Evet,
Ezcümle:
Felâsifenin bir taifesi, Cenâb-ı Hakka “mûcib-i bizzat“ (İradesiyle değil Varlığı nedeniyle her şeyi yapmaya mecbur olan)demişler, ihtiyarınınefyetmişler, (irade seçme gücünü inkat etmişler) ihtiyarını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip (Yalanlamışlar)etmişler.
Demek ki..duada her kalbin içindeki yakarışta ..rızasını talep eden her ihlaslı davranışta varlık ve yakınlığını ihsan ve inayet ve muvaffakiyetlerle ihsas eden bu merhametten mahrum kalmışlar.Allah’ı CC öyle vasıflandırdıklarından öylede muamele görmüşler.Aczleri başlarına bela olmuş ve öyle zararlar vermişler ki geride dönememişler..Mağfirette isteyemediklerinden hatalarını fark edememişler…
Feyâ sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat, taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâniin ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor!
Hem bir kısım felasife “Cüz’iyâta ilm-i İlâhî taallûk etmiyor” diye ilm-i İlâhînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehâdât-ı sâdıkalarını reddetmişler.
Evet akılları gözlerine inmiş kalpsiz feylosoflar,kainatın iplerini çözdüklerinden o ulvi rabıtaları göremiyorlar..Her şey her özelliğiyle onların belki fikirlerine bir külfet getirdiğinden onun tekellüfünde kurtulmak için inkarını zehep etmek daha kolaylarına gelmiş.Çünkü nefy-i nefy isbattır. Yok yok ise var olur.
Evey üstadımızın dediği gibi ;
Evet, bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler. Yani, birtek ilâhı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilâhları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani, birtek Zât-ı Akdesin hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından, o hadsiz, nihayetsiz, câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki ulûhiyetlerini kabul etmeye, mesleklerince mecbur oluyorlar. İşte sen gel, eçheliyetin nihayetsiz derecesine bak!
Evet;
Hem felsefe esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Yirmi İkinci Sözde kat’î bir surette ispat edildiği gibi, herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, câmid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubât-ı Samedâniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder.
Hem, OnuncuSözde ispat edildiği gibi, Cenâb-ı Hak bütün esmâsıyla ve kâinat bütün hakaikiyle ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve kütüb-ü semâviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler. İşte, bu hurafatlara sair meselelerini kıyas edebilirsin. Evet, şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp, dalâlet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır.
Mesnevi-i Nuriyeden bir bölüm ilave derek devam edelim İnşallah;
İ’lem Eyyühel-Aziz! Otuz seneden beri iki tagut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri “Ene”dir, diğeri “Tabiat”tır. Birinci tağutu gayr-ı kasdî, gölgevari bir âyine gibi gördüm. Fakat o tagutu kasden veya bizzât nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firâvun olurlar.
İkinci tağut ise, onu İlahî bir san'at, Rahmanî bir sıbgat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyyunlarca bir ilah olur. Maahaza o tabiat zannedilen şey, İlahî bir san'attır. Cenab-ı Hakk'a hamd ve şükürler olsun ki, Kur'anın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tagutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.
Evet Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubab Risalelerimde isbat ve izah edildiği gibi; mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlahiye ve san'at-ı şuuriye-i Rahmaniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza firâvunluğa delalet eden “Ene”den Sâni'-i Zülcelal'e raci' olan “Hüve” tebarüz etti.
“Kim tâğûtu reddeder de Allah’a iman ederse, işte o kopmaz ve kırılmaz, sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah ise herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir.” Bakara Sûresi, 2:256.
Geçen hakikati tenvir edecek bir seyahat-i hayaliye suretinde, nim-manzum (Yarı vezinli Kafiyeli)olarak Lemeat’ta (Lemaat-Risale-i Nur külliyatı Sözler kitabının sonundadır..Burada zikrettiği konu lemaat içinde Fatiha ile ilgilibir seyehati yazdığı bölümdür..Harika bir hareketliliktir..Fatiha ile ilgili aynı konu Kastamonu lahikasında”Lemaat’tan başlığı ile de bulunmaktadır)yazdığım bir vakıa-i misaliyenin meâlini şurada zikretmeye münasebet geldi.
Şöyle ki:
Evet tekrar pragrafı alalım:
Geçen hakikati tenvir edecek bir seyahat-i hayaliye suretinde, nim-manzum olarak Lemeat’ta yazdığım bir vakıa-i misaliyenin meâlini şurada zikretmeye münasebet geldi. Şöyle ki:
Bu risalenin telifinden sekiz sene evvel, İstanbul’da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefeyle münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılâb edeceği bir hengâmdadır ki, Fâtiha-i Şerifenin âhirinde
“Kendilerine in’âm ve ihsanda bulunduklarının yolu, gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yolu değil.” Fâtiha Sûresi, 1:7.
ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken, şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hadise-i misaliye, rüyaya benzer bir hadise gördüm ki:
Bu ve benzeri seyehat-i hakikiyerlerden üstadımızın söz ettiği yerler ve temsili hikayeler bir çok meseleyi bize yakınlaştıran hem de ilmi mesabede kalp ve ruh ile yapılan seyehatlerin tefekküre getirdiği harika hakikatlerdir. Her biri bir mazhariyet ve o hale mahsus alemin içindeki bir talim bir derstir.Meselenin hüviyetine göre yakin derecesini gösterir bir penceredir.Genel manasıyla içinde bu gibi mesailde kendini görmek ve bu görmenin umuma şamil bir ders hasiyeti taşıması ve müvazenesinin tenasübü makamında hakkal yakin bir tecellidir.Çünkü harici alemlerin göz ile göründüğü makamla basiretle nuruyla müşahade edildiği alem ve evsafın vasıfları hakan nakledebilmek, hem zaman hem mekan hem maksad,hem marziyat bakımından mazhariyet-i kurbiyetin istihdamıdır.
Evet,
Kendimi bir sahrâ-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm var, ne ziya, ne âb-ı hayat—hiçbirisi
bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahlûklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim.
Kalbime geldi ki, şu zeminin öteki tarafında ziya, nesîm, âb-ı hayat var, oraya geçmek lâzım. Baktım ki, ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde tünelvâri bir mağaraya sokuldum. Git gide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki, benden evvel o tahtel’arz yolda çok kimseler gitmişler, her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum; sonra sesleri kesiliyordu.
Ey hayaliyle benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir.
Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve Aristo (HAŞİYE) gibi meşahirlerindir.
HAŞİYE Eğer desen: “Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun?” Ben de derim ki: Kur’ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalâlet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirtleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde ayağımı da ıslatamadı. Evet, büyük bir padişahın, onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şahın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir..
Evet haşiye ile izah ettiği,vazifesini bi hakkın eda etmiş bir benliğin ..kendinden beklenen fıtratına,vicdanın hakikatine ders edilen hasiyet ile hareket etmiş..Ve onu bulmakla her matlubunu bulmuş..Ona asker olmakla hadsiz elem ve korkulardan kurtulmuş..Ona hakiki abd-i hüdabin olmakla onun mülkü onun gibi olmuş..İşte şekilde bir kulluk ve şuurun istinad ve istimdadı kainatı ve hadisatı bir kitap gibi okur hükmüne getirmiş..adeta nuraniyet kesbetmekle vucud-u aleminde her zerreden bir menfez bir pencere her cüz’ünden bir aleme kapılar açmış…İşte bu mahiyette olan bir zat-ı harikulade medet aldığı ve yakinin inkişaf ettiği ve hakkal yakin dava ettiği bir iddianın ve o azamette müdellel bir hakikatin neşrinde ..sözlerin sözüyle konuşur..aldığı ders ile talim ile konuşur..Kimseye karşıda pervası olmaz…Hem İsbat eder…
İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhilerindir. Evet, İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her neyse, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.
Yukarıda da ifade edildiği gibi..Aklı hâkim ittihaz etmek neticesinde mağlup olunan hal minvalinde bu ve benzeri zatlar daireyi müsbette görünsede hükümlerince hata..içtihadlarınca zulm ettiklerinde o zahiri süs içi pis yolda boğulmuşlar…
Evet,
Burada 17.sözden bir bölüm ekleyelim İnşaallah:
Muhatâbım Ziyâ Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.
Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur'an nâmına kalbimdir.
Geçen sözler hakikattır, sakın şaşma, hududundan hazer aşma,
Ecânib fikrine sapma, dalâlettir kulak asma, eder elbet seni nâdim.
Görürsün en ziyâdârın, zekâvette alemdârın,
O hayretten der daim: “Eyvah, kimden kime şekva edeyim ben dahi şaştım!”
Kur'an dedirtir ben de derim, hiç de çekinmem.
O’ndan O’na şekva ederim sen gibi şaşmam
Hak'tan Hakk'a feryad ederim, sen gibi aşmam,
Yerden göğe dâva ederim, sen gibi kaçmam.
Ki, Kur'anda hep dâva nurdan nuradır, sen gibi caymam.
Kur'andadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş paraya saymam.
Furkan'dadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.
Halktan Hakk'a seyran ederim, sen gibi sapmam.
Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam.
Ferşten arşa şükran ederim, sen gibi asmam.
Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.
Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı; sen gibi görmem.
Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.
Rahmet kapısı, Nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.
Bismillâh diyerek çalıyorum, (Haşiye) arkama bakmam, dehşet de almam.
Elhamdülillâh diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam.
Allahü Ekber diyerek Ezan-ı Haşri işitip kalkacağım, (Haşiye) mahşer-i ekberden çekinmem, Mescid-i
Âzamdan çekilmem.
Lütf-u Yezdan, nur-u Kur'an, Feyz-i İman sayesinde hiç üzülmem.
Durmayıp koşacağım, arş-ı Rahmân zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşâallah.