nurunözü1 kardeşim, uzun oldu ama
, zahmetsiz rahmet olmazmış.
E bizim günahımız neydi onların yaptığı hatanın bedelini bizde ödüyoruz.Ya cenneti hakedemezsem.
Eğer Cennette doğmuş olsan, zaten Cennetten çıkarılmama garantin yoktu. Cennetten çıkarılmama garantin, ancak kıyametten sonraki girişinde. Hz.Adem'in fitnesine dayanamayıp çıkarıldığı yerde, senin kalma ihtimalin %100 mü veya tevbe ile dünya üzerine indirilme lütfun onunkinden fazla mı?
şimdi aklınıza gelir, niye Allah insanı böyle imtihana tabi tuttu, şeytanların musallat olmasına izin verdi, çoklar bu yüzden cehennemlik oldu. Bediüzzaman buna şöyle cevap veriyor:
Elcevap: şeytanın vücudunda cüz’î şerlerle beraber birçok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemâlât-ı insaniye vardır. Evet, bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var; mahiyet-i insaniyedeki istidatta dahi ondan daha ziyade merâtip var. Belki zerreden şemse kadar dereceleri var. Bu istidâdâtın inkişâfâtı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zembereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Yoksa, melâikeler gibi, insanların da makamı sabit kalırdı. O halde insan nevinde binler envâ hükmünde sınıflar bulunmayacak... Bir şerr-i cüz’î gelmemek için bin hayrı terk etmek, hikmet ve adalete münafidir.
Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâlete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar; kemiyete az bakar veya bakmaz.
Nasıl ki, bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye mazhar etse, ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette, bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir. Öyle de, nefis ve şeytanlara karşı mücahede ile, yıldızlar gibi nev-i insanı şereflendiren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzünden o neve gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette, haşarat nev’inden sayılacak derecede süflî ehl-i dalâletin küfre girmesiyle insan nevine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için, rahmet ve hikmet ve adalet-i ılâhiye, şeytanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına meydan vermiş.
Diyeceksin, peki tohumlar tohum olarak kalsa, yani imtihan olmasa, insanın makamı sabit olsa kötü mü olacaktı? Kainatı ve insanı ve cinleri Allah ne için yarattı, bunun cevabı onda:
Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzârında saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip, göstersin. Tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin:
Bir vechi, bizzat nazar-ı dekâik âşinâsıyla görsün; diğeri, gayrın nazarıyla baksın.
Allah kendini zaten biliyor, ama bir de gayrın nazarıyla bakıyor. O nazarın meyveleri de, bizim Allah'ı övmemiz, O'nu tesbih edip O'na şükür etmemiz ve ibadetlerimiz, kulluğumuzdur.
ışte o gayr, ne kadar kaliteli olursa, nazar da o derece kaliteli olur. Birsürü fitne eleğinden geçmiş, çürüyen binler tohum arasında yeşermiş, tutmuş bir kısım tohum, elbette ki hiçbir işleme tabi tutulmamışların yekününden daha kıymetlidir. Çünkü onların kalitesi, isabet aldığı fitneler karşısında ispat edilmiştir.
Allah yapacaklarımızı biliyor, O'nun bilmesi, bizim O'nun bildiğinden ötürü yaptığımız manasına gelmez. Ayrıca O'nun bilmesi, bizi imtihana tutmasına da mani olmaz. ımtihana tabi tutmadan, ben seni biliyorum diyerek, direk makamlara yerleştirme olsaydı, o zaman ne düşünürdünüz?
Hem cehennem olmadan cennetin kıymeti anlaşılmaz, cennet olmadan cehennemin ne büyük hasaret olduğu, kafir olmadan mü'minin kıymeti, mü'min olmadan küfrün çirkinliği ve ne kadar bayağı ve hayvanlıktan da aşağı olduğu.
Allah buyuruyor ki, biz onlara zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmettiler.
Sana mı düştü bunları soruşturmak diyorum ama sanırım imtihanın büyüğü ile karşı karşıyayım.Düşünmemeye çalışıcam inş.
Hikmetleri öğrenmek isteyebilir, bu yüzden araştırabilirsin. Dikkat etmen gereken, panik yapmamak, vesveseye gelmemek, bugüne kadar sana sırf hak olanı göstermiş olan ve bu yüzden iman ettiğin Allah'ın, sana bu meselenin izahını da göstermesini istemek, bunun için dua etmek.
Üstad dördüncü sözde [/url]"]Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dört altın verip, iki ay uzaklıkta, has ve güzel bir çiftliğine ikâmet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki:
"şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bâzı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır; hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyâre bulunur. Sermâyeye göre binilir."
ıki hizmetkâr ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat, o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermâyesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zâyi eder. Birtek altını kalır. Arkadaşı ona der:
"Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ, bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyâreye bindirirler. Bir günde mahall-i ikâmetimize gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun."
Acaba, şu adam inad edip, o tek lirasını bir defîne anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefâhete sarf etse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu en akılsız adam dahi anlamaz mı?
ışte ey namazsız adam! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!
O hâkim ise; Rabbimiz, Hâlıkımızdır.
O iki hizmetkâr yolcu ise; biri mütedeyyin, namazını şevk ile kılar; diğeri gâfil, namazsız insanlardır.
O yirmi dört altın ise, yirmi dört saat her gündeki ömürdür.
O has çiftlik ise, Cennettir.
O istasyon ise, kabirdir.
O seyahat ise; kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre o uzun yolu mütefâvit derecede kat’ ederler. Bir kısım ehl-i takvâ, berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da, hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’ eder. Kur’ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder.
O bilet ise namazdır. Birtek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba, yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye birtek saatini sarf etmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zîrâ, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse -halbuki, kazanç ihtimâli binde birdir- sonra yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?
Halbuki, namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibkâ eder.
Mühim not: şu yukarıda 4.sözden yapılan alıntıdaki renklendirmeler, rastgele ve yakışıklı olsun diye değildir. Bilakis, misal ve temsilde birbirinin çiftleridir.