Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve şah-ı Nakşibend (r.a.) ve ımam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i ıslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. ımansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i ıslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. ışte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur'ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=731
Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, "Seni on günde velayet derecesine çıkaracağım" dese, sen Risale-i Nur'u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.
Bir makalede söyle geciyordu..
""Bediuzzaman Said-i Nursi hz.; “Bu materyalist felsefecilerle mücadele bu şekilde olur” demiştir. Yani, onların kullandığı silahların aynısı ile mukabele etmiştir. Bu doğrudur da. Kendisi bir dava adamı olduğu için -kendi deyimiyle- şakirtlerini, talebelerini kendi metoduna doğru yönlendirmiştir. Yani onları
motive etmiştir. Bu nedenlerle de, kendi görüşüne ve kendine bağlanmaları için ve de talebelerinin moralini yüksek tutmak için, “tekke şeyhlerinin bu felsefecilerle baş edemeyeceğini, materyalistlerle ilmi mücadelenin şart olduğunu” sürekli vurgulamış, onları kendine ve akılcı metoda bağlamak istemiştir. Bazı yerlerde, tamamen talebelerini kendi görüşünde tutmak için, iddialı sözler söylemiştir.
Örneğin; “Cafer-i Sadık, Abdülkadir-i Geylani, ımam-ı Rabbani gibi zatlar benim zamanımda olsalardı, onlar da benim metodumu seçerlerdi”
demiştir. Bu sözü çok iddialı olup, çok yüksekten dem vurmaktır, çünkü; Cafer-i Sadık, Abdülkadir Geylani, ımam-ı Rabbani, Ahmed Yesevi, Beyazid-i Bestami aynı zamanda büyük felsefeci olan ımam-ı Gazali, Seyyid Ahmed Bedevi, Seyyid ıbrahim-i Dusuki, Halid Ziyaeddin, Hasan el Basri, Cüneyd-i Bağdadi, Maruf-u Kerhi, Sırrı Sakati, şahabeddin Suhreverdi, Necmeddin-i Kübra, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Celaleddin-i Rumi, Kuşadalı ıbrahim Efendi ve Yunus Emre gibi zamanın hem zahiri, felsefi yani nazari- akli bilgilerini, hem de çok yüksek bilimleri hakkıyla bilen, “Ledünni ılme” mazhar olmuş Alim ve Arifleri kapsayamaz.
Bu zatlar, Peygamberimizin “Benim Ümmetimin bilginleri Ben-i ısrail Peygamberleri gibidir.” buyurduğu çok yüksek Alim ve Arif Velilerdir. Zaten bu zatların zamanında da materyalist Felsefeciler var idi. O zamanlar, bu materyalist bilginlere “Dehriler” denirdi. Bu sözünü ettiğim büyük zatlar, bu Dehri materyalist felsefe ile -aynı felsefenin metodu- ilmi, akli savaş verirlerdi. Onlar bunu yapamaz değillerdi ki.
Bediuzzaman Said-i Nursi Efendi “Eskiden küfür; inkar ve cehaletten gelirdi, şimdi ise, bilim, ilim yoluyla geliyor bu yüzden, ilmi savaş vermek gerekir” demiştir.
Sözünü ettiğimiz zatların zamanında ilmen, felsefe ilmi yoluyla, küfrü, materyalizmi savunan bilginler ıslam Aleminde var idi. Yani materyalizm, yeni çıkmış bir şey değildir, bu mana ve madde çelişkisi Adem Peygamberden beri vardır ve kıyamete kadar da devam edecektir.
Yine söylüyoruz, bu bir motivasyondur, yani bir taktiktir.
şimdi bir gerçeği açıklıyoruz: şöyle ki, büyük Tasavvuf Erenleri, ki bunların hepsi Allah’ın Velileridir ve aralarında dereceler vardır, bu Tasavvufcu Veliler, Fenafillah, Bekabillah- Allah’da yok olup, tekrar Allah ile var olmak makamına erince, bunlardan bir kısmına Ledünni ılim ve irfan öğretilir. Bunlara “Arifler” diyoruz. Çoğunlukla bir kısmı ise “mücerred Veli” dir. Yani, her Veli “Arif” değildir, kendini bilmiş, Rabbını bilmiştir, ancak detaylı ilim, irfan verilmemiştir. ışte bu Velilerin adı, iç alemde “ümmilerdir”. Ümmi Velilerdir. Bu Velilerin bir kısmı, meşihatla görevlendirilir. Bunların vazifesi: Hakka talip olanlara, önceden kendisinin de yaptığı gibi “seyri süluk” yaptırmaktır (Allah yolunda Ruhani yükselme ve heva ve hevesten ve nefisten tezkiye –paklanma- ). ışte Tasavvuf Tarihinde bunlara “Tekke şeyhleri” denilmiştir. Yoksa Arif olan Velilerin tümü, Hakkı savunmada ve gerçekleri öğretmede kendilerindeki Kutsi Ruh gücünü de kullanmışlar, akli gücü de kullanmışlardır. Hakkı açıklama ve savunmada her yoldan yararlanmışlardır.
Onun için diyoruz ki, Bediuzzaman Said-i Nursi Efendinin söylediği ancak bu tekke pirlerini kapsar. Kendisinin de sözünü ettiği altıncı Ehl-i Beyt ımamı Cafer-i Sadık, Abdülkadir Geylani, (bütün Tasavvufcuların piridir), ımam Rabbani, Muhammed Nakşibendi, Muhiddin-i Arabi gibi zatları kapsayamaz. Seyid Ahmed er Rufai gibi zatlar hem tekke pirleri, hem de Ledünni ılme ermiş, bütün manevi, akli ilimleri ve delilleri bilen, çok yüksek Arif ve Alimlerdir. Yukarıda da dediğimiz gibi bu talebeleri yanında tutma ve davasına hizmet ettirmesi için Said-i Nursi Efendinin yaptığı bir tasarruftur. Motivasyondur.""""