresinin semeresi insandır. Malûmdur ki, semere bütün eczânın en ekmeli ve kökten en uzağı olduğu için, bütün eczânın hâsiyetlerini, meziyetlerini hâvidir. Ve keza, hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine insandır.
Sonra, o şecerenin semeresi olan insandan bir tanesini şecere-i ıslâmiyete çekirdek ittihaz etmiştir. Demek o çekirdek, âlem-i ıslâmiyetin hem bânisidir, hem esasıdır. Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalbdir. Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin envâıyla, eczâsıyla pek çok alâkaları vardır. Esmâ-i Hüsnânın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikiyle itminan edebilir.
Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vahid-i Ehadden başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada birşeye razı olmuyor.
ınsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında ıslâmiyetle iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nurânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nurânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâp edinceye kadar ateşle yanması lâzımdır.
Ve keza, o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatiyle hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal, meselâ en zayıf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacerü'l-Esvedin altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacerü'l-Esvede muhafaza için tevdi ettirir.
Mâdem benî Âdem kâinatın semeresidir. Nasıl ki, bir harmanda başaklar döğülür; tasfiye neticesinde semereler istibka ve iddihar edilir. Binaenaleyh, haşir meydanı da bir harmandır; kâinatın başak ve semeresi olan benî Âdemi intizar etmektedir.( Mesnevî-i Nuriye - Habbe)
Kelâmın elbise-i fahiresi veyahut cemali ve sureti, üslûp iledir. Yani, kalıb-ı kelâm iledir. şöyle ki:
Ya dikkat-i nazar veya tevaggul veya mübaşeret veya san’atın telâkkuhuyla hayalde tevellüd eden temayülâtın hususiyatından teşekkül eden suretlerden terekküp eden istiare-i temsiliyenin parçaları telâhuk ettiklerinden tenevvür ve teşerrüb ve teşekkül eden üslûp, kelâmın kalıbı olduğu gibi, cemalin mâdeni ve hulel-i fâhirenin destgâhıdır. Güya aklın borazanı denilmeye şayan olan irade ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan mânâlar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak çıktıklarından, mahall-i suver olan hayale girerler. O hazinetü’l-hayalde buldukları sureti giyerler. En ekall bir yazmayı sarar. Veya bir pabucu giyer. Lâakal bir nişanla çıkar. Hiç olmazsa bir düğmeyle veya bir kelimeyle, kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir.
ışte burda da görüldüğü gibi , iradeyi ruhun ta derinliklerde uykuya dalmış harekete geçmesini açıklarken sanki borazanı üfleyen Küll'i iradeyi ve Kudret'i ılahi yi nazara verir .Çünkü hiç bir hareket yoktur ki Külli iradeden çıkmış olmasın ..Materyalistlerin dediği gibi boşlukta koşuşan yalancı zerreciklerin bileşim ve uyumluklarını (struktur) tesadüf kabul edilirse , bu sefer her bir zerrecikte Küll'i irade bulunması gerekmektedir.Böylesi bir yaklaşım irade ve meyelanı olumsuz yapar.(Muhakemat)
Kelâmın semeratı ise, tabakat-ı muhtelifede, suver-i muteaddidede teşekkül eden maânîdir. şöyle:
Kimyaya âşinâ olanlara malûmdur. Bir maddeyi, meselâ altın gibi bir unsuru istihsal edildiği vakit, makine veya fabrikayla müteaddit borularla, muhtelif teressübâtıyla, mütenevvi teşekkülâtla, tabakât-ı mütefavitede geçer. En nihayet, ondan bir kısım tahassul eder. Kelâm denilen maâni-i mütefavitenin fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritanın istiab ettiği gibi mefâhim-i mütefavitenin suret-i teşekkülü budur ki:
Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtissatı ihtizaza gelmekle müyülât tevellüt eder. Ondan hevaî mânâlar bir derece aklın nazarına ilişmekle aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar halindeki mânâ bir kısmı tekâsüf etmekle, temâyülât ve tasavvurâtın bir kısmı müallâk kalıp, bir kısım dahi takattur ettiğinden, akıl ona rağbet gösterir. Sonra mâyi halindeki kısımdan bir kısım tasallüp ve tahassul ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra o mütesallipten bir resm-i mahsus ile temessül ve tecellî ettiğinden, akıl onun kametine göre, bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir.
Demek, müteşahhıs olanı, kelâmın suret-i mahsusası içine alıyor. Ve tasallub etmeyeni fehvanın eline verir. Ve tahassul etmeyeni işaret ve keyfiyet-i kelâma yükler. Ve takattur etmeyeni kelâmın müstetbeâtına havale eder. Ve tebahhur etmeyeni üslûbun ihtizazatına ve kelâmla refakat eden mütekellimin etvarıyla rapteder. ışte bu silsilenin borularından ismin müsemmâsı ve fiilin mânâsı ve harfin medlûlü ve nazmın mazrufu ve heyetin mefhumu ve keyfiyatın mermuzu ve müstetbeatın
müşarünileyhleri, hitabı teşyi eden etvarın muharrikleri, hem de "Dâll bil-ibare"nin maksudu ve "dâll bi'l-işaret"in medlûlü ve "dâll bi'l-fehvâ"nın mefhum-u kıyasîsi ve "dâll-bi'l-iktizâ"nın mânâ-yı zarurîsi ve daha başka mefahim, umumen bu silsilenin birer tabakasından in'ikad eder ve şu madenden çıkar. Eğer seyretmek istersen, kendi vicdanına bak, şu meratibi göreceksin.(Muhakemat)
Nur-u akıl kalbden gelir.
Kalbsiz akıl olamaz.(Lemaat)
Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.(Muhakemat)
Meselâ akıl bir alettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'iç ve muacciz bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini senin bu biçare başına yükletecek; yümünsüz ve muzır bir alet derekesine iner. ışte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'aç ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikîsine satılsa ve Onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar.
ışte, ey akıl, dikkat et! Meş'um bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede?
Ve o çiftlikler, makineler, aletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve batınî hasselerindir.(Altıncı Söz)
Hem imân, yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. ılim ile gelen mesâil-i imâniye dahi,akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır." ışte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakim ve selâmetli yapıyor.
Eski hükema, ahkâm-ı şer'iyeden ve akaid-i imâniyeden bazıları için: "Bu nakildir, imân ederiz,akıl buna yetişmez" demişler. Halbuki, bu asırda akıl hükmediyor. Bediüzzaman Said Nursî ise, "Bütün ahkâm-ı şer'iye ve hakaik-i imâniye aklîdir. Aklî olduğunu ispata hazırım" demiş. Ve Risale-i Nur'da ispat etmiştir.(Konferans)
Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir belâ olur.(Otuzuncu Lem'adan)
Ve bundan anla ki, bu hayatın gayesini "rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmektir" diyenler, gayet çirkin bir cehaletle, münkirâne, belki de kâfirâne, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.(Otuzuncu Lem'a )
Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan ve nazar-ı akıl ile alınan suret-i garaz, müşevveş olmamak için, tecavüb ve teavün ve istimdad lâzımdır.(Muhakemat )
"ıman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez" diye hükmetmiştir. Hem bütün ulemâ-i ıslâm "Haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez" diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve mânen pek yüksek bir yol, birden bire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur'ân-ı Hakîmin feyziyle ve Hâlık-ı Rahîmin rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden, bin şükür etmeliyiz. Çünkü imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyâdına çalışmalıyız.
Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i âzam, ısm-i Âzamın tecellîsiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakkın ısm-i Âzamının ve her ismin âzamî mertebesindeki tecellîsiyle zahir olan ef'âl-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i âzam bahar gibi kolay ispat ve kat'î iz'ân ve tahkikî iman edilir. şu Onuncu Sözde feyz-i Kur'ân ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa, âciz kalır, taklide mecbur olur.(Onuncu Söz)
ınsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi mânevî vücutlar da var.(Otuz Birinci Söz )
Üstad-ı hakikî Kur'ân'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur" diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûke başladılar. Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu mânevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki ımam-ı Gazâlî (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve ımam-ı Rabbânî (r.a.) gibi kalb, ruh,akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur'ân'ın dersiyle, irşadıyla hakikate bir yol bulmuş, girmiş.
Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve ımam-ı Rabbânî (r.a.) ve ımam-ı Gazâlî (r.a.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, herşeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp, lillâhilhamd, Eski Said Yeni Said'e inkılâp etmiş. (Mesnevî-i Nuriye - Lem'alar )
Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır.(Otuzuncu Lem'a)
Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki, bazı vehhamlar diyor: "Muhtemeldir, burhanın gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl herbir şeyi derk edemez. Aklımız da buna ihtimal verir."
Evet, yok; belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe'ni burhan üzerine gitmektir. Evet, akıl herbir şeyi tartamaz; fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise, biz de o meselede çocuk gibi mükellef değiliz.
Evet, muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır; elde ve ayakta aramak abestir.(Muhakemat )
Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. şu halde, kebâiri işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir. (On Üçüncü Lem'a )
Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok âletleriyle hem maddî, hem mânevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.
Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın lâtifeleri ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîmden rızıklarını isterler ve müteşekkirâne alırlar. Herbirisine, ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütellezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzâk-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o lâtifelerin herbirisini hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misilli ötekiler dahi, herbiri birer âlemin anahtarı olur, iman ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.(Yedinci şua )