Giriş yapmadınız.

1

31.08.2009, 09:51

Said-i Nursi'nin 74 yıl boyunca gizli kalan tutanakları ortaya çıktı.

Said-i Nursi'nin gizli kalan sorgu tutanakları
Said-i Nursi'nin 74 yıl boyunca gizli kalan tutanakları ortaya çıktı.
30 Ağustos 2009 / 18:40
Gazetehaberturk yazarı Murat Bardakçı bugün köşesinde tartışmalı bir konuyu gündeme getirdi. Bardakçı köşesinde Said-i Nursi'nin 74 yıl boyunca gizli kalan tutanaklarını yayınladı.

İZİN ALMADIĞIM İÇİN ADINI AÇIKLAYAMAYACAĞIM
İznini almadığım için ismini vermeyeceğim bir okuyucum, bana hafta içerisinde kendisine babasından kalan ve Said-i Nursî'nin 1935 yılında İsparta ve Eskişehir Sorgu Hâkimliklerince yapılan sorgu tutanaklannın asıllarını gönderdi. Tutanaklarda ilk bakışta dikkati çeken husus, Said-i Nursî'nin sonraki senelerde yazılan hayat hikâyesinde, hakimlere karşı oldukça sert sözler kullandığının iddia edilmesine rağmen, bu sözlerin zabıtlarda bulunmaması

Hafta içerisinde, Ankara'da yaşayan bir okuyucumun gönderdiği zarftan bir mektup ve bir dosya çıktı.

SORGU TUTANAKLARININ ASLI
Mektupta "Ekte, rahmetli babamın evrakı arasında bulduğum ve Said-i Nursi'nin 1935 yılında İsparta ve Eskişehir Sorgu Hâkimliklerince yapılan sorgu tutanaklarının aslı bulunmaktadır. Yazılanlar ilginç olmakla birlikte, merakımı gidermekten öteye bana fazlaca bir yararı olmayacaktır. Bu düşünce ile çalışmalarınızda istifade edebilirsiniz diye size gönderiyorum. Değer bulursanız, muhafaza edebilirsiniz" deniyordu.

Said-i Nursi'nin sorgu tutanakları tamamı 44, metin kısmı ise 34 sayfa olan bir dosyaydı. Bu son derece ilginç ve önemli evrakı gönderen okuyucumun ismini, iznini almadığım için vermiyor ama samimi teşekkürlerimi buradan ifade ediyorum.

20. yüzyılın ilk on yılından itibaren Türkiye'nin düşünce ve inanç tarihi üzerinde önemli bir etkisi olan Said-i Nursî'nin hayatının her safhası hakkında çok sayıda araştırma yapıldı. Üstelik, bizzat kendisi de, ömrünün son döneminde kaleme aldırdığı "Tarihçe-i Hayat" isimli eserde hayatını ayrıntılarıyla anlatıyordu.

11 AY HAPİS VE SÜRGÜN
ömrü tutuklamalarla, mahkemelerle ve sürgünlerle geçen Said-i Nursî'nin hayatında 1935'teki tutuklanmasının önemli bir yeri vardı. Öğrencilerinin ifadesine göre, kendisine bağlı olan 120 kişiyle beraber İsparta'da tutuklanıp Eskişehir'e gönderilmişti. "Dini ve dinî duygulan âlet ederek devletin iç güvenliğim ihlâle teşebbüsle suçlanmıs. Eskişehir'deki yargılamada kendisine 11 ay hapis ve Kastamonu'ya sürgün cezası verilmiş, talebesinden 15 kişi altışar aya mahkûm olmuşlar diğer öğrencileri ise serbest bırakılmışlardı. işte, okuyucumun bana gönderdiği tutanaklarda, Said-i Nursî'nin İsparta ve Eskişehir'deki ifadelerinin tam metni yeralryor.

İFADE İLE YAYIN FARKLI
Said-i Nursî, "Tarihçe-i Hayaf'mda gerçi mahkemelerdeki ifa¬delerinden bahsediyor ve ifade metinlerini de veriyor, ancak "Tarihçe-i Hayatf'taki metin ile sorgu zaptı arasında üslûp bakımından önemli farklar var. En önemli fark, "Tarihçe-i Hayat" metninde Said-i Nursî'nin ifadesini alan hâkimlere karşı oldukça sert sözler kullandığının iddia edilmesine rağmen, bu sözlerin zabıtlarda bulunmaması, yani "İşte, ey Türkçülük dâva eden mülhid zâlimler!" yahut "Ey he-yet-i hâkime! Bu uzun ifâdâtı-mı (ifadelerimi) dinlemekten usanmamak gerektir" gibisinden cümlelerin yeralmaması ve hâkimlere daha alttan alan bir üslupla hitap ettiğinin görülmesi.

Bu sayfada, Said-i Nursî'nin İsparta ve Eskişehir'deki ifadelerinin bazı bölümlerini, günümüzün diline aktararak ama cümle yapısını aynen muhafaza ederek veriyorum.

SAİD NURSİ'NİN HAYATI
Hayatını "Eski Said" ve "Yeni Said" şeklinde iki devreye ayıran ve resmî adı "Said Okur" olan Said-i Nursî 1876'da, Bitlis'in Hizan Kazası'na bağlı Isparit Nahiyesi'nin Nurs Köyü'nde doğdu. Düzenli bir eğitimi olmadı. Sultan Abdülhamid'in iktidan sırasında seyahat etmesi yasaklandı ve 1908'e yani Meşrutiyet'in ilânma kadar köyünün civarında yaşadı. Sonra istanbul'a geldi, Derviş Vahdetî'nin Volkan Gazetesi'nde yazmaya başladı. O yıllarda "Said-i Kürdi" adını kullanıyordu ve "Bedîuzzaman" yani "zamanının en iyisi, eşi ve benzeri olmayanı" diye bir unvanı da vardı.

31 Mart ayaklanmasından sonra yargılandı, 1923'te Ankara'ya gitti, burada kısa bir müddet kalıp Van'a geçti.

MEZARI KAYBEDİLDİ
1925'te, Şeyh Said İsyanı'ndan sonra önce Burdur'a, yedi ay sonra da İsparta'nın Barla nahiyesine sürgün edildi. Meşhur eseri "Risâle-i Nur"u burada yazmaya başladı. Sekiz sene Barla'da yaşadı, 1934 Temmuz'unda İsparta'ya gönderildi, 1935'te çok sayıda öğrencisiyle beraber Eskişehir Ağır Ceza Mahke-mesi'nde yargılandı, on bir ay hapse mahkûm edildi. Kastamonu'ya sürüldü, 1943'te yeniden tutuklandı, bu defa dokuz ay Denizli'detutuklu kaldı ve Emirdağ'a sürgün edildi.

CENAZESİ BİLİNMEYEN BİR YERE GÖTÜRÜLDÜ
1947'de tekrar tutuklanan ve 20 ay Afyon Hapis-hanesi'nde yatan Said-i Nursî, tekrar Emirdağ'a gönderildi. 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi üzerine seyahatlere başladı ve 1952'den itibaren iki defa istanbul'a, 1960 darbesinden önce de Şanlıurfa'ya gitti, içişleri Bakanlığı'nın emriyle yeniden İsparta'ya götürülmek istenirken, 1960'ın 23 Mart'ın-da Şanlıurfa'da hayata veda etti ve Halilü'r-Rahman Dergâhı'na defnedildi. Ama, dört ay sonra askerî yönetimin emriyle mezarı açıldı ve cenazesi alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü.

Said-i Nursî,ifadesinin bir bölümünde kendisinden "Kürt" diye bahse-dilmesinden yakınırken şöyle diyor:
"Adalet açısından taraf tutma fikrini veren ve adaletin mahiyetini zulme çeviren bir hadise ile İsparta'da maruz kaldım. Bu da, bazı sorgularda bana karşı 'Kürt' diye hitap edilmesidir. Bununla hem ahıret kardeşlerimin millî hamiyetlerine ilişerek aleyhime bir his uyandırmak, hem de mahkeme ve adaletin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermek istediler. Evet, hâkim ve mahkemelerin taraf tutma şaibesinden aklanmış olarak gayet tarafsızca hareket etmesi adaletin birinci şartı olduğuna dair binlerce tarihî hatıra ve sosyal hadise delil gösterilebilir.

'ÖNCE, MÜSLÜMANIM'
Benim hakkımda bir yabancılık hissini veren ve adaletin bakışını şaşırtmak isteyen adamlara derim ki: Ben herşeyden evvel Müslüman'ım ve Kürdistan'da dünyaya geldim, fakat Türkler'e hizmet ettim ve yüzde doksan hizmetim Türk'e olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş, en sadık ve hâlis arkadaşlarım Türkler'den çıkmış ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, Kur'an doğrultusunda Türkler'i sevmekliğim hizmetlerimiz gereği bulunmuştur.Bana 'Kürt' diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi hakiki ve civanmert binlerce Türk ile ispat ederim.Benim kitaplarım Kürtler'in değil, belki tamamen Türkler'in elinden geçmiştir.Bizi bu belâya sokan ve hükümetin mühim bazı erkânını kandıran ve milliyetperverlik perdesi altında entrikalar çeviren îsparta'daki (burada bir kelime anlaşılmıyor) benim hakkımda tesbit edilmeyen ve tesbit edilse dahi bir suç teşkil etmeyen, suçsa bile yalnız beni mes'ul eden bir madde yüzünden kırktan fazla Türk'ün kıymetli gençlerini ve muhterem ihtiyarlarını büyük bir cinayet işlemişi belâya atmak milliyetperver varlık icabı mıdır?Evet, sebepsiz bu işkenceli tevkife düşenler içerisinde öyleleri vardır ki, uzaktan ona yalnız bir selâm veya iman ile ilgili bir risale gönderdiğim için onu bir cani gibi çoluk-çocuğu içinden alıp bu belâya atmak milliyetçilik midir?Ben ki, nazarlarda yabancı millettenim. Bu tutuklu olan civanmerd ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri vardır ki, on sene bana zulmeden memurlara beş seneden beri onların hatırları için beddua etmekten vazgeçtim.

Onların içinde öyleleri var ki, yüksek seciyelerinin en hâlis örneklerini büyük bir hayret ve takdir ile şahsiyetlerinde gördüm ve Türk milletinin başarma sırrını onlarda anladım.

'GARİP BİR İHTİYARIM'
Binâenaleyh, Türkçülük dâva eden İsparta memurları Türk Milleti'nin medâr-ı iftiharı olabilecek bu kadar insanı adi ve ehemmiyetsiz bahanelerle ve onların tabiriyle benim gibi bir Kürd'ün yüzünden perişan edip hor görüp küçük düşürmeleri milliyetçilikleri, Türkçülükleri, vatanperver¬likleri iktizâsından mıdır, bunları tamamen vicdanınıza terkediyorum.

Eğer bir suç varsa, kabul ettim, o benimdir. Diğerleri, büyüklüklerinden, benim gibi garip bir ihtiyar hocaya soba yakmak, su getirmek, yemek pişirmek, kendime mahsus bir risalemi temize çekmek gibi cüz'i işlerimi sırf Allah için yapmışlar ve benim hatırım için hatıra defteri hükmündeki iki kitabımın sonuna imza atmışlardır. Acaba dünyada bir kimseyi bu sebeple paylayıp suçlayacak bir kanun, bir usul ve bir maslahat var mıdır?"

2

31.08.2009, 13:44

İFADE İLE YAYIN FARKLI
Said-i Nursî, "Tarihçe-i Hayaf'mda gerçi mahkemelerdeki ifa¬delerinden bahsediyor ve ifade metinlerini de veriyor, ancak "Tarihçe-i Hayatf'taki metin ile sorgu zaptı arasında üslûp bakımından önemli farklar var. En önemli fark, "Tarihçe-i Hayat" metninde Said-i Nursî'nin ifadesini alan hâkimlere karşı oldukça sert sözler kullandığının iddia edilmesine rağmen, bu sözlerin zabıtlarda bulunmaması, yani "İşte, ey Türkçülük dâva eden mülhid zâlimler!" yahut "Ey he-yet-i hâkime! Bu uzun ifâdâtı-mı (ifadelerimi) dinlemekten usanmamak gerektir" gibisinden cümlelerin yeralmaması ve hâkimlere daha alttan alan bir üslupla hitap ettiğinin görülmesi.


Bediüzzaman tarihçe-i hayatı yazdırdığında- yada tarihçe-i hayat yazılıp üstada teslim edildiğinde üstad kendi ile ilgili medih kokan kısımları çıkarmıştır. hak'kın hatırını korumak içinde mahkeme safhasını aynen yazdırmıştır. bu zamana kadar itiraz edilmeyen şey mahkeme zaptında şöyleymiş böyleymiş, gibi tarihci yorumlamış.

"Hak'kın hatırı ÂLİDİR HİÇBİR ŞEYE FEDA EDİLMEZ" kaidesince bediüzzaman düşündüğü gibi yaşadı, davasını yaşattı ve bugünlere getirdi. kimseyede boyun eğmedi hem maddi hem manevi.

3

31.08.2009, 22:29

M. Latif SALİHOĞLU

Sorgulama ve mahkeme safhaları


A+ | A-

Uzun yıllar Hürriyet'te çalıştıktan sonra Sabah'a, oradan da Haber Türk gazetesine transfer olan gazeteci–yazar Murat Bardakçı, hatırı sayılır derecede bir bilgi ve birikim sahibidir. Hele arşiv zenginliği itibariyle ender kimselerden olup Türkiye'nin en şanslı tarihçilerinden biridir.

Ancak, bunca bilgi, belge, tecrübe ve birikim sahibi olan bu meslektaşımız, ne yazık ki Said Nursî konusunda yeterli bilgilere sahip değil. Buna rağmen, zaman zaman konu hakkında ahkâm kesercesine fikir beyan etmesi, hem bizleri üzmekte, hem de kendi prestijine zarar vermekedir.

Bardakçı, daha evvel birkaç kez olduğu gibi, son olarak Pazar günkü Haber Türk'teki "Tarihin Arka Odası"nda sözünü ettiğimiz üzücü bir tabloyu daha sergilemiş bulunuyor.

Meselâ: Said Nursî'nin, 1935'te kendisini mahkemeye (Eskişehir Mahkemesi) sevk eden muhbir ve iğfalci gizli düşmanları hakkında söyledikleri ile mahkeme heyetine olan hitap şeklini, kelimenin tam anlamıyla çarpıtarak yayınlamış köşesinde.

Bardakçı'ya göre, Said Nursî, güyâ Tarihçe–i Hayat isimli eserinde hakimlere hitap ederken çok sert bir uslûp kullanmış, buna mukabil resmî zabıtlarda çok yumuşak bir uslûpla onlara hitap etmiş.

Burada, bilmeyerek de olsa bir yanlışa da imza attığına şahit olduğumuz Bardakçı, adeta şunu demeye getiriyor:

1) Said Nursî'nin Tarihçe–i Hayat isimli eseri gerçeği yansıtmıyor.

2) Siz bakmayın Said Nursî'nin mahkemede esip gürlediğini iddia etmesine; o, esasında ceza almaktan korktuğu için, gerek sorgulamada ve gerekse mahkemede çok daha yumuşak tonda ve "alttan alan" bir üslûpla hakimlere hitap etmiş.

Bardakçı'nın bu konuda Tarihçe–i Hayat'tan verdiği iki örnek şudur: 1) "İşte, ey Türkçülük dâvâ eden mülhid zalimler!" 2) "Ey heyeti hakime! Bu uzun ifadâtımı dinlemekten usanmamak gerekir..."

Evvelâ, "İfade ile yayın farklı" diyen sayın Bardakçı'nın bu iddiasının yüzde yüz yanlış olduğunu ispat edecek bazı bilgileri kaynağından aktararak, minareyi doğrultmaya gayret edelim.

Sayın Bardakçı! Sözünü ettiğiniz kitapta yalan–yanlış yok. Zira, sizin bahsettiğiniz sorgulama belgesi başka, Said Nursî'nin eserine derc ettiği nihaî mahkeme müdafaatı belgesi başkadır. İkisi aynı şey değildir. Said Nursî, Osmanlıca Lem'alar isimli eserinin Eskişehir Mahkemesi bahsinde, bu iki safhadan da bahsediyor ve sizin elinizdeki sorgulama belgesinin kendisine verilmediğini belirtiyor. Mühim olan ise, mahkemenin son safahatıdır ki, onu da Tarihçe–i Hayat'tan okumaktayız.

Ayrıca, Said Nursî'nin yalana tenezzül etmeyen bir şahsiyet olduğunu, gerek onu tanıyan şahitlerin, gerekse onun hakkında araştırma yapan muteber ilim erbabının hepsi de biliyor. Merakımız, bu gerçeği Sayın Bardakçı'nın ne zaman öğreneceği hususu...

Bakınız, sayın Bardakçı'nın bahsini ettiği meselenin aslı–astarı şudur: Said Nursî'nin girdiği mahkemelerin hiç birinde hakimlere "Ey mülhid zalimler!" diye bir hitabı vaki olmamıştır. Üstelik, hakkıyla tetkik edilmediği anlaşılan Tarihçe–i Hayat isimli eserde de böyle bir iddia yer almıyor.

Yani, o sert üslûplu hitap kısmı, kesinlikle hakimlere yönelik değildir. Dikkatle okununca açıkça anlaşılıyor ki, kendisi hakkında şikâyette bulunan, onu ve talebelerini bu işkenceli tevkifata sevk eden muarızları hakkında kullanıyor, o ifadeleri.

Aynı eserin aynı bölümünde, Said Nursî bu kimseler hakkında "gizli dinsizler", "gizli münafıklar", "gizli din düşmanları", "adliyeyi şaşırtan ve hükümetin bazı mühim erkânın iğfâl eden mülhid zalimler" şeklinde hayli sert ifadeler kullanmış, kullanmaktan hiçbir zaman da çekinmemiştir. (Age, s. 191, 202, vd...) Ancak, bu ifadeleri hakimlere hitaben asla kullanmamıştır.

Bugün itibariyle, sayın Bardakçı'nın Üstad Bediüzzaman'ın farklı kimselere hitabını, sanki aynı kişilere yapılmış gibi gösterilmesine bir nebze olsun açıklık getirmiş olalım.

Daha sonra ise, 1935'teki sorgu tutanaklarının kaç tane olduğuna, bunların o günlük olağanüstü şartlarda gerçeği ne derece yansıttığına, Eskişehir Mahkeme safhalarının nasıl cereyan ettiğine, kayda geçen ve geçmeyen meseleler hakkında daha detaylı bilgiler sunmaya çalışalım.


Ne Kürtçüdür Nursî, ne de Türkçü


Yıllar önce Hürriyet'teki köşesinde Said Nursî'nin vaktiyle "Kürtçülük" yaptığını iddia eden Bardakçı (inkâr etmesin, belgesi arşivimizde), Haber Türk'teki köşesinde ise, bu kez Türkçülere yakın göstermeye çalıştığı Said Nursî'nin bir sözünü kısmen gölgeleyerek ara başlığa çekmiş: "Hizmetlerimin yüzde doksanı Türkler içindir."

Bu sözün de doğrusu—içinde yer aldığı paragraf itibariyle—şöyledir: "Ey Efendiler! Ben herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan'da dünyaya geldim; fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık, en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış." (Age, s, 202)


(Devam edecek)

01.09.2009

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr

4

01.09.2009, 17:48

Savaşta Ruslara esir düştüğünde, Nikola Nikoleviç adlı Rus komutanına idamı pahasına kıyam etmemiş ve idam cezası verilmiş Bediüzzaman Said Nursi, bir devlet memurundan mı korkacak?
Hayat, kurgudan daha acayiptir.

5

02.09.2009, 12:41

M. Latif SALİHOĞLU

Bardakçı'nın hesaba katmadığı


2

—Dünden devam—


Haber Türk yazarı tarihçi–yazar Murat Bardakçı'nın Said Nursî hakkındaki yazısında soru işaretlerine sebep olan noktalara açıklık getirmeye devam ediyoruz.

Sayın Bardakçı, eline geçen Said Nursî'nin 1935 tarihli Isparta ve Eskişehir'deki sorgulama metni ile Tarihçe–i Hayat'ta yer alan aynı dâvâya dair müdafaa metinleri arasındaki üslûp farkından söz ediyor ve özellikle şu noktayı vurguluyor: "Said Nursî'nin zabıtlardaki ifadesi ile yayınladığı kitaptaki ifadesi farklı. Kitabında sert bir üslûp kullanıyor; ancak, zabıtlarda daha yumuşak bir dille hakimlere hitap ediyor."

Dünkü yazımızda, bu noktaya kısmen açıklık getirmeye çalıştık. Esasında, sayın Bardakçı da yazısında şayet şunu ifade etmiş olsaydı, zihinlerde soru işaretine yer kalmayacak ve mesele büyük ölçüde vuzûha kavuşacaktı: "Benim elimdeki belge bir sorgulama metnidir; Said Nursî'nin Tarihçe–i Hayat'ındaki ifadeleri ise, daha sonra yapılan mahkeme müdafaatındaki metinlerdir."

Doğrusu da budur zaten. Aslında, sayın Bardakçı'nın Tarihçe–i Hayat'tan iktibas ettiği meselâ "Ey heyet–i hakime!" şeklindeki hitabın sorgulama zaptında olmaması gayet normaldir. Zira, "hakim heyeti" sorgulamada değil, mahkeme duruşmalarında olur.

Ayrıca, şunu da vurgulamakta fayda var: Bırakın bundan 70–80 sene öncesini, bugün bile sorgulama metni ile mahkemede söylenenlerin tıpatıp aynı olduğu söylenemez. Aralarında mutlaka bazı nüanslar var.

Bütün bunlar bir yana, tarihçi–yazar Murat Bardakçı'nın takıldığı nokta gibi, Said Nursî, o gün ve istikbâlde de gelecek bilumum suâllere, tenkitlere ve takılmalara cevap teşkil edecek bazı izahlarda bulunuyor.

Yani, Bediüzzaman Said Nursî'nin bizzat kendisi tâ yetmiş beş sene öncesinden hem o günün insanlarına, hem de istikbâl nesline tarihî cevaplar veriyor. Kendi tabiriyle "müskit", yani susturucu cevaplar.

Osmanlıca teksir Lem'alar isimli eserinin 27. Lem'a bölümünde Eskişehir Mahkemesinin safhalarından (toplam sekiz safha) söz eden Üstad Bediüzzaman, tam da Murat Bardakçı'nın elindeki sorgulama zaptından bahsediyor ve aynen şu ifadeyi kullanıyor: "Bu safha, sorgu hakimlerinin suâllerine cevaplardır. Bu kısım onların zaptına geçmiştir. Fakat, biz kaleme alamadık."

Yani, ayrıca kaleme almak için bu zabıt metninin kendilerine verilmediğini ifade ediyor.

Bediüzzaman, Eskişehir Mahkemesindeki bütün suâllere cevap mahiyetindeki asıl müdafaasının ise, Tarihçe–i Hayat'ta yer alan "Son Müdafaat" ile "Son Müdafaatın Tetimmeleri" olduğunu, bu Osmanlıca Lem'alar nüshasında açıkça ifade ediyor.

Bu bilgilerin detayını, ayrıca kupürünü orta sütuna koyduğumuz belgenin altında görebilirsiniz.


NOTLAR

1) Said Nursî'ye ait bu eserin de dahil olduğu Nur Külliyatı, 1935'ten 1985'e kadar, yani elli sene müddetle yüzlerce mahkemeden geçtiği halde, burada yer alan bilgilere hiçbir mahkeme itiraz etmemiş ve bahsedilen mahkeme safhalarını yalanlama cihetine gitmemiştir. Gerek mahkemelerde ve gerekse kamuoyu nezdinde temyiz edilen bu ifadelere, dün olduğu gibi bugün de kimsenin bir itirazı olmasa gerektir.

2) Sayın Murat Bardakçı, daha geniş imkânlara sahiptir. Şayet, Said Nursî'nin zapta geçen Eskişehir Mahkemesindeki "Son Müdafaat"ının metnine de ulaşıp bunu yayınlarsa, bundan sadece memnuniyet duyacağımızı ifade etmek isteriz.

3) 1935 yılının—özellikle Said Nursî açısından—olağanüstü şartlarını da dikkate alarak değerlendirme yapmak gerekiyor.

Meselâ, dün kupürünü yayınladığımız TAN gazetesinin manşet haberinde, Binbaşı Asım isimli talebesinin 7 Mayıs 1935'teki sorgulamadan kısa bir süre önce, hem yalan söylememek, hem de Üstad'ını sıkıntıya sokmamak için "Yâ Râb! Canımı al!" diyerek oracıkta teslim–i ruh etmesi, aynen şu ifadelerle anlatılıyor: "Bir binbaşı mütekaidi suçlu (mürteci), ifadesi alınırken, birdenbire düştü, öldü."

Ne tuhaf değil mi? Kırk yıl askerlik yapmış bir şerefli Türk subayı, mürteci diye damgalanıyor ve daha ifadesi bile alınmadan "suçlu" diye ilân ediliyor.

02.09.2009

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr

6

03.09.2009, 12:37

Özgün proje

Kazım GÜLEÇYÜZ

Özgün proje


A+ | A-

Bediüzzaman’ın en büyük ideallerinden biri, doğuda Medresetüz-Zehra adıyla bir üniversitenin kurulmasıydı. Bu husustaki teklifini proje haline getirerek 1908’de İstanbul’da Sultan II. Abdülhamid’e bizzat takdim etmek istedi, ama önüne konulan bürokratik engelleri aşamadığı için bu mümkün olmadı.

Ancak Bediüzzaman yılmadı. Sultanı deviren 31 Mart olayını müteakiben haksız ithamlarla yargılandığı sıkıyönetim mahkemesinde beraat ettikten sonra 1910 yılında gittiği şarkta aşiretleri dolaşarak bu projeyi halka mal etmeye çalıştı.

Bilâhare Münâzarât adıyla kitaplaştırılan sohbetlerinde, üniversite projesi için şöyle diyordu:

“Camiül-Ezher’in kızkardeşi olan Medresetüz-Zehra namıyla darülfünunu mutazammın (üniversiteyi içine alan) pek âli (yüksek) bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir’de tesisini istiyoruz.”

Ardından İstanbul’a döndü ve Abdülhamid’in halefi Sultan Reşad’la, refakaten katıldığı Rumeli gezisinde görüşmeye muvaffak olup, o günlerde Kosova’da kurulması düşünülen, ancak Balkan Harbinde burası istilâ edildiği için akim kalan üniversite projesine ayrılmış on dokuz bin altın liralık tahsisatın, doğuda kurulmasını istediği Medresetüz-Zehra’ya aktarılmasını kabul ettirdi.

Sonra da Van’a giderek göl kıyısında üniversite binasının temelini attı. Ama Birinci Dünya Harbi patlak verince, temel, atıldığıyla kaldı.

Akabinde Bediüzzaman talebeleriyle vatan müdafaası için cepheye koştu. Esir düştü. Esaret dönüşü İstanbul’da İngiliz işgaline karşı mücadele verdi. Anadolu’daki Kurtuluş Savaşını destekledi. M. Kemal’in ısrarlı davetleriyle gittiği Ankara’da, yeni devletin idarecileriyle Birinci Meclis üyelerine, yarıda kalan üniversite projesini anlatıp destek istedi. Çoğunluğu ikna edip M. Kemal’in de imzasıyla tahsisat çıkarmayı başardı, ama yeni yönetimin medreseleri kapatma kararı üzerine bu teşebbüsü de sonuçsuz kaldı.

Bu durumda Bediüzzaman, idealindeki üniversiteyi kurmak için çok farklı ve orijinal bir yolu denedi ve muvaffak oldu: Bir türlü maddeten tesis edemediği Medresetüz-Zehra’yı, telif ettiği Risale-i Nur Külliyatıyla manen inşa etti.

Binası, tesisleri, resmî kadro ve bütçesi olmayan, ama eserlerin okunduğu her ev ayrı bir şube, derslerin yapıldığı her salon müstakil bir anfi gibi hizmet veren, gönüllülük esasına dayalı, risaleleri okuyan herkese hem talebe, hem de—anlama derecesine göre—hoca vasfı kazandırarak kısa zamanda toplumun derinliklerinde kök salan bir tamamen sivil ve hür üniversiteydi bu.

Said Nursî Risale-i Nur Üniversitesini dinamik, seyyal ve sivil bir temel üzerine inşa etti, ama kurumsal anlamda bir üniversite projesinin de peşini bırakmadı. Ve CHP diktatörlüğü 1950’de yıkılıp DP’nin iktidara gelmesinden sonra Reis-i Cumhur Bayar’la Başvekil Menderes’e yazdığı mektuplar ve gazetelere gönderdiği açıklamalarla, yeni hükümetin doğuda üniversite kurma girişimlerini destekledi. Kürtleri de kucaklamasını istediği bu üniversitenin ayrıca İran, Arap âlemi, Hint yarımadası, Kafkasya ve Türkistan’ı içine alacak geniş bir coğrafyaya, uluslararası boyutta hizmet vermesini önerdi.

Üniversitede verilecek eğitimin temel prensibini ise “dinî ilimlerle pozitif bilimleri kaynaştırmak” olarak tesbit ederken, ırkçılık fitnesine karşı İslâm kardeşliğine vurgu yapılmasını istedi.

Onun bir asır önce “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” sözüyle dile getirdiği orijinal yaklaşım çerçevesinde geliştirdiği Medresetüz-Zehra projesi, bugün hâlâ kıyısına dahi yaklaşılamamış son derece engin bir ufuk ve vizyonun somut ifadesiydi.

Asırlık gecikmesi Türkiye’ye de, İslâm âlemine de, bütün dünyaya da çok pahalıya mal olan bu çok özgün proje hâlâ doğru bir şekilde anlaşılmayı ve samimiyetle uygulanmayı bekliyor...

03.09.2009

E-Posta: irtibat@yeniasya.com.tr

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir