Giriş yapmadınız.

1

18.04.2009, 03:42

Bu nasıl peygamber ocağı?



Askerî liderlerin temel sorumluluk alanını askerî güvenlik olarak tanımlayıp, burada yetkili siyasî makamların kararları çerçevesinde görev yapmaları gerektiğini söyleyen Genelkurmay Başkanı Org. ılker Başbuğ, din, laiklik, cemaatler gibi, bu alana girmeyen farklı konularda görüş açıkladı, uyarı içerikli mesajlar verdi.

ÇATIşMAYI CEMAATLER ÖNLEDı

Cemaatleşmelerin toplumu kutuplaşma ve bölünmelere götürdüğü, bunun da ciddî güvenlik sorunlarına yol açacağı iddiasında bulunan Başbuğ, “Terör örgütü, terörü etnik çatışmaya dönüştürmeyi başaramadı” tesbitiyle dile getirdiği vakıaya en önemli katkının cemaatlerden geldiği gerçeğini görmezlikten geldi.

KENDıSı ‘MÜTEDEYYıN’ DERKEN

Toplumun “mütedeyyin” kesimlerinin orduyu sevdiğini ve güvendiğini söyleyen Başbuğ, cemaatleri toplumda “dindar-dindar olmayan” ayrımı yapmakla suçladı. Böylece “Kendisinin mütedeyyin tabirini kullanması bölücülük olmuyor da, aynı anlamdaki dindar kelimesi neden ayrımcılık sayılıyor?” suali gündeme geldi.

BU NASIL PEYGAMBER OCAğI?

“Halkımız orduyu Peygamber ocağı olarak görüyor” diyen Başbuğ, aynı halkın, kışla ve askerî tesislerdeki başörtüsü yasağı ve namaz kılıp eşi örtülü olan bazı TSK mensuplarının YAş kararıyla ordudan ihraç edilmesi gibi uygulamalardan duyduğu ciddî rahatsızlığı da yok saydı.

Bu çelişkilerle nereye?

Genelkurmay Başkanı Orgeneral ılker Başbuğ,

askerî liderlerin temel sorumluluk alanını askerî güvenlik olarak tanımlayıp, burada yetkili siyasî makamların kararları çerçevesinde görev yapmaları gerektiğini ifade ederek, din, laiklik, cemaatler gibi, bu alana girmeyen farklı konularda görüş açıkladı, kendi uygulamalarıyla çelişen mesajlar verdi. Gündeme ilişkin konuşmayacağım diyen Başbuğ, konuşmasında ağırlıklı olarak gündemdeki konuları değerlendirmesi dikkatlerden kaçmadı. Orgeneral Başbuğ, Harp Akademileri Komutanlığındaki ‘’Yıllık Değerlendirme Konuşması’’nda TSK’nın yapısı ve görevleri, sivil asker ilişkileri, demokrasi, laiklik ve terörle mücadele konularına değindi. Prof. Dr. Metin Heper’in ‘’etnik çatışmalar’’ konusunda daha önce ortaya konulan kuramsal modeline işaret eden Orgeneral Başbuğ, asimilasyon modelinin Türkiye için geçerli olmadığını kaydetti. Başbuğ, “Gerek Osmanlı ımparatorluğu ve gerek Cumhuriyet döneminde, Kürt kökenli vatandaşlarımıza devletçe sistematik asimilasyon politikası uygulanmamıştır. TSK, ulus devlet, üniter devlet yapısını korunmasında elbette taraftır, taraf olmaya devam edecektir. Bundan da kimsenin şüphesi olmasın’’ dedi.

“TÜRK MıLLETıNıN ORDUSU HALKTIR, HALK ıÇıNDıR’’

Askerliğin toplumun güveni ve itimadı üzerine inşa edilmesinin önemini vurgulayan Orgeneral Başbuğ, TSK’nın yapılan anketlerde her zaman en güvenilir kurum olarak başta yer aldığını söyledi. Orgeneral Başbuğ, TSK’ya duyulan sarsılmaz güven duygusunun sebeplerinin Türk ulusunun tarih içinde şekillenen kolektif benliğinde bulunabileceğini dile getirdi. TSK’nın toplum nezdindeki itibarını ve güvenilirliğini sarsmayı amaçlayan iki ön yargılı yaklaşım bulunduğunu belirten Orgeneral Başbuğ, şunları söyledi: ‘’Demokratlık kisvesi altında TSK’yı yıpratmak amacıyla TSK’ya karşı sistematik muhalefet yapılması her şeyden önce demokrasimizi geliştirmeyecektir. Bu, çoğulculukla ifade edilebilecek ya da açıklanabilecek bir husus değildir. Silahlı kuvvetleri demokrasinin gelişmesinde, çoğulculuğun toplumsal boyut kazanmasında engelleyici bir kurum olarak göstermek de yanlıştır. ıkincisi ise toplumumuzun özellikle mütedeyyin kesimlerini etkilemek amacıyla Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni ‘din karşıtı’ olarak gösteren kötü niyetli propaganda kampanyalarıdır. Ancak toplumumuzun mütedeyyin kesimleri bu propagandaya itibar etmemektedir. Ordusunu sevmekte ve güvenmektedir. Çünkü bu asker, Türk milletinin bizatihi kendisidir. Aynı hassasiyetlere sahiptir. Kim ne derse desin Türk milletinin ordusu halktır, halktandır, halk içindir.’’

“GÜVENLıK KONULARINDA KARAR SıYASÎ MAKAMLARA AıTTıR”

Orgeneral Başbuğ’un konuşmasında öne çıkan bazı konular satır başlarıyla şöyle:

‘’l Güvenlik konularında karar siyasî makamlara aittir ve bunda en ufak tereddüt yoktur. Ancak samimi, gerçekçi, profesyonel tavsiyelerin dikkate alınması durumunda ortaya çıkacak olumsuz sonuçların sorumluluğu büyük ölçüde karar verici durumundaki siyasî makamlara aittir.

l MGK’nın asker üyeleri kurul üyesi olarak, ki MGK’da her üye eşittir, görev ve sorumluluklarını bu anayasal platformda serbest olarak yerine getirirler.

l Anayasal bir kurum olan MGK’nın gerekliliğini, yetki ve sorumluluklarını sorgulayanlara ilgili yasaları dikkatle okumalarını öneririm.

l Dün olduğu gibi bugün de TSK vazifesini, Anayasa’da ifade edilen Cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı olarak yürütmeye devam edecektir. Demokrasi, laiklik, sosyal ve hukuk devleti olmak vazgeçilmez unsurlardır.

l Günümüzün şartları ve ihtiyaçları Silâhlı kuvvetlerin önemini azaltmamaktadır. Aksine millî gücün diğer unsurlarıyla koordineli ve işbirliği içinde kapsamlı strateji çerçevesinde kullanılması konseptinin önemini giderek arttırmaktadır.

l Günümüzdeki sorunların yalnız, tek başına askerî güçle tam olarak ortadan kaldırılamayacağını anlamalısınız.

l Yaklaşık 30 yıldır bölücü terör örgütü ulus devlet ve üniter devlet yapımızı, demokrasimizi tehdit etmektedir.

l Terör örgütü nihaî amacını gerçekleştirmek için terörü, etnik bir çatışmaya dönüştürmeye ve etnik bir çatışmaymış gibi takdim etmeye çabalamaktadır. Ancak bunu başaramamıştır.

l Örgüt 1994’ten sonra, ki terörle mücadelede bir milâttır, Marksist Leninist ideolojiyi geri plana iterken etnik kimliği öne çıkarmaya başladı.

l Bu strateji değişikliğine rağmen örgüt, sorunu etnik çatışmaya dönüştüremedi.

“MıLLETıMıZıN TÜM BıREYLERı TSK ıÇıN DEğERLı”

l Yüzyıllardan beri Osmanlı topraklarında yaşayan muhtelif gruplar arasında kültür alış verişi yaşanmıştır.

l Bu dinamik coğrafyada yüzyıllardır süregelen sosyal, ekonomik, kültürel etkileşimlerimiz sonucunda aslında farklılıklarımız törpülenirken ortak kaygılar ve değerlerimiz artmıştır. Burada bir bütünleşme, birleşme, benzeşme var.

l Yapılanmalar ve kuruluşlarda ayrışma yaşandığını öne sürmek de büyük bir haksızlık. Ne Osmanlı döneminde ne Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır. Keşke bunu iddia edenler örnek gösterse.

l Her Türk vatandaşı hiçbir fark gözetilmeksizin, rütbesi ne olursa olsun, TSK’da Anayasal görev ve hakkı olan askerlik hizmetini eşit şekilde yerine getirmektedir.

l Terör örgütüne karşı sürdürdüğümüz mücadelede şehitlik ve gazilik mertebesine ulaşmış kahramanlarımız arasında çok sayıda Kürt ve Zaza kökenli vatan evlâdı var. Nereye koyacaksınız bunları?

l TSK bünyesinde Edirne’den Hakkâri’ye kadar vatanın her köşesinde gelen subay, astsubay, erbaş ve erler var.

l Milletimizin tüm bireyleri hiçbir fark gözetilmeksizin Türk Silâhlı Kuvvetleri için değerlidir. Çünkü bizim ordu yapımızın sağlam oluşu, millî ordu oluşumuzun temel nedeni de budur.

“TSK, HıÇBıR DÖNEMDE DıNE KARşI OLMAMIşTIR”

l TSK, hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır. Bizim karşı olduğumuz husus siyasî ve kişisel, amaç ve çıkarlar için dinin ve din duygularının alet edilmesidir, araç olarak kullanılmasıdır.

l Bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle, kendilerini güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadır. Ancak bu güç, imaj ve algı yanıltılıcıdır. Kendilerine en rakip olarak TSK’yı görmektedirler. Bu yapılanmaya karşı, hukuk devleti kapsamında TSK’nın tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük bir yanılgıdır.

l Bölücü terör örgütü şu an kan kaybetmektedir. Irak’ın kuzeyi artık terör örgütü için emniyetli bir bölge olmaktan çıkmıştır.

l Irak’ın kuzeyindeki örgütün varlığına karşı Türkiye, ABD ve Irak tarafından yürütülen faaliyetlerin ve alınan tedbirlerin önümüzdeki dönemde daha etkin sonuçlar vereceğine inanıyoruz ve bekliyoruz.

l TSK, bugün bazı çevrelerin, vatanına ve milletine hizmet etmekten başka hiçbir amaçları olmayan ve bölücü terör örgütüne karşı kahramanca mücadele edenlerin şerefi, onuru ve morali ile oynanmasına duyarsız kalmaz ve bu konuda yetkili ve sorumlu herkesin de aynı duyarlılığı göstermesini bekler.

Terörle topyekun mücadele yapılmalı

Orgeneral Başbuğ, terörle mücadele sürecinin kısaltılması için bugün alınabilecek bazı tedbirlerin, düne nazaran daha etkili sonuçlar doğurabileceğine inanıldığına işaret ederek, bu tedbirleri şöyle sıraladı:

‘’l Devlet, örgüte katılımların nedenlerini iyi inceleyerek, alacağı tedbirlerle, örgüte katılımları kontrol altına almalıdır.

l Devlet, dağ kadrosunun örgütten ayrılmasını sağlayacak şekilde, mevcut yasal düzenlemelerin daha iyi şekilde uygulanabilmesini sağlamak için bazı değişiklikler yapmalıdır.

l Terörle mücadele, sadece terörist odaklı olarak görülmemelidir. Terörle mücadele, devlet tarafından topyekûn şekilde, millî gücün bütün unsurları (güvenlik, ekonomi, sosyo-kültürel (eğitim ve sağlık dahil), propaganda ve uluslararası) kullanılarak, koordineli ve etkin bir şekilde yürütülmelidir.

l Bölücü terör örgütüne uluslararası verilen destek ve örgütün finans alanındaki serbestliği tam olarak engellenmelidir.

l Irak’ın kuzeyindeki bölücü terör örgütünün varlığı—ki bu varlık örgüt için hayatidir—mutlaka etkisiz hale getirilmelidir.’’
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

2

18.04.2009, 03:46

Ordu Peygamber ocağı ise başörtülüler niye dışlanıyor?

MAZLUMDER Genel Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu, Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un önceki gün yaptığı konuşmadaki sözlerini eleştirerek, “Dine karşı olunmayacaksa, dinin açık bir emri olan başörtüsüne olan bu alerji neden? Peygamber ocağı olan bir yere başörtülü bayanların girememesi ne ile izah edilebilecek? O halde eşi başörtülü olduğu, namaz kıldığı için ordudan atılan muvazzaflarla ilgili nasıl bir izah getireceksiniz?” diye sordu.

www.omerfarukgergerlioglu.blogcu.com

Genelkurmay Başkan ılker Başbuğ’un Harp Akademilerindeki konuşmasından alıntılar yaparak ona bazı soru ve tavsiyelerde bulunacağız.

“Alınan tedbirleri bir asimilasyon politikası olarak değerlendiremeyiz. Bu tedbirler ulus devlet inşası sürecinde gerekli görülen birtakım uygulamalardır. Fakat bu yapılanmalarda homojen, etnik bir yapı inşa etmek amaçlanmamıştır.”

Diyor, ama Kara Kuvvetleri eski Komutanı Aytaç Yalman, Miliyet gazetesine verdiği bir röportajda, “Bu açıdan baktığımızda, o aşamada sorunun ‘kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor, kültürünü yaşamak istiyor. Oysa, bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir, gibi tarifler dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz.” Genelkurmay başkanının sözlerine bir başka emekli orgeneralin cevabı da bu işte. Artık bize bir şey söylemek düşmüyor.

“(Kürt sorununun olmadığı yönündeki görüşüne dayanak olarak) 1938 ile 84 yılları arasındaki huzur ve barış ortamını nasıl izah edeceğiz?”

Diyor, ama 1984’den beri durdurulamayan huzursuzluk ortamının niçin bitirilemediğini izah edemiyor. Ülkede önemli bir sorun vardı. Etnik ayrımcılık vardı ve bu büyük bir rahatsızlık olarak yaşanıyordu ve silâhlı çatışmaya dönebileceği sinyalleri veriyordu. Aslında PKK öncesi dönemde de bir çok sol Marksist örgüt Güneydoğu’da aynı sorunu gündeme getiriyor ve geniş bir taban bulabiliyorlardı. 1938 ve 1984 arası ne zaman huzur ve barış ortamı oldu ki? Açık oy, gizli sayım yapılan seçimleri, 1960 darbesini, 12 Mart muhtırasını, 12 Eylül öncesi olayları ve darbesini hatırlıyoruz ve ülkedeki sorunların çözülme safhasında değil, katmerleşme safhasında olduğunu iyi biliyoruz.

‘’Kim ne derse desin, Türk milletinin ordusu halktır, halktandır, halk içindir’’ dedi.

O halde başörtülü analar niye oğullarının yemin törenine alınmıyor, 2008 yılı içinde olduğu gibi tel örgüler arkasından törenlerini izleyebiliyorlar? Ayvalık’ta atletizm yarışmasında 2. olmuş başörtülü kıza ödül vermeyi reddeden Garnizon komutanı albayı ne yapacağız? Bu albay hakkında yapılan şikâyetler için herhangi bir idarî işlem yapmadığınıza göre, bu sözler de neyin nesi?

‘’Demokratlık kisvesi altında TSK’yı yıpratmak amacıyla TSK’ya karşı sistematik muhalefet yapılması her şeyden önce demokrasimizi geliştirmeyecektir. Bu, çoğulculukla ifade edilebilecek ya da açıklanabilecek bir husus değildir. Silâhlı kuvvetleri demokrasinin gelişmesinde, çoğulculuğun toplumsal boyut kazanmasında engelleyici bir kurum olarak göstermek de yanlıştır.”

O halde, olur olmaz her konuda ya adı verilmeden medyaya yansıyan üst düzey bir komutanın siyasete müdahale niyetindeki ifadelerini ne yapacağız? TSK demokrasinin gelişmesinde engelleyici bir kurum olmayacaksa, o halde 657’ye tabi olduğunu unutmamasını temenni ediyor ve bunun takipçisi olacağımızı ifade ediyoruz.

‘’Günümüzdeki sorunların yalnız, tek başına askerî güçle tam olarak ortadan kaldırılamayacağını anlamalısınız.’’

O halde, siyasete karışmayın da aslî vazifenizi yapınız. Askerî güç gerektiği zaman onu da hukuk içinde kullanmak gerektiğini de hiç kimse unutmamalıdır.

‘’Yapılanmalar ve kuruluşlarda ayrışma yaşandığını öne sürmek de büyük bir haksızlık. Ne Osmanlı döneminde, ne Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır. Keşke bunu iddia edenler örnek gösterse...’’

Binlerce örnek gösterilebilir. Değiştirilmesinin insan hakları sorunlarının çözümüne hizmet edeceğine büyük bir kesim tarafından inanılan anayasanın başlangıç ifadelerinde “hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin,..” diye ifade edilerek başlanması kurulmak istenen binanın etnik temelli olduğunu gösterir. Kürtçe müziğin yasak olduğu ve ancak 1990’larda serbest kalabildiği ve Kürt ırkının bir Türk boyu olduğu efsanesinin resmî ders kitaplarında okutulduğu yıllar, şimdi terk edilse de çok uzak değildir. TRT şeş’i kuran devletin, Kürtçe broşür, yazışma v.b. belgelere vebalı muamelesi yapması halen devam eden örneklerdir.

‘’Sivil örgütler ise, giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür.”

Dinî cemaatlerden bu rahatsızlık niye? Bu ülkede isteseniz de, istemeseniz de cemaatler vardır. Kimi Sünnî, kimi Alevî cemaatleşmeler olmuştur ve son derece doğaldır. Doğallığı kendinize rakip olarak görürseniz işiniz zordur ve önlenemez bir yönelişle çaresiz mücadele içinde kalırsınız.

“Ayrıca, halkımızın arasında ordunun en yaygın adlarından birinin de ‘Peygamber Ocağı’ olduğunu bilmekteyiz. Açıkça söyleyebiliriz ki, Silâhlı Kuvvetler hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır. Bizim karşı olduğumuz husus siyasi ve kişisel amaç ve çıkarlar için dinin ve dinî duyguların alet edilmesidir, araç olarak kullanılmasıdır.”

Dine karşı olunmayacaksa, dinin açık bir emri olan başörtüsüne olan bu alerji neden? Peygamber ocağı olan bir yere başörtülü bayanların girememesi ne ile izah edilebilecek? O halde eşi başörtülü olduğu için, namaz kıldığı için ordudan atılan muvazzaflar için nasıl bir izah getireceksiniz? Birçok ilde resmî bayramlarda protokolde başörtülü bayan oturuyor diye töreni protesto eden askerî erkân hakkında herhangi bir işlem yapıp yapmadığınızı soruyoruz? Emekli orgeneral Kenan Evren’in “Allah kadınların saçının görünmesini istemeseydi onları kel yaratırdı” gibi fantastik ifadeleri sizce nasıl değerlendirilmeli?

‘’Zaten bu maddeye (Anayasa-24) rağmen, bu konularda hürriyetlerin tahdit edildiğini ileri süren iddiaları da anlamak mümkün değildir.”

Hürriyetler tahdit edilmiyorsa bu ülkede yıllardır niye büyük insan hakları ihlalleri olduğunu yerli ve yabancı tüm insan hakları kuruluşları iddia ediyor? Türkiye niye büyük karışıklıklar yaşıyor?

“‘Askerler konuyla ilgili tekliflerini yaparlar ve görevleri burada biter.’ Bu görüş pek doğru değildir. 2003’teki ıkinci Irak Savaşı süresince ABD’de yaşanan sivil-asker ilişkileri bu konuda son derece öğreticidir. Askerlerin profesyonel öneri ve kaygılarının sivil otorite tarafından dikkate alınmaması halinde yaşanabilecek olumsuzluklar Irak Savaşı ve sonrasında görülmüştür.”

Ya askerî tedbirlerle Kürt sorununun çözümünün sağlanamayacağı ve temel hak ve özgürlüklerin genişlemesi ile bu sorunun çözülebileceğini reddedenlere ne diyeceksiniz? 1984 sonrası süreç içinde kirli ve karanlık ilişkilerin, çeteleşmelerin ortaya çıkmasına neden olanlardan ve asit kuyularına insan atanlar ile ilgili işlem yapılması önerilerini yıllardır sümenaltı yapanlara ne diyeceksiniz?

‘’Genelkurmay Başkanının, üç temel sorumluluğunu yerine getirmesini ve sivil-asker ilişkilerini yürütmesini, politik ve siyasal hareketler olarak değerlendirmek doğru değildir. Tersine bu bir zorunluluktur ve işin özüne tartışmasız bir biçimde de uygundur. Bu faaliyetler bütün ülkelerdeki en üst askerî makamlar tarafından da yapıla gelmektedir. Genelkurmay Başkanı bu görev ve sorumluluğunu, ilgili makamlara yapacağı görüşmeler ve toplantılar vasıtasıyla yerine getirir. Gerekli hallerde de silâhlı kuvvetlerin görüşlerini de kamuoyu ile paylaşır.”

Bu açıklama 27 Nisan muhtırası için de geçerli midir? Bu muhtıranın politik ve siyasal bir müdahale olmadığını mı söylüyorsunuz?

“Yapılanmalarda ve kuruluşlarda ayrımcılık yapıldığını ileri sürmek de yine büyük bir haksızlık olur. Ne Osmanlı ımparatorluğu döneminde, ne de Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır.’’

T.C. tarihinde dinî ve etnik ayrımcılık had safhadadır. Bu birçok bilimsel araştırma ile ortaya konmuştur. O halde son yıllarda etnik ayrımcılık alanında bazı şekli değişiklikler yapılma ihtiyacı neden duyulmuştur?

“Atatürk’ün, Türk milletini ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye halkına, Türk milleti denir’ şeklinde tanımlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdir? Cevap, Türkiye halkıdır. Görüldüğü gibi, buradaki halk ifadesi, sınırları çizilen bir coğrafyada-ki burası Türkiye’dir-yaşayan halkın bütününü, yani hiçbir dinî ve etnik ayrım yapılmaksızın, Türkiye halkını işaret etmektedir. Aynı ülkü etrafında toplanmış ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi rızası ile birleşmesiyle bir milletin oluşacağı ve bu millete ise Türk milleti denileceği, Atatürk’ün ’Türk milleti’ tanımında açıkça yer almaktadır”.

Niye bu kıvranma? Hani ayrımcılık yoktu? Madem Türkiye halkı tabiri kullanılması uygundu? O halde niye hep Türk milleti ifadesi kullanıldı? Türkiye halkı tabiri kullanılmasının daha uygun olacağını mahçup bir ifade ile dillendirmeye mi çalışıyorsunuz?

“Toplumun inanan-inanmayan, dindar-dindar olmayan ayrımı yapanlara soruyorum; inanan-inanmayan, dindar-dindar olmayan ayrımını yaparken insanların iman ve dinî inançlarını siz hangi hakla değerlendiriyorsunuz? Bu hakkı size kimse vermiyor ki, Allah ile kul arasındaki bir konuyu siz nasıl değerlendirerek bu kişiyi inanan-inanmayan diye ayırabilirsiniz? Bu aslında dininize karşı en büyük saldırıdır.”

Toplumda dindar ve inanmayan kesimlerin olması son derece doğaldır. ısteyen istediği inancı ile yaşasın. Bu normaldir. Normal olmayan farklı dinî grupları tektipci bir anlayışla dizayn etmeye çalışmaktır. Dindara dini eksik ve biçimlendirilmiş bir halde ve dine inanmayana veya farklı dine inanana zorlama ile dinî eğitim vermektir.

ÖMER FARUK GERGERLıOğLU
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

3

18.04.2009, 03:50



DONMA TEHLıKESıNE RAğMEN...

BBP lideri Yazıcıoğlu ile arkadaşlarını taşıyan helikopterin enkazında çekim yapmak için kaza mahalline giden Cihan Haber Ajansı muhabiri Lütfi Aykurt'un dönüş için jandarma helikopterine alınmayıp, donma tehlikesine rağmen dağda bırakılmasına tepkiler artarak devam ederken, Aykurt “O hareket yapanı bağlar, TSK'ya mal edilemez” dedi.

HANı HERKES DEğERLıYDı?

Doğan Haber Ajansı muhabirini alıp da CHA muhabirini orada bırakan yerel komutanın davranışı, Genelkurmay'ın akreditasyon uygulamasının düşündürücü sonuçlarından biri olarak yorumlanırken, bu durum, Org. Başbuğ'un “Bu asker halkın kendisidir. Milletimizin her bir ferdi bizim için değerlidir” sözleriyle de çelişiyor.

Ayrımcılıkta son perde

BÜYÜK Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun da içinde bulunduğu helikopter kazası sonrasında, çekim amacıyla gittiği kaza bölgesinde, donma tehlikesine rağmen, ‘sivil olduğu’ gerekçesiyle bir komutan tarafından askerî helikoptere binmesi engellenerek dağ başında bırakılan Cihan Haber Ajansı muhabiri Lütfi Aykurt, yaşadıklarını Haber 7’ye anlattı.

Cihan Haber Ajansı Genel Müdürü Abdulhamit Bilici’nin Zaman gazetesindeki köşesinde konuyu ele almasıyla bir anda gündemde bomba etkisi yapan olayın baş kahramanı olan Aykurt, ıstanbul’da görevli bir muhabir olduğunu, elim kazanın meydana gelmesinden sonra, takviye ekip olarak Kahramanmaraş’a gönderildiğini anlattı. Kazanın ardından bir süre cenazesi bulunamayan ıHA muhabiri ısmail Güneş’i arama kurtarma çalışmalarını takip etmek, hem de helikopter enkazından görüntü almak için 30 Mart’ta Cihan’ın Kahramanmaraş muhabiri ve bölgeyi iyi bilen iki köylü ile yola çıktıklarını anlattı. Yaklaşık 4 saat süren yolculuğun ardından 8,5-9 kilometre mesafeyi yürüyerek 2 bin 500 metre yüksekliğindeki olay yerine ulaştıklarını anlatan Aykurt, olay yerine vardıklarında ısmail Güneş’in cesedinin 5-10 dakika önce bulunduğunu, üzerindeki karların yeni temizlendiğini söyledi. Hemen 10 dakikalık bir görüntü aldıklarını, Kahramanmaraş muhabirleri ile kaseti aşağıya yolladığını belirten Aykurt, başından geçenleri şöyle anlattı:

“Sivil arama kurtarma ekipleri köye dönüyorlardı; onlarla birlikte yola çıktı. Saat 14.00 civarıydı.O sırada da ısmail’in naaşını ceset torbasına koymuşlardı. Ben ve iki köylü kaldık. ısmail’in cesedi daha gönderilmemişti. Ceset torbasında bekliyordu. Hem onun helikoptere konuluşunu görüntülemek; hem de enkaz ve bölgeden daha detaylı görüntüler almak için kaldım. Arama kurtarma esnasında bölgeye zorunlu iniş yapıp yan yatan skorskyi parçalıyorlardı. Bir de o çalışmalardan da görüntü aldım.”

DONMA TEHLıKESıNE RAğMEN...

Lütfi Aykurt, bölgede bir gün önce Göksun’da tanıştığı DHA muhabiri ve kendisi ile iki köylü ve jandarma-kurtarma ekiplerinin kaldığını belirterek, enkazdan görüntüler çekerken, DHA muhabirinin jandarma kurtarma ekiplerinin bir bölümüyle helikoptere bindiğini ve gittiğini söyledi. ısmail Güneş’in cesedini götürmek için gelecek polis helikopterini bekleyip çekimlerini yapan Aykurt, eşyaları ve teçhizatlarını Göksun’da olduğu için direkt Kahramanmaraş’a uçtan helikoptere binemediğini anlattı. Bölgedeki askerlerin “Seni de götürelim” diye teklifte bulunduklarını söyleyen Aykurt, şöyle devam etti: “Benim aklımda helikopterle dönmek gibi bir şey yoktu. 9 kilometre dağa tırmandığım için… Ama böyle bir teklif gelince, görüntüleri akşam ana haberlerine yetiştirme imkânı da doğdu. Bir de öğleden sonraya doğru, hava bozmaya başladı. Soğuktu; iyice soğudu. Tipi vardı zaten; kar yağışı da başlayınca, askerlerden gelen teklife tereddütsüz ‘evet’ dedim.

Askerlerden bana teklif gelince, köylüler: ‘Sen git haberini yetiştir. Biz daha kalacağız’ dediler. Askerlerden gelen teklifle toparlandım. Kameramı sardım. Çantamı sırtıma aldım. Kurtarma ekibiyle birlikte ben de ‘binme pozisyonu’ aldım. Tam ben helikoptere binmek için adım attım, arama kurtarma ekibinin başındaki komutan bana: ‘Sen hangi kanaldansın?’ diye sordu. ‘Cihan Haber Ajansı’ndanım’ deyince, eliyle ‘dur’ işareti yaparak: ‘Binemezsin’ dedi. Sizin ekipleriniz bana: ‘Seni bu hava şartlarında burada koyamayız’ dediler. Neden binemiyorum diye sorunca: ‘Sivilleri alamıyoruz’ dedi. Ben de 45 dakika önce askeri helikopterle giden DHA muhabirini hatırlatarak: ‘Onu niye aldınız?’ diye sordum. Kızdı.’Hangi şartlarda çıktıysan o şartlarla da inersin’ dedi ve koşarak gitti.

‘Buraya, sizin helikopterinize güvenerek çıkmadım. Allah’ın izniyle ineriz’ dedim arkasına bile bakmadan gitti. Diğer iki köylüyle birlikte, geldiğimiz gibi indik. Çoğunlukla kayarak indiğimiz için 4 saatte çıktığımız yolu, 2,5 saatte indik. Parkamı belime bağladım. Üstüne oturdum, kameramı kucağıma aldım kaydım.”
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

4

18.04.2009, 03:52

Demokrasilerde böyle bir şey yok

Genelkurmay Başkanı Orgeneral ılker Başbuğ iki saat süren bir konuşma yapıyor.

Ülkenin neredeyse tüm televizyon kanalları canlı olarak bu konuşmaya kilitleniyor.

Ertesi gün yazılı basında tüm manşet ve yorumlar bu konuşmaya ayrılıyor.

Normal mi, olağan mı?

Hayır değil.

Demokrasilerde görülür mü?

Sanmıyorum.

Bir de asker ve siyaset penceresinden bakalım konuşmaya.

Orgeneral Başbuğ’un ele aldığı konuların çoğunluğu siyasetin çerçevesine oturmuyor mu?

Elbette oturuyor.

Türkiye’nin siyasal nitelikteki bazı temel sorunlarına değindi Orgeneral Başbuğ.

Kısacası, ‘siyaset’ yaptı.

Demokrasilerde bu yok.

Peki ama bu konularda düşünmeyecek mi, konuşmayacak mı, görüşlerini dile getirmeyecek mi?

Hiç kuşkusuz hepsini yapacak. Ama devletin kapalı kapıları arkasında, siyasal otoriteyle birlikte, Milli Güvenlik Kurulu gibi anayasal kurumlarda yapacak.

Kısacası:

Genelkurmay Başkanı’nın bazıları hayli tartışmalı olan siyasal konulara kamuoyu önünde böyle girmesi doğru olmadı. Konuşmasında demokrasiyi sık sık vurguladı ama demokrasinin en temel gereklerinden birine uymadı.

Bu klâsik konuyu geçelim.

Orgeneral Başbuğ’un konuşmasında kimlikler geniş yer tuttu. Etnik kimlik ve siyaset, dini kimlik ve siyaset konularını ele aldı.

ınsanların kimliklerine sahip çıkmaları, kimliklerini yaşamaları, geliştirmeleri en doğal haklarıdır. Demokrasilerde farklılıklara özgürlük ve saygı en temel konudur.

Kürt olur, Türk olur. Müslüman olur, Hıristiyan olur, Yahudi olur, ateist olur. Sünni olur, Alevi olur. şu cemaate, bu cemaate ya da tarikata yakın durur. Bütün bunları nasıl yaşamak istiyorsa, öyle yaşar.

Buradaki ölçü, ‘şiddet’tir.

şiddeti reddetmektir.

Etnik kimlik üzerinden siyaset yapılır mı? Yapılır. Yasak olan şiddettir, silaha başvurmaktır demokrasilerde...

Etnik kimliği, dini kimliği bastırdığınız vakit, bu hem demokrasi ve insan haklarına aykırı olur, hem de geri teper.

Türkiye’de geri teptiği gibi...

Kimliklerin bu ülkede baskı altına alınmış olmasının acı, trajik sonuçları Orgeneral Başbuğ’un konuşmasında vardı:

TSK’dan 4970 şehit.

PKK’dan 40.000’e yakın ölü.

Ve 1335 köy korucusu...

Bu kan ve göz yaşına Susurluk’u, JıTEM’i, faili meçhul cinayetleri ekleyin. Demokrasi ve hukuk devletinin yediği darbelerle Ergenekon’a açılan yolu ekleyin. Silah ve çatışma yerine son çeyrek yüzyıl içinde kalkınmaya gidebilecek, bu ülkede aş ve iş sorununu çözebilecek olağanüstü kaynakları ekleyin.

Önümüze felaket bir tablo çıkıyor o zaman...

Sayın Genelkurmay Başkanı;

Sonra da lütfen düşünün!

Cumhuriyetin kuruluşundan beri bu devletin ve gelmiş geçmiş hükümetlerin, askeri yönetimlerin ‘kimlik siyasetleri’ konusunda, “Kürt yok Türk var!” derken, ‘Kürtçe yasak!” derken, “Kürt var Kürt sorunu yok!” derken ya da dini cemaatlere ve tarikatlara baskı uygularken, hangi yanlışları yaptıklarını iyi düşünün.

Ve bu yanlışlardaki ‘askerin payı’nı da mutlaka hesaba katın.

Bu yanlışlar yok konuşmanızda.

ıpuçları da yok.

Bu nedenle, özenle hazırlandığı belli olan iki saatlik bir konuşmaya rağmen inandırıcılık meselesi varlığını korudu.

Ve aklıma takıldı:

Yanlışları şöyle ya da böyle kabullenmeye başlamak için ille de emekli mi olmak lazım?..

Biliyorum, söz uzadı.

Genelkurmay Başkanı Başbuğ’u iki saat boyunca konuşturan öncelikli iki temel konu, iki temel sorun vardı:

Kürt kimliği...

Müslüman kimliği...

Kürt sorunu...

Din sorunu...

Eğer bu sorunlardan içtenlikle kurtulmak istiyorsak, Atatürk dönemi dahil Cumhuriyet tarihimize eleştirel gözle bakmak alışkanlığını edinmek, devletin baskı ve sopa politikasından vazgeçmek ve kusurlu demokrasimizi düzeltmek şarttır.

Yoksa barış, demokrasi ve hukukun üstünlüğü bu ülkede yerli yerine oturmaz; aş ve iş sorunu çözülmez; refah kapımızı çalmaz.

Keşke Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’un konuşması, Türkiye’de barış, demokrasi ve hukukun üstünlüğü açısından askeri de, sivili de içine alacak özgür bir tartışmanın başlangıcı olabilse...

Ve son söz:

Türkiye’de Genelkurmay Başkanları yerine, böyle hazırlanmış, üstünde düşünülüp taşınılmış, kurmay ürünü konuşmaları Başbakanlar yapsa ne iyi olur.

Milliyet, 17 Nisan 2009

Hasan Cemal
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir