Giriş yapmadınız.

Zehracan

Süper Moderatör

  • Konuyu başlatan "Zehracan"

Mesajlar: 8,190

Hobiler: Risale-i Nur, DUA...

  • Özel mesaj gönder

1

15.04.2008, 18:24

Nisan 2008 - Hayal Ülkesi şiir

Bu ay şairliğimiz üzerimizde...

[img:215:300]http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/images/kapaklar/2008-04.jpg[/img]

Hangimiz lise sıralarında, dünyanın en iyi mısralarını kaleme aldığımızı düşünerek şiirler yazmadık ki?
Hangimizin hafızasında, kırık dökük de olsa ünlü bir şairden bir şiir yoktur?
Akif'in Çanakkale şehitleri şiirinde heyecanlanmayan, Cahit Sıtkı'nın “Otuz Beş Yaş”ında hüzünlenmeyen, Fuzuli'nin “Leyla ve Mecnun”unda aşka dair düşüncelere dalmayan kim vardır?
Bu sayımızda, hepimizin hayatında az ya da çok yer işgal eden “şiir” konusunu ele aldık.
Sadık Yalsızuçanlar, mantık ve metafizik arasında şiiri ararken, Abdurrahman şen, şiirin kültürün aktarımındaki yerini sorguladı.
Yusuf Sönmez, şiir deyince tefekküre dalanlardan ve kendi tefekkür dünyasını bizimle paylaştı.
şair ve yazar Hilmi Yavuz ve edebiyat üzerine yazdığı kitaplarla tanıdığımız yazar Mehmet Nuri Yardım ile yaptığımız sohbeti ilgiyle okuyacağınızı tahmin ediyorum.
şiir denince, halk şiirinin yeri inkâr edilemez. Mustafa Gökmen, Kara Toprak'ın dostu Aşık Veysel'i anlattı bu sayımızda kısaca.
Kosova'nın bağımsızlığını ilan ettiği bugünlerde sizi “Sultan Murat'ın yadigarı, Akif'in memleketi” bu coğrafyaya da götürüyoruz.
Bu yılki Oscar'ları toplayan “ıhtiyarlara Yer Yok” filmiyle ilgili Kadir Karaca'nın değerlendirmelerini de ilerleyen sayfalarda okuyabileceksiniz.
Umut Yavuz, geçtiğimiz sayılarda başladığı filozoflar dizisine Konfüçyüs ile devam ediyor.
Marka tutkusunu ele alacağımız Mayıs sayımızda buluşmak üzere…

Kaynak: http://www.gencyaklasim.com/
"İnsan vardır fark edilmez süsünden.
Kimi farksızdırkoyun sürüsünden.
Her gördüğün şekle kapılma,
insan anlaşılmaz görüntüsünden...(!)"

Zehracan

Süper Moderatör

  • Konuyu başlatan "Zehracan"

Mesajlar: 8,190

Hobiler: Risale-i Nur, DUA...

  • Özel mesaj gönder

2

15.04.2008, 18:32


Bana her şey SeNi hatırlatıyor

[img:175:175]http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/images/resimler/2008/200804-15.jpg[/img]

Her şey eserlerini okuduktan sonra değişti. Var olan her şey anlamlı hale geldi; mânâlarını, sanatkârını, O’nun güzel ve müjdeli isimlerini gösterdi. Artık her şey farklı. Farklılığa vesile olan sen de farklısın benim nazarımda. Hiç unutulmayacak bir fark var sende. Ve hiç unutamadığım.

Hatırlamak vefa demek, işte bu da o vefanın hatırasına.

ıllüstrasyon: Murat Sayan

Belki sana sağlığında hatırını sormak bahtiyarlığına eremedim, acele edip kışta geldiğin için, ama sen hep hatırımdasın!

Bana her şey seni hatırlatıyor!

Sen unutturulmaya çalışıldıkça tanındın. Görülmemek için gönderildiğin sürgün yerleri dünyanın her tarafından göründü, tanındı. Kayıt altına alındın, ama Nur kayıt altına alınmaz ki. Tüm engelleri deler geçer, dinsizlik duvarlarını tarumar eder.

Kuşlar yazdığın kitapları tebrike gelirdi pencerene. Sana veda için gökler ağlardı.

Mahlûkat Seni unutmazken, biz nasıl unutalım! Ki onları Kur’ân’ın nuruyla; başıboş, serseri, gayesiz görülmekten kurtarıp, bir sanat şaheseri olarak hakiki kıymetlerini gösteren ve üzerlerinde Sanatkârının imzasını okutan zât elbette unutulmaz.

Hayatımıza “insanlık âleminin en şereflisi”ni model olarak sunan zât unutulmamalı.

Her şeyi anlamlandıran bir eserin yazarı, her şeye bakıldığında hatırlanmalı.

80 küsûr senelik ömründe, hayatın her safhasında yaşayan, yaşamın her ânında hatırlanmalı.



*

Her gün, nefsine hitaben yazdığın satırları seninle beraber mütalaa ederken, kırmızı kitapla sınırlı değil bu tefekkür, kâinatın sayfalarında da seninle beraberim. Seni hep kâinat kitabını mütalaa ederken bulup, yine onunla baş başa bırakıyorum.

Hayatında, bir memlekette ve bir mekânda iken şimdi; her zaman, her mekândasın hatıralarınla.

Haritada hangi memlekete baksam; her eve kurduğun manevi üniversitenin kürsüsünde, nurlu sayfalardan sesleniyorsun herkese. Hangi ülkeye baksam, onlarca dilden milyonlarca insanla konuşuyorsun. Asya’da, Avrupa’da, Ortadoğu’da ve memleketimin her köşesinde; karada ve denizde senin izlerin var. Biliyorum sen, dünyaya sığmayan bir insansın, fezada da seyahat edip kâinattan Halikını soruyorsun.

Biz daha uzay seyahatinin hayalini kurarken sen, bir asır önce dünya gemisiyle, feza denizinde seyahat edip, yıldızları temâşâ ediyordun. Hilalin halkasına takılan Ülker takımyıldızının salkımından tefekkür ziyafeti çekiyordun.

Araç Fuarları’ndaki hiçbir araç, seni taşıyan 53 model Chevrolet gibi, dünyada eşsiz ve büyük bir insanı taşıma şerefine nail olamadı, olamayacak.

Hiçbir gökdelen, senin kaldığın evler gibi yükseklik duygusu vermiyor insana.

Resim sergilerindeki resimleri ilk defa görmeme rağmen, yüz defa baktığım resmin kadar ilgimi çekmiyor. Sair resimlere ben bakarken, sen resimlerden bana bakıyorsun.

Kalemler, bilgisayardan daha üstün, nurlu eserlerini ilk yazan onlar olduğu için.

Hayvanata nasıl davranılacağını senden öğrendik. ısimleri ve sıfatları değişti onların. ‘Öküz efendi’, ‘cumhuriyetçi karıncalar’, ‘işlek-merkep’ diyoruz. Tavuğa; yumurta makinesi diyoruz, sanatkârını hatırlayıp, hatırlatarak. Hayvanların gıybetini yapmıyoruz. Kediler nankörlükle yâd edilmiyor artık; onlar, her hayrın başında zikrettiğimiz ‘Rahman’ isminin zâkirleri. Bülbüllerden biz de Rezzak’a şükür namelerini dinliyoruz. Koyun keçi birer süt fabrikası. Başımız üstündeki arılardan iktisat dersi alıyoruz.

Dünya değişiyor, kavramlar da. Fani hayattan lezzet alma yarışı içinde iken; istemeden girilen hapishaneler, dar duvarlar, yalnızlık, hayattan soyutlanmadan vs. dolayı, korkulan mekanlar olup herkes kaçarken, Zamanın Bediî’si onu da değiştirdi. Sonsuzluğa açılan kapılar oldu zindanlar, hücreler. Dört duvar ekran olmuş, kâinatı temaşa ediyor o dershanenin talebeleri, baharın halılarını seriyor koğuşun zeminine…

Kurulan idam sehpaları, senin nazarında kürsüdür. Bulunduğun mekânı dershane ittihaz edip dersini sunarsın, seni idam etmeye çalışanların dahi aydınlanması için.

Minarelerin şerefelerinin korkuluğunda yürüyen Üstadım, tüm insanlığı kucaklamak için ellerini açmış.

Ayasofya’da herkes sessizlikle karşılaşırken, ben senin elli bin kişiye hitabını dinliyorum.

şam, bir başka ülkede de olsa, bütün âlem-i ıslam camilerinde yankılanıyor Cami-i Emeviye’deki Hutbe-i şamiye ve hastalıklarımıza şifalar, biçare ruhlara ümid ve şevk veriyor.

Odamın kapısına ‘her soruya cevap verilir’ yazmak geçiyor içimden; her soruya cevap veren Üstadın kitaplarını elimde tutarak.

Artık bindiğim her araç, medrese-i seyyare-gezen dershane.

Elimdeki ışârâtü’l ı’caz’ı okumak için siper arıyorum. Top güllelerinin, yazılan hakikatleri onaylarcasına TAM TAM sesleri yankılanıyor kulaklarımda. Mitralyözler kalemlere ritim tutuyor.

Törende çekilen topların yanında Molla Said ve talebeleri var. Rusların elinden aldıkları otuz topu Osmanlı karargâhına götürüyor.

Rusya’daki bir resm-i geçit törenini izlerken; Rus başkomutanın önünden yerleri inleterek geçen askerlere rağmen, başkomutan, önünden geçerken, Bediüzzaman kılını bile kıpırdatmıyor, oturduğu yerden.

Dinin izzetini muhafaza eden insandan öğrendim ki, pasaport yalnız dünya için geçerli değil, idam fermanı da pasaport olabiliyor. Gafillerin dünyaları kararırken bir kurşunla, darağacıyla, Said’e nurani dünyaların kapıları açılıyor. O ötelere buralardan daha müştak. Terhisin süruru var onda. Kavuştukları terk ettiklerinden daha sevimli.

Sirkeciye gelen trenlerde, Avrupa’dan gelen Bediüzzaman’ı arıyor gözlerim, Rusya esaretinden yurda dönen.

Madalya törenlerinde; en büyük âlim unvanıyla ödüllendiriliyor, Milis Albayı Molla Said.

Makam, mevki ve servet için yarışanları gördükçe, bu zamanda eşsiz ve benzersiz olduğunu bir kez daha anlıyorum. Sen ki; üç yüz banknot maaş, diyanet azalığı, şark umumi vaizliği, üniversite rektörlüğü tekliflerini tereddütsüz reddetmiştin. Bir kez daha durmuştun, ‘beni dünyaya çağırma’ sözünün arkasında.

Boğazda her gezide, boğazdaki yalıların ihtişam ve azametini fersah fersah geride bırakan Üstadımın, boğazın en güzel yalısını teklif ettiklerinde istiğnasındaki asalet arz-ı endam ediyor.

Boğazdaki kayıklar, ilmin izzetini muhafaza için harama nazar etmeyen Molla Said-i meşhuru hatırlatıyor. Büyük Millet Meclisi oturumunda senin için yapılacak karşılama töreni gündem konusu.

ımansızlık denizlerinde boğulanları kurtarmak için Kur’ân’ın selamet sahilinden burhan iplerini insanlığa uzatan bir adam geliyor, Akdeniz’den Antalya’ya. En çok kişinin boğulduğu sahildekilere ilk o geliyor, kurtarmak için denize itilen nesilleri kurtarmak için. Herkesin aklına günahlar gelirken bahsedildiğinde, bense, iman hizmeti için Anadolu’ya gelen Bediüzzaman’ın sahile ayak basışını hatırlıyorum, Antalya’yla.

Gemi sirenleri, vakit girince Eğirdir Gölü’ndeki kayıkta göl ortasında namaza duran Üstadımın tekbir sesini hatırlatıyor.

9. Sözü okuyup, 10. Söze gelişimde, elimde kâğıt kalem hazır olur, çünkü Üstad her bölümü “nefsimle beraber dinle” derken, Haşir Risalesine gelince “Yaz kardaşım, 10. Söz, Haşir bahsi” dediği için.

Herkes çınar ağaçlarının yaşını merak ederken, ben üzerinde hangi risalenin telif edildiğini merak ediyorum.

Gördüğüm her ağaç bir kürsü ve üzerinde Bediüzzaman tefekkür dersleri veriyor.

Ayakkabı mağazalarının camlarında, Barla’nın çamurlu yollarında elinde yırtık lastik ayakkabısıyla eve dönen Üstad canlanıyor gözlerimde.

Her fırına gidişte, ekmeğe, Üstadımın Katran ağacındaki ekmeğe uzandığı gibi uzanıp, bize rızk gönderen Cenab-ı Hakkın ismini telaffuz ediyorum.

Mağazada yiyecek reyonundan geçerken, gözüm Üstadın 6 ay yediği 1 kıyye pirince takılıyor.

Kahvaltıya gelen baldan büyükçe bir çay kaşığı alıyorum, 1 ay yetmesini dileyerek.

Her polis karakolunun üst katındaki pencerede Üstadı arıyor gözlerim.

Her çaycı kelimesini duyuşumda, kırmızı çay yerine kırmızı kitap getirerek ruhumuzu ıslatıp serinleten Çaycı Emin Ağabeyi hatırlıyorum.

Hicaz’a gidenleri duyduğumda; ‘Mekke’de de olsam buraya gelmem lazımdı. En çok burada ihtiyaç var’ deyişin çınlıyor kulaklarımda.

Faytonlarda Ceylan Ağabey Üstadı gezdiriyor.

Valiliğin önünden geçişimde “ıki yıl kaldığı ve valinin altı adet kızından hiçbirini tanımayan ve birbirinden ayırt etmeyen Molla Said’in misafir olduğu vali konağını hayal ediyorum.

Adliye binası salonlarında “Sönmez ve söndürülmez manevi güneş olan Kur’ân’ın bu zamandaki manevi mucizesi olan Risale-i Nur Külliyatını okuyan ve ona hizmet eden nur talebelerinin beraatına” karar verilmiştir, sözleri yankılanıyor.

Ben de çok istiyorum, postacının üzerinde Said Nursi imzalı mektup getirmesini.

Hafızların okuduğu Kur’ân’ı dinlerken, Nurlu eserlerin 33 ayetle müjdelenmesini hatırlıyorum.

Hediye çekilişlerinde, hiç kimseden hediye kabul etmemek olan istiğnanı hatırlıyorum.

Uzay teleskopundan gelen fotoğrafların üzerinde Ayetü’l Kübra’yı okuyorum.

Her seyahatimde seni takdir ediyorum; omzumdaki ağır yüklerin altında terlerken. Sen misafirliğin sırrını keşfettiğin için, o tek sepetinin hafifliğiyle yıldızlara kadar yükseldin, hayalimizin erişemediği âlemlerde seyahat ettin. Bizse yükümüzün ağırlığıyla bir ilden başka bir ile giderken zor hareket ediyoruz, dünya misafirhanesinin ağır yüklerini yüklenmekten.

Japonya denilince herkesin aklına teknoloji fabrikaları gelirken, seni tanıyanlar Japonya Halk Kütüphanesini hatırlar; Japonya’yı gerçek anlamda kalkındıracak olan en büyük sermayeyle.

Her resm-i geçit töreninde, devletlûların önünden askerler geçerken; Üstadın 31 Mart vakasında isyanını bastırdığı 8 tabur asker hatırıma gelir, nazarımı kaldırdığımda ise; bahar mevsiminde mevcudatın resm-i geçidini temaşa ederim.

23 Nisan Dünya Çocuk Bayramında; ebedi hayatlarını kurtarıp dünyalarını güzelleştirdiğin tüm çocukları temsilen; gittiğin her yerde seni karşılayıp, uğurlayan ve dua istediğin çocuklar geliyor hatırıma.

Kaleler kumandansız değil. Nurun Kahraman Kumandanı binler genç Said’lere hizmet emrini veriyor kale burçlarından. Binbaşı Asım, Albay Hulusi, Yüzbaşı Re’fet, ders-i hakaik talimi yaptırıyorlar küre-i arz dershanesinde.

Her zafer kutlamasında sen hatırlardasın. Bin yıllık bir saldırının önünü alan ve şüphe ordularını tarumar eden destanın kıyamete kadar söylenecek.

Ey Aziz Üstad!

Dağlar herkese engelken, sana yelkenli oldu feza denizinde yüzerken.

Risale-i Nurdaki iman-ı tahkikinin dersini hapiste yazdın, şükrünü Ak Mescit’te yaptın.

Kabirlerin önünden geçenler ürperip korkarken, sen şehitlerin dersini dinledin, durup bakarken.

Örnek verirdin bir haşhaş büzürü /tohumu yirmi bin tohumu netice verir, diye. Oysa senin ektiğin nur tohumları milyonlarca Said’i meyve verdi.

Dostluk denince ilk akla gelen sensin. Yüz yıllardır düşman yapılan din ile bilimi barıştırdın, dost yaptın. Öyle bir dostluk ki, iki bedende bir ruh. O ruhun aklı bilim, kalbi iman oldu. Onu ayırmaya çalışanlar, hayata kastedenlerden başka kimlerdir?

Nerede bir ilaç görsem, senin eczahanen gelir akla. Ve o eczahanedeki ilaçların, anında etkisini gösteriyor her kesime ve herkese faydalı oluyor, yan etki yapmadan.

Her tren geçişinde, ‘feraizi eda edip, kebairden-büyük günahlardan çekinmek şartıyla, bütün çalışmaların ibadet olduğu…’ diye demir yolu işçilerine yapılan ders çınlıyor kulaklarımda.

Balonlar, Kur’ân’ın elmas ve mücevherat dükkânının dellalının nidasını hatırlatırken çocuksu heveslerden kurtuluyorum.

Mevsimleri seviyorum. Kışı ve soğuğu; zehirli haliyle Afyon zindanlarında camların 2 mm. buz tuttuğu halde koğuşta hasta ve soğuktan üşüyen Üstadım için seviyorum. Her kar yağışında, o beyaz sayfanın üzerinde; “acele ettim kışta geldim” diyen Üstadımın portresi beliriyor.

Baharı; rengârenk çiçekler misali sevki ilahinin savurduğu nur tohumlarıyla neşv-ü nema bulan, binlerce çiçek misal Said’ler için. Baharın çiçekli ağaçları arasında; cennette gezen, Hafız Ali’leri, Feyzi’leri, Abdurrahmanlar’ı, Asımlar’ı görüyorum.

Yaz mevsimini; Başit başında buz olduğunun ispatını bizzat gidip o zirvede onu temaşa eden Üstadımdan dolayı

Mevsim-i hazanı baharın gelmesi için terhis olan ve Eskişehir’deki otelin balkonunda oturan Bediüzzaman’a el sallayan yapraklarla seviyorum.

Cep telefonu çalışında;

‘Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tâhir'ler, Yûsuf'lar, Ahmed'ler, ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum’ sözleri geliyor kulağıma.

23 Martta:

Hz. ıbrahim’i ateşe atarlarken üzülen ve ağlayanlar; kendilerini ateşten kurtarmak için ateşte yanmaya razı olanı karşılarken bu kez sevinçten ağladılar.

Beni anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar dediğin insanların tanıyamadığı Üstadıma onu tanıyan göklerin, vedasına ağlarken akıttığı kandan gözyaşlarıyla, gök gürültüsünün ağıtı duyuluyor.

Akdamar Adasındaki inşaatın yarım kaldı, ama atardamar ve toplardamara sahip tüm kalp ülkelerine kuruldu ihtişamla, Risale-i Nur Üniversiten. Ve ‘tahkik-i iman vesikası’yla mezun oluyor talebelerin.

Kırmızı kitaplara uzanırken; ‘Risale-i Nur okumak, on defa benimle görüşmekten faydalıdır’ sözün hatırıma geliyor. Ve şimdi seninle görüşmekten fazlasıyla mesrurum.

Yazan: Osman Yiğit
"İnsan vardır fark edilmez süsünden.
Kimi farksızdırkoyun sürüsünden.
Her gördüğün şekle kapılma,
insan anlaşılmaz görüntüsünden...(!)"

Zehracan

Süper Moderatör

  • Konuyu başlatan "Zehracan"

Mesajlar: 8,190

Hobiler: Risale-i Nur, DUA...

  • Özel mesaj gönder

3

15.04.2008, 18:37

Nur semasının en parlak yıldızı: ZÜBEYıR GÜNDÜZALP

[img:175:175]http://www.yeniasya.de/gencyaklasim/images/resimler/2008/200804-05.jpg[/img]

Büyük davalar, büyük insanların omuzlarında yükselir. ınsan için en büyük dava ise, iki cihan saadetini kazandıracak olan iman davasıdır. ılk insan ve ilk Peygamber olan Hz. Âdem’den (as) son Peygamber olan Hz. Muhammed’e (asm) kadar, iman davasının en

Zübeyir Gündüzalp, 1930’lu senelerin başlarında, Silifke Ortaokulunda talebeyken.

büyük kahramanları Peygamberler olmuştur. Peygamberlerden sonra da, onların sahabeleri gelmektedir. Bizim Peygamberimiz (asm) “Benim ümmetim, gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uysanız, sizi selamete çıkarır” buyurmuştur.

Peygamberlerden sonra, onların varisleri olan âlimler iman davasını omuzlamışlar, insanlara en büyük davayı kazandırmak için hayatlarını adamışlardır. ıman hizmetinin asrımızdaki ve gelecek asırlardaki en büyük hizmetkârı da Risale-i Nur’un müellifi Bediüzzaman’dır. En dehşetli bir asırda, en inatçı inkârcılara karşı iman davasını öyle bir omuzlamış ki, dinsizliğin belini kırmış, sarsılan iman esaslarını yeniden tahkim etmiş, Kur’an’ı asrın idrakine söyleterek iman sancağını akılların ve kalplerin burçlarına dikmiştir. Onun için “Bediüzzaman” olmuş, zamana hükmetmiştir. Böylece ahir zaman Peygamberi olan Hz. Muhammed’in (asm) ahir zamandaki vârisi olduğunu göstermiştir.

Peygamberlere en yakın olan ve onlara en büyük yardımı dokunanların sahabeler olduğunu söylemiştik. Âlimlerin ve müceddidlerin de en yakınları ve en büyük yardımcıları, onların talebeleridir. Onların da her biri, bir yıldız gibi ışık verici ve yol göstericidir. Bediüzzaman’ın talebeleri de birer yıldız mahiyetindedir. Risale-i Nur’un ışığını yansıtan birer nur kaynağıdır. Her yıldız, gökyüzünde ışıldayan bir cevher olmakla beraber, bazıları diğerlerinden daha parlak, daha gösterişlidir. Diğer yıldızlar âdeta onun etrafında kümelenmiştir. Bediüzzaman’ın talebeleri içinde de bir yıldız vardır ki, diğerlerinden daha parlak, daha çok ışık saçmaktadır. Sadakatin, ihlâsın, istikrar ve istikametin en parlak yıldızı olan talebesi ise, Zübeyir Gündüzalp’tir. Bediüzzaman’ın vefatından sonra iman davasını omuzlayan, Risale-i Nur’un bayrağını gönüllerde dalgalandıran iman kahramanı, Zübeyir Gündüzalp!

Vefatının 38. yılı münasebetiyle Zübeyir Ağabey’den bahsetmek, özellikle gençlere gayret ve heyecan veren destansı hayatından kesitler sunmak isteriz.



Biyografisi


Zübeyir Gündüzalp, 1920 senesinde Konya’nın Ermenek ilçesinde dünyaya gelmiştir. Asıl adı Ziver olup Üstad, Zübeyir bin Avvam Hazretlerine atfen ismini Zübeyir olarak değiştirmiş ve bu isimle tanınmıştır. ılköğretimini Ermenek'te yaptıktan sonra ortaokulu Silifke'de okuyup bitirmiştir(1939). Bu tarihten itibaren önce Ermenek'te sonra Konya'da Posta telgraf muhabere memuru olarak çalışmıştır. Konya'da bulunduğu sıralarda Nurlarla tanışmış ve ömrünün sonuna kadar iman hizmetini en güzel şekilde ifa etmiştir.

ılk defa 1946`da Emirdağ`da Bediüzzaman’ı ziyaret etmiştir. ılk ziyaretinde heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyordu. Bediüzzaman, "Keçeli, neden ağlıyorsun?" diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstadının ikazı üzerine dışarı çıkıp yüzünü gözünü yıkamış tekrar Bediüzzaman’ın huzuruna kabul edildi. Ayrılık zamanı gelince Zübeyir Gündüzalp, Üstadına, "Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum" der, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olur; cevaben, "Vazifene devam et, Konya’da daha çok hizmet edersin. ınşallah, ileride alırım seni yanıma" der.

Zübeyir Gündüzalp, Konya’da dört sene kalır. Bu esnada Babalık gazetesinde çalışır ve orada çocuk terbiyesine ait bazı makaleler yazar. Nihayet 1948 senesinde Afyon’a tevkif edilir, burada Üstadıyla birlikte altı ay mevkuf kalmıştır. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamıştır. Yine ıslâmın bu kahraman fedaisi, Üstadıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek, kendi kendini ihbar etmiştir. Bundan sonraki hayatı, beş-altı ay Eskişehir`de ve nihayet büyük kısmı ıstanbul’da dinî hizmetlerle haşir-neşir olarak geçmiştir.
Üstad'la hapis yatarken yanlışlıkla serbest bırakıldığında bu fırsattan yararlanıp özgürlüğüne kavuşma şansına sahiptir ancak, o, yapılan yanlışlığa itiraz ederek tahliyeyi engellemiş ve böylece Üstadından ayrılmamıştır. Nurcuların takibata uğradığı, kanunsuz bir şekilde tutuklandıkları, eziyet gördükleri hengâmda, Risale-i Nurları okuduğunu söyleyerek kendi kendini ihbar etmiştir. Her halükarda iman hakikatlerini mahkûmlara, savcılara, hâkimlere izah etmeye devam etmiştir. Çünkü onun tespitlerine göre Risale-i Nurları okuyan hâkimler, yanlış hüküm vermeyeceklerdir. Nitekim Risale-i Nurlar ve Nurcular hakkında açılan yüzlerce dava, beraatla neticelenmiştir.

Zübeyir Gündüzalp, Nurların "Kara Sevdalı"sıdır. ınsanların imanını kurtarmaya vesile olmak için gecesini gündüzüne katmıştır. ıman aşkıyla yanıp tutuşurken hâkime: "Eğer komünistler mürekkep ve kağıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup hakikat hazinesi olan Risale-i Nurun neşri için, mümkün olsa derimizi kağıt, kanımızı mürekkep yapacağız" der.

Onun için Risale-i Nur’a, Bediüzzaman'a talebe olmak, en büyük bir şereftir. Oysa bu yüzden tutuklanıp yargılanmaktadır. Suç olarak görülen bu fiili kendisinden sorulduğunda:

"Bediüzzaman Said Nursi gibi bir dâhinin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa, iftiharla, 'Evet, Risale-i Nur’un şakirdiyim..." diye haykırırken, orada hazır bulunan Üstad da "kabul ediyorum" der.

Zübeyir Gündüzalp’in hizmetteki yerini Bediüzzaman Hazretlerinin:

"Zübeyir bana merhum biraderzadem Abdurrahman yerine verilmiştir diye manevi ihtar aldım. Hakiki fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddetli ihtiyacın zamanında buraya imdada geldi..." ifadelerinde görmekteyiz.

27 Mayıs 1960 ıhtilalinden sonra memleketi olan Ermenek'te mecburi ikamete tabi tutulur. Burada bir süre kaldıktan sonra, gizlice Ermenek'ten ayrılarak Ankara'ya gider. Altı ay kadar Ankara'da kalırve 1961'de ıstanbul'a geldi. 2 Nisan 1971 tarihinde ıstanbul'da vefat etti.

Üstad Hazretlerinin ahirete irtihalinden sonra “meşveret sistemi”ni tesis etti. Hizmeti meslek ve meşrep açısından şekillendirdi. Risale-i Nur Külliyatının neşri, ıttihad Mecmuası, Yeni Asya Gazetesi ve yayınevinin kurulması gibi yayın faaliyetlerini başlattı.



Genç Zübeyir’in gençlik faaliyetleri


Zübeyir Ağabey fedakârlık, kahramanlık, sadakat, muhabbet, şefkat gibi öne çıkan vasıflarının yanında pratik zekâsı, gayreti, girişimciliği, samimiyeti ile de dikkat çekmektedir. Gençliğinin baharında nur gençliğinin başını çekerek o zamanki gençleri gayrete getirmektedir. Gençlere yönelik organizasyonlarıyla gençlerin ilgisini, sevgisini kazanmış, nur hizmetindeki gençlik sayısı hızla artmıştır.

Bitmez tükenmez bir heyecan ile hizmetten hizmete koşan Gündüzalp 27 yaşında genç bir delikanlı iken Konya Nur Talebeleri namına Ankara Üniversitesinde kalabalık bir kitleye akıcı bir üslup ile Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nurları anlatmıştır.

Gençlere karşı çok büyük bir şefkati olan Zübeyir Gündüzalp: “Teessür ve ızdırap karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” demiştir. Üstadından aldığı kahramanlık ve şefkat dersi ile “bir genç dinsiz olmuş” haberini duymamak için gayretle çalışmıştır. Zübeyir Ağabey, gençleri kabiliyetlerine göre ayrı ayrı vazifelerde görevlendirirdi. Anadolu’daki bazı kardeşlere görevler verir, her yeri onlarla birbirine irtibatlandırır, atıl vaziyetten çıkarıp bir şahs-ı manevînin azaları gibi cemaati yek­vü­cut hâle getirirdi.



Zübeyir Ağabeyin gençlere tavsiyeleri


Zübeyir Ağabey ideal bir genci şöyle tanımlar: “Gençleri imana ve ıslamî hayata heyecan ve aşkla donatmak gerekir. ıdeal bir gence yakışan, olgun ve yüksek bir Müslüman olmak için ilim ve imana çalışmak, hayatını ıslâmın yüce prensiplerine göre yaşayıp gençlik günlerini, boşu boşuna kaybolmasından kurtarmaktır.”

"Ey genç kardeşim ve zamanlarını hayhuylu, başıboş yaratıklar gibi boşluklar içerisinde geçiren sersem nefsim! Bu yaşa geldin, çocukluktan çıktın. Çocuklar var ki, sen onlardan geçersin. Sakallı çocuk olmak, bir insan için maskaralık, çirkinlik ve kötülük alâmetidir.
"Hâlbuki sana yakışan, senin taze ve şirin gençliğine yaraşan, hoplayıp zıplamayı bırakıp, olgun ve yüksek bir Müslüman namzedi olarak ilm-i imana çalışmak, ıslâmiyetin yüce bilgisiyle bilgin olmaya gayret etmektir. Allah'a ibadet ve itaat edip, namaz ve ibadete sarılıp, güzel gençliğini çirkinleşmekten, gençlik günlerini boşu boşuna öldürmekten kurtarmaktır.
"Kendini bir yokla. Ben seni görüyorum ki, sende parlak ve ebedî bir istikbali kazanmak kabiliyeti var. Bu istidat senin gençlik ruhunun nurundan fışkırarak, senin manevî ve maddî simanda ışıldamakta, gözlerinden okumaya ve Allah'a ibadete olan sevgi kıvılcımları pırıl pırıl pırıldamaktadır. Bu nurları karartmamayı, bu ışıkları söndürmemeyi aklın ve kalbin sana feryad ü figânla ihtar ediyor.
"Ruhun, derinliklerde 'Oku! Allah'ın bahtiyar bir kulu, cemiyetin gülü, ıslâmiyetin bülbülü ol!' diye ılâhî bir sada ile sana sesleniyor. Bu sadaya kulak verip nur-u Kur'ân'la ilim ve irfan sahibi olarak iki cihadın saadetiyle mes'ud ol!
"Ah, nur kardeşim! Sözlerin, senin bu sevimli özleyişlerin, senin bu sevgi dolu tavsiyelerin beni iman, ıslâm ve Kur'ân yolunu öğretmek yolunda nur-u Kur'ân, nuruna kaptırdı.”

Üstadımızın “dünya yaşlandıkça Kur’an gençleşiyor” dediği gibi, Zübeyir Ağabeyin gençlere yaptığı tavsiyelerin de sanki bugün bizler için yazılmış gibi tazeliğini koruduğunu görüyoruz. Gençler olarak onun parlak ve veciz ifadelerine ne çok ihtiyacımız olduğunu anlıyoruz. O zamanki gençliğe nazaran bugün bizi oyalayan, gençlik günlerimizi zayi eden unsurlar daha fazladır. Zübeyir Ağabeyin tavsiyeleri de sanki daha çok bugünkü gençliğe yazılmış gibidir. Gençlik günlerimizi zayi olmaktan kurtarmak ve ebedi bir gençlik kazanmak için bu tavsiyelere kulak vermeliyiz. Zübeyir Gündüzalp gibi gençliğini, zekâsını, sağlığını, malını, neyi var neyi yoksa her şeyini iman hizmetinde feda eden bu fedakâr, kahraman Ağabeyimizi kendimize model almalıyız.

Sonuç

Bediüzzaman’ın “kâinata değişmem” dediği bu iman davasının mütevazı kahramanını anlatmak, benim gibi âcizlerin işi olmadığını biliyorum. Ama, böyle güzel bir insandan bahsettiğim için belki bu çalışmam da bir parça güzelleşir. “Ameller niyetlere göredir.” Ben de “Zamanın Sultanı” olan Bediüzzaman’ın “Vezir-ü Âzamı” olan Zübeyir Gündüzalp’i anlamak ve anlatmak niyeti ile bu satırları yazmış bulunuyorum. Bediüzzaman güneşinin bu en parlak yıldızını takip etmek, O’nun hayatını model yapmak, Nur talebeleri için en büyük gaye olmalıdır.

Zübeyir Gündüzalp hakkında bugüne kadar birçok eserler yazılmış, birçok hatıralar nakledilmiştir. Risale-i Nur’u okurken de, bizzat Üstad Hazretlerinin ifadeleri ile kendisine ne kadar değer verildiğini görmek mümkündür. Bizim yapmaya çalıştığımız, bunların bir kısmını olsun tekrar etmek, Onun hatıralarını canlı tutarak kendi hizmetlerimize rehber etmektir. Dergimizin bu sayısında, vefatının 38. yıldönümü olması vesilesi ile Nur davasının en büyük dava vekili olan Zübeyir Ağabeyimizi bir defa daha anmak, aziz ruhuna âcizane dualarımızı yollamak istedik.

Mehtap Yıldırım
"İnsan vardır fark edilmez süsünden.
Kimi farksızdırkoyun sürüsünden.
Her gördüğün şekle kapılma,
insan anlaşılmaz görüntüsünden...(!)"

4

24.04.2008, 10:46

Bana hersey seni hatirlatiyor baslikli yazi siir degil ama siirselbir tadi var.Gercekten hayalen Ustadin hayatini yasatiyor insana..
Tesekkurler.

Zehracan

Süper Moderatör

  • Konuyu başlatan "Zehracan"

Mesajlar: 8,190

Hobiler: Risale-i Nur, DUA...

  • Özel mesaj gönder

5

24.04.2008, 10:57

evet siir degil. dergide siirler de var tabiiki de, ben hosuma giden yazilari ekledim :mrgreen:
"İnsan vardır fark edilmez süsünden.
Kimi farksızdırkoyun sürüsünden.
Her gördüğün şekle kapılma,
insan anlaşılmaz görüntüsünden...(!)"

6

24.04.2008, 12:41

Matrix aklıma geldi. Bize kırmızı hap olarak Risale-i Nur geldi :dişler:

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir