"Molla Said ermeni cocuklarinin kesilmesini önlemisti"
Haberler bültenlerinin, “ozon tabakasının delindiğinden, küresel ısınmanın arttığından” dem vurduğu, tedirginlik içinde geçen günlerdi. Hava şartları, normal seyrinde gitmediği için yapılan bu yorumlar, insanların telaşlanmasına neden oluyordu. Sanki kış ortasında kar yağmak zorundaymış, her mevsim kendi gereğini yerine getirmek mecburiyetindeymiş gibi… Böyle hissedildiği için ya da öyle alışıldığı için yağmurun yağmayışı üzerine binlerce yorum yapılıyordu. “Kuraklık baş gösterecek, insanlar susuz kalacak. Artık belki de evlere bile su verilmeyecek”
Sıddık amcaysa, saatçi dükkânının içinde oturmuş, bir yandan müşterilerin daha evvelden bıraktıkları saatleri tamir ederken, diğer yandan da bu ve buna benzer haberleri izliyordu televizyondan. Alışkanlık haline gelmişti bu durum onda. Emekli olduktan sonra açtığı saatçi dükkânında sabah erkenden televizyonun başına geçer ve dünyada ne olup, bittiğini seyrederdi. Sonra da gelen giden müşterilerle, tanıdıklarla gündemdeki konular hakkında uzun sohbetler eder, bilgilerini paylaşırdı. Hoşsohbet bir insan olduğu için, biraz da yaşının verdiği olgunlukla meseleleri tane tane söyler, insanların gözüne bakar, kalbine hitap ederek anlatırdı. Onun bu güzel fikirlerinden faydalanmak için birçok insan, dükkâna uğrar, O’nu heyecanla dinlerdi.
Fakat bu gün, hava bayağı soğuk olduğu için, pek gelen, giden olmamıştı. O da televizyonda verilen haberlere öyle dalmıştı ki, onu ziyaret edip, bir çayını içmeyi düşünen yeğeninin, dükkân kapısını açıp içeri girdiğini bile fark edememişti. Neden sonra yeğeni Hasan: “Selamun aleyküm Sıddık amca” dedi de, birden kendine gelip, başını sesin geldiği yöne çevirdi. Kısa bir şaşkınlığın ardından da, misafirin gelişinden memnun olduğunu belirten, hafif bir tebessüm kondurdu durgun yüzüne:
-Ve aleyküm selam ve rahmetullah. Hasan oğlum. Hoş geldin.
-Hoş bulduk Sıddık amca, bu taraflarda az bir işim vardı. Hem benim kol saati de iki gündür çalışmıyor. Gelmişken, onu da tamir ettireyim dedim.
-ıyi etmişsin buyur otur.
-Sağ ol Sıddık amca. Nasılsın? Ne var ne yok?
-ıyiyim oğlum hamdolsun. Seni de iyi gördüm maşallah.
-Allah’a şükür iyiyim Sıddık amca. Hayırdır? Televizyona öyle bir dalmıştın ki geldiğimi bile fark etmedin.
-Evet oğlum. Dehşet verici bir haber izliyordum televizyonda. 18- 19 yaşlarında genç bir çocuk, Ermeni bir gazeteciyi gündüz gözüyle, hem de sokak ortasında öldürmüş.
-Ben de izledim o haberi Sıddık amca. Hakikaten çok ilginçti.
-Aslına bakarsan oğlum, bu tip olaylar sık sık olmaya başladı. O nedenle fazla etkilenmiyoruz. Ama beni asıl etkileyen, asıl dehşete düşüren, masum bir insanın öldürülmesinin yanında, bu fiili işleyenin henüz çocuk yaşta bir insan olmasıdır. Hem de hayatının baharındayken…
-Geleceği de mahvoldu genç adamın.
-Bırak geleceğini, Allah muhafaza etsin, ebedi hayatını da çok fazla etkiler bu olay.
-Doğru söylüyorsun. Bu dünya geçici. Bir de öteki hayat var. Yazık bu gençliğe.
-Senin okul nasıl gidiyor? Bir yaramazlık yok inşallah?
-Bu yıl son sene olduğu için biraz daha zorlanıyorum Sıddık amca, ama Allah’ın izniyle atlatacağım. Yaramazlığı da sorarsan benden yana bir şikâyeti olmaz okulun, fakat doğru yolda olmayan çok arkadaş var.
-Ne gibi?
-Aslına bakarsan amcacığım, okuyan insanın sürekli olarak paraya ihtiyacı oluyor. Verilen burslar da ihtiyaçları karşılayamıyor. Bu yüzden çok para kazanmak için, gayri meşru yolları tercih edenler bir hayli fazla. Bu da hem toplumda, hem okulda huzursuzluk meydana getiriyor.
-Anlıyorum ne demek istediğini Hasan. Gençlerin sömürülüşünden bahsediyorsun sen. Bunun sebebi ne biliyor musun? . Gençliğin iyi para etmesi… Para için ruhunu bile satmaya hazır olan bazı insanlar, üç beş kuruş “çok para(!)” yı ellerine sıkıştırıp, salıyorlar insanların üstüne. “Oğlum sana içeride iyi bakarız, hem gençsin, daha önünde uzun seneler var. Takma kafayı bu kadar, herkes şerefiyle yaşamıyor ya!” türünden binlerce vaat ve öğütle ikna ediliyorlar. “Az çalış, çok kazan” teorileriyle, zaten çok çalışıp, uzun süre beklemeyi göze alamamış, heyecanlı gençliğin damarlarında, sinsi bir kan gibi dolaşıyorlar. Kimilerini, okul önlerinde ekmek arası uyuşturucu satmaya, kimilerini ise arka sokaklarda insan tacirliği yapmaya iteliyorlar. Böylece hem kötü işlere bulaşmamış oluyorlar, hem de işlerini kolaylıkla hallediyorlar. Değil mi? Saf gençliğin, “uyanık(!)” şeytanları…
-Aynen öyle. Allah halimizi iyi etsin Sıddık amca, gençler uyanır inşallah. Yoksa sonuçlar, kötü oluyor hakikaten.
-Sonuçların toplumu etkileyişi de çok önemli bir konu. Bazı olaylar sadece ufak bir kesimi etkilerken, (az evvelki cinayet haberinde de olduğu gibi), bu gibi olayların sonunda işler büyüyor. Bunlarda beraberinde büyük felaketler getiriyor. ınsanların ırkçı damarını kabartıyor. Milliyetçilik yüzünden az kan dökülmedi çağlar boyu. Baksana şimdiden insanlar sokağa dökülmüşler. Pankart açanlar, slogan atanlar…
-Gelirken ben de rastladım bir tanesine, kalabalığın arasından zor sıyrıldım doğrusu.
- Bu arada yeni çay demlemiştim geldiğin iyi oldu biraz beklersen hemen getiririm.
-Bu sohbetin arasında iyi gider gerçekten.
-Hemen getiriyorum oğlum.
Aradan geçen birkaç dakika sonunda, elinde bir tepsiyle yandaki ufak odadan iki bardak çayla geri dönen Sıddık amca birini Hasanın önüne, diğerini de kendi önüne bıraktı. Çay bardağından kıvrım kıvrım yükselen buharlar beraberinde mis gibi bir koku yayıyordu etrafa. Çayına iki şeker atıp karıştırdıktan sonra birkaç yudum içen Hasan:
-Eline sağlık Sıddık amca. Çayın yine çok güzel demlenmiş. ıçim ısındı inan ki. Diyerek memnuniyetini belirtti.
-Afiyet olsun oğlum. Ama yengen duymasın bunu, evde de bana iş yaptırmaya kalkıyor sonra.
Hasan bir yandan tebessüm ederken, diğer yandan cebinden kol saatini çıkarıyordu:
-şu saate de bir bakıver amca.
Sıddık amca saati aldı ve çekmeceden çıkardığı bir takım aletlerle, tamir etmeye başladı. Sohbet devam ediyordu.
-Çayını soğutma oğlum. Ben de saate bakayım. Bu arada, nerede kalmıştık?
-Farklı milletten olan bir insanın, kendi milletinden olmayan bir kişiyi, öldürmesi sonucunda ortaya çıkan ırkçılıktan, karışıklıktan bahsediyordun.
-Evet oğlum. Aynen dediğin gibi… Hem öldüren genç de bunu teyit etmiş:
Olay yerinden ayrılırken: “Vurdum Ermeni’yi” diyerek sevinç çığlıkları atmış. Bundan seneler evvel de, bir Sırplı genç, Avusturya Veliahdı Franz Ferdinant ve eşini öldürmüştü. Mevcut durumun karmaşıklığını iyice tetikleyen bu olay sonunda, dünya 4 yıl kana bulanmıştı. Ne yiğitler, ne canlar feda edilmişti.
-Birinci dünya savaşından bahsediyorsun değil mi amca?
-Evet.
-O savaşta bizim Ermenilere karşı bir cephemiz de vardı sanırım. Gündemde ya bu millet, o sebeple soruyorum.
-Sıddık amca tebessüm ederken, sözüne devam etti:
-Pasinler cephesi deniyor ona. Çok güzel bir olayı hatırlattın bana evlat. Bak sana anlatayım:
Birinci dünya savaşı çıktıktan sonra, Osmanlı da kendini savaşın içinde bulmuş. Çok kötü bir zamanmış, hem Osmanlı yıkılmak üzereymiş, hem de maddi, manevi savaş gücü hiçbir yönden yeterli değilmiş. O sırada Van- Bitlis cephesinde Ermeniler ve Ruslarla savaşılıyormuş. Said Nursi’yi tanıyor musun?
-Tabii ki. Asrın en büyük âlimi, müceddidi. Bediüzzaman...
-Doğru dedin evlat. Ama Bediüzzaman, Molla Said olarak tanınıyor o sıralarda. 40 yaşına merdiven dayamış. Zeki ve gayet cesur… Gözü pek bir ıslam kahramanı… O dönemde Van da bir Medresetüzzehra açma fikrinde. Hatta temelini bile atmış. Din ve fen ilimlerinin birleştirileceği harika bir okul olacak. Fakat birinci dünya savaşının çıktığını, vatanın ve milletin tehlikede olduğunu duyunca; Talebelerine: “Hazırlanın, büyük bir felaket yaklaşıyor” demiş. Ve gönüllü alay kumandanı olarak Pasinler cephesine, talebelerini de yanına alarak katılmış.
-Peki, Sıddık amca, Said Nursi’nin talebeleri savaş tekniklerini nereden öğrenmişlerdi de savaşa katılmışlardı?
-Molla Said, onlara, beş-altı tane mavzer tüfeği satın almış, talebelerine dinî ilimlerin yanı sıra silah eğitimi de veriyormuş. Onları dağlara götürüyor ve talim yapmak için hedefe yumurta koyuyormuş. Yumurtaya kim isabet ettirirse ona ödül olarak bir gümüş veriyormuş. Bu şekilde eğitim gören talebeler, kısa zamanda ustalaşmış ve cesaret kazanmışlar. Kısa zamanda şöhretleri etrafa yayılmış. Hatta bu yüzden, talim için dağa gittikleri vakit, Ermeni çeteciler hemen gizleniyorlar veya başka bir yere gidiyorlarmış.
-Medresetüzzehra açma fikrine ne olmuş?
-Savaş sebebiyle, açılamamış maalesef. ınşallah ileride açılır. Fakat onun yerine telif edilen Risale-i Nur eserleri, tam bir Medresetüzzehra vazifesini görmüş. şimdilerde bile, hâlâ bu vazifeyi her evde özel bir okul gibi ifa ediyor. Gençlere okullarda aldıkları fen ilminin yanında, kendi öğretileri ile kazandırdığı din ilmi sayesinde, dengeli bir eğitim aldırıyor ve onların çift kanatlı bir kuş gibi uçmalarını sağlıyor.
-Savaş esnasında da risale-i nur yazılmış deniyor? Bu nasıl olmuş o zor şartlarda?
-Aslında Risale-i Nurların yazılması daha sonraya rast gelmekte. Fakat ışaret-ül icaz adında külliyatta da bulunan bir eser savaş sırasında, hem de hiç bir kaynak eser mevcut olmadığı halde yazılmış. Kur’an’ın ayet ayet bir tefsiri olmuş bu. Said Nursi kendinden sonra gelecek ıslam ehline bir örnek teşkil etmesi için yazmaya başlamış. Ancak, Kuran’ın ilk 33 ayetine kadar yazabilmiş. Bu da az değil, ama hemen hemen 250 sayfalık harika bir eser.
-Gerçekten ilginç.
-Daha da ilginç olan olayı anlatmak istiyorum aslında. Ermeniler ve Bediüzzaman olayını.
-Zevkle dinlerim.
-Savaşın en şiddetli günleri yaşandığı sırada, Ermeni ve Rus kuvvetleri, çoluk, çocuk herkesi öldürüyormuş. Kent, köy, ev her şeyi yakıp, yıkıyorlarmış. Anne feryatları, çocuk çığlıkları göklere erişiyormuş. Said Nursi ve talebeleri de savaşın en yoğun zemininde savaşıyorlar, canlarını hiçe sayarak, varlarını, yoklarını vatan müdafaasında sarf ediyorlarmış. Tabii üstadın sözünden hiç çıkmayarak, derin bir sevgiyle bağlı bu talebelerden, bir hayli şehit düşenler de olmuş. Mesela "ışaret-ül ıcaz" tefsirinin kâtibi olan Molla Habib, ıran cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan' da şehit düşmüş. Gerçekten çok kıymettar talebelermiş.
-Peki ya Molla Said?
-Molla Said, gönüllülere cesaret vermek için, sipere girmeyerek, avcı hattında dolaşırmış. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına gelir ve ruhuna ilişir ki, "şu anda şehit olsam; bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan şu halim, sakın, mertebe-i şahadetin bir esası olan ihlâsıma zarar vermesin, bir hodfüruşluk manası olmasın" dermiş. Ve arkadaşlarının yanına gidermiş. Böyle bir ihlâsla savaşıyormuş. Bu sebeple Hıfz-ı ilahi altındaymış.
-Gerçekten kendi de talebeleri de kahramanca savaşmış. Takdirle yâd edilecek insanlar.
-Evet öyle. Bak Ermeni fedaileri çok meşhurmuş; hatta öyle rivayet ederler ki, "Fedailerin yüzleri, kızarmış kömür üstüne tutulup gözleri patlama derecesine gelse dahi, yine sır vermezlermiş." ışte Ruslar o zaman diyorlarmış ki: "Bediüzzaman’ın gönüllüleri, Ermeni fedailerinin fevkindedir! Bunun içindir ki, bizim Kazaklarımızı imhada fazla muvaffak olmuşlardır."
-Düşmanın bile hayranlığını kazanmışlar demek ki.
-Doğru bir tespit oğlum. Savaş sırasında Üstad alay kumandanı olduğu için, Ermeni çetecilerin yaptığı zulümler, Türklerin çocuklarını kesmeleri, öldürmeleri hepsi Molla Said’e bildiriliyormuş. Bununla beraber, Ermenilerden de yakalanıp, Bediüzzaman’ın nahiyesine birçok çocuk getiriliyormuş. Kendi çoluk çocuğu Ermeniler tarafından öldürülenler de bunu bir fırsat olarak görmüşler. Ermeni çocuk ve kadınları öldürmeye yeltenmişler. Fakat ıslam kahramanı Molla Said bir kumandan olarak, bu duruma izin vermemiş.
-Ama neden Sıddık amca? Ermeniler de bizim çocuk ve kadınlarımızı öldürmüşler?
-Molla Said’in talebeleri, “ Keçe külahlılar ” da böyle sormuşlar: “Üstad’ım onlar da bizimkileri öldürdü, şimdi biz neden serbest bırakalım?” demişler. Ama Molla Said diretmiş ve:
-Bunlara dokunmak doğru değildir. Bunlar masumdur. Hepsini bir tarafa toplayın, güvenlik içinde sahiplerine teslim edin. Demiş ki, “Hem kadınlar şefkat kahramanıdırlar. Yavrularının gözleri önünde öldürülmesi, onların şefkatine dokunur. Nefretini celp eder. Hem de 15 yaşına gelene dek, her çocuk ecnebi de olsa masumdur. Hepsi birer cennet kuşudur. Müslümanlar gibi muamele görürler. Bizim işimiz masumlarla değil, biz vatanı müdafaa için buradayız. Anarşi çıkarmak için gelmedik. Diye son noktayı koymuş.
-Hayret bir şey! Ne kadar ince düşünceler bunlar. Peki, sonra askerler ne yapmış?
-Askerler mecburen Molla Said’in dediği gibi, kadın ve çocukları Ermenilere teslim etmişler. Zaten Molla Said’in sözleriyle de hayli ikna olmuşlar. Bu olayın cereyan etmesi pek çok hayırlara da sebep olmuş. Çünkü, Molla Said’ in Ermeni kadın ve çocukları serbest bıraktığını, kendilerine sapasağlam teslim edildiğini görünce biraz olsun merhamete gelmişler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlar. Bu hâdise üzerine, Ruslar bizi istila ettiklerinde, fedai komitelerin reisleri Müslüman çoluk çocuğunu kesmek âdetini bırakıp: "Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz" diye ahdetmişler. Molla Said, bu suretle o havalideki binlerle masumların felâketten kurtulmasını temin etmiş.
-Gerçekten ibret verici.
-Evet oğlum. Said Nursi’nin yaptığı hareketi ve verdiği kararı tüm tarih alkışlıyor, alkışlamalı da aslında. Bizim milletimizin âdetidir bu. Düşmana karşı bile merhametli ve adaletli davranmak… Çanakkale’de bile bunun en az 5- 10 tane örneği var. Askerlerimizin, yeri geldiğinde düşmanın yaralarını sardığını, yeri geldiğinde onlara su içirip, kendi yiyeceklerinden verdiklerini tarih anlatıyor.
-Hâlbuki bu gün Sıddık amca? şu gençlik nereye gidiyor baksana?
-Gerçekten can acıtan bir hal. Geleceğimizi koruyacak olan gençler, yalan yanlış, bir sürü etki altında kalıp, can yakıyorlar. Hem de vatanı, milleti savunduklarını zannederek. Aslında sorun şu ki; elbette herkes kendi vatanını ve milletini savunmalı, fakat bunu yaparken masumlara ilişmemeli. Hem Said Nursi der ki;
“Birisinin günahıyla başkası muaheze ve mesul olmaz. Hâlbuki ırkçılık damarıyla bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü, "Bir masumun hakkı, yüz caniye feda edilmez" diye ıslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir.”
-Ne güzel söylemiş amca.
-Evet Yeğenim. Güzel görmüş, güzel söylemiş.
-Ama ne yazık ki, artık gitmem gerek. Sohbet için çok teşekkür ederim Sıddık amca. Gerçekten zaman nasıl geçti anlamadım. Çay için de ayrıca teşekkür ederim.
-Bir şey değil evlat. Gene beklerim. ınşallah, savaşın, ırkçılığın, kötülüklerin süratle son bulduğu günlere doğru çevrilir yönümüz.
-ınşallah amca inşallah.
-Bu arada saatin de pek bir şeyi yokmuş, pilini değiştirdim. Bir müddet daha idare eder seni. Buyur. Para falan ödemeye de kalkma sakın.
-Çok sağ ol amca. Zaten her defasında beni mahcup ediyorsun.
-Olur mu öyle şey oğlum? Hadi kal sağlıcakla.
-Peki amcacığım. Yengeye benden çok çok selam. Ellerinden öperim. Bir ara eve de uğrayacağım o güzel sarmalarından yemek için. Görüşmek üzere.
-Güle güle evlat. Güle güle…
Hasan dışarı çıktığında gün öğleyi çoktan aşmıştı. Ama hala insanlar sokaklarda kümelenmişlerdi. Yakın bir zamanda meydana gelen cinayet yüzünden, slogan atmaktaydılar. Hasan’ın aklında ise, masumlara dokunmayan, savaşma amacını unutmayarak, birçok fedakârlık göstermiş, hiçbir şartta ırkçılık gütmemiş Said Nursi ve kendini kullandırmayan, aksine doğru yerde doğru taktikle savaşan, Allah’ın rızasını hep gönlünde yaşatan genç talebeleri vardı…
Nurdan HUYUT
Kaynak: http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/?page=Contents.gy&article_ID=572