Giriş yapmadınız.

1

18.03.2007, 21:20

Mart 2007 - Kapak: Öldürülmeyen ermeni çocukları



Ermeni çocukları nasıl kurtuldu?

şubat, Ocak ayında işlenen Hırant Dink cinayetine dair yeni gelişmelere sahne oldu. Menfur cinayete dair yeni ipuçları bulundukça, olayın derin bağlantıları da ortaya çıkıyor, fakat bir noktadan sonra kilitleniyordu.

Cinayetin faili/azmettiricileri ile ilgili tartışmalar bir yana, bu cinayet görmezden gelerek kurtulduğumuzu sandığımız problemlerden biriyle daha yüzleşmemizi netice verdi: Türk-Ermeni ilişkileri.

Osmanlı’nın “millet-i sadıka”sı nasıl olmuştu da, ulusal ve uluslar arası arenada sürekli karşımıza çıkan, gerek içte, gerekse dışarıda “baş etmeye” çalıştığımız bir sorun olmuştu?

“Ermeni” kelimesi, nasıl olmuştu da bir tür “hakaret” olarak algılanmaya başlamıştı? Bir cinayeti protesto etmek için bile olsa “Hepimiz Ermeniyiz” demek, neden bu kadar katlanılamaz bir slogan olarak görülmüştü?

Bu ve benzeri sorulara cevap ararken, 1915’lere, Bitlis’e gittik. Orada Ermeni çeteleriyle savaşan Bediüzzaman’la karşılaştık. Cumhuriyet tarihindeki en kritik, en kilit sorunlara, en makul, en gerçekçi ve birleştirici cevaplar vermesiyle tanınan bu zat, Ermeni meselesinde de, ikna edici, barışçı ve mantıklı çözümler sunuyordu. “şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya” bağlıdır, diyerek ezber bozuyor; “şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?” diye soranlara verdiği “Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... (…) Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır” cevabıyla, bugünkü devlet zihniyetinin hiçbir zaman ulaşamadığı bir noktaya işaret ediyordu.

Said Nursî, sadece barış ortamında konuşup, savaşta tam tersini yapan biri değildi şüphesiz. Ermeni fedaileri Müslüman çocukları keserken bile, Ermeni çocuklarına zarar verilmesini önleyerek örnek bir ıslam âlimi portresi çiziyor ve bu tavrıyla bugünkü tartışmalara yol gösteriyordu.

Vefatının 47. yıldönümünde rahmetle andığımız Bediüzzaman Said Nursî’nin Ermeni meselesindeki yaklaşımını işliyoruz bu sayımızda.
Risâle-i Nur Külliyatının muhtelif yerlerinde bu meseleyle ilgili yapılan açıklamalar, konuyu yeterince açıklığa kavuşturmakla birlikte, Veli Sırım’ın, dönemin olayları ışığında yaptığı değerlendirmeler, Kâzım Güleçyüz’ün yaşanan son gelişmelerle bağlantılı olarak kaleme aldığı makalesi, Nurdan Huyut’un bir hikâye tadında aktardığı ayrıntılar da önemli hususlar içeriyor.

Mustafa Gökmen, genel olarak Osmanlı’nın gayrimüslimlerle olan ilişkilerini ele alırken, bugüne dair çıkarımlarda bulunuyor. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Türkan Yalçın Sancar, arkadaşımız Kemal Benek’e yaptığı açıklamada, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganının empati ile aşılacağını vurguluyor.

Hırant Dink’in yakın arkadaşı ırma Dilek Demirci, Recep Bozdağ ve Davut şahin’in sorularını cevaplandırırken, kendisini “Türkiyeli” olarak tanımlayarak, “Türkiyeli olarak, Türkiye’ye karşı en küçük bir saldırıda Türkü, Lazı, Çerkezi, Boşnakı, Kürdü, Ermenisi hepimiz tek vücut olabiliriz” sözleriyle birlik mesajı veriyor.
Kapak dosyamız dışında dergimizde; Vehbi Kara’nın “Bahriye mektebinde namaz”, Abdil Yıldırım’ın “Gençliğim eyvah!”, Ayşe Çağlayan’ın, “Hata-sevap cetvelinde kitle iletişimi”, Abdullah Yaşar’ın “Kar güzeli”, Umut Yavuz’un “Bir ‘kul’ nasıl ‘asil’ olur?” başlıklı yazılarını okuyabilirsiniz.

Nisan sayımızda buluşmak üzere, sizi dergimizle baş başa bırakıyorum.

"Mart 2007 sayısı hakkında düşüncelerinizi burada paylaşabilirsiniz"

2

23.03.2007, 11:44




Gençliğim eyvah!


Çocukluk yıllarımın patika yollarındaki paytak yürüyüşümü tamamlamıştım. Buraya kadar olan yolculuğumda büyüklerimin büyük yardımlarını görmüştüm. Ama artık yeni bir yolun başında bulunuyordum. Hayat yolculuğunun yeni bir safhasına adım atıyordum. Önümde taze bir baharın tatlı ve ılık bir iklimi vardı. Bu iklimde her şey taze, diri ve dinamikti. Nisan yağmurlarının toprağa indirdiği rahmet rayihaları ruhumun genzine yayılıyordu.

Gözlerim renklerin güzelliğine, kulaklarım seslerin duruluğuna mest olmuştu. Çocukluğun dar ve sıkıntılı kalıplarından kurtulmuştum. Kendime olan güvenim gittikçe artıyordu. Çocukken her sesten ürken titreyen yüreğim, şimdi cesaretle dolmuştu. Ne cin masalları, ne mezarlıklar, ne de karanlıklar beni korkutuyor.

Büyüklerime olan saygım devam ediyordu, ama benim düşüncelerime ve hayat tarzıma da saygı duyulmasını istiyordum. Ben bir gençtim. Aklım, fikrim, bilgim ve düşüncelerim de genç ve tazeydi. Hayat yolunda kimseden yardım almadan yürüyebilirdim. Gençliğimin her ânını dolu dolu yaşamak, hayatın tadını çıkarmak istiyordum. Yürüdüğüm yollar, gezindiğim yerler renk renk güllerle doluydu. Sanki bir zafer tâkı altında yol alıyordum.

Gördüğüm her güle elimi uzatıyor, her güzellikten istifade etmek istiyordum. Yeşil bahçelerin çiçekli yollarında yürürken, nisan yağmurlarının çukurlarda meydana getirdiği çamurla su birikintilerine aldırmıyordum. Deli dolu yaşama hırsıyla, kopardığım güllerin dikenli olabileceklerini hiç hesaba katmıyordum.

Bu güzel bahar mevsimi hiç bitmeyecekmiş gibi kaygısız ve sorumsuz bir şekilde yaşamak istiyordum. Ellerimde, kollarımda ve boynumda bulunan renkli ve süslü iplerle oynamaktan da zevk alıyordum

Ne var ki bu tatlı ve zevkli yolculuk fazla uzun sürmedi. Bir müddet sonra dizlerimde bir takım ağrılar hissetmeye başladım. Galiba yoruluyordum. Bir ara sendeledim ve yolun kenarındaki çamurlu suya kapaklandım. Yüzüm gözüm çamur içinde kalmıştı. Ayağa kalkarken suda kendi aksimi gördüm. Yüzüm kan içindeydi. O zaman anladım ki, koparıp kokladığım güllerin dikenleri burnumu ve yüzümü kanatmıştı. Boynumdaki süslü iplerin bir ucunun nefsimin ve şeytanın elinde olduğunu anlamıştım. Az evvel beni çamurlu suya düşüren ipi onlar çekmişlerdi. Gitgide ılık ve güzel günler yerini serin ve kara bulutlarla kaplı bir havaya bırakıyordu. Sararan yaprakların hüzünlü hali ruhuma da aksetmişti. Kabına sığmayan deli yüreğim, sakinleşmeye, daha yavaş ve yorgun atmaya başlamıştı.

Adımlarım ağırlaşmıştı. “Ne oluyor bana?” diye haykırmak istedim. Fakat sesimi benden başka duyan olmamıştı. Önümdeki yola baktım, çiçeklerin solduğunu, yeşilliklerin kaybolduğunu gördüm. Düzlük sona ermiş, yokuşlu bir yol başlamıştı.

Yaş otuz beş mi olmuştu ne. Yoksa yolun yarısına mı gelmiştim? ışte onu bilemiyordum. Fakat taşın sert olduğunu anlamıştım. Ruhumda bir panik başlamıştı. Geriye dönmek istedim. Fakat heyhat! Attığım her adımdan sonra arkamda kalın bir duvar örülüyordu. Geriye dönmek imkânsızdı. Yola devam etmekten başka çarem yoktu. Daha ne kadar yol gideceğimi de bilmiyordum. Gittikçe yokuş dikleşiyor, yolculuk güçleşiyordu. ışte orada düşüncelerim hayalden başını kaldırdı. Hakikatin tavanına vurdu. “Gençliğim eyvah” diyen ruhumun feryadını işittim

Abdil YILDIRIM

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=567
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

3

23.03.2007, 12:14






Ben Türkiyeliyim arkadas!

“Beni nasıl zorla siyaha boyayıp zenci kılmaya çalışırsın? Beni bu rengimle kabul et, ‘hepinizi aynı çatı altında topluyorum ben’ de. Büyük bir keyifle, ‘Ben Türkiyeliyim arkadaş!’ diyebileyim.” “Türkiyeli olarak, Türkiye’ye karşı en küçük bir saldırıda Türk’ü, Laz’ı Çerkez’i, Boşnak’ı, Kürdü, Ermeni’si hepimiz tek vücut olabiliriz.”

GıRış:

ırma Hanım, bu vatanda yaşayan herkes kadar kendini Türkiyeli olarak nitelendiriyor. “Herkes kadar bu vatanı seviyor ve onun için çalışıyorum” diyor. Bu söylediklerinde ise, samimi. Elim bir cinayete kurban giden Hrant Dink gibi düşünüyor. Maillerinin tehditlerle dolu olduğunu, ama doğruyu söyleyeceğini ve susmayacağını ifade ediyor. “Hrant çok yakın arkadaşımdı” diyen ırma Dilek Hanım, “onunla 15 günde bir konuşur, eğlenirdik” diye ekliyor.

Kendinizi Türkiye’de nasıl görüyorsunuz?

Öncelikle, bir olayla 70 milyon içindeki 20 bin Ermeni’nin hayatını yakabilirsiniz. Aslında bu çok daha az düşünülmesi gereken bir şey. Bir kere insanlar şunu kabul etmeliler: Ermeni kimliği bizim renklerimizden biri. Ben çok şanslı insanlardan biriyim. Çünkü Türkiyeliyim. Bu benim rengim. Ermeniyim bu da benim rengim. Kadın olmak da bir rengim. Bunun yanında birçok rengimiz var her birimizin... Dolayısıyla Ermeni olmak bu renklerden biri. Bu renge ne kadar zarara verilebilir, bu rengin gerçekliği ne kadar ortadan kaldırılabilir? 20 bin kişinin tamamını öldürseler; yaşanmışlıklar ne kadar değiştirilebilir? Burası çok önemli bir nokta…

Ermeni vatandaşlarımız bu vatan tablosunda zenginliği, rengi oluşturuyor yani…

Evet. Dolayısıyla Hrant’ı öldürmek, birilerinin susturulması anlamına gelmiyor. Bence Hrant’ın ölümü çok da isabetli bir ölümdü. Ne mutlu bize ki, Hrant Dink gibi bir evlât yetişmiş; konuşabilen, gerçekleri söyleyebilen, Türkiye’nin haklarını Strazburglardan Amerikalara kadar savunan; bazıları “ben Türküm” diyerek sabaha kadar bağırıp çağırıp adam tartaklarken, konuşarak haklarını savunabilmiş bir evlât yetiştirmiş Ermeni toplumu. Ben kendi adıma Ermeni kimliğimle ve rengimle bundan onur duyuyorum. Ne mutlu bize, bir Hrant yetiştirmişiz. Onlar da kendilerini öldürecek bir adam seçmişler ve bindikleri dalı kesmişler. Bu kadar net. Öyle ki, 70 milyonun geleceğini tehlikeye atan bir cinayet işlediler.

Bunu Türk’ü koruma adına yaptığını iddia eden bir kesim var. Bence, bu olayla 70 milyon bir şeyi farketti: Türkiye’de çok ciddi bir tehlike var. Türk gençliği elden gitti, gidiyor. Bir ülkeyi emanet ettiğiniz gençlerinizin beyni yıkanmış. Bu ülkenin bırakın AB’ye girmeyi, 21 yüzyıla ayak uydurması, halihazırda 80 yıl öncesine, 1914’lere, 1915’lere geri dönebileceği bir platform hazırlanmıştır. Önce bu ülkenin düşünürleri bunu görmeliler.

Bir kere Hrant’ın amacını algılayabilseydi bu ülkede yaşayanlar, Hrant öldürülmemiş olurdu. Yani 2000 yıldır bu topraklarda yaşıyoruz. Osmanlı’nın tarihi belli, Türkiye’nin tarihi belli. Bizim bir düşmanlığımız, ya da o 2000 yıllık tarihimizde ayrıldığımız bir ay yok. 1914-1915 diye kilitlenmiyoruz. Hrant’ın da böyle bir derdi vardı.

O günün tarihi, sosyal, siyasal şartlarına bakarsanız, o günün verilebilecek en doğru kararı, birileri verdiğini düşünmüş ve uygulamıştır. O birileri yaptı diye bugünün Türkiye’sini suçlayacak halimiz yok. Babası hırsız diye, oğlunu hapse atar mısınız? 1915’te kim ne yaptıysa yaptı. Kabul etmek erdemdir zaten. Kabul edersin, çok üzgünüm dersin, nasıl böyle bir hata yaptılar dersin, ya da demezsin. ınkâr etmek de seçimdir. Bu da demokratik bir haktır. Ama birileri bunu söylüyor diye, onu öldüremezsiniz. Ya da birileri 8 bölümlük bir Ermeni kimliğini analiz eden yazı dizisini yazdı diye, adamı 301’den mahkûm edemezsin.

Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra size tehditler geldi mi? Korunma noktasında bir talebiniz oldu mu?

Geliyor tabiî. Bakın çok basit şeyler söyleyeyim: Bu ülkede birinin elindeki maillerle ya da fakslarla, Emniyete müracaat edip, “Arkadaşlar tehdit ediliyorum. Lütfen beni korur musunuz?” demesi yeterlidir. Halbuki ben bir adım ötesine gidiyorum. Bizim gibi konuşan insanların, bu devletin canı istediğinde istihbarat teşkilatının hepimizin telefonlarını dinlediğini; Ermenice konuştuğumuzda, “Biz bunu da biliriz”, Türkçe konuştuğumuzda, “bunu da biliriz” diyerek araya girdiğini… Bir Kürt çocuğunun “Nasılsın anneciğim” dediği telefonların da dinlendiğini biliyorum. Bizim gibi insanların telefonlarını dinlemekten mi gocunmuş bu devlet, ya da ona gelen telefonları yazmaktan mı gocunmuş? Ya da Hrant elinde mektuplarla müracaat ettiğinde inandırıcı mı değilmiş?

Hrant özel bir koruma talep etmemiş olabilir. Hrant’ı korumak, beni korumak, seni korumak sokaktaki dilenciyi korumak kadar aslî görevidir bu devletin. Ben devlete çalışmayacağım, devlet bana çalışacak. Devlet vatandaşa hizmet eder, vatandaş devlete değil. Bu ülkede vatandaş devlete hizmet ediyor, ne yazık ki. Dolayısıyla “Efendim koruma talep etmedi” demek yanlış. Agos’un önüne bir dilenci kimliğinde bir sivil polis yerleştiremedin mi? Çok mu zordu?

Öte yandan 16-17 yaşlarındaki gençleri kullanacak hale getiriyorsunuz. Hrant’ın ölümünden iki gün sonra “ Katil 16-17 yaşında çocuk çıkacak, kendi evinde bulacaklar” dedim. Bir de “Milliyetçi duygularım var. Beni rahatsız etti” diye de ekledim. Bu mudur? Hayır. Arkasındaki güce devletin kendisi yetişemiyorsa, ülke vahim durumdadır yani. Yazık.

Ne yapılması noktasında bir düşünceniz var mı?

ıtalya, bizden beter durumdaydı yargı anlamında. Yusuf Hayal’i defalarca içeri alıyorlar. Takipsizlikten bırakıyorlar. ışler öyle değil. Hrant’ın da yüzde yüz lehine sonuçlanması gereken dâvâlar aleyhine sonuçlanmıştır. Burada sanki yargıyı kontrol eden bir mekanizma var gibi…

Bize nasıl bir vatandaşlık rolü biçilmişse, onu oynasak, ama ölümsüz yaşasak. Yahut “Düşünmek isteyen Türkiye’nin dışına çıkabilir” denilmek mi isteniyor?

Ne yapılması gerek? Gerçekten, yürüyen 250 bin kişi gibi, 250 binler daha meydana getirebilirsek, belki yeni “beyaz eller”i Türkiye’de meydana getirebiliriz. Nasıl olur bilmiyorum. Ama bu siyasetçilerle olmaz.

16-17 yaşlarındaki gençleri komple rehabilite edecek merkezler açılmalı. Bu gençleri psikolojik tedaviden geçirmeli ve doğruyu öğretmeliyiz. Yoksa gençlik elden gitti gidiyor bana göre.

Hrant’ımın güvercin tedirginliğini, bu ülkenin devleti, cumhuriyet tarihi oluşalı beri yaşıyor. Çok zor bir ruh hali olsa gerek. Ben üzülüyorum gerçekten.

Taksim’den Yenikapı’ya yürünürken “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” sloganları tartışma meydana getirdi. Ne dersiniz?

Hepimiz Ermeniyiz. Bu çok yanlış anlaşıldı. Ne cehalet değil mi? Cehalet şurada: Almanya’da 5 tane Türk’ü öldürdüler. Almanya ayağa kalktı “Hepimiz Türküz” diye. ınsanlarımız öyle bir kaygı ile yetişiyor, yaşıyor ki, “Hepimiz Ermeniyiz” deyince, Ermeni olunmadığını bile fark edemiyor. Oradaki “Hepimiz Ermeniyiz” cümlesinin bir tek amacı var: “Siz çok değerli birini öldürdünüz. Onu öldürmekle kendinden birini öldürmek arasında fark yoktu. Yani bu kadar kolay katledeceksen, beni de katlet, ben de Ermeniyim” demeye çalışılıyor. Yoksa Ermeni deyince Kürdü, Lazı, Çerkesi v.s. on dakikada Ermeni olmuyor. Yani böyle bir saçmalık yok. Bunu bilebilmek lâzım. Nasıl bir cahillik ki, üniversite gençliği yapıyor bunu. Mailler alıyorum: “Ne Ermenisi, bir köpekten daha kurtulduk” diye. Maillerimi okusanız inanamazsınız. Saçmalık bu. Niçin Almanya’ya, Fransa’ya, ABD’ye gidip 5 yıl kalınca, oranın vatandaşı olununca, “Ben Almanım, Fransızım” diyorsun? Bunu söylemekten utanmıyorsun da, bu kadar büyük biri öldürüldüğünde-Hrant, AB ile Türkiye arasında kilit noktasıydı çünkü- bunu fark edememişsin. 10 dakikada Ermeni olunmaz. Ermenilik başka bir şey. Bir kültüre sahip olmak lâzım. 3000 bin yıldan sonra bugün ben Ermeniyim. Arkamda ciddi bir geçmiş var.

Diaspora’nın tavrı nedir?

Hrant’ı sevmezlerdi zaten. Neden sevmezlerdi? Çünkü 1915 bizim tarihsel acımızdır. Yüreğiniz acır ya, öyle bir acı. Bu acıyla, insanların rant uğruna uğraşmalarından yana biri hiç olmadı. Ben de öyle biri değilim. Ben de Ermeni diasporasını sevmiyorum. Birileri soykırımı kabul edince, birileri sigorta şirketlerinden para alacak diye uğraşıyorsa, benim böyle bir uğraşla alâkam olamaz. Ben sadece şu kadarını isteyebilirim: Anneannem, dedem, özkardeşlerini gözleri önünde yitiren insanlardır. Bu hikâyeleri dinleyerek büyüdük biz. Keşke birileri “Allah rahmet eylesin, bu hatayı nasıl yaptık” dese ve ruhları rahat etse. Artı bir talebim var. Nasıl hiç kimsenin dedesinin mal varlığının üzerine oturulmuyorsa, ben nasıl dedenizden kalan daireyi gelip almıyorsam sizden, vakfı almıyorsam, siz de benimkilerini bana bırakmalısınız. Bu kadar basit. Toprağınızı bırakın demiyorum. Mesela Tuzla kampı. Kamp, bağ bahçe içindeyken, birilerinin eline geçiyor. Ya da benim dedemin evi. Buna kimsenin hakkı yok ya! O da parasını ödeyerek satın aldı. Aynı haklara sahip. Bunu kime anlatacaksınız.

Baskın Oran Hocanın çok güzel yazıları var. O kadar net ki. Bu ülkenin en üst kademesi seni yabancı görüyor. Benim erkek kardeşlerim de Hakkari’de, Sivas’ta askerlik yapıyor. Türkiyeli olmak için ne gerekiyorsa ben de yapıyorum. Ama hâlâ yabancıyım. Öyle bir mantığı nasıl hak görüyorlar kendilerinde.

Halbuki hakiki mânâda tarihsel bir kardeşliğimiz var. Ermeni vatandaşlarımız zamanında devletin ileri kademelerinde görev almışlar. Sanatçı olmuşlar, mimar olmuşlar…

Savaşlarda beraber çarpışmışız. Bir çok iyi adam yetiştirmişiz. Devşirmeler var. Bu kadar sadıkken, nasıl olur da o günkü olayı değerlendirmeyi bilemezsiniz. Tamam Almanya, Fransa, ıngiltere’den bir Türkiyeli olarak iğreniyorum, o güne ortam hazırladıkları için.Yani Türkiye kabul etsin derken, önce ıngiltere diyecek ki, “Ben kandırdım”, Fransa diyecek ki “Ben kandırdım”, Almanya diyecek ki “Ben kandırdım…” Çünkü ülke savaş halinde. Birileri birilerini kandırıp bir şekilde buna meydan veriyor. En az suçlu kadar suça teşvik eden de suçlu olmaz mı? Bunun bir doğrusu var. Sizin elinize bıçağı almanızı sağlayan, kafanızı yıkayan zihniyettir. Önce o zihniyeti yargılayacaksınız. Önce diğer ülkelere ardından Türkiye’ye hesap soracaksınız. Bunu da Türk kimliğim ile söylüyorum. Türkiyeli olarak söylüyorum. Kimse gelip benim ülkemde ülkemin insanıyla arama giremez. Kimsenin hakkı yok.

Türkiyeli Ermenilere Türk vatandaşlarının Hrant öncesinde ve sonrasında bakışları nasıl?

Hrant’tan sonra, Ermeni toplumu dilini ve sesini yitirdi. Hayatında ilk kez öksüz kaldı. Çok önemli. Hrant fark etmeden, öyle bir talebi olmadan enteresan bir biçimde bizim için o koltuğa oturmuştu. Bir adım öteye geçiyorum; Ermeni Patriği patrik kisvesini dışına çıkamamıştı Hrant döneminde. Bütün uğraşlarına rağmen. Yani bütün o siyasallaşma çabalarına rağmen, sayın Mesrob Mutafyan Patrik olmakla sınırlı kalmıştı. Bizi konuşan, bizi anlatan, tarif eden, dostluğu pekiştirmeye çalışan korkusuz bir adam vardı. şimdi yok. şimdi yok da bitti mi? Hayır. Ben de Hrant olacağım, Etyen de Hrant olacak. Ahmet de, Mehmet de Hrant olacak. şimdi gerçeği gören herkes Hrantlaşacak.

Güvercin tedirginliği yaşıyor musunuz?

Sonuç. Hepsi bu kadar. Bir ölüm var ucunda. Beni de öldürmek yetmez ki. Benden sonra bir başkası olacak. Bu ülkede yaşayanlara öncelikle insan olarak bakılması çok önemli.

Devletin sorunu bu galiba…

Devletin kendiyle sorunu var. Kaprisleri ve kompleksleri var. Yok olma korkusu ile karşı karşıya olduğunu vehmediyor. Devlet kendi vatandaşından korkuyor ya!

70 milyonun şu kadarı Kürttür, hayır diyebilir misin? şu kadarı Alevîdir desen, ne çıkar? Karadeniz Lazdır. Sen hayır deyince bu gerçek değişir mi? 550 kişiyi tek tek sıraya dizelim. Lazı da, Alevîsi de, Kürdü de, Arnavut’u da yok mu içerisinde? Var. Sen hayır deyince değişir mi? Beni nasıl zorla siyaha boyayıp zenci kılmaya çalışırsın? Beni bu rengimle kabul et, “Hepinizi aynı çatı altında topluyorum ben” de. Büyük bir keyifle, Baskın Hocanın açtığı o yoldan gidip; “Ben Türkiyeliyim arkadaş!” diyebileyim. Ben Türkiyeliyim. Bitti.

Milliyetçilik şimdiki olayların meydana gelmesinin neresinde sizce?

Milliyetçiliği bu olayların her yerine koyabilirsiniz. Günlük yaşamınızdan tutun okullara, siyasetçilere kadar her yere taşıyabilirsiniz.

Ama biz Türkiyeli olmalıyız. Türkiyeli olarak, bugün Türkiye’ye karşı en küçük bir saldırıda Türk’ü, Laz’ı Çerkez’i, Boşnak’ı, Kürdü, Ermeni’si hepimiz tek vücut olabiliriz. Bu bir ruhtur. Eğer sen bunun bir adım ötesine çıkıp “Ben bu bayrağı, bu toprağı senden daha çok seviyorum” dersen, bir şekilde birileri sana “dur” diyecektir. 5 tane daha Hrant öldükten sonra eninde sonunda söyleyecektir. Hiçbir nehri tersine akıtma şansımız yok. O doğruya geleceğiz, Taksim’de 250 bin kişi yürüdüyse.

Bunu yapan güçler, toplum psikolojimizin en zayıf noktası olana dinimizi ve milletimizi kullanıyorlar. Bu topraklara sahip olmak içini birileri çok uğraştı. Bu sınırlar için çok savaştık ve çok can yitirdik. şimdi birileri bu iki duyguyu öyle bir ustalıkla kullanıyor ki, şu anda kazançlı görünüyorlar. Ama bu kazanç uzun sürmeyecek. Çünkü susmak mümkün değil. Biz sussak arkadakiler susmayacak.

Biz gerçekten tabir-i caizse yaramızı düşmana gösteriyoruz. ınsanlara ayıplarımızı sergiliyoruz. Ne büyük bir utanç bu, örtmemiz gerekirken. Tamir edip toparlamamız gerekirken… Hrant’ın ölümünün artı bir yönü daha var: Türkiye’nin dışarıdaki faşist görüntüsü, Başbakanın ailesini ziyaret etmesiyle iyi bir resim çizilmesine neden oldu. Ama Hrant yaşasaydı, çok daha büyük kazançlar sağlayacaktık. Ermeniler adına, 20 bin adına kazanç olsa ne olur? Benim babam, oğlum Ermenice bilmiyor. Bilmeli mi? Bilmesi de gerekmiyor. Çünkü ben anlaşabileceğim dili istiyorum. Yaşadığım insanlarla komşuluk edebileceğim dili istiyorum. Aşık olabileceğim dili istiyorum. Anlatabiliyor muyum?

Toprağında gözüm var kardeşim! Ama inan bir yere alıp götürmeyeceğim. Hrant gibi burada gömülmek için istiyorum. Vereceğin 40 metre yer. Gömeceksin olacak bitecek. Bu kadar yani.

Türkiye’den ayrılma sizi üzer mi?

Türkiye’den neden ayrılayım. Türkiye, burada yaşayan herkes kadar benim ülkem. Nereye gideyim? Kimse ülkesinden vazgeçmez. Herkes kadar benim burası. Üstelik bir adım ötesinde 2000 yıldır… Bırakır mıyım toprağımı, seviyorum. Öldürdülerse bizleri, gitmek istemiyorum. Benden korkuları varsa, öldürsünler kurtulsunlar. Yani ölünce bir şey mi olacak. Zaten öleceğim ya! Hrant ı bıraksalardı 10 yılı daha vardı. 10 yıldan mı korktunuz… Bu kadar da olmaz… Benim çocuğum Türkiye Cumhuriyetine ait bir devlet okulunda okuyor. Ben onu alıp bir Ermeni okulunda okutmuyorum ki… Milliyetçilik anlayışıyla beslemiyorum ki… Ülkede üniversite sınavları Türkçe yapılıyor. Bütün sınavlar Türkçe. Türkçe eğitim alıyor zaten. Olabildiğince asimile edilmişim. Zaten kavanozun içinde yaşıyorum. Bundan da korkma… O zaman kır kavanozu, sen de kurtul ben de kurtulayım.

ırma Dilek DEMıRCı ile söyleşi
Davut şAHıN - Recep BOZDAğ

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=573
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

4

23.03.2007, 12:19





Kar güzeli

Kara hasret insanlar bilir misiniz? Karın soğuğuna rağmen… Onun, yollarını kapamasına ve kendilerini dağlar arasındaki evlerine kapatmasına rağmen kara hasret insanları hiç tanıdınız mı? Aslında kar yağdığında onların hayat şartları o kadar zorlaşır ki… Yürüyebilecekleri takatleri kalmaz. Bir kilometrelik yolu ancak bir saatte alabilirler. Hastalarını tabutlar içinde bazen günlerce yürüyen insanların kara hasretini yaşayanlarla yaşadım. O yağınca yalnız köyleri ve köylüleri birbirinden ayırmaz. Bütün bağlantılara el koyar, yağınca… Dostlukları, hasretleri, intizarı ve bekleyişleri de dondurur.

ışte, kara hasret duyulan kısa bir günün upuzun gecesinde, yolum dağlara düştü. Sarp vadilerinde beni tutsak alacak karı, hasret içinde bekleyen köylüleri görünce, onların hasret ve dualarına katılmaktan başka bir şey yapamazdım. Hasret, ümit ve yardım nalişlerinin fırtınaca dalgalandırılan tellerin ucuna takılı kaldığı bir gecede, kara doğru yürümeyi, hangi tepe veya vadide arabanızın “artık gidemem!” isyanını beklercesine dağlara doğru gitmeyi elbette bilemezsiniz. Korku ile ümidin boğuştuğunu, siyah gecelerin karlarca beyaza nasıl boyandığını belki de hiç yaşamadınız.

Karın yüzlerce yağış biçimi varmış. Veyahut bir taneciğin, zerreciğin ve yıldızcığın meleklerin kanadında yere inişinin yüzlerce tarzı… Büyüklü küçüklü, süratli, ahesteli, lapa lapa veya toz toz… Bütün bunlardan ziyade bu gecede ve geceyi kovalayan sabahta, başka şeyler dikkatimi çekti. Tabiatın üzerine çekilen o muhteşem beyaz örtünün nesci mi, diyeyim? Belki de varlıkların beyazların koynuna sığındığı anları, zamanları… ınen kar tanecikleriyle birlikte, gökten sükûnetin yavaş yavaş etrafınızı kapladığını hiç düşündünüz mü? Karla mı iniyordu sükûnet, yoksa kar tanecikleri varlıklar âlemini örterken mi sükûnet teşrif ediyordu, anlayamadım. Fakat o beyaz kelebeklerin peşpeşe milyonlarca şekil ve renklerin üzerine üşüyerek onları tek renge çevirmeleri, eşya arasındaki fizikî farkları kapatması insana o kadar haz veriyor ki… Aman durmasın, yağsın diye, gönül niyaza başlıyor. Varlıkların mabeynindeki farklılıkları gideren bu gaybi inişi gerçekleştiren meleklerin merasimi de ruhlara yansıyan sükûnete sebep olabilir. Varsın saatlerce ve hatta haftalarca yağsın. Arşın arşın yükselsin... Kendisini bir şey zanneden insan, içine gömülerek küçüklüğünü ve her adım atmaya çabalamasında acizliğini hissetsin. Beyaz büyük bir sahifede, küçücük bir noktaya veya karaltıya dönüşünün farkına varsın. O sıcacık karlar, insanların buzdan enaniyetlerini koyunlarında eritsin. Yumuşacık, şefkatli, çok da temiz ve cazip haliyle insanı kucaklayıp, insana Rabbisinin terbiyesinden bahsetsinler.

Kar bir sembol müdür? Mesela temizliğin sembolü… O yağarken bu hakikati hiç düşündünüz mü? Yalnızca temiz değil, temizleyici vasfı da var, onun. Tıpkı su gibi, toprak gibi, güneş ve ateş gibi… Çevre pisliklerini, görüntü kirlerini giderirken de tertemiz… ıstersen beyaz renginden abdest al, istersen avuç avuç ye, o beyazları… Yalnızca maddi temizliği netice vermez, kar. Günahları da, manevi kirleri de… ınsanı fıtratının dışına sürükleyen hırs, garaz, çekemezlik, hayvanî içgüdüler, istibdat ve düşmanlık gibi mikroplar da bu karlarda ölür. Tıpkı maddi hastalıklara sebep olan binlerce tür mikrop gibi… Bu dünyanın zemherirlerinden inen karlarda günahlardan arınmak için karlar içinde veya karlı gecelerde karların sahibine yönelmek ise güzel… Bir adı da Zemherir olan Cehennemin bize bakışına fırsat vermeden karlarda yumunmak, onda yıkanmak ve sahife-i hayatını onu rengiyle boyamak ne tatlı…

Karın yıldız yıldız yağışında, sabır ve tevekkülle varlıkları zemherir soğuğundan koruyan örtüyü dokumasında, tüm müzehrafatı rengiyle temizleyişinde hep güzellikler seyretmişizdir. Güzelce yağan, güzelce patiskaları dokuyan ve onları güzelce toprakların, bitkilerin ve hayvanların üzerine seren güzelliklerinden bahsetmek istiyoruz. Bu güzellikleri maddi fabrikalarından elde etmek mümkün değil. Vaki olsaydı gürültü ve tarrakalarını elbette tahmin edebilirdik. Karın, yalnızca görüntüleri, mesafeleri, renk ve şekilleri varlığında erittiğini söylemiştik de, musıkîsinden hiş bahsetmemiştik. Seslerin yekününü sessizliğinde bitiren yağışındaki lahutiliğe çoğunlukla rüzgârların, kuşların, bulutların ve diğer seslerin ona nasıl teslim olduklarının da farkına varmışsınızdır. Ayak uçlarına basa basa, münzevi ve ruhani atmosferler oluşturarak yağan karların musıkîsini musıkîşinasların sayısı da pek az olsa gerek. O ledünni bestelerin notalarını tespit etmek, arının bal bileşimini tahlil etmekten daha zor olduğunu düşünüyorum. Üzerine yağdığı insanların latifelerini görülmedik tarzda kendince teşhir eden daha kaç beste biliyoruz ki? Onun yağışındaki lahutiliği “sessizlikle” karıştıranların, yeniden onun yağışındaki atmosfere koşmalı, kar musıkîsi ile sessizlik arasındaki büyük farkı, yeniden keşfetmeli diyoruz.

Kara hasret insanlar, onun soğukluğundan hoş bahsetmediler. Sıcacık misafirlerini bekleyen mihmandarlar gibi, onları kar yolu beklerken gördüm. O yağdıkça, hasretlilerdeki telaş ve endişenin kayboluşunu yaşadım… Sıcacık dağ evinde, meşe odunlarının ısıtırken çıkardıkları tatlı sesler arasında, çocukların üzerlerini yün örtülerle örten anne-babanın sevinç dolu tevekküllerini ilk olarak orada yaşadım, mahsur kaldığım köylerde… Çocukluğumu yaşadığım köyde, karın güzelliğini, paklığını, sıcaklığını ve cazibesini belki de yeniden sezdim. Fıtrat kanunlarına isyan olmasaydı, günlerce o yumuşak kucağa dayanarak tefekküre dalmayı çokça insanların isteyeceklerini düşündüm., karlı kısa günlerin uzun beyaz gecelerinde….

Abdullah YAşAR

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=577
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

5

23.03.2007, 12:34





Bir \"kul\" nasıl \"asil\" olur?


"Evet Sevgili insan sen kimsin ki Tanrı'yla çekişmeye kalkıyorsun. Hiç eser kendisini yapan ustayla beni niçin yapıyorsun diye konuşur mu? Aynı topraktan bir çanağı güzel, diğerini değersiz yapmak çömlekçinin elinde değil mi?"

Bunlar Augustinus'un, insanın Tanrı'yı eleştirme hakkı olmadığını söylerken aktardığı Pavlus'un Romalılara yazdığı bir mektupta geçen ifadeler.

ınsanın yaratıcısıyla olan irtibatını böyle görmeyi tercih etmiş Augustinus. Bu ifadeler içinde eleştirilebilecek çok yön var elbette. Öncelikle insan ile yaratıcısı arasındaki ilişki bir usta ile eseri arasındaki ilişkiden mi ibarettir bunu sorgulamak lazım. ıkinci eleştiri noktası ise eserden birinin değerli, diğerinin ise değersiz yaratılması meselesi.

Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen bu soru ve sorunlar halen bazı zihinleri kurcalamaktadır. Netekim insanın yaratılmış olmayı bile kabullenmeyecek bir ego düzeyine çıktığı asırlardan birinde yaşıyoruz. Bu ego düzeyi tarih boyunca zaman zaman zirve noktalarda yaşanmıştır. Bu zirvelerin en tepesinde de hep tanıdık isimler vardır zaten. Bakınız Firavun, Nemrut, Ebu Cehil vs..

Yaratılmış olmayı zül kabul eden ve kendisine yaratana isyan etmeyi telkin eden bu egoizm düşüncesi, Yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişkiye değinilmesini zorunlu kılmaktadır.

ınsana bir hediye olarak verilen iradenin amacı dışında ve aşırı bir şekilde istimal edilmesi ile ortaya çıkan bir sapkın durum sözkonusudur burada. Zira insan en zayıf bir yapıda olmasına rağmen, kendisine verilen küçük iradenin ve içine üflenen ulvî ruhun dayandığı kaynak yönüyle ve bunun etkisiyle kendini olduğundan daha büyük görmekte ve dolayısıyla bir his yanılgısına düşmektedir.

Halk arasında "küçük tepeleri ben yarattım" şeklinde tasvir edilen ruh hali buna en iyi örneklerden biridir. Bu çerçevede kibirin de "şeytanın en sevdiği günah" olarak meşhur olması manidardır.

Burada öncelikle insanın yaratılış itibariyle genel yapısını inceleme altına almak gerekmektedir. Daha sonra yine Augustinus'a yönelik eleştirilerimizi sıralayabiliriz.

Risale-i Nur gibi çeşitli kaynaklarda insanın yaratılış itibariyle aciz ve zayıf olduğu ifade edilmektedir. Burada insan yaratıcısı ile bu acizliği, fakirliği ve zayıflığı nisbetinde yakınlık kurmakta ve O'na sığınmaktadır.

Doğrusu şu ki insan gerçek manada aciz ve zayıftır. Binlerce arzusu ve ihtiyacı olduğu halde, daha dünyaya geldiği ilk günden itibaren hep başkalarına muhtaç bir görünüm arzetmektedir. ılerleyen yaşlarında kendi ayakları üzerinde durmayı başardığı hengâmda ve benlik bilincinin zirveye yükseldiği dönemde dahi nefsinden ileri gelen binlerce ihtiyacını karşılamakta zorlanmakta ve "ancak elinin uzanabildiğine" sahip olabilmektedir. Yine aynı şekilde dünyayı yönettiğini iddia eden insan gözle görünmeyen küçücük bir mikropa mağlup olabilmekte, aynı şekilde afetler, hastalıklar, belalar, kazalar ve musibetler hep insanları içinden çıkılması güç ve acınası bir acziyete sevketmektedir.

Milyarlarca yıldız ve gezegenlerin kontrolü insanın elinde olmadığı gibi, dünyanın kontrolü de insanın elinde değildir. Aynı şekilde insan kendi bedeninin içindeki herhangi bir hücreyi dahi sevk ve idare edecek yeteneğe sahip değildir. Dolayısıyla ne kendi içinde, ne kendi dünyasında ne de kainatın herhangi bir noktasında bir tasarrufu olduğu gibi, bunlara müdahale ve yönlendirme şansı da bulunmamaktadır. Yani bir gezegen hatta dünya hasbelkader yörüngeden çıkacak olsa insanın elinden birşey gelmeyecektir. Bu handikapı insan hayatının her alanında gözlemlemek mümkündür.

En güçlü görünen insan dahi kendi zaaflarının farkındadır, bunun için kendiyle başbaşa kalması anlamaya yetecektir.

şimdi bu şekilde aciz ve zayıf bir yapıya sahip olan bir insanın aynı şekilde asil bir duruşa sahip olabilmesi için birşeyler yapması gerekmektedir. Aksi halde herkese el açan, boyun büken ve bu sebeple sürekli ezik olan bir insan portresi ortaya çıkacaktır ki bu da insaniyet bakımından hoş bir durum değildir. ışte bu noktada insanın yaratıcısı ile olan ilişkisi gündeme gelecektir ki bu ilişkinin ana teması insanın acziyeti sebebiyle kendisini yaratan Allah'a dayanması ve Allah'a dayanmakla birlikte başka hiçbir şeye boyun eğmemesi olarak özetlenebilir. Böyle bir duruşla insan, kainatta hiçbir şey karşısında ezik duruma düşmeyen ve sadece kendisini yaratana karşı eğilen bir tutum sergileyecek ve "Hür ve asil bir kul" olacaktır. Bu sebeple "Allah'a kul olan başka hiçbir şeye kul olmaz" denilmektedir. ışte bu ruh hali aciz ve zayıf olan insanın durabileceği en dik duruştur.

Hemen buradan filozof Augustinus'un görüşlerine de değinebiliriz. Augustinus insanın yaratıcısını eleştirme hakkı olmadığını çünkü aralarında bir usta-eser ilişkisi bulunduğunu ifade ediyor. Bir eser ustasını eleştirebilir mi hiç?

ılk bakışta mantıklı gelebilecek bu önermede temel bir hata var. şöyle ki herhangi bir usta eserini yaparken ona kendi kuşatıcı iradesinden bir parça yahut yüce ruhundan bir ruh vermiyor. Dolayısıyla Yaratıcı ile insan arasındaki ilişkide bir usta ile eseri arasındakinden çok daha farklı bir durum söz konusudur. Çünkü Yaratan insana kendinden özellikler vermiş ve bunları kendisini tanıması, bilmesi, iman ve ibadet etmesi için hediye etmiştir. Neticesinde de ona mutlak saadeti vaadetmektedir.

Augustinus'a yöneltilebilecek diğer bir eleştiri de Allah'ın yarattığı insanlar arasında yaratılış bakımından bir değer tasnifinde bulunmasının söz konusu olmadığıdır. (Zira Augustinus başta da belirttiğimiz gibi bir ustanın kendi eserleri arasında kimini daha az değerli şekilde yapabilme iradesinden bahsetmektedir).

Gerçek şu ki; Kur'ân-ı Kerim'de yaratılan insanlar arasındaki tek üstünlük belirtisinin takvadan ileri gelebileceği ifade edilir. Takva ise en genel manada hayatında Allah'ın rızasını gözetmektir. Dolayısıyla Allah için insanlar arasında değer sıralaması ancak bu şekilde yapılabilir. Bu durumun diğer ilahi dinlerde de benzer şekilde olduğu görülür.

Neticede insanın Yaratıcısını eleştirme gibi bir durumu Augustinus'un da ifade ettiği gibi yoktur. Ancak bu durum insanın çaresizliğinden değil bilakis Yaratıcısı karşısında şikayet edecek bir durumda olmayışından kaynaklanıyordur. Çünkü o yokken var edilmiş ve bütün nimetler ayaklarına serilmiştir. Ayrıca yaratılma hikmetlerine uygun yaşadığı takdirde hesapsızca nimetlendirilmek ve mutlak saadeti elde etmekle müjdelenmiştir.

Bu bakımdan insan için yaratılmış olmak, şahsında bulunan acziyet ve fakrını kendini yaratanın gücü ve kudretine dayanarak gidermek imkanı sunmaktadır. Yani insan için yaratılmış olmak zül olmaktan öte, asil ve dik duruşunun en sarsılmaz teminatıdır.

Umut YAVUZ
Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=566
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

6

23.03.2007, 12:48




Beyaz sayfa için

Nokta dergisi “Solun da, ıslâmcı kesimin de sembol isimleri Ermeni meselesinde sessiz kalmamış, söyleyeceklerini söylemişler” mesajıyla ve Nazım Hikmet’i öne çıkararak yaptığı yayında Bediüzzaman’ın konuyla ilgili kapsamlı görüşlerini de aktarmıştı.
Derginin kapak dosyasının Bediüzzaman’a ayrılan kısmındaki en çarpıcı tesbitlerden biri, Abdullah Aymaz’dan aktarılan “1910’larda ona kulak verilseydi bugün soykırımı tartışmıyor olacaktık” beyanıyla ifade edilmişti.
Çünkü Said Nursî’nin “şu milletin saadet ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dostluğa bağlıdır” sözüyle dile getirdiği gerçek, bugün birilerince hâlâ bir kan dâvâsı mantığıyla hesabı peşinde koşulan “mukatele”yi baştan önleyecek panzehiri ihtiva ediyordu.
Hrant Dink’e “Allah Bediüzzaman’dan razı olsun” dedirten bu müsbet ve yapıcı yaklaşım, bugün dahi geçmişe bir çizgi çekip beyaz bir sayfa açarak geleceğe birlikte yürüme iradesine güçlü bir temel oluşturacak nitelikte.
Said Nursî konunun tarafı olan herkese mesaj veriyor.
Karşılıklı olarak birbirine “düşman” nazarıyla bakanlara “Düşmanlığın asıl sebebi istibdattır” diyor. Neden? Çünkü baskı rejiminin, kendisini ayakta tutmak ve ömrünü uzatmak için kullandığı en etkili yollardan biri, idaresi altındakileri birbirine düşürmek.
Aynı taktik bugün de uygulanmıyor mu?
Said Nursî’nin tavsiyelerinin öncelikli muhatabı Türkler ve Kürtler başta olmak üzere ülkede ekseriyeti oluşturan Müslüman ahali.
(Yeri gelmişken: 3.1.07 tarihli Hürriyet’te Nokta’nın yayınını eleştirirken “Said Nursî’nin meşrep olarak soykırım iddialarını kabul etmesi epeyce olası” iddiasında bulunan Özdemir ınce’nin yaptığı ima, etik dışı bir çarpıtma örneğinden başka birşey değil.)
Bediüzzaman bizlere diyor ki:
Ermenilere değil, kendi içinizde bulunan ve sizi mahveden cehalet, zaruret ve husumete düşman olun. Sizi başkalarına düşman edip kendi gemisini yürüten istibdadın tuzağından kurtulun. Ve sizden çok daha önce uyanıp dünyaya yayılan, ittifak halinde yekvücut olmanın gücünü kullanan, ilim ve eğitimle kendilerini geliştiren Ermenilerin bu özelliklerini kendinize örnek alarak, siz de kalkının, gelişin ve onlarla yarışır hale gelin.
Sonra da, Hz. Âdem zamanından beri süregelen komşuluk ilişkisinin gereği olarak, onlara barış elini uzatıp adaletle davranın.
Bunları yapmayıp körlemesine düşmanlık ederseniz, bu cahil, fakir ve dağınık halinizle onları mağlûp etmeniz zaten imkânsız.
Said Nursî’nin bir asır önce yazdıklarından, Ermeni diasporasına yönelik güncel ve yine yapıcı mesajlar çıkarmak da mümkün:
Doksan yıl önceki olaylardan bugüne ve geleceğe yönelik bir husumet çıkararak kan dâvâsı peşine düşmek, siyasî çıkar hesapları peşinde koşmak yerine, elinizdeki imkânları, atalarınızın yaşadığı toprakların imar, ihya ve inşasına yardımcı olmak için kullanın. Soykırım iddiaları için harcadığınız çabayı, Türkiye’nin demokratikleşmesine yöneltin.
Hrant Dink de öyle demiyor muydu?

Kâzım GÜLEÇYÜZ

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=570
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

7

23.03.2007, 13:13






“Bediüzzaman esir veya şehid düşmüş olabilir”


Mehmed oğlu Yusuf ve Mehmed oğlu Abdurrahman.

Bu iki şahsın ismi “Bâb-ı Âlî Dâhiliye Nezâreti Emniyyet-i Umûmiyye Müdîriyeti”ne, bir diğer ifadeyle o dönemin ıçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğüne sunulan bir raporda geçiyor. “Bitlis Vilâyeti’nin 2 Temmuz sene (1)332 (1916) tarihli tahrîrâtı (araştırma ve sorgulama raporu) sûretidir” başlıklı bu raporda, mezkur iki şahıs “Hizan kazâsının Uçum nâhiyesine bağlı Nurs ve Avnik, End, Mezra’-i End yaylası ahalisindeniz” diyorlar ve o dönemde artarak şiddetlenen Ermeni çetecilerinin cinayet ve katliamlarından, onlara karşı verilen mücadeleden detaylı olarak bahsediyorlar.

“18 Haziran sene [1]332” tarihinde kaydedilen bu raporda en dikkat çekici bilgiler Ermeni çetecilerin eline esir düşen ve daha sonra firar ederek kurtulan Mehmed oğlu Yusuf’un anlattıklarında gizli. şatak kazâsı ile Müküs nâhiyesinin düşmesinin hemen ardından o civarda bulunan Livar, Kötis-i Ulyâ ve Süflâ, Çaçvan, şifkâr, Edre-i Ulyâ isimli köylerde yaşayan Ermeniler, Özim köyünden ve Ermeni komite reislerinden Lato, diğer adıyla Mihran ve Serkis, Rusya’dan geldiği rivâyet olunan Iğdırlı Kazar, Dilo isimli liderlerin etrafında toplanırlar. Silahlı çeteciler Kötis-i Ulyâ’ya gelirler. Burada, Ermeni çetecilere karşı mücadele veren Müslüman liderlere gönderilmek üzere bir yazı kaleme alırlar. Bir nevi ihtarname olan bu mesajda ya teslim olmaları, ya nâhiyeyi tahliye etmeleri veya “işinize gelirse” muhârebe etmeleri seçenekleri sunulur.

Bu bilgileri verdikten sonra Mehmed Oğlu Yusuf’un, mesajın gönderilmesi istenen isimlerin hemen başında zikrettiği isim çok dikkat çekicidir. şöyle der:

“Bu rü’esâ miyânında el-ân esîr veyâhûd telef edildiği meşkûk bulunan ve beyne’n-nâs Bediü’z-zaman Said-i Kürdî demekle ma`rûf olan Molla Said de bulunuyordu.”

Bu cümleyi daha anlaşılır şekilde ifade etmek gerekirse:

“Bu reisler arasında, hâlihazırda esir veya telef edildiği şüpheli olan, halk arasında ‘Bediüzzaman Said-i Kürdî’ namıyla tanınan ‘Molla Said’ de bulunuyordu.”

Bu kısa cümle, sıradan bir cümle değil. Tüm şartlarıyla bir dönemi adeta özetliyor. Böylesi ağır ve dehşet verici hadiselerin yaşandığı bir dönemde Bediüzzaman’ın yeri ve konumunu da çok iyi anlatıyor.

Ve bir de, saldırgan düşmanlara karşı fiilî ve silâhlı bir mücadelede Bediüzzaman’ın nasıl en ön saflarda, tehlikeleri kaale almaksızın, canını ortaya koyarak nasıl savaştığını açıkça ifade ediyor.

Öyle ki, ona gönül bağlayan, ümitlerini yeşerten Müslüman ahalinin derin bir endişesini de yansıtıyor. Hayatta kalmış olmasından ziyade şehid düşmesi, en hafif ihtimalle esir düşmesi ihtimali daha güçlü olarak zihinlere yer etmiş.

Ama hayatla ölüm arasındaki mesafenin alabildiğine daraldığı, yan yana geldiği dönemde ılahî takdir ile Bediüzzaman yaşadı.

Benzer ifadeler, yine aynı sıralarda kaleme alınan bir başka raporda da yer almakta.

“Bitlis Vilâyeti mürettebatından” olan dokuz numaralı polis memuru Hacı Mehmed Efendi oğlu Yasin Efendinin anlattıkları da yine Ermeni mezalimine dair. ınsanlık dışı sayısız vahşet örneklerinin sergilendiği yer Bitlis. “Yüz binlerce tüfeng ve mitralyözlerin tarrakaların” etrafı kapladığı bir ortam. Çocuklara varıncaya kadar kılıçtan geçirilen yüzlerce ve binlerce masumun son nefesini verdiği vahşet ortamı.

Polis memuru Yasin Efendi, bu istilâ sırasında Bitlis ve çevresinde önde gelen isimler, yöneticiler, askerler ve gönüllü mücadele veren liderlerin şehid düştüklerini söyler. “Ulemâ-yı meşhureden Molla Said-i Kürdî ve yirmi kadar talebeleriyle birlikte” daha birçok kimselerin Ermeni çetelerinin kurşun ve süngüleriyle “fecî bir surette parçalandığını” söyler.

Ama, ölümün hayata düşman olduğu, hayattan çok ölümün yaşandığı dönemde ılahî takdir ile Bediüzzaman yaşadı.

O Bediüzzaman ki…

ıkinci Meşrutiyet’in 1909 yılında ilânından hemen sonra, şark aşiretlerini ziyareti sırasında, Üstad Bediüzzaman Ermeniler de dahil olmak üzere bütün gayr-i Müslimlere sağlanacak hak ve hürriyetlerle ilgili olarak yöneltilen tenkidleri cevaplamıştı. Osmanlı Devleti çatısı altındaki tüm unsurların ve milletlerin ittihadını sağlama ve korumaya yönelik kanaatlerini Birinci Dünya Savaşının başlamasına kadar devam ettirmişti. Ermenilerin büyük çoğunluğunun işgalci Ruslarla işbirliği yapması ve onların geniş katılımlı isyanlar başlatmaları üzerine, yapılması gereken neyse onu yaptı; takip edilmesi gerekli yol ve yöntem hangisiyse onu takip etti.

Örneğin Ermeni çetecilerin saldırılarının başlaması ve tehlikenin hızla artması karşısında, hiç gecikmeden talebesi Molla Habib’le birlikte gönüllü alay komutanı olarak orduya yazıldılar. Van fırkasında (33. fırka) görevlendirildikten sonra Erzurum Cephesi’ne gönderildiler. Said Nursî, çoğunluğunu kendi talebelerinin teşkil ettiği gönüllülerle birlikte tüm askerî hizmetlerde, “hizmet-i müftehire” (övünülecek hizmet) için mücahedeye başladı.

Bediüzzaman bu gelişmelerin hemen başında “beş-altı mavzer tüfeği” satın aldı. Bunu da, yine kendi ifadesiyle “kanaat ve iktisadın bereketi”1 sayesinde gerçekleştirdi. Talebelerine dinî ilimlerin yanı sıra silah eğitimi de vermeye başladı. Onları dağlara götürüyor ve talim yaptırıyordu. Mesela hedefe yumurta koyuyor, yumurtaya kim isabet ettirirse ona ödül olarak bir mecidiye (gümüş para) veriyordu. Bu şekilde eğitim gören talebeler, kısa zamanda ustalaştılar ve cesaret kazandılar. Kısa zamanda şöhretleri etrafa yayıldı. Hattâ bu yüzden, talim için dağa gittikleri vakit, Ermeni çeteciler hemen gizleniyorlar veya başka bir yere gidiyorlardı.2

Yıllar sonra, talebelerinin bu özelliklerini, bir eserinde şöyle dile getirmişti: “O eski zamanda, Eski Said’in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alakaları fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup medresesi bir vakit asker kışlası gibi silahlar, kitaplarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü, dedi: ‘Bu medrese değil, kışladır.’ Bitlis Hadisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: ‘Onun silahlarını alınız.’ Bizden ellerine geçen on beş mavzerimizi aldılar. Bir iki ay sonra Harb-i Umumî patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım.”3

Emsalsiz cesaret ve kahramanlık örneği

O Bediüzzaman ki, cesaret ve kahramanlıkta çok ileri seviyelerdeydi. Said Nursî, talebelerinden meydana gelen milis alayının başında Ruslarla savaşırken nadiren sipere giriyor; savaş hattında at üzerinde dolaşıyor ve her defasında cephenin en önünde yer alıyordu. Bu dönemi, bir başka eserinde şöyle aktarır:

“Eski Harb-i Umumî’de Pasinler Cephesi’nde şehit merhum Molla Habib’le beraber Rusya’ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir-iki dakika fasılayla bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle tam başımızın iki metre üstünden geçip, arkada dere içine saklanan askerimiz görünmedikleri hâlde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim: ‘Molla Habib, ne dersin, ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim.’ O da dedi: ‘Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim.’

“ıkinci top güllesi pek yakınımızda düştü. Hıfz-ı ılâhî bizi muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib’e dedim: ‘Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz’ dedim.4

O Bediüzzaman ki, mermilerin uçuştuğu, top güllelerininin peşisıra patladığı savaş ortamında dahi talebelerine ders vermeyi, ilim tahsilini aksatmamıştı.

Pasinler Cephesi’nde Said Nursî’nin emri altında cihad eden Mustafa Yal­çın ibret dolu bir tablo aktarır:

“Başımızda Molla Said vardı. Ruslar ve Ermeni çeteleri durmadan saldırıyorlardı. Molla Said bize o zaman ‘Tıfılya’ dediğimiz dersler veriyordu. Bu dersler geceleri hep devam ediyordu. Hasankale’de Molla Said’le birlikte Ruslara karşı amansızca savaştık. Hocanın başında önce sarık vardı. Ama savaş sırasında ‘keçe kalpak’ dediğimiz başlığı giyiyordu… Sonunda yaralandım, beni geri aldılar. Molla Said savaşa devam ediyordu…

“Sonra o cehennemî savaş içinde at üzerinde kitap yazıyordu. Yazdıklarını talebeleri, gençler de yazıyorlardı…

“Bize her gece yazdığı kitaplardan okuyordu. Ben câhil olduğum için, pek bir şey anlamıyordum. Ama Molla Said’i görünce cesaretim had safhaya çıkıyordu. Heybetli bir insandı. Bize karşı da çok müşfik davranıyordu.”5

Emsalsiz şefkat örneği

O Bediüzzaman ki, en vahşi ve insanlık dışı cinayetlerin işlendiği, üstelik her an hayatına mal olabilecek bir savaş zemininde olduğu halde, en yüksek insanlık erdemlerini en parlak şekilde sergilemeye devam etti.

O Bediüzzaman ki, hangi dinden veya sınıftan olursa olsun, zayıflara ve zulme uğramış insanlara, harikulâde bir şefkat ve muhabbet sergiliyordu.

Said Nursî, Ermenilerle yaptığı savaşlar sırasında, civar bölgelerde kalan Ermeni kadınlarının ve çocuklarının, bir misilleme hareketine maruz kalmalarını önlemek için, onları da bir araya topladı ve Ermeni kuvvetlerine teslim etti. Çünkü böyle bir misilleme ıslâm şeriatına aykırıydı. Ermeni çetecileri, bu örnek uygulama karşısında öylesine etkilendiler ki; daha sonraları masum insanları barbarca katletmekten vazgeçtiler.6

Emsalsiz adalet örneği

O Bediüzzaman ki, alenî cinayetleri karşısında bile Ermeni çetecilerle olan mücadelesini adaletten bir milim dahi sapmadan yerine getiriyordu. Gelen tehlikenin ve hücum eden düşmanın ardındaki asıl probleme dikkat çekmeye çalışıyordu. Tıpkı Münazarat isimli eserinde yer alan şu ifadelerinde olduğu gibi:

“Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden cehalet ağa ve oğlu zaruret efendi; ve hafidi husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.”

O Bediüzzaman ki, yetiştirdiği talebeleri ilmî yönden çok ileri seviyelere ulaşmalarının yanı sıra, birer cesaret ve kahramanlık timsaliydiler.

Daima ordunun önünde gider; hep ön safta çarpışırlardı. Onlar Keçe Külahlılar olarak anılıyorlardı.

Ruslar “Keçe Külahlılar geliyor!” denilince nereye kaçacaklarını bilmezler, neye uğradıklarını anlayamazlardı. O zaman elimizdeki kılıçlar ancak savunmak içindi. Hâlbuki onlar, at üzerinde silah kullanırlar ve attıklarını vururlardı. Üzerlerinde beyaz bir pelerin bulunurdu. Bu yolla karlı araziye uyarlar ve düşman tarafından fark edilemezlerdi. Atın dizginini bir koluna atar; yahut dizgini atın boynuna bağlar, hayvanı tamamen serbest bırakırlar ve süratle giderken, seri olarak ateş ederlerdi. Çok keskin nişancıydılar. Boşa ateş etmezler; her attıklarını vururlardı. Kumandanları, onları harbe teşvik için konuşmalar yapar; bu konuşma sırasında askerler heyecandan yerinde duramaz; “Hazıro! Hazıro! Hazıro!” diye naralar atarlardı. Hareket emri verilince de, uçarcasına atlara atlayıp, düşman üzerine giderlerdi.7

“Top mermisi insanı öldürmez”

1916 yılının ilk ayları. Rus güçleri Bitlis’e üç koldan saldırıya geçmiş vaziyette.

Rus ordusu üç koldan saldırdı. Ancak, Dideban Dağındaki savunma hattında büyük bir direnişle karşılaştı. Gönüllü kuvvetler Rusların ilerlemesini bir süre için durdurdu. Bu savaş sırasında Said Nursî ve askerleri, Bitlis’in yakınlarında bulunan dar geçitte tuzağa düşürüldü. Buna rağmen kaçmayı başardılar.

Geceleri de devam eden çarpışmalar tam yedi gün sürdü. Her zamanki gibi, Said Nursî, askerlerinin moralini yüksek tutmak ve onlara cesaret vermek için sipere girmiyor; atını cephe hattında ileri-geri, dörtnala koşturuyordu. Bu sırada kendisine dört kurşun isabet etmesine rağmen, geriye çekilmedi. Fevkalâde bir inayetle, kurşunlardan birisi hançerinin sapına; diğeri, tütün kutusuna; üçüncüsü, sigara ağızlığına isabet etti. Dördüncüsü ise, sol omzunu sıyırıp geçti. Hemen hemen ciddi bir yara almamıştı.8 Kel Ali, bunu gördü ve mermilerin neden ona tesir etmediğini sordu. Said Nursî’nin cevabı şöyle oldu: “Bu kafirlerin güllesi beni öldürmeyecek!”9


“Kader bizi esir etti”

Ruslar, bir hafta süren çetin çatışmaların sonunda, Osmanlı hattını yarıp geçemediler. Ruslar tam çekilmek üzereyken, bazı Ermeniler onlara Bitlis’in etrafından dolaşarak şehrin güneyine gitmelerini; Bitlis-Siirt yolunu kesmelerini ve Arap Köprüsünü tutmalarını söyleyerek yol gösterdiler. Ermeniler, kısa zaman içinde Dideban Dağı’nı ele geçirdiler ve önemli yerlere makineli tüfekler yerleştirdiler. Bu esnada çok sayıda savunmasız insanı katlettiler ve Ruslara yolu açmış oldular. Ruslar, Ermenilerin desteğiyle şehre girebildiler.

Böylece Doğu Anadolu’da, şubat ayında yaşanan çetin hava şartları altında, yağan karın üç-dört metre kalınlığa ulaştığı bir dönemde; kadınlar ve çocuklar, hastalar ve sakatlar, devlet memurları ve ordu, ilerleyen düşman karşısında bir kez daha geri çekilmek zorunda kaldılar.10 Geride ise küçük bir müfreze kaldı ve bu müfreze sonuna kadar savaşmaya kararlıydı. Geride kalanlar arasında Bediüzzaman ve gönüllü askerlerinden yirmi beş kişi bulunuyordu. Ali Çavuş, hem bu gelişmeleri, hem de Said Nursî’nin Ruslara esir oluşunu şöyle aktarır:

“Ruslar gece yarısından sonra (3 Mart 1916) Bitlis’e taarruza geçtiler. Bitlis’in sokaklarında Ruslarla göğüs göğse çarpışıyorduk. şiddetli muharebeler cereyan etti. Arkadaşlarımız dört kişi müstesna şehit oldular. Üstad’ın çok sevdiği öz yeğeni Ubeyd11 tam benim yanımda şehit düştü. Ubeyd şehit düştüğü an, bana, ‘Ali koş, kemerimdeki altınları ve üzerimdeki elbisemi al. Gâvurların eline geçmesin’ demişti.

“Artık Rus askerleri bizi dar bir çembere almışlardı. Biz dört arkadaş Üstad’ın arkasından koşuyorduk. Sıra ile bizler, tüfeklere mermi şarjörünü takıp, Üstad’a veriyor, boş tüfekleri alıyorduk. Üstad silahı o kadar çevik kullanıyordu ki, sanki otomatikti. Durmadan Rusların üstüne ateş yağdırıyordu. Bir defasında yine dolu tüfeği kendisine verdiğimizde, unutarak emniyette bırakmışız. Silah ateş almayınca, Üstad o kadar hiddet etti ki; hayatımda ondan öyle bir şetim duymamıştık. ‘Bana bozuk silah veriyorsunuz’ diyerek tüfeği bir kayaya çarptı, parçaladı. Biz hemen dolu bir tüfek daha kendisine uzattık. Tam bu sıralarda, Rus askerlerine hücum ederek, onların dört sıra çemberlerini yardık. şehrin Kızılmescit yakasına geçmek istedik. Önümüze kemer gibi bir duvar geldi. şimdiki Kâzımpaşa ılkokulu’nun yanında, büyük bir binanın altında bulunan su kemerinin üstünden, aşağıya atladık. Suyun üzeri tamamen karla kaplı bulunması, vaktin de gece olması sebebiyle, yeri tahmin edememiştik. Bu sırada Üstad’ın ayağı taşa değmiş ve kırılmıştı. Kemerin içerisinde daha münasipçe bir yer göstererek ‘Beni oraya götür. Sana izin veriyorum. Git, inşaallah kurtulursun!’ dedi. Üstad’ı üstü kapalı bir su arkının içine götürdük ve oturttuk. Su arkının üzerine bir iki tüfeğimizi uzatarak Üstad’ın ayaklarını tüfeklerin üstüne koyduk. Bizim musırrane gitmemizi arzu ettiyse de, gitmeyeceğimizi ve beraberce şehit olmak istediğimizi söyledik. Bunun üzerine duygulandı ve ‘Kader bizi esir etti’ dedi. Biz de kadere teslimiyetimizi izhar ettik.”

ışte, en başta ifadelerine yer verdiğimiz Mehmed oğlu Yusuf ve Polis memuru Yasin Efendinin Üstad Bediüzzaman ve talebeleri hakkında ümitsizliğe sevk eden gelişmeler bunlardı. Çünkü sadece hayatta kalan dört talebesiyle Ruslara karşı canhıraşane savaşan Bediüzzaman’ın akıl ve idraklere sığmayan cesareti, geride kalanlarda böylesi menfî bir kanaat bırakmıştı.

Bitlis, onun korumak için çarpışan Said Nursî gibi 3 Mart 1916’da Ruslara esir düştü.

Dr. Veli SIRIM

Kaynak: http://www.gencyaklasim.com/
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

8

23.03.2007, 13:47




Bildiğimizi sandığımız ne varsa tekrar düşünmeye davet

"SÜRÜDEN AYRILMA ZAMANI" DENEMELERı

Her hayvan kendi yiyeceklerinden yaratılır ve özellikleri yedikleri vesilesiyle belirlenir. Koyun gibi, arslan gibi. Hiç bir seyirci uzaktan seyrettiği olayı içindeki gibi idrak edemez. Dante, “Bir şeyi resmetmek için evvela o şeyin kendisi olmak gerekir” der. şahsî tecrübe başka hiç bir şeye benzemez. Ne anlatılana, ne derse, ne de seyredilene. ıstibdat şahsî tecrübeyi öldürdüğü, başkasına havaleyi canlandırdığı için kötü.

Tanpınar, “Garp’la şark’ın arasındaki fark, işte bu yaptığı işi şahsen yaşamak, onun vasıtası ile realitenin içine iyiden iyiye yerleşme keyfiyetidir” der. Bu sebepledir ki şark edebiyatında masal ve şiir hakimdir, Garp edebiyatında roman veya tiyatro. Masal ve şiir doğrudan doğruya hayalî olandır. Gerçek hayatın imajlarını taşımakla beraber soyut âlemlerde yaşanır. Roman veya tiyatro ise daha gerçek, daha yaşanan hayattır. Batıda hayatı bizzat yaşamak asıldır. Doğuda ise seyretmek yeter.

Yahya Kemal, “At kalbini girdâba, açıl engine, ruh ol” diye haykırır. Ancak bu canlı, kanlı, ihtiraslı insana ruh olmanın yetip yetmeyeceğinden bahsetmez. Ruh seyreder, bizzat karışmaz. Oysa hayat, içinde olursak bize açılır. Anları şahsî bir tecrübe olarak yaşarsak bize birşeyler katar.

Bir olayı, bir konuyu olduğu gibi görmek, mevcut ihtimallerinin etrafında dolaşarak ihata etmeye çalışmak, tartmak, en’lerden başlayarak az’lara kadar bir tasnif, bir sıralama yapmak, can alıcı, kilit noktaları aramak, oralara bütün kuvvetimizle yüklenmek ve biz’leştirmeye çalışmak. ışte şahsî tecrübenin unsurlarından bazıları. Gitmediğimiz köy bizim olmadığı gibi, bizzat okunulmayan, bizzat yaşanılmayan hakikatler de bizim olmaz. Bir maneviyat saltanatı öyle kuru okumalarla, yaşanmayan seyirliklerle kurulmaz.

Ne kurtuluşun, ne huzurun, ne de maneviyat saltanatlarının kapıları kapanmaz. Sadece açılmak için şartları, âdetullaha riayet noktasında öngörüleri vardır.

“Güzel olan hiç bir şey hülasa edilemez”der bir batılı. Hayat ta, Risale-i Nur da, yaşadığımız anlar da, dostluklar, sevgiler de hülasa edilemez ve başkaları tarafından bize bir hap gibi sunulamaz. Büyük hakikatlerin hepsi böyledir. Bir formülde hapsetmek için yakalamaya çalışıldığında bizden kaçar, buharlaşırlar. Hiç bir özet aslı gibi bize mal olmaz. Kanımızla işleyip, acısını çekmediğimiz, fikir çilesini duymadığımız hiç bir hakikat canlanmaz. Bilakis kristalleşir. Donarak kalakalır. Ona şahsî tecrübeden, fiili hayattan bir ruh verilmezse asla hayatlanmaz, derinleşmez. Fert hiç bir yer ve şartta eriyip kaybolmamalı. Her an kendisini muhafaza etmeli. Dünya ve içindekilerin bünyesinde eriyip kaybolmak insaniyetimize bir şey katmadığı gibi, bizi biz olmaktan da çıkarır. Fert her şartta fert olarak kalmalı, kendisini hayat ve hakikatle doldurmaya, genişletmeye çalışmalıdır ki insaniyetin güzellikleri ortaya çıksın.

Herşeyde olduğu gibi, Risale ile muhatap olmada da hazırlopçuluğa alışmak, her şeyden evvel kendi kendimize sadık olmamanın ifadesidir. En büyük bilinçsizliğin, boşluğun ve ruhi kaostan doğan sıkıntıların sebebi; seyredip, uzaktan bakmanın, şahsî teşebbüsün, bizzat yaşamanın yerini almasındandır.

Tanpınar, Huzur’da “Allah ebedi meselemizdir. Elbette bütün ahlakımız ve iç hayatımız Allah fikrine bağlıdır” diyor. Varlığın ve iç dünyamızın asıl meselesi olan Allah ve insan ilişkileri öyle cılız yaklaşımlarla keşfedilemez. şahsî teşebbüssüz ise hiç anlaşılmaz. Bu ebedi meselemiz öyle seyirci kalabileceğimiz bir konu değildir. Çünkü dün, bugün, hayat, yarın, beşerî ilişkilerimiz, varlık-yokluk problemlerimiz, kâinattaki yerimiz ve anlamımız keşfedilmek için bu ilişkinin irdelenmesi, açılması, yaşanılması şarttır.

Risale-i Nur’ları tanımış olmanın, kendi vehmettiğimiz bir Risale dünyasında yaşama gibi bir problemi olabilir. Bu problem kendi mevcudiyetini bile inkâr ettirip, olması gerekeni mevcutta görmeye çalışan bir tarz sunar bizlere. Hissi ve romantik bir Risale muhatabiyeti teklif eder vehim dünyamız. Oysa Risale-i Nur sadece hislerin değil düşüncenin, muhakemenin de kitabıdır. Duygu ile fikrin ayrıldığı noktada Risale-i Nur yoktur. Bizim vehmettiğimiz, sahte bir Risaleler dünyası vardır. Risale-i Nur’un, hakikatin dünyası o kadar büyük, o kadar geniştir ki, onu kavramak için düşünce ve hayatımızda hür olmalıyız. Hiç bir vehim veya tabunun onu kısırlaştırmasına izin vermemeliyiz.

Hiç bir olay, hiç bir insan, hiç bir musibet üzerinde fazla gecikmeye değmez. Olay, insan ve musibetlerin etrafında bir bahçıvan gibi çalışılıp, sabır ve dikkatle hakikate geçilmelidir.

Olaylar, insanlar ve musibetler bazen azgın nehirlere benzerler. ıçlerinde boğulabiliriz. Bunların varlıklarının bizzat kendileri için olmadıklarını farkedip, işaret ettikleri fikirlerin etrafında düşüncenin geniş rahatlığına sıçramalıyız.

Risale-i Nur bizden fikir, sa’y, gayret, idrak cehdi, ciddiyet, sürekli muhatabiyet ister. Hissi ve romantik duruşlar değil. Risaleye istediklerini vermeden onun manevi saltanatına ulaşılamaz. Sadece kıyılarında dolaşılır.

ıçine girdiğimiz, tadarak yaşadığımız hakikatlerde biz de değişir, dün, bugün ve geleceği de yeniden kurarız. Risale-i Nur cidden alındığı her dünyada bu değişimi yakalar. Mehmet Kutlular; “Risale-i Nur bizi önce adam etti, sonra Müslüman” diyor. Bu söz birçok tecrübeyle doğrudur. Risale’nin hakikatleri, Kur’an hakikatleri olduğu içindir ki girdiği, samimiyetle yönelindiği her bünyeyi önce değiştirip geliştirir, sonra dinîleştirir. Risale-i Nur’la beraber bütün hayatımız, düşünce tarzımız, insanlarla ilişkilerimiz de değişir. Onun manevi saltanatı ciddileşen her ilişki için esrarengiz bir seyahat bileti sunar yolcularına. Artık o sefine, dünkü binek değildir. Taşıyla, toprağıyla, varlığıyla farklı bir dünyadır. Biz bile eski biz değilizdir artık. Kavgacı, kırıcı, menfaatçi, umursamaz, bıkkın değil Galip’in beytindeki gibiyizdir:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen!

Levent BILGI

Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=579
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

9

23.03.2007, 14:11




Elim bir cinayetin hatırlattığı komşularımız: Gayrimüslimler


Dinimiz gayrimüslimlere Medine döneminde bizzat Peygamberimiz (asm) tarafından diğer din temsilcileri ile yapılan Medine Anlaşması (47 maddelik) ile çeşitli haklar vermiştir. Asr-ı Saadet döneminden itibaren, Müslümanların hakimiyeti altında yaşamayı kabul eden gayrimüslimlerin canları, malları teminat altına alınmış ve onlara dinlerini serbestçe yaşama hakları sağlanmıştır. Bu uygulama ve hoşgörü içerisinde onlar, ıslâm toplumunda önemli görevler üstlenmişler ve devlet idaresine de yakın olmuşlardır. Müslümanlar, fethettikleri bölgelerde ıslâmın ilk gününden itibaren bu adil uygulamalarını devam ettirmişlerdir. Bu uygulamalar sebebiyle, Türklerin Anadolu topraklarına ilk girdiği dönemlerde Bizanslıların baskı ve zulümlerine maruz kalan Ermeni ve Süryanilerin, Anadolu’nun Türklerin hakimiyetine geçmesini arzuladıkları şeklinde tarihî kayıtlara rastlanmaktadır. Anadolu toprakları üzerinde 600 yıldan daha fazla bir süre hüküm sürmüş olan Osmanlı Devletinin gayrimüslimlerle ilgili uygulamaları da dinimizin taşıdığı bu güzel gelenek içerisinde devam ettirilmiştir.

"Millet-i sadıka" komşularımız

Osmanlı Devletinde yer alan azınlıklardan Ermeniler de diğer toplumlara sağlanan bu geniş müsamahadan paylarını almışlardır. Bizans tarafından yıllarca baskı altında tutulan Ermeniler, Türklerin hakimiyetinde rahat bir nefes almışlardır. Orhan Gazi Bursa’yı fethedince Kütahya’da yerleşmiş olan Ermenileri ve dinî liderlerini Bursa’ya getirmiştir. Selçuklular döneminden itibaren Türklerin egemenliği altında yaşayan Ermeniler merkezi idare ile uyumlu bir tavır sergilemişlerdir. Fatih Sultan Mehmet ıstanbul’u fethettikten sonra Bursa Bölgesi Metropoliti Piskopos Hovakim’i ıstanbul’a çağırarak bir Ermeni Patrikliği kurmuştur. Hovakim’i ıstanbul Ermeni Patriği olarak tayin eden Fatih, Süryanileri, Kıptileri, Gürcüleri, Kaldelileri ve Habeşlileri liderleriyle birlikte Ermeni Patrikliğine bağlayarak nüfuzunu da arttırmıştır. Ermeniler Türklerin hakimiyeti altında rahat ve sakin bir hayat sürmüşlerdir. Osmanlı Devleti nezdinde Ermeni milleti “millet-i sadıka” olarak görülmüştür. Onların dinî ve sosyal durumlarına müdahale edilmemiştir. Kendi mahkemelerini ve hapishanelerini kurmalarına izin verilmiştir. Askerlikten muaf tutulmuşlardır. Ticaret ve sanayi ile meşgul olmuşlar, şartları müsait olduğundan eğitim ve öğretime ağırlık vermişlerdir. Eğitim ve öğretim seviyesi yüksek olan Ermeniler sarayda önemli görevler üstlenmişlerdir. Özellikle uluslararası ilişkiler bakımından tercümanlık gibi işleri görmüşlerdir.

Bugün dünyayı kasıp kavuran talan ve yıkım siyasetini uygulamadığı için Osmanlı Devleti asırlarca bu coğrafya insanını barış ve huzur içinde bir arada yaşatmasını bilmiştir. Azınlıklar, Tanzimat Fermanı (1839) Islahat Fermanı (1856) ile birlikte dış güçler tarafından Osmanlıyı bölüp parçalamak için kullanılmak istenmiştir. Uygulanan bu dessas siyasetin neticesi olarak ayrılık tohumları ekilmiş. Bu ayrılık tohumlarına karşı Osmanlı Devleti tabiî sınırlarına ulaşmanın da etkisiyle gerekli tedbirleri almakta zorlanmıştır. Alınan tedbirler de pek bir işe yaramamıştır. Osmanlı’nın mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti ise, ülkede çoğunluğu oluşturan Müslüman halka da, bu azınlıklara da uzun yıllar şüphe ile bakmıştır. Bunun yol açtığı sıkıntıların pek çoğu halen devam etmekte. Avrupa Birliği’ne girme hazırlığı içinde olan Türkiye’nin önüne “Azınlık Vakıfları Dosyası,” “Heybeliada Ruhban Okulu Dosyası” ve "Ermeni Dosyası" vb. konular getirilmektedir. Bu noktalarda yaşanan sıkıntıların aşılabilmesi için Osmanlı'nın engin hoşgörüsüne ihtiyaç vardır.

ılişkilerin dönüm noktası...

Tarih kayıtlarında Osmanlı-Ermeni dostluğunun bu şekilde 3 Mart 1878’deki Ayastefanos Antlaşmasına kadar sürdüğü kabul görmektedir. Bu anlaşma Ermenilerle ilişkilerimizde bir dönüm noktası olmuştur. Bütün Balkanları istila ve işgal eden ve ıstanbul kapılarına kadar dayanan Rus Prensi Grandük Nikola ile yapılan bu anlaşma iki toplum arasındaki sarsılmaz bağların koptuğu noktadır. Çünkü Prens Grandük Nikola'yı karşılamak üzere harekete geçen Ermeni Patriği Narses, Ermenilerin isteklerinden oluşan bir listeyi Nikola’ya iletti. Bu listede esas olarak Ermenilerin yaşadıkları vilayetlerde ıslahatlar yapılması ve Müslüman halka karşı haklarının korunması isteniyordu. Bu istekler, esasından Ermeni toplumunun bütün hakları garanti altında olmasına rağmen Patrik Narses'in bu isteği Ayastefanos antlaşmasına ve daha sonra aynı yılın 13 Temmuz’unda imzalanan Berlin Antlaşması’na birer madde olarak eklendi. Rusya ve Batılı devletler, Osmanlı topraklarında nüfuz alanları oluşturmak için büyük bir fırsat yakalamışlardı. Onların gözünde 'hasta adam' olan Osmanlı'dan Ermeni toplumunu ayırmak için düğmeye basılmıştı. Zaten aynı taktikle 1800'lü yılların başında Rum milleti (Yunanistan'a bağımsızlık sağlanarak) 1829'da Osmanlı'dan koparılmıştı.

Osmanlı Devleti, Hiristiyan tebanın tahrik edilerek iç işlerine karışılmasını istemediğinden 4 Haziran 1878’de imzalanan Kıbrıs Antlaşmasıyla, topraklarında yaşayan gayrımüslimler lehine ıslahatları gündemine alarak, bu konuda gelebilecek talepleri susturma kararı aldı. Ruslar Ermenilerin hamiliğine soyunurken, sıcak denizlere inme politikasını gizliyordu. Bunu sezen ıngiltere ve Fransa da boş durmuyor Ermeniler üzerinden kendi çıkarlarına uygun stratejiler geliştiriyorlardı.

Batılıların Ermenileri Osmanlıdan koparma planları 1800'lü yılların başına kadar uzanır. Osmanlı topraklarındaki Ortodoksluğun bir kolu olan Gregoryan Türkiye Ermenileri ile Protestan ve Katolik Ermenileri birbirine düşürüldü. 1820’de Katolik ve Gregoryan Ermeniler arasında çıkan bir tartışma sonucunda, Patrikhane saldırıya uğradı. Saldırıda dönemin patriği bile canını zor kurtardı. Yapılan incelemede yakalanan ve suçlu bulunan Ermenilerden 5'i idam edildi. Bazıları da sürgüne gönderildi.

Fransa, ıngiltere ve Rusya bu olayı siyasi malzeme yapmak için uluslararası zemine taşıdı. ısviçre’de Ermeni milliyetçiler tarafindan “çan sesleri” anlamına gelen “Hınçak” komitesi kuruldu ve komite kısa bir süre sonra ıngiltere’ye taşındı. Hınçaklar, ilk hayali Ermenistan devletini kurdular. Bu hayali devletin sınırları içinde, Osmanlı’nın “Vilâyât-ı Sitte” adını verdiği, Erzurum, Van, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis bölgesi giriyordu. Bu merkezlere bağlı olan Erzincan, Hakkari, Bingöl, Malatya, Amasya, Tokat, Giresun ve Ordu’nun bir kısmı da hayali Ermenistan’ın sınırları içinde görülüyordu. Hınçak komitesi hızla teşkilatlanarak, başta ıstanbul olmak üzere Halep ve ızmir gibi büyük merkezlerde şubeler açmaya başladı. Bu arada Ruslar da bölgede kendi emellerine hizmet edecek Taşnak komiteleri oluşturdu. Bu şartlar altında 1978 yılındaki Ayestafonos ve Berlin Anlaşmalarına gelindi. Bu anlaşmalardan sonra özellikle doğu vilayetlerimizde olmak üzere çok sayıda Ermeni isyanı çıkarıldı. Hınçak ve Taşnak komiteleri harekete geçip Ermeni köylerini basıp katliamlar yapmaya, isyanlar çıkarmaya başladı. Osmanlı hükümet isyanları güç kullanarak bastırdı. Hınçak ve Taşnak komiteleri olayı Avrupa kamuoyuna taşıyıp, “Türkler Hıristiyanları katlediyor” propagandasına başladı. Doğu illerindeki isyanlar bastırılınca bu kez 30 Eylül 1895’de yüzlerce Ermeni Bâb-i Âli’ye (Başbakanlık makamına) karşı yürüyüşe geçti. Çıkan arbedede bir subay öldürüldü. ıstanbul on gün boyunca olaylarla sarsıldı.

Tarihe “Banka Vakası” olarak geçen Ermenilerin ikinci ıstanbul isyanı 26 Ağustos 1896 günü Osmanlı Bankası'nın Ermeni tedhişçiler tarafından işgal edilmesiyle yaşandı. ısyanlardan sonra Trosak-Taşnak cemiyeti 7 maddelik bir bildiri yayınladı. Bildiride, Ermeniler Doğu Anadolu’da muhtariyet isteklerini dile getiriyorlardı. ıstekler Sultan Abdülhamid tarafından reddedildi. Ancak Batılı devletler Ermenilerin bu talepleri desteklediklerini açıkladılar.

II. Abdülhamid’e suikast girişimi

21 Temmuz 1905’te Ermeniler “Kızıl Sultan” lakabını taktıkları Abdülhamid’in öldürülmesi için harekete geçtiler. Taşnak komitesinden Hristofor Mikaeliyan ile kızı Robina ve bir Rus Ermenisi, özel olarak yaptırılmış bir arabanın içine 20 kiloya yakın ağırlıkta bir saatli bomba yerleştirerek Yıldız’daki Hamidiye Camisinin kapısına yakın bir yerde pusu kurdular. Bomba, Abdülhamid’in Cuma namazından çıkış satine göre ayarlanmıştı. Saati dolan bomba patlayınca ortalık savaş alanına döndü. 26 kişi öldü, 58 kişi yaralandı. Patlama sırasında Padişah II. Abdülhamid camide şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile sohbet ediyordu. II. Abdülhamid'e düzenlenen suikastın gerçekleştirilememiş olması Ermeni plânlarını altüst etti. Bu olayın ardından araştırmayı derinleştiren güvenlik güçleri korkunç bir tabloyu ortaya çıkardı. Bütün kiliseler birer cephanelik haline getirilmişti. Yapılan yargılanmanın sonucunda ağır cezaya çarptırılması gereken suikastçılar Sultan Abdülhamid tarafından affedilmiştir. 31 Mart olaylarından ve Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra Adana Ermenileri Bağımsız Kilikya Ermenistanını kurmak için isyan ettiler. Olaylar kanlı çatışmalara dönüştü. ıttihat ve Terakki yönetimi, Adana’da Divan-ı Harp (askeri mahkeme) kurarak 50 Türk ve 3 Ermeni’yi idama mahkum etti. Yer yer devam eden Osmanlı-Ermeni çekişmesi I. Dünya Savaşı’nın başlaması ile farklı bir mecraya kaydı.

Tehcir Kanunu hangi şartlarda çıkarıldı?

Rus orduları 31 Ekim 1914’te Doğu Anadolu’yu işgale başladı. Bu işgalde Ruslara en büyük destek ve yardım bölgedeki Ermeni çetecilerden geldi. Ermeni tedhişçiler, Kars, Van, Muş, Erzurum gibi şehirlerde kadın-erkek, yaşlı-çocuk demeden Müslüman ahaliyi katliama tabi tutuyorlardı. Binlerce Müslüman doğudan batıya göçüyor; evini, toprağını, malını-mülkünü bırakıp yollara düşüyordu. Kimi yollarda ölüyor, kimi gurbette açlığa, yoksulluğa mahkum oluyordu. Aileler dağılıyor göç edemeyenler de işkence edilerek öldürülüyordu. ıstanbul'daki ıttihat ve Terakki hükümeti, Anadolu’yu teröre boğan bu gelişmelere karşı, 24 Nisan’da meşhur "tehcir" kararını aldı. Kararın içeriğinde bölgede yaşayan 16-55 yaş arasındaki bütün Ermeniler Bağdat demiryolu hattından en az 25 kilometre uzağa, şimdiki Suriye topraklarına göç ettirilecekti. ıngiltere, Fransa ve Rusya’nın emperyalist emelleri, yüzyıllarca barış içinde yaşamış iki toplumu birbirine düşman etmiş, yollarını ayırmıştı. Zorunlu göç, Mayıs ayının sonunda yerel jandarma ve mülki amirlerin kontrolünde basladı. Hükümet yayınladığı emirlerle kimsenin zarar görmemesi için talimat verdi. Fakat yapılan iş lojistik imkânları çok aşıyordu. Sonuç, beklendiği gibi olmadı. Çok sayıda masum insan yollardaki ağır şartlardan, pek çoğu da yetersiz beslenme ve bulaşıcı hastalık gibi sebeplerden öldü. Osmanlı hükümeti mütareke döneminde olaylarda ihmali görülenler hakkında soruşturma açtı. 1397 görevliyi cezalandırıp, 40 kişiyi idama mahkum etti. Savaş yıllarının çaresizliği içinde alınan bu plansız ve programsız 'göç ettirme' kararının sonucu şüphesiz tam bir trajediydi. Kararın asıl sebebi olanları ise Rusya, Fransa ve ıngiltere ve onların maşası olan Taşnak ve Hınçak örgütleriydi. Ancak bu trajik olay hâlâ kaşınmaya devam ediliyor.

Batılı güçler bir dönem kullandıkları Taşnak ve Hınçak örgütlerinin yerine daha sonra ASALA’yı ve ve başka örgütleri kullandılar. Türklere yönelik, başta ASALA olmak üzere Ermeni terör örgütlerinin saldırıları, 1973 yılında yeniden başladı ve aralarında diplomatlar, güvenlik görevlileri ve işadamlarının da bulunduğu 41 Türk vatandaşı öldürüldü. Ancak daha sonra bu saldıralar durdu.

Hrant Dink'in öldürülmesi ile birlikte iki toplum arasındaki ilişkilerin bir şekilde sağlıklı bir zemine oturtulması gerektiğini ortaya koyuyor. Tarihte yaşanan acıları tazelemenin, kabuk bağlayan yaraları kaşımanın bir anlamı ve yararı yok. Ermeni diasporası da artık bu yaraları kaşımayı, 3T olarak formüle ettikleri, (Soy kırımın tüm dünyada tanınması, Türkiye'nin tazminat ödemesi ve Türkiye'nin doğu illerinden Ermenistan'a toprak verilmesi) gibi talepleri bırakması lazım. Artık günümüzde dünyanın şartları değişmiştir. Ermeni diasporası da bu değişimi görmeli. Türkiye'nin uzattığı ya da -uzatacağı- dost ve komşu elini sıkmalı. Avrupa'nın iki büyük toplumu Fransızlar ve Almanlar tarih boyunca defalarca savaştılar. Birbirlerinin topraklarını işgal ettiler. Ama bugün çok iyi birer dost ülke haline geldiler. Dostluk mümkünken düşmanlık niye? Yaklaşık bin senedir birlikte yaşadığımız Ermeni komşularımızla bizler niye dost olamayalım?

Azınlık vatandaşlarımız dostluk köprüsü olabilir

Diaspora Ermenileri ile, ülkemizde yaşayan vatandaşımız olan Ermenileri ayrı tutmamız gerekiyor. Aynı şekilde Diaspora'nın etkisi altında olan Ermenistan Ermenilerini de ayrı tutmamız gerekiyor. Türkiye 1999 depremine kadar Yunanistan ile de gergin ve mesafeli ilişkilere sahipti. Bu deprem sonrası iki ülke ilişkilerinde büyük yumuşama meydana geldi. Kısmî sorunlar devam etmekle birlikte artık "dostluk" ön plana geçti. Ders kitaplarındaki dostluğu zedeleyen bazı ifadeler çıkarıldı. Ve ilişkiler gelişerek devam ediyor. Batı komşumuzla sağlanan bu düzeyli ilişki aynı şekilde Kuzey Doğu komşumuz Ermenistan ile de sağlanmalı. Tarihi gerçekleri iyi bilmeliyiz ama aynı ölçüde ders almalıyız. Yoksa tarihi intikam aracı olarak görmemeliyiz. Kan davası gibi düşmanlık tohumları ekerek nereye kadar gidilebilir? Özellikle Türkiye'de yaşayan Ermeni, Rum ve diğer azınlık gruplarını komşumuz olan ülkeler ile ilişkilerde birer dostluk köprüsü olarak görmeli, öyle değerlendirmeliyiz. Mütakabiliyet esasında, bir hak verme alma anlayışı içinde meseleye bakmamalıyız. Mesela Yunanistan Batı Trakya'daki Türk azınlığa haklarını vermiyor, biz de Türkiye'deki Rum azınlığa haklarını vermeyelim" veya "Ermeni diasporası Türkiye düşmanlığı yapıyor. Biz de vatandaşımız olan Ermenilere baskı yapalım" şeklindeki bir anlayış, Türkiye gibi büyük ve köklü bir devletin anlayışı olamaz. Çünkü bizim mirasçısı olduğumuz tarih bizlere bunun tersini söylüyor. Fatih Sultan Mehmet devrin en kudretli padişahıydı. Neden o zaman bir Rum mimarla eşit şartlarda mahkeme huzuruna çıkıp mahkum oldu? Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un, "Tarihe tekerrürdür diyorlar/ ıbret alınsaydı tekerrür eder miydi?" şeklindeki dizeleri bize tarihi ibret (ders) almak için okumamız gerektiğin söylüyor.

Spot:

Bediüzzaman: Gayrimüslimler idareci olabilir

Bediüzzaman Meşrutiyet yıllarında Münazarat adlı eserinde kendisine doğu illerinde yöneltilen, "şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?" sorusuna şöyle cevap vermişti: "Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayrımüslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayrımüslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i ıslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez. ... "

Spot:

Kuşbakışı Ermeni tarihi kronolojisi

1022- Ermeni topraklarının ımparator II. Basileios tarafından Bizans topraklarına katılması üzerine 40 bin Ermeni Anadolu'ya sürgün edildi.

1046- Ermeni hanedanları Bizans ımparatoru IX. Konstantin tarafından katledilerek yok edildi.

1054- Sultan Tuğrul Bey döneminde Selçuklulara bağlanan Ermenilere özerklik verildi.

1461- Fatih Sultan Mehmed, Bursa'daki Ermeni Piskoposu Hovakim'i (Ovakim) ıstanbul'a getirterek kendisine Patrik unvanını verdi ve Ermenilere birçok haklar tanıdı.

1853- (22 Ekim) Ermeni Maarif Komisyonu kuruldu.

1876- Kurulan Mecliste Ermeni milletvekilleri de katıldı.

1877- (7 Aralık) Ermeni Milli Meclisi, Ermeni halkının askere yazılarak savaşa katılma kararını aldı.

1878- (13 Nisan) ıstanbul Ermeni Patriği Nerses, ıngiltere Dışişleri Bakanı Salisbury'ye gönderdiği muhtırada, Türklerle beraber yaşayamayacaklarını bildirdi. (13 Temmuz) Berlin Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya, Osmanlı Ermenileriyle ilgili 61. madde eklendi. (3 Ağustos) ıngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury, ıstanbul Büyükelçisi Layard'a gönderdiği talimatta, Osmanlı Hükümeti'nin Doğu'da reformlara başlaması gerektiğini bildirdi.

1908- Ermenilerin Jamanak adlı gazetesi yayın hayatına başladı. ıkinci Meclis açıldı ve Ermeni komitecilerden bazıları Millet Meclisi'ne girdi.

1915- (24 Nisan) Tehcir Kanunu çıkarıldı.

1920 (2 Aralık) Gümrü Anlaşması imzalandı.

1921 (16 Mart) Moskova Anlaşması imzalandı. (13 Ekim) Kars Anlaşması imzalandı. (24 Temmuz) Lozan Anlaşması imzalandı.

1975- (20 Ocak) ASALA (Gizli Ermeni Kurtuluş Ordusu) örgütü kuruldu. Bu örgüt Türkiye'nin diplomatik temsilcilerini ve TYH'nin bürolarını hedef aldı.

1991- (23 Eylül) Ermenistan bağımsızlığını ilan etti. (26 Aralık) Sovyetler Birliği dağıldı. 23 Eylül'de bağımsızlığını ilan eden Ermenistan fiilen ve hukuken bağımsız oldu. Bu tarihten itibaren dünyada tam bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdüyor. Türkiye ile sınır komşusu olan Ermenistan ile diplomatik ilişkiler olmadığı gibi sınır kapıları da kapalı.

Mustafa GÖKMEN

Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=575
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

10

23.03.2007, 14:18




Barış bahar

Feragat ve adaletini iki elle öpüp alnıma ve gönlüme sürüyorum sürurla… Yüreğinde feragati yerleştirmiş, kimse girememiş onun yanına; en yakın talebesinden küçük bir şey dahi olsa karşılıksız almamış; Hakkı söyleme noktasında kimsenin önünde de eğilmemiş…

Bükülmez kolu, yenilmez yüreği sarsılmaz imanına dayanıyor… Adalet dâvâsı, şefkat şiarı olmuş; sevdiğini harfi sever, sevmediğini harfi sevmez… şahıslar, şahsi maneviler, milletler, hadiseler hakkında hüküm verirken de adaletten feragat etmez; bir mü’minin yirmi masum vasfı varken bir iki kusurundan dolayı manen katli hükmünde olan adavetle davranmak adalete uygun değil. Kur’an kalbi okunmamış, kâinatta sergilenen Cenab- ı Hakkın Adl ismi setredilmiş olunurdu.

Hak üzere Hak’tan inen Kur’an’ı hak ederek okuyan hakikat eri haksızlık etmez, haksızlığa da karşı durur, kılıcını adaletle savurur; “Hakkın hatır âlidir, hiçbir şeye feda edilmez.”

Kendisine zulmedene zulümle, nefret edene nefretle cevap vermez; bu şahıs da olabilir millet de…

Her şeyi ile hayırlı, her şeyi ile hayırsız, her şeyi ile zalim, her şeyi ile mazlum bir millet olamaz… Bir coğrafyada bir millete ait doğmak Hüda’nın takdiri; yüceltmek veya küçültmek kimsenin haddi değil. Haddini bilmeyense Hüda’nın Rahmetinden mahrum olur; ateşten yaratılmayı topraktan yaratılmayı üstün sayan şeytan gibi…

Gönlünde Nebevi miras, kalbinde Kur’an taşıyan zamanın bediisi cahiliyet âdetine düşmandır, düşmanlığa da düşmandır, muhabbeti muhabbetedir…

“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır, bunlara karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz” düşüncesi doğuda açılacak Üniversite ile Anadolu, Kafkaslar, Ortadoğu’dan gelecek öğrencilere o yıllarda öğretilseydi bugün bu bölgede Kürtler, Türkler, Araplar kardeşçe, Ermenilerle dostça yaşanırdı ve bundan da hangi millet zarar görürdü?

Afganlı, Irak’lı, Filistinli çocuklar susuz, sütsüz, ilaçsız kalmaz, gençler kandırılmaz, babalar çaresiz kalmaz, anneler ağlamazdı. Irak fitne ateşiyle alev alev yanmazdı…

Doğuda kan akmaz, anarşi ile ülkemizin kaynakları kurutulmazdı… Borçlu olup da boyunduruluğa sokulmağa zorlanmazdık…

Silah tüccarların fitne ile sızamadığı, mutlu milletlerin barış içinde yaşadığı diyar olurdu Ortadoğu…

Ogün’ler kandırılır, Hrant’lar katledilir miydi?

Bediüzzaman’ın ufukları kuşatan, kıtaları kaplayan Nursi düşünceleri billurlaşarak kalplere yağdığında; yarınlar yanmayacak, bugünden daha mutlu ve müreffeh olacaktır.

Onun feragat ve adaleti anlaşılıp yaşatıldığında yeryüzü daha yaşanılır olacağı her yirmi üç martta yeniden diriliyor, barış baharları müjdeliyor.

Eser külliyatı Risale-i Nur’un hikmet tohumları hürriyet rüzgârlarıyla kıtalara taşınıyor olması, muhabbet yağmurlarla gelecek baharın barışla geleceğini işaret ediyor.

Çürük cahiliyye tohumları hakikat ateşinde yandığında, güllere, leylaklara, karanfillere yar açılacak, açık ufuklarda kelebek kanatların rüzgârı sükûn barış estirecek…

O günlerde Hrant’lar katledilmeyecek.

Gelecek bahar barışla gelecek; cahiliyye ateşinin alevlendirdiği fitneyle değil.

Hüseyin EREN

Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=571
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

11

23.03.2007, 14:29




ıstiklâl marşı tarih şuuruyla yaşar


Mutlaka hatırlarsınız. 2006’nın Haziran ayında (9-16 arası) düzenlenen 4. Uluslararası Türkçe Olimpiyatı’nın finalinde sahneye çıkan Suğra Bal adında minik bir kız vardı. ıstiklâl Marşı’nı çok güzel bir şekilde beden diliyle destekleyerek okuduğu sırada, hemen herkesin gözyaşlarına boğulmasının hikmeti neydi acaba? Akan yaşlar, ıstiklâl Marşı’nın üstünde bütün ihtişamıyla parlayan şanlı bir tarihin izlerinin manevî ağırlığı altında ezilmekten miydi?

O anki gözyaşların ortaya çıkardığı boyun büküklüğü, maziye karşı “unutkan”lığın neden olduğu sorumsuzluktan kaynaklanan bir suçluluk psikolojisinin nişanesiydi benim için. Evet, değil mi ki bütün sorumsuzluklarımız, keşmekeşliğimiz ve yaprak misali bir yerden bir yere savrulup sabit kalamayışımızın ana sebebi unutmaktır; o hâlde şuurun üstüne çıkıp yüreğimizi dağlayan, mazi-hâl-istikbâl dengesinin önemli saç ayağı olan maziydi. Yani toplumsal hâfızamız…

Sahi toplumsal hafızamızın ne kadarını biliyoruz ve meydana gelen olaylar hakkında ne kadarlık bir tarih bilinciyle fikir yürütebiliyoruz? Özellikle bir toplumun dinamiği hükmünde olan gençler, karşılaştıkları küresel sorunları sağlıklı analiz edebilme açısından ne derece bir donanıma sahip? ıçinde bulundukları kültür ve medeniyetin yaşadığı tarihî tecrübeler ışığında, şahsiyetli ve ayağı yere basan fikirlerle geleceğe uygun bir perspektif sunabilecek kapasitede olduklarını düşünüyorlar mı?

Aslında şöyle bir tarama yaptığımızda, bırakın bir asır, hatta yarım asrı; mesela daha otuz yıl öncesinin tarihini bile bilmeyenler çoğunlukta. Hadi mürekkep yalamamış, bir şekilde okumayı bırakmış kişileri anlamak bir nebze mümkün. Ama liseyi geçmiş, üniversite eşiğine kadar gelip kapıdan içeriye girmişlerin toplumsal hafızanın kayıtlarından nasipsiz ve hatırı sayılır bir tarih bilgisinden yoksun olmasını anlayamam. Mesela 2004 yılında Nokta dergisinin 12 Eylül 1980 ihtilali münasebetiyle yaşları 20 ile 27 arasında değişen gençlere dönük yaptığı araştırmanın sonuçları, tarih bilgisizliğinin nasıl bir şuursuzluğu beraberinde getirdiğini gözler önüne seren numunelerden bir tanesi. Bu araştırmanın sonucuna göre, gençler daha 12 Eylül’ün ülkemiz için ne anlama geldiğini bilmiyorlarmış. Hatta öyle bir olayın meydana gelip gelmediğini bile! ABD’de 11 Eylül’de meydana gelen meşhur ikiz kule saldırısıyla karıştırmaları da cabası…

“Yahu ne var bunda? 2004’te yapılmış bir araştırmaya göre şimdiyi değerlendirmek ne derece doğru?” diye bir soru sorulabilir. Ancak maalesef aradan iki yıl geçmesine rağmen, 12 Eylül 2006 tarihinde televizyon kanallarının bazılarında gençlere, “12 Eylül’de ne oldu?” sorusuna çoğu üniversite gençleri cevap veremediler. Öyle ki eften püften ve “kem küm”lü cevapları görünce, bir toplumun ayakta durabilmesi açısından, Namık Kemâl’in salık verdiği mazi-hâl-istikbâl dengesini çok ciddi bir şekilde tutturma şartına ne derece gâfil kalındığını düşünmeden edemedim. Sahi, gelecek gençlere emanetse ve gelecekte de muhakkak söz sahibi olacak gençlerse, milletinin tarihiyle içli dışlı olmayan ve çok ciddi bir altyapıyı oluşturamayanların omzunda nasıl pâyidar olacak bu memleket?

Mehmet Âkif Ersoy,

“Tarihi 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” derken ne kadar haklı!

Sahi, biz hiç ibret alacak derecede geçmişimizi biliyor muyuz? şöyle de denebilir: Geçmişimizi anlatan edebî eserler oluşturuldukları zaman ve mekân bağlamı bilinmeden, maşerî vicdanımızda nasıl hayat bulup bizi daima diri ve hareketli kılacak? Söz gelimi ıstiklâl Marşı… Kurtuluş Savaşı’nın hangi şartlarda kazanıldığı ya da Kurtuluş Savaşı’na doğru sürüklenirken, hangi şartlara göğüs gerildiğini bilmeden ıstiklâl Marşı’nın hangi mısrası hayatımızda anlam bulacak? Sözüm ona,

“Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı” gibi, âdeta bir vasiyet ve bir şuurluluğa daveti içeren mısralar, bir pusula hükmüne nasıl geçecek bizim için? Her dinleyişimiz ya da okuyuşumuzda yaşananlar yahut yaşananlarla ilgili anlatılanlar hatırımıza gelmedi mi, attığımız adımın mesafesini nasıl ölçeceğiz bu dünya arenasında? Sahi, Taceddin dergâhının bulunduğu yüksek tepeden, gezdiği uçsuz bucaksız Anadolu’yu hayal ederek azim, gayret ve heyecanlarına ses olurcasına Âkif’in dile döktüğü,

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

şüheda fışkıracak, toprağı sıksan, şüheda!” mısraları, tarih boyunca, özellikle ıslamiyet’ten sonra Türklerin Anadolu’yu vatan yapma idealleri bilinmeden ne anlam ifade edebilir? Büyük ve Anadolu Selçuklu Devletleri, Beylikler Dönemi, Osmanlı Dönemi ve bununla birlikte geçmişten bugüne dış mihrakların Anadolu üzerindeki emelleri okunup anlaşılmadan bir anlam ifade eder mi?

ıstiklal Marşı’na giden yol: Çanakkale

Bu sorular çoğaltılabilir. Hele ki ıstiklâl Marşı’nın kabul yıldönümü olan 12 Mart’ta bu soruların istediği bilgi donanımını elde etme yönünde de gayret etmek gerekir. Bundan da öte, 12 Mart’ı takip eden 18 Mart Çanakkale şehitlerini Anma Günü ile idrak etmek, elbette tarih bilgisinin vereceği şuurun ne kadar önemli olduğunu ayan beyan ortaya koyacaktır. Her şeyden evvel âdeta hâl diliyle, “Git oğlum, ya gazi ol ya şehid! Ben seni bugünler için doğurdum. Damarındaki kanı helal sütle yoğurdum” düşüncesiyle “kınalı kuzular”ını vatan hizmetine yollayan anaların merdane davranışları nasıl anlaşılacak? 15, 18, 20 ve daha nice yaşlarda şehadet şerbetini içen kınalı kuzuları bilmeden ve hatırlamadan bir ahde vefa borcumuzun olduğunu nasıl idrak ederiz?

Tarih denen derya, eğer müşteri olursak, bizlere hangi kayıtları vermez ki? Mesela bir taburluk mevcutla üç tümene karşı savaşılan Seddü’l Bahir mevkisi başlı başına hayretleri üzerine çekecek mahiyette. Bedenini bu vatana adayarak ruhu Allah’a susamış 67 kişilik bir mevcutla Ertuğrul Koyu’nda 6000 düşman askerine karşı direnen Mehmetçiğin, kanıyla yazdığı destan değil de nedir? Bunun yanında Çanakkale’de Ezineli Yahya Çavuş komutasında iman, vatan, bayrak ve namusu koruma adına, nefsine uymamak için ayağını taşlara, ağaçlara bağlayan ecdat, ancak bu şekilde Âkif’in dile getirdiği, “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi” türünden mısralara mazhar olmuştur.

Mevlânâ öldükten sonra, vasiyeti üzerine yerine halife olarak Hüsameddin Çelebi geçer. Doğal olarak oğlu Sultan Veled buna içerler. Bunun üzerine rüyasında babasını görür. Babası, “Biz farklı hulleler içinde çakan aynı şimşekteniz” der. Ben buradaki hakikatle Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda omuz omuza hep tek yürek olarak savaşanların özdeşleşebileceğine inanıyorum. Söz gelimi sadece bir Havranlı Seyyid Onbaşı dahi, diğer çavuşlarda olduğu gibi, en az bir komutan sorumluluğuyla düşmana karşı mücadele etmiştir. Bu bağlamda 276 kiloluk top mermisini sırtlayıp namluya vererek, tekbirle ateşleyip Ocean’ı bacadan vurmasını herhâlde bilmeyenimiz yoktur. Bunun yanında, Bigalı Mehmet Çavuş’un Korkuderesi ve Cesarettepe’de ölüme meydan okurcasına lağım tünelinde 22 arkadaşıyla beraber canla başla son nefesine kadar yaptığı mücadele de başka türlü izah edilemez.

Sayılamayacak kadar çok olan bu olaylar vatan, bayrak, namus ve din gibi maneviyatla ilgili değerlerimizi koruma uğruna gerçekleşmişti. Denebilir ki, “Çanakkale şehitleri” ve“ıstiklâl Marşı” fazilet sahibi bir gönül kaleminden kâğıda dökülen mürekkep ile toprağa dökülen kanların terkibinden yükselen âbidevî bir destandır. Ve sarsılmaz ruhların tercümanı olan bu şiirler bizim imanımız, mazimiz ve hatıramızdır. Bunu devamlı hatırda tutmak lazım.

Kabul etmeliyiz ki, ıstiklal Marşı alelâde mısralardan örülü bir şiirin bestesi değildir. Bu, bir ölüm kalım savaşının canlı hatıralarıyla dolu imanla yoğrulmuş mazi, hâl ve istikbâlin bir bileşkesidir âdeta. Bu yüzden ıstiklal Marşı’nın her dizesi bizi asırlarca ayakta tutacak kadar sağlam imanlarla örülmüş bir âbidenin mihenk taşları gibidir.

Onlar sözünü ettiğim nedenlerden dolayı âdeta insanüstü gayretleriyle vasiyet etti. Ve bu, tipik Âkif’in,

“Bu ezanlar, ki şehâdetleri dinin temeli

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” şeklinde dile getirdiği vasiyet niteliğindeki gâyeden güç alan bir gayretin somut göstergesiydi. Peki bu ulvî gâye uğruna gayret eden ecdada kıyasla nasıl bir tutum içindeyiz? Âkif’in Safahat’ta belirttiği “Âsım’ın nesli” hayalinin ne kadarını gerçekleştirdik? Bir yandan çağın gerektirdiği bilim ve teknolojiyi hakkıyla üretmek ve bir yandan da ahlak, fazilet ve iman noktasında kişiliğimizi, bin yıllık gâyemizi sağlam tutmak gibi bir potansiyeli hep diri ve hareketli kıldık mı?

Doğrusunu isterseniz, ben net cevap veremiyorum. Ama bununla birlikte çözümün de en evvel kendimizi tanımak ve bilmekten geçtiğine inanıyorum. Bu da kim ne derse desin, öncelikle maziyi hakkıyla bilmekten başlar. Tarihimizi bilmek; ne olduğumuzu, nerede ve durduğumuzu an içinde tespit etmemiz açısından önemli ipuçları verir.

Unutmayalım; geçmişi âna göre yorumlayıp geleceğe taşımak, ancak tarih bilgisinin doğuracağı tarih şuuruyla gerçekleşebilir.

*
BıR BAYRAK RÜZGÂR BEKLıYOR

şehitler tepesi boş değil,

Biri var, bekliyor...

Ve bir göğüs nefes almak için

Rüzgâr bekliyor.

Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye,

Yattığı toprak belli,

Tuttuğu bayrak belli.

Kim demiş Meçhul Asker diye?

Destanını yapmış, kasideye kanmış...

Bir el ki ahretten uzanmış,

Edeple gelip birer birer

Öpsün diye faniler.

Öpelim temizse dudaklarımız...

Fakat basmasın toprağına

Temiz değilse ayaklarımız.

Rüzgârını kesmesin gövdeler...

Sesinden yüksek çıkmasın

Nutuklar, kasideler!

Geri gitsin alkışlar,geri...

Geri gitsin ellerin

Yapma çiçekleri!

Ona oğullardan, analardan

Dilekler yeter...

Yazın sarı, kışın beyaz

Çiçekler yeter.

Söyledi söyliyenler demin...

Gül süngülü yiğit,alkışlasınlar,

şimdi sen söyle, söz senin!

şehitler tepesi boş değil,

Toprağını kahramanlar bekliyor...

Ve bir bayrak dalgalanmak için

Rüzgâr bekliyor.

Destanı öksüz, sükûtu derin

Meçhul Askerin...

Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;

Yattığı toprak belli,

Tuttuğu bayrak belli...

Kim demiş Meçhul Asker diye?


Arif Nihat ASYA

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=580
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

12

24.03.2007, 03:53







Sedefkarlik

Sedefkâr: Sedef üzerinde çalışan, sedef kullanarak eşya yapan, sedef işleyen kimse.
Sedef (mother of pearl): Midye ve istiridye gibi deniz hayvanlarının kabuğundan elde edilen sedefçilikte kullanılan pırıltılı gökkuşağı renklerini yansıtan değişik renklerde sert taşçıl deniz kabuğu.

SEDEF NERELERDE KULLANILIR?

Ceviz, abanoz, maun vb. ahşap yapıtların üzerine çeşitli formlarda açılan yuvalara, aynı biçimlerde kesilmiş sedefleri yapıştırarak gömme yoluyla yapılan süslemeye "sedef kakma" denir. Ahşabın üzerine sedefleri çeşitli motifler oluşturacak biçimde doğrudan yapıştırarak elde edilen bezemeyi "sedef kaplama" denir. ınsanoğlu bu cazip maddeyi herhalde ilk gördüğü andan itibaren kullanmış, güzellikler meydana getirerek, "sedefkârlık" denilen bir meslek oluşturmuş. Bu alandaki son büyük usta olan sedefkâr Vasıf, Sedefkârlığı "ahşap bezeme sanatı" olarak tanımlıyor. Sedefin daha çok ahşapla beraber kullanılması da bu tarifi doğruluyor. Biz de buna bir uygulama sanatı dersek yanlış olmaz herhalde. Çünkü elde, mevrut desen ile formlar vardır ve sedefkâr bunları sedefe uygular. Hattat yazıyı yazar, müzehhib deseni çizer. Sanatkâra düşen, bunları bozmadan, kendi zevk unsurlarını da katarak işlemektir.

Osmanlı'da sedef neden bu kadar yaygındı?

Sadece Osmanlıda değil, diğer bütün medeniyetlerde sedef vardı. Çünkü sedef çok fotojenik bir malzeme, sedeften yapılan bir eser insanı mutlu ediyor. ıkincisi sedef denizden geliyor. Onun için mazisi temiz, altın gibi kirli değil. Dolayısıyla sedef hem diğer sanatlarda süsleme unsuru olarak hem de başlı başına bir malzeme olarak kullanılmıştır.

Osmanlı ülkesinde bu sanat öylesine rağbet gördü ve gelişti ki; Kur'an mahfazalarından sultan kayıklarının köşklerine; yeniçeri yatağan kabzasından, hattatın hokka takımına; Çelebi'nin kavukluğundan, Hanımefendi'nin nalınına kadar hemen her yerde sedef kullanıldı. Öyle ki, Hocazade Saadeddin, Fatih Sultan Mehmed'in cenaze töreninden bahsederken, "Tabutun som sedeften yapılmış olduğunu" bildirmektedir. 15. yüzyılda Topkapı Sarayı dâhilinde bir sedef atölyesi kurulduğu ve burada sedefçilik öğretildiği kaydedilir.

Sedefkârlık her şeyden önce bir "çizim, ölçü ve estetik sanatı" olduğundan mıdır bilinmez, saraydan yetişen ünlü mimarlardan pek çoğunun aynı zamanda bu sanatın ehli olduğunu görüyoruz. 16. ve 17. yüzyıllar, sedefli eşya kullanmanın ıstanbul'da bir moda haline geldiği çağlardır. Ayrıca sedef, mimari unsurların süslemesine de alabildiğine girmiştir. Üçüncü Murad'ın Ayasofya Camii haziresindeki türbesinin kapı kanatlarına Dalgıç Ahmed Ağa; Sultanahmet Camii'nin pencere ve cümle kapısı kanatlarına da Mimar Mehmed Ağa gibi ünlü yapı ustaları tarafından sedef kakmalar yapılmıştır. Evliya Çelebi, Dördüncü Murad devri sedefkârlarından bahsederken şöyle diyor: "100 dükkân, 500 neferdürler. Pirleri şuayb-i Hindi'dir..."

19. yüzyıla girerken, sedefkârlık geçmiş dönemlerdeki ilgiden yoksun kaldığı için giderek gerileyen bir sanat olmuştur. 19. yüzyılın sonunda, tıpkı sönmek üzere olan bir mumun son parıltısı gibi, sedefkârlık vadisinde iki ışığın parladığını görüyoruz: Sultan ıkinci Abdülhamid ve Sedefkâr Vasıf (Sedef)... Esaslı bir "ince marangoz" olan ıkinci Abdulhamid, Yıldız Sarayı'nda kurduğu Sedefhane'de kendisi de bizzat çalışarak latif eserler vermiştir. Vasıf Hoca'ya gelince... 1876 Beşiktaş doğumlu bu sanatkâr, Mekteb-i Bahriye'nin Marangoz ve Oymacılık Bölümü'nden 22 yaşında mülazım (teğmen) rütbesiyle mezun olmuş; 1912 yılında, yani 36 yaşındayken binbaşı rütbesiyle emekliye ayrılarak Beşiktaş'ta açtığı atölyesinde çalışmaya başlamıştır. Türk sedefkârlığının literatüre geçen en son "mükemmel" eseri, Vasıf Sedef'in yaptığı, Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi'ndeki kapılardır.

1936 yılında Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki şark Tezyinatı şubesi'nde bir "Sedefkârlık kürsüsü" kurulmuş ve Vasıf Sedef bu kürsünün öğretim üyeliğine getirilmiş, ölümüne kadar (1940) bu görevini sürdürmüştür.

Sedefkârlık sanatını omuzlayıp 20. yüzyılın ortalarına doğru getirmeye çalışan Vasıf Hocadan başka, bu sanatın son ustası, 1982 yılında kaybettiğimiz Nerses Semercioğlu'dur... Sedefçilik sanatını 1980'lerin başına kadar getiren son profesyonel kişi olan Nerses Semercioğlu, "yeniden keşfedilircesine" 1950'lerden sonra değer kazanmaya başlayan bu sanatla geçimini sürdürmüştür. Ancak günümüzde kendi çabası ile bu sanatı üst düzeyde icra eden birkaç ustanın da bulunduğunu söyleyebiliriz. Sedef işçiliği, Gömme (veya Kakma), Kaplama ve Macunlama teknikleri olmak üzere üç değişik tarzda yapılagelmiştir. Ayrıca, sedef işçiliği, gerek motif özellikleri ve gerekse kullanım sahaları ve tarzları bakımından 4 ana grupta toplanmaktadır; Eser-i ıstanbul, şam işi, Viyana işi ve Kudüs işi... Bunlardan ilk ikisi tamamen Osmanlı karakteri taşırlar; gömme veya kaplama tekniğiyle hazırlanan "ıstanbul işi" eserlerde; fildişi, bağa (kaplumbağa inceltilmişi) ve kemik gibi yardımcı unsurlar kullanılır. Bağanın altına 'altın varak" yapıştırılır. Sedef ve diğer malzemenin daha ziyade geometrik biçimlerde kullanıldığı bir işçilik şeklidir. Bir zamanlar Osmanlı Devleti'nin bir vilayeti otar şam'da ortaya çıktığı için şam işi olarak adlandırılan teknik de yine gömme (kakma) denilen tarzda hazırlanır. şam işinde "taş sedef" dediğimiz kalın ve beyaz sedefin sadece bir yüzü düzeltilir; diğer yüzü kaba bırakılarak ağaca gömülür; sedefin çevresine 1 mm genişlik ve 1 mm derinlikte kurşun-kalay karışımı teller çakılır. Viyana işi ise, "Boule" adı verilen metal kaplama tekniğinin yanında düzensiz olarak yerleştirilen sedef parçalarından meydana gelir. Daha ziyade, "arusek" ismi verilen veya "çöp" diye bildiğimiz renkli cins sedeflerin kullanıldığı yerler; masa, kanepe, komodin, büfe, ayna gibi eşyalardır. Kudüs işine gelince... Bu teknik mobilyada veya diğer küçük eşyada kullanılan bir teknik değildir. Sedef kabuklar üzerine yapılan cami ve benzeri maketler, bitki ve hayvan motifleri olarak kendisini gösterir.

sedef nasıl oluşur?

Sedef, sıcak denizlerin akıntılı sularında Tuz, kireç ve fosfordan oluşan kalker bir maddedir. Beyaz, arusek, çöp, taş sedef olmak üzere çeşitlenir. Beyaz sedef, çift kabuklu ve daha düzdür. Hakim renk beyaz olsa da; ışığa göre açık mavi, pembe, yeşil, sarı tonlar taşıyabilir. Arusek sedef; tek kabuklu ve açık pembe, mavi, yeşil tonlarındadır. Çöp sedef koyu renkli, daha çok meneviş ve desen taşır. Taş sedef ise, beyaz sedefin daha az parlak olanına denir. Sedefin genel olarak bulunduğu yerler özellikle zarif incilerin toplandığı bölgelerdir. Avustralya'nın kuzeyi ve doğusu, Tahiti, Gambier adaları, Meksika'nın Büyük okyanus kıyıları ve Madagaskar'da bol miktarda bulunur.

Sedef'in aslı, bilindiği gibi deniz yumuşakçalarının kabuklarıdır. Uzun ömrün sembolü sayabileceğimiz bu kabuklar, milyonlarca yıllık fosiller halinde karalarda da görülür. Sıcak denizlerin yetiştirdiği çok iri yumuşakçaların kabukları, zengin sedef kaynaklarıdır. Hammaddesinin sıcak denizlerden sağlanması dolayısıyla sedefkârlığın Doğu'da başladığı tahmin edilmektedir. Sümer mezarlarında rastlanan ilk sedef işçiliği örnekleri de bu iddiayı güçlendirmektedir. Çin, Hindistan, Siyam gibi Uzak Doğu'nun "sanatı ve sanatkârı bol" ülkelerinde doğan sedefkârlık, Orta Asya Türkleriyle beraber Anadolu'ya gelmiştir. Çabuk kırılabilen "nazlı" bir malzeme oluşu ve genellikle ahşap üzerine uygulanması nedeniyle, çok eski sedef işçiliği örneklerine ne yazık ki yeterince sahip değiliz. Ancak gerek Marko Polo ve gerekse Türklerle ilişkisi olan bazı Bizans elçilerinin hatıralarından, ". . .Türklerin sedef veya sedefle bezenmiş çeşitli eşya yapımında" usta olduklarını öğreniyoruz. Osmanlı devrinde ilk sedef süsleme işlerine, Edirne'deki ıkinci Bayezid Camii kapı kanatlarında rastlamaktayız.

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=576
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

13

24.03.2007, 03:54




"Molla Said ermeni cocuklarinin kesilmesini önlemisti"

Haberler bültenlerinin, “ozon tabakasının delindiğinden, küresel ısınmanın arttığından” dem vurduğu, tedirginlik içinde geçen günlerdi. Hava şartları, normal seyrinde gitmediği için yapılan bu yorumlar, insanların telaşlanmasına neden oluyordu. Sanki kış ortasında kar yağmak zorundaymış, her mevsim kendi gereğini yerine getirmek mecburiyetindeymiş gibi… Böyle hissedildiği için ya da öyle alışıldığı için yağmurun yağmayışı üzerine binlerce yorum yapılıyordu. “Kuraklık baş gösterecek, insanlar susuz kalacak. Artık belki de evlere bile su verilmeyecek”

Sıddık amcaysa, saatçi dükkânının içinde oturmuş, bir yandan müşterilerin daha evvelden bıraktıkları saatleri tamir ederken, diğer yandan da bu ve buna benzer haberleri izliyordu televizyondan. Alışkanlık haline gelmişti bu durum onda. Emekli olduktan sonra açtığı saatçi dükkânında sabah erkenden televizyonun başına geçer ve dünyada ne olup, bittiğini seyrederdi. Sonra da gelen giden müşterilerle, tanıdıklarla gündemdeki konular hakkında uzun sohbetler eder, bilgilerini paylaşırdı. Hoşsohbet bir insan olduğu için, biraz da yaşının verdiği olgunlukla meseleleri tane tane söyler, insanların gözüne bakar, kalbine hitap ederek anlatırdı. Onun bu güzel fikirlerinden faydalanmak için birçok insan, dükkâna uğrar, O’nu heyecanla dinlerdi.

Fakat bu gün, hava bayağı soğuk olduğu için, pek gelen, giden olmamıştı. O da televizyonda verilen haberlere öyle dalmıştı ki, onu ziyaret edip, bir çayını içmeyi düşünen yeğeninin, dükkân kapısını açıp içeri girdiğini bile fark edememişti. Neden sonra yeğeni Hasan: “Selamun aleyküm Sıddık amca” dedi de, birden kendine gelip, başını sesin geldiği yöne çevirdi. Kısa bir şaşkınlığın ardından da, misafirin gelişinden memnun olduğunu belirten, hafif bir tebessüm kondurdu durgun yüzüne:

-Ve aleyküm selam ve rahmetullah. Hasan oğlum. Hoş geldin.

-Hoş bulduk Sıddık amca, bu taraflarda az bir işim vardı. Hem benim kol saati de iki gündür çalışmıyor. Gelmişken, onu da tamir ettireyim dedim.

-ıyi etmişsin buyur otur.

-Sağ ol Sıddık amca. Nasılsın? Ne var ne yok?

-ıyiyim oğlum hamdolsun. Seni de iyi gördüm maşallah.

-Allah’a şükür iyiyim Sıddık amca. Hayırdır? Televizyona öyle bir dalmıştın ki geldiğimi bile fark etmedin.

-Evet oğlum. Dehşet verici bir haber izliyordum televizyonda. 18- 19 yaşlarında genç bir çocuk, Ermeni bir gazeteciyi gündüz gözüyle, hem de sokak ortasında öldürmüş.

-Ben de izledim o haberi Sıddık amca. Hakikaten çok ilginçti.

-Aslına bakarsan oğlum, bu tip olaylar sık sık olmaya başladı. O nedenle fazla etkilenmiyoruz. Ama beni asıl etkileyen, asıl dehşete düşüren, masum bir insanın öldürülmesinin yanında, bu fiili işleyenin henüz çocuk yaşta bir insan olmasıdır. Hem de hayatının baharındayken…

-Geleceği de mahvoldu genç adamın.

-Bırak geleceğini, Allah muhafaza etsin, ebedi hayatını da çok fazla etkiler bu olay.

-Doğru söylüyorsun. Bu dünya geçici. Bir de öteki hayat var. Yazık bu gençliğe.

-Senin okul nasıl gidiyor? Bir yaramazlık yok inşallah?

-Bu yıl son sene olduğu için biraz daha zorlanıyorum Sıddık amca, ama Allah’ın izniyle atlatacağım. Yaramazlığı da sorarsan benden yana bir şikâyeti olmaz okulun, fakat doğru yolda olmayan çok arkadaş var.

-Ne gibi?

-Aslına bakarsan amcacığım, okuyan insanın sürekli olarak paraya ihtiyacı oluyor. Verilen burslar da ihtiyaçları karşılayamıyor. Bu yüzden çok para kazanmak için, gayri meşru yolları tercih edenler bir hayli fazla. Bu da hem toplumda, hem okulda huzursuzluk meydana getiriyor.

-Anlıyorum ne demek istediğini Hasan. Gençlerin sömürülüşünden bahsediyorsun sen. Bunun sebebi ne biliyor musun? . Gençliğin iyi para etmesi… Para için ruhunu bile satmaya hazır olan bazı insanlar, üç beş kuruş “çok para(!)” yı ellerine sıkıştırıp, salıyorlar insanların üstüne. “Oğlum sana içeride iyi bakarız, hem gençsin, daha önünde uzun seneler var. Takma kafayı bu kadar, herkes şerefiyle yaşamıyor ya!” türünden binlerce vaat ve öğütle ikna ediliyorlar. “Az çalış, çok kazan” teorileriyle, zaten çok çalışıp, uzun süre beklemeyi göze alamamış, heyecanlı gençliğin damarlarında, sinsi bir kan gibi dolaşıyorlar. Kimilerini, okul önlerinde ekmek arası uyuşturucu satmaya, kimilerini ise arka sokaklarda insan tacirliği yapmaya iteliyorlar. Böylece hem kötü işlere bulaşmamış oluyorlar, hem de işlerini kolaylıkla hallediyorlar. Değil mi? Saf gençliğin, “uyanık(!)” şeytanları…

-Aynen öyle. Allah halimizi iyi etsin Sıddık amca, gençler uyanır inşallah. Yoksa sonuçlar, kötü oluyor hakikaten.

-Sonuçların toplumu etkileyişi de çok önemli bir konu. Bazı olaylar sadece ufak bir kesimi etkilerken, (az evvelki cinayet haberinde de olduğu gibi), bu gibi olayların sonunda işler büyüyor. Bunlarda beraberinde büyük felaketler getiriyor. ınsanların ırkçı damarını kabartıyor. Milliyetçilik yüzünden az kan dökülmedi çağlar boyu. Baksana şimdiden insanlar sokağa dökülmüşler. Pankart açanlar, slogan atanlar…

-Gelirken ben de rastladım bir tanesine, kalabalığın arasından zor sıyrıldım doğrusu.

- Bu arada yeni çay demlemiştim geldiğin iyi oldu biraz beklersen hemen getiririm.

-Bu sohbetin arasında iyi gider gerçekten.

-Hemen getiriyorum oğlum.

Aradan geçen birkaç dakika sonunda, elinde bir tepsiyle yandaki ufak odadan iki bardak çayla geri dönen Sıddık amca birini Hasanın önüne, diğerini de kendi önüne bıraktı. Çay bardağından kıvrım kıvrım yükselen buharlar beraberinde mis gibi bir koku yayıyordu etrafa. Çayına iki şeker atıp karıştırdıktan sonra birkaç yudum içen Hasan:

-Eline sağlık Sıddık amca. Çayın yine çok güzel demlenmiş. ıçim ısındı inan ki. Diyerek memnuniyetini belirtti.

-Afiyet olsun oğlum. Ama yengen duymasın bunu, evde de bana iş yaptırmaya kalkıyor sonra.

Hasan bir yandan tebessüm ederken, diğer yandan cebinden kol saatini çıkarıyordu:

-şu saate de bir bakıver amca.

Sıddık amca saati aldı ve çekmeceden çıkardığı bir takım aletlerle, tamir etmeye başladı. Sohbet devam ediyordu.

-Çayını soğutma oğlum. Ben de saate bakayım. Bu arada, nerede kalmıştık?

-Farklı milletten olan bir insanın, kendi milletinden olmayan bir kişiyi, öldürmesi sonucunda ortaya çıkan ırkçılıktan, karışıklıktan bahsediyordun.

-Evet oğlum. Aynen dediğin gibi… Hem öldüren genç de bunu teyit etmiş:

Olay yerinden ayrılırken: “Vurdum Ermeni’yi” diyerek sevinç çığlıkları atmış. Bundan seneler evvel de, bir Sırplı genç, Avusturya Veliahdı Franz Ferdinant ve eşini öldürmüştü. Mevcut durumun karmaşıklığını iyice tetikleyen bu olay sonunda, dünya 4 yıl kana bulanmıştı. Ne yiğitler, ne canlar feda edilmişti.

-Birinci dünya savaşından bahsediyorsun değil mi amca?

-Evet.

-O savaşta bizim Ermenilere karşı bir cephemiz de vardı sanırım. Gündemde ya bu millet, o sebeple soruyorum.

-Sıddık amca tebessüm ederken, sözüne devam etti:

-Pasinler cephesi deniyor ona. Çok güzel bir olayı hatırlattın bana evlat. Bak sana anlatayım:

Birinci dünya savaşı çıktıktan sonra, Osmanlı da kendini savaşın içinde bulmuş. Çok kötü bir zamanmış, hem Osmanlı yıkılmak üzereymiş, hem de maddi, manevi savaş gücü hiçbir yönden yeterli değilmiş. O sırada Van- Bitlis cephesinde Ermeniler ve Ruslarla savaşılıyormuş. Said Nursi’yi tanıyor musun?

-Tabii ki. Asrın en büyük âlimi, müceddidi. Bediüzzaman...

-Doğru dedin evlat. Ama Bediüzzaman, Molla Said olarak tanınıyor o sıralarda. 40 yaşına merdiven dayamış. Zeki ve gayet cesur… Gözü pek bir ıslam kahramanı… O dönemde Van da bir Medresetüzzehra açma fikrinde. Hatta temelini bile atmış. Din ve fen ilimlerinin birleştirileceği harika bir okul olacak. Fakat birinci dünya savaşının çıktığını, vatanın ve milletin tehlikede olduğunu duyunca; Talebelerine: “Hazırlanın, büyük bir felaket yaklaşıyor” demiş. Ve gönüllü alay kumandanı olarak Pasinler cephesine, talebelerini de yanına alarak katılmış.

-Peki, Sıddık amca, Said Nursi’nin talebeleri savaş tekniklerini nereden öğrenmişlerdi de savaşa katılmışlardı?

-Molla Said, onlara, beş-altı tane mavzer tüfeği satın almış, talebelerine dinî ilimlerin yanı sıra silah eğitimi de veriyormuş. Onları dağlara götürüyor ve talim yapmak için hedefe yumurta koyuyormuş. Yumurtaya kim isabet ettirirse ona ödül olarak bir gümüş veriyormuş. Bu şekilde eğitim gören talebeler, kısa zamanda ustalaşmış ve cesaret kazanmışlar. Kısa zamanda şöhretleri etrafa yayılmış. Hatta bu yüzden, talim için dağa gittikleri vakit, Ermeni çeteciler hemen gizleniyorlar veya başka bir yere gidiyorlarmış.

-Medresetüzzehra açma fikrine ne olmuş?

-Savaş sebebiyle, açılamamış maalesef. ınşallah ileride açılır. Fakat onun yerine telif edilen Risale-i Nur eserleri, tam bir Medresetüzzehra vazifesini görmüş. şimdilerde bile, hâlâ bu vazifeyi her evde özel bir okul gibi ifa ediyor. Gençlere okullarda aldıkları fen ilminin yanında, kendi öğretileri ile kazandırdığı din ilmi sayesinde, dengeli bir eğitim aldırıyor ve onların çift kanatlı bir kuş gibi uçmalarını sağlıyor.

-Savaş esnasında da risale-i nur yazılmış deniyor? Bu nasıl olmuş o zor şartlarda?

-Aslında Risale-i Nurların yazılması daha sonraya rast gelmekte. Fakat ışaret-ül icaz adında külliyatta da bulunan bir eser savaş sırasında, hem de hiç bir kaynak eser mevcut olmadığı halde yazılmış. Kur’an’ın ayet ayet bir tefsiri olmuş bu. Said Nursi kendinden sonra gelecek ıslam ehline bir örnek teşkil etmesi için yazmaya başlamış. Ancak, Kuran’ın ilk 33 ayetine kadar yazabilmiş. Bu da az değil, ama hemen hemen 250 sayfalık harika bir eser.

-Gerçekten ilginç.

-Daha da ilginç olan olayı anlatmak istiyorum aslında. Ermeniler ve Bediüzzaman olayını.

-Zevkle dinlerim.

-Savaşın en şiddetli günleri yaşandığı sırada, Ermeni ve Rus kuvvetleri, çoluk, çocuk herkesi öldürüyormuş. Kent, köy, ev her şeyi yakıp, yıkıyorlarmış. Anne feryatları, çocuk çığlıkları göklere erişiyormuş. Said Nursi ve talebeleri de savaşın en yoğun zemininde savaşıyorlar, canlarını hiçe sayarak, varlarını, yoklarını vatan müdafaasında sarf ediyorlarmış. Tabii üstadın sözünden hiç çıkmayarak, derin bir sevgiyle bağlı bu talebelerden, bir hayli şehit düşenler de olmuş. Mesela "ışaret-ül ıcaz" tefsirinin kâtibi olan Molla Habib, ıran cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan' da şehit düşmüş. Gerçekten çok kıymettar talebelermiş.

-Peki ya Molla Said?

-Molla Said, gönüllülere cesaret vermek için, sipere girmeyerek, avcı hattında dolaşırmış. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına gelir ve ruhuna ilişir ki, "şu anda şehit olsam; bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan şu halim, sakın, mertebe-i şahadetin bir esası olan ihlâsıma zarar vermesin, bir hodfüruşluk manası olmasın" dermiş. Ve arkadaşlarının yanına gidermiş. Böyle bir ihlâsla savaşıyormuş. Bu sebeple Hıfz-ı ilahi altındaymış.

-Gerçekten kendi de talebeleri de kahramanca savaşmış. Takdirle yâd edilecek insanlar.

-Evet öyle. Bak Ermeni fedaileri çok meşhurmuş; hatta öyle rivayet ederler ki, "Fedailerin yüzleri, kızarmış kömür üstüne tutulup gözleri patlama derecesine gelse dahi, yine sır vermezlermiş." ışte Ruslar o zaman diyorlarmış ki: "Bediüzzaman’ın gönüllüleri, Ermeni fedailerinin fevkindedir! Bunun içindir ki, bizim Kazaklarımızı imhada fazla muvaffak olmuşlardır."

-Düşmanın bile hayranlığını kazanmışlar demek ki.

-Doğru bir tespit oğlum. Savaş sırasında Üstad alay kumandanı olduğu için, Ermeni çetecilerin yaptığı zulümler, Türklerin çocuklarını kesmeleri, öldürmeleri hepsi Molla Said’e bildiriliyormuş. Bununla beraber, Ermenilerden de yakalanıp, Bediüzzaman’ın nahiyesine birçok çocuk getiriliyormuş. Kendi çoluk çocuğu Ermeniler tarafından öldürülenler de bunu bir fırsat olarak görmüşler. Ermeni çocuk ve kadınları öldürmeye yeltenmişler. Fakat ıslam kahramanı Molla Said bir kumandan olarak, bu duruma izin vermemiş.

-Ama neden Sıddık amca? Ermeniler de bizim çocuk ve kadınlarımızı öldürmüşler?

-Molla Said’in talebeleri, “ Keçe külahlılar ” da böyle sormuşlar: “Üstad’ım onlar da bizimkileri öldürdü, şimdi biz neden serbest bırakalım?” demişler. Ama Molla Said diretmiş ve:

-Bunlara dokunmak doğru değildir. Bunlar masumdur. Hepsini bir tarafa toplayın, güvenlik içinde sahiplerine teslim edin. Demiş ki, “Hem kadınlar şefkat kahramanıdırlar. Yavrularının gözleri önünde öldürülmesi, onların şefkatine dokunur. Nefretini celp eder. Hem de 15 yaşına gelene dek, her çocuk ecnebi de olsa masumdur. Hepsi birer cennet kuşudur. Müslümanlar gibi muamele görürler. Bizim işimiz masumlarla değil, biz vatanı müdafaa için buradayız. Anarşi çıkarmak için gelmedik. Diye son noktayı koymuş.

-Hayret bir şey! Ne kadar ince düşünceler bunlar. Peki, sonra askerler ne yapmış?

-Askerler mecburen Molla Said’in dediği gibi, kadın ve çocukları Ermenilere teslim etmişler. Zaten Molla Said’in sözleriyle de hayli ikna olmuşlar. Bu olayın cereyan etmesi pek çok hayırlara da sebep olmuş. Çünkü, Molla Said’ in Ermeni kadın ve çocukları serbest bıraktığını, kendilerine sapasağlam teslim edildiğini görünce biraz olsun merhamete gelmişler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlar. Bu hâdise üzerine, Ruslar bizi istila ettiklerinde, fedai komitelerin reisleri Müslüman çoluk çocuğunu kesmek âdetini bırakıp: "Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz" diye ahdetmişler. Molla Said, bu suretle o havalideki binlerle masumların felâketten kurtulmasını temin etmiş.

-Gerçekten ibret verici.

-Evet oğlum. Said Nursi’nin yaptığı hareketi ve verdiği kararı tüm tarih alkışlıyor, alkışlamalı da aslında. Bizim milletimizin âdetidir bu. Düşmana karşı bile merhametli ve adaletli davranmak… Çanakkale’de bile bunun en az 5- 10 tane örneği var. Askerlerimizin, yeri geldiğinde düşmanın yaralarını sardığını, yeri geldiğinde onlara su içirip, kendi yiyeceklerinden verdiklerini tarih anlatıyor.

-Hâlbuki bu gün Sıddık amca? şu gençlik nereye gidiyor baksana?

-Gerçekten can acıtan bir hal. Geleceğimizi koruyacak olan gençler, yalan yanlış, bir sürü etki altında kalıp, can yakıyorlar. Hem de vatanı, milleti savunduklarını zannederek. Aslında sorun şu ki; elbette herkes kendi vatanını ve milletini savunmalı, fakat bunu yaparken masumlara ilişmemeli. Hem Said Nursi der ki;

“Birisinin günahıyla başkası muaheze ve mesul olmaz. Hâlbuki ırkçılık damarıyla bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü, "Bir masumun hakkı, yüz caniye feda edilmez" diye ıslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir.”

-Ne güzel söylemiş amca.

-Evet Yeğenim. Güzel görmüş, güzel söylemiş.

-Ama ne yazık ki, artık gitmem gerek. Sohbet için çok teşekkür ederim Sıddık amca. Gerçekten zaman nasıl geçti anlamadım. Çay için de ayrıca teşekkür ederim.

-Bir şey değil evlat. Gene beklerim. ınşallah, savaşın, ırkçılığın, kötülüklerin süratle son bulduğu günlere doğru çevrilir yönümüz.

-ınşallah amca inşallah.

-Bu arada saatin de pek bir şeyi yokmuş, pilini değiştirdim. Bir müddet daha idare eder seni. Buyur. Para falan ödemeye de kalkma sakın.

-Çok sağ ol amca. Zaten her defasında beni mahcup ediyorsun.

-Olur mu öyle şey oğlum? Hadi kal sağlıcakla.

-Peki amcacığım. Yengeye benden çok çok selam. Ellerinden öperim. Bir ara eve de uğrayacağım o güzel sarmalarından yemek için. Görüşmek üzere.

-Güle güle evlat. Güle güle…

Hasan dışarı çıktığında gün öğleyi çoktan aşmıştı. Ama hala insanlar sokaklarda kümelenmişlerdi. Yakın bir zamanda meydana gelen cinayet yüzünden, slogan atmaktaydılar. Hasan’ın aklında ise, masumlara dokunmayan, savaşma amacını unutmayarak, birçok fedakârlık göstermiş, hiçbir şartta ırkçılık gütmemiş Said Nursi ve kendini kullandırmayan, aksine doğru yerde doğru taktikle savaşan, Allah’ın rızasını hep gönlünde yaşatan genç talebeleri vardı…

Nurdan HUYUT

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=572
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

14

24.03.2007, 03:56




Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Türkan Yalçın Sancar:



“Hepimiz Ermeniyiz” sloganı empati ile anlaşılır


*Türkiye’yi son zamanlardaki uygulamaları göz önüne alırsak baskıcı, özgürlükçü ve ayrıcalıkçı ceza hukuku sistemlerinden hangisine daha yakın?

Son zamanlardaki uygulamalardan ziyade ceza yasasına özellikle gerekçelere baktığımızda yasa koyucunun, yasayı kaleme alanların belli şeylerin konuşulmamasını isteme konusundaki eğilimlerinin olduğunu görüyoruz. Mesela TCK 305. maddenin gerekçesinde “Ermeni soykırımı konusundaki beyanlar” yer alıyor. “Türk milli menfaatlerine” aykırıdır deniyor. şimdi zaten burada size bir ket vuruyor.

*Maddede geçen cümle yoruma oldukça açık bir ifade değil mi?

301’in gerekçesine baktığınızda, “Türk; dünyanın neresinde olursa olsun Türk kültüründen olan insanlar” ifadesi var. Bu millet kavramını aşan bir şey. Dünyanın her yerindeki Türkü kapsayan, Türkiye’deki etnik olarak Türklerin dışındakileri de dışlayan bir söylem. Bunlar gerekçede var. Yargıç gerekçeye bağlı değildir ama çok önemser.

Türkiye’deki durum şu; cumhuriyetten bu yana bizim belli tabularımız var. Bazı şeyleri konuşmak, tartışmak istemiyoruz. Belli doğrularımız var. Onların karşısında herhangi bir muhalefet görmeyi tahammül edemiyoruz. Bunlar da daha çok bizim ezberlerimizle alakalı şeyler. Kafamızda öyle şablonlar var ki onlara en ufak bir müdahale olduğu zaman birden bire allak bullak oluyoruz. Toplum olarak da böyleyiz.

Son dönemdeki uygulamalar daha çok bu şablonlara müdahaleler dolayısıyla ortaya çıktı. şablonlara müdahale eden, fikirlerini açıklayan insanlar birden bire 301’le karşı karşıya geldiler.

*Devlet kimden korkuyor?

Devlet her şeyden bir korku içerisinde. Vatandaştan, gençten, farklıdan korkuyor. Azınlıktan, Kürtten, Aleviden, solcudan korkuyor. Bütün bunları bir araya getirdiğinizde çok büyük bir rakam çıkıyor. “Devlet kimden korkmuyor?” Bunu sormak lazım herhalde. Bu korkulardan kurtulmak lazım.

*TCK’da özellikle düşünce ve ifade hürriyetini kısıtlayacak başka hangi maddeler var?

216. madde var. Halkın bir kesimini aşağılamaktan söz ediyor. 301 kalktığı zaman ilk başvurulacak madde odur. Türkiye’de hep tek taraflı bakılıyor. Türklüğe hakaretten söz ediliyor oysa biliyoruz ki bir çok yayınla “Kürtler şöyledir, her taraf lahmacun kebap koktu, onların restoranlarına gitmeyin, onların sattıklarını almayın” deniyor. Bu nedir?

*Apaçık bir aşağılama örneği…

Aynen öyle. Türkiye’de Türk milletine böyle bir söz söylenmemiştir. Etnik kökeni Türk olan birine böyle bir şey söylenecek de yargıçlar ve savcılar duracaklar. Böyle bir şey olmamıştır. Diğer etnik köken mensupları neden korunmuyor? Ceza kanunları eğer gücünü toplumdan alacaksa düzeni sağlamak ve eşitlikçi olmak zorundadır. Siz toplumun bir kesimine koruma getirirken diğer kesimini dışında bırakamazsınız. Biz daha birkaç yıla kadar Kürt lafını telaffuz edemiyorduk. Yok saymaktır, esas olarak aşağılamak. Bunlar bugünden yarına olan şeyler değil. Yılların birikimi var. Çocukluğumuzdan beri hep tekerlememizde, ailelerimizde konuşurken Aleviyi, Kürdü, Ermeniyi aşağıladık. Onun için, “hepimiz Ermeniyiz” lafını duyunca büyük bir infial yaşanıyor. Empati yeteneği yok ki. Dille yaratılan, dilden bilinçlere giren bir şiddet. O bilinçten de yasalara yansıyan, yasalardan da uygulamaya, yargı pratiğine yansıyan bir şiddet var.

Kemal BENEK

Kaynak:
http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=574
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

15

24.03.2007, 03:59






Saadetimiz Ermenilerle dostluğa bağlıdır



Bediüzzaman Said NURSı

“Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.”

Suâl: "Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsâvi olur?"
Cevap: Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. şeriat dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nevî zimmî-i muâhid nazarıyla bakıyorum.

Suâl: "Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?"
Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. ıstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.
Birşey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahîfe-i vücuttan silinsin. Olabilir. Yalnız, size husumetin bir faydası olsun. Yoksa, mutlaka husumet zarardır. Halbuki, Adem zamanından yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsurun zevâli değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi "Önünde, dikenli bir ağacın kabuğunu soymak kadar güç engeller var"dır (Arap atasözü). Ömer Dilân Kabîlesi bin senedir yine Ömer Dilân’dır. Hem de, onlar uyanmışlar; siz uykudasınız, rüyâ görüyorsunuz. Hem de, fikr-i milliyette müttefik ve kavîdirler; siz, ihtilâfla şimdilik boşsunuz, hem de galebe etmek istiyorsunuz. Onlar sizi mağlup ettiği silah ile, yani akıl ile, fikr-i milliyetle, meyl-i terakkî ile, temâyül-ü adâlet ile mağlup edebilirsiniz. Bence şimdi kılıç vuran, o kılıncın aksi döner, yetimlerine dokunur. şimdi galebe kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lâkin aklın elinde. Hem de dostluğun sebebi vardır. Zîrâ komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar.
ışte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.
Münâzarât, s. 67-69

Vabeste: bağlı

Mütezellilâne: zillet içerisinde ve ezik bir tavırla

ızzet-i milliye: milliyetin gerektirdiği şeref, yücelik.

Musâlâha: barışma, uzlaşma

Zimmî: islam devleti tebasından olan ve cizye veren gayrımüslimler.

Zimmetdâr: Hazine sahibi, vergiyi alan

zimmî-i muâhid: islam devletine cizye ödeyerek korunmakta olan gayrımüslim

sahîfe-i vücud: varlık alanı

zeval: sona erme, yok olma

galebe etmek: yenmek, galip gelmek

meyl-i terakkî: kalkınma isteği

temâyül-ü adâlet: adalete yönelme

terakkiyât: ilerleme

hüşyâr etme: uyandırma

hafîd: torun

müfsid: fesatçı, bozguncu

*
“Kaymakam ve vâli, reis değil; belki ücretli hizmetkârdırlar”

Meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır.

Suâl: şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?
Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i ıslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez.

Suâl: şeriatın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine taallûku var.
Cevap: Bundan sonra bizzarure hilâfeti temsil eden Meşîhat-ı ıslâmiye ve Diyanet dairesi, hem âli, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre olacaktır. şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev'inden şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister. ışte şu hâkimin fetvâ emîni, Meşîhatta mezâhib-i erbaadan kırk elli ulemâ-i muhakkik bir meclis-i mebusân-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı mânevîleri, öteki şahs-ı mânevîye fetvâ emînlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisânını anlamazlar. Zîrâ şahs-ı vâhid; şahs-ı mânevîyi kandıramaz ve tenvir edemez.

Suâl: Eskiden beri işitiyoruz ki: "Bazı Jön Türkler masondurlar, dine zarar ediyorlar."
Cevap: ıstibdat, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir. Bazı lâübâlilik dahi şu vehme kuvvet veriyor. Fakat emin olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksatları dine zarar değildir. Belki, milletin selâmetini temin etmektir. Fakat bazıları, dine lâyık olmayan bârid taassuba müfritâne ilişiyorlar. Demek, hürriyete ve meşrutiyete hizmetleri sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye ediyorsunuz. ışte onların bir kısmı, ıslâmiyet fedâileridir. Bir kısmı da, selâmet-i millet fedâileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri, ıttihad ve Terakkidir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih, Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu'tekid müslimlerdir. “Hüküm eksere göre verilir.”
şu kâideye binaendir ki: Hoşgören gözün ziyneti, lütuf ve şefkatle hüsn-ü nazar etmekte ve kalbin nuru dahi rıfk ve rahmettedir. Hakka tevfik ayağıyla çıkılır. "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." (Buharî, Tevhid: 15, 35; Müslim, Tevbe: 1) misbahıyla aydınlanmayı ihtiyar eden, saadete erişir.Hâşiye
Hâşiye: Tekrar temâşâ et, çünkü bu Arabî fıkra şifrelidir, işârâtı var.
Münazarat, s. 79-81,

Riyaset: Başkanlık.
Taallûk: Alakalı oluş, bağlı oluş.
Nezzâre: Murakabe eden, kontrol eden.
Efkâr-ı âmme: Kamuoyu, genel görüş.
Mezâhib-i erbaa: Dört hak mezhep.
Tenvir: Nurlandırma, aydınlatma.
ıbka: Devam ettirme, sonsuzlaştırma.
Bârid: Soğuk.
Sebkat: Öne geçme, üstün gelme.
Tesmiye: ısimlendirme.
Ukde-i hayatiye: Hayat düğümü.
Aşâir: Aşiretler.

*
“Dost olmamız; medeniyet ve terakkîlerini iktibas etmektir”

Onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. ışte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir.

Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. "Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin." (Mâide Sûresi, 5:51.) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?
Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştakk üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!
Sâniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. ışte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir.

Sual: Bir kısım Jön Türk der: "Demeyiniz Hıristiyanlara hey kâfir! Zira ehl-i kitaptırlar." Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?
Cevap: Kör adama, hey kör demediğiniz gibi... Çünkü eziyettir. Eziyetten nehiy var. "Kim zimmî olan birine eziyet ederse..." (Hadis-i şerifin devamı "Ben onun hasmı olurum." şeklindedir. El-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr: 6:19, hadis no: 8270.)
Saniyen: Kâfirin iki mânâsı vardır: Birisi ve en mütebadiri dinsiz ve münkir-i Sâni demektir. şu mânâ ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye hakkımız yoktur.
ıkincisi: Peygamberimizi ve ıslâmiyeti münkir demektir. şu mânâ ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki mânânın tebâdüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.
Hem de daire-i itikadı, daire-i muamelâta karıştırmaya mecburiyet yoktur. Kabildir, o kısım Jön Türklerin muradı bu olsun.
Münâzarât, s.70-72

kat'iyyü'l-metîn: Metnin, ibarenin kesin oluşu.
kat'iyyü'd-delâlet: Bir metnin işaret ettiği mânânın kesin olması.
müştakk: 1-ıştiyak etmiş, başka bir kelimeden meydana gelmiş, türemiş, türeme. 2-mat. Türev.
me'haz-ı iştikak: Türeme yeri, kaynağı.
illet-i hüküm: Hüküm sebebi.
istihsan: Güzel görme, beğenme.
ezhân: Zihinler.
ukul: Akıllar.
nehy-i Kur'ânî: Kur’ânî yasaklama.
mütebadir: ılk akla gelen.
münkir-i Sâni: Allah’ı inkâr.
ıtlak: 1- Adlandırma, isim verme. 2- Genelleştirme, umumî hale getirme.

*
“Ermeni çoluk çocuğuna ilişmeyin!”

Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu. Bediüzzaman'ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere, "Bunlara ilişmeyiniz!" diye emretti.

Bediüzzaman, Kafkas Cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van'a çekildi. Van'ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van Kal'asında şehit oluncaya kadar müdafaaya katî karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Beyin ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van'dan kaçan ahalinin mal ve çoluk çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hatta, hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor; güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp, ilerletmiyordu. Böylelikle, Vastan'ın Rus istilâsından kurtulmasına sebep olmuştur.
O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile, ışârâtü'l-ı'caz namındaki tefsirini telif ediyordu. Bazan avcı hattında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman, kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. ışârâtü'l-ı'câz'ın büyük bir kısmı bu vaziyette telif edilmiştir. (...)
O muharebede yirmi talebe kadar kıymettar ve ışârâtü'l-ı'caz tefsirinin katibi olan Molla Habib, ıran cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan'da şehit düşer.
O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu. Bediüzzaman'ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere, "Bunlara ilişmeyiniz!" diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hadise üzerine, Ruslar bizi istilâ ettiklerinde, fedai komitelerin reisleri Müslüman çoluk çocuğunu kesmek âdetini bırakıp, "Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz" diye ahdettiler. Molla Said, bu sûretle o havalideki binlerle masumların felâketten kurtulmasını temin etmiş oldu.
Tarihçe-i Hayat, s. 94-99

Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=568
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

Mesajlar: 19

Konum: istanbul

Meslek: grafik tasarimci

  • Özel mesaj gönder

16

09.04.2007, 00:23

"SÜRÜDEN AYRILMA ZAMANI" DENEMELERı

Alıntı

SÜRÜDEN AYRILMA ZAMANI" DENEMELERı


bu yazıyı çok beğendim. yazana teşekkür, yazdırana şükür...

17

09.04.2007, 09:12

daha ne kadar güzel yazilar var
okumaya devam insallah :wink:
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

Bu konuyu değerlendir