Başbakan Erdoğan, durduk yere başlattığı kimlik tartışmasında oradan oraya savrulmaya devam ediyor. Son olarak Meclisteki bütçe görüşmelerinde “Benim Türklüğümle oynamaya kimsenin hakkı yok” çıkışı yaptı.
Ve Zaman gazetesinin yorumuna göre, bu çıkışıyla
“AK Parti’yi rahatlattı.” (15.12.05)
Gazete bu kanaate, Erdoğan’ın o sözünün AKP grubundan yoğun alkış aldığına bakarak ulaşmış olmalı. Ve bu alkışlar, Başbakanın “alt kimlik, üst kimlik” sözlerini “yersiz ve zamansız” bularak eleştiren Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun’un, “Biz Türk milletiyiz. Atatürk ‘Ne mutlu Türk olana’ dememiş. ‘Ne mutlu Türküm diyene’ demiş” beyanlarıyla da örtüşüyor.
Ama bu “Türklük” vurgularının, partideki Türk milliyetçisi kanadın hoşuna gitse de AKP grubunun tamamında benimseneceğini söylemek bir hayli zor görünüyor.
Meselâ, daha önce “Öyle bir sorun yok” diyen Başbakanın bilâhare Diyarbakır’da “Kürt sorunu”ndan söz etmesiyle rahatlamış olan Güneydoğu kökenli AKP’lilerin bu son manevra karşısındaki tavrı bakalım ne olacak?
Ancak Erdoğan’ın sözlerinden asıl üzerinde durulması gerekenler, dine dair söyledikleri.
Ve bunları Atatürk’e dayandırmış olması.
Hatırlanacağı gibi, Avustralya-Yeni Zelanda gezisi sırasında dini “toplumu birleştiren ortak bağ” olarak nitelediği için mâlûm çevreler tarafından eleştirilen Başbakan, dönüşünde bunları “Din çimentodur” diyerek cevaplarken, Atatürk’ü ve Nutuk’u referans gösterdi.
Daha sonra, Meclisteki konuşmasında da Atatürk’ün dinle ilgili bazı sözlerini aktardı.
Tabiî, Atatürk’ün hemen her konuda, konjonktüre göre söylenmiş farklı ve hattâ birbirini nakzeden beyanlarını bulmak mümkün.
Haliyle din meselesi de bunlardan biri.
Atatürk’ün, bilhassa millî mücadele sürecinde şartların gereği olarak dini yücelten ve din âlimlerini öven sözleri; Birinci Meclisin açılışı öncesinde ülkenin her yerinde hatimler, mevlidler, Buharî’ler okunmasını, kurbanlar kesilip duâlar edilmesini isteyen tamimi biliniyor.
Ama bunların hepsi, Atatürk’ü çok iyi tanıyan ve anlayan koyu Kemalistlerce de açıkça ifade edildiği gibi, şartların gereği olarak ve taktik amaçlarla izlenen bir tavrın tezahürleri.
Yoksa Atatürk’ün din konusundaki kendi orijinal görüşleri çok daha farklı. Nitekim onlardan ilginç bir örneği, Kurtul Altuğ, Afet ınan’ın “Medenî Bilgiler-M. Kemal Atatürk’ün Elyazıları” kitabından iktibasen yayınlamış:
“Türkler Arapların dinini kabul etmezden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra bu din Türk milletinin millî rabıtalarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuttu. (...) Muhammed’in dinini kabul edenler kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeye mecburdular.” (Gözcü, 15.12.05)
ıslâmdan
“Arap dini” olarak söz eden M. Kemal, 28 şubat’ta “Türkçe ibadet” taleplerine de kaynaklık eden görüşlerinde, Türklerin “bilmedikleri ve anlamadıkları bir dille” yazılmış olan Kur’ân’ı okumalarını “Beyni sulanmış hafızlara döndüler” diye eleştiriyordu.
Onun bu aykırı yaklaşımını ortaya koyan bir başka çarpıcı anekdotu da, millî mücadele kahramanlarından Kâzım Karabekir’in, Uğur Mumcu tarafından düzenlenip 10-29.1.1990 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen hatıralarında görmek mümkün.
Buna göre M. Kemal 1931 yılında Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettirme girişimini anlatırken, asıl niyetini
“Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettireceğim” diye açığa vurmuş.
“Arap oğlu” dediği Peygamberimiz; “yave” dediği de mukaddes kitabımızın âyetleri!
Yine Karabekir’e göre,
“Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Onun için önce din ve namus telâkkîsini ortadan kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu surette kalkınma çabuk ve kolay olur” sözleri de M. Kemal’e ait.
Aslında Atatürk’ün bu minvalde daha pek çok sözü var o çizgideki icraatları da mâlûm.
Yani: Erdoğan’ın tutunduğu dal çürük...
Kazım Güleçyüz
Yeni Asya - 17.12.2005