Giriş yapmadınız.

1

26.06.2007, 14:40

Bediüzzaman'la yaşanan öyküler...

Talebeleriyle sürekli mektuplaşırdı. Gelen mektuplara cevaplar yazar ve bu şekilde diyaloğa önem verirdi. Zamanla bu mektuplar Nur Risalelerinin önemli bir bölümü haline geldi. Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikası gibi eserler bu şekilde oluştu.

Bir gün Bediüzzaman’a bir talebesinden mektup geldi. Mektupta tanınmış bir hocadan söz ediyor ve hocanın Risale-i Nur’ların aleyhinde konuştuğunu yazıyordu.

Bediüzzaman mektubu okuyanın sözünü kesti ve devamını okumasına izin vermedi. Üzülmüştü, biraz da kızmıştı.

“O zât, ilim ehlidir, âlimdir, bize dosttur, o öyle söy­lemez, siz benim kardeşimle aramı mı açacaksınız?” dedi.

Ve talebelerine şöyle ders verdi:

“Kardeşim, biz daima olayları iyiye ve güzele yormakla görevliyiz, kötü düşünceler âlemimizi işgal etmemeli. Kesinlikle gıybet etmeyin ve kimsenin aleyhinde konuşmayın.”




Konyalı, genç bir ımam Hatip talebesi Bediüz­zaman’ı ziyarete gelmişti. “ısmim Ahmed” diye tanıttı kendini.

Bediüzzaman gençlere, özellikle talebelere ayrı bir önem verir, onlarla ilgilenir, sıkıntılarını gidermeye çalışırdı.

Ahmed, okul müdüründen şikâyetçiydi. Ona göre yeterince dine hizmet edilmiyor, hatta din dışı uygulamalar yapılıyordu. Bundan da en çok yöneticiler sorumluydu. Bedi­üzzaman’a:

“Efendim, bizim okul müdürünün dinimize uymayan dav­ranış ve uygulamaları var” dedi ve biraz da ileri giderek, “Galiba komünist” dedi.

Bediüzzaman, kimseye önyargıyla bakmaz, herkesin iyi yönlerini ön plana çıkarırdı. Ve kimsenin de arkasından köt­ü konuşulmasını istemezdi.

“Kardeşim, müdürünüz namaz kılıyor mu?” dedi.

Delikanlı, “Evet kılıyor Üstadım” dedi.

Bediüzzaman bunun üzerine hayatın şaşmaz ölçülerinden birini ders verdi genç talebeye:

“O halde o bizim kardeşimizdir.”



Son derece iktisatlı ve tutumlu bir hayatı vardı. Elbisesi, kullandığı eşyalar, yediği içtiği şey­ler hep bu tarzdaydı.

Kesinlikle bir şeyi israf etmez, aksini yapan talebelerini de hemen uyarırdı.

Bir tek lastik ayakkabıyla yıllarca idare eder, bir gömleği yırtılınca yama yapar yine giymeye devam ederdi.

Yemesi içmesi de böyleydi. Bir ekmeği 15 günde bitirir, bir-iki zeytini veya bir yumurtayı da ona katık ederdi. Çok sade ve iktisatlı bir çizgide hayat sürerdi.

Barla’da kaldığı günlerde hizmetini gören talebelerinden birisi de Sıddık Süleyman’dı.

Bir gün uzaktan misafirleri gelmişti. Sıddık Süleyman’a, “Kardeşim misafirlerimize çay ikram edelim” dedi.

Sıddık Süleyman, odun ateşinde küçük demlikle çayı dem­ledi, getirdi. Misafirlere dağıtmaya başladı.

Çayları dağıttıktan sonra, yarım tane kesme şeker artmıştı.

“Bunu ne yapayım?” diye düşünürken, o yarım şekeri boş bir bardağa atıverdi.

Bunu gören Bediüzzaman’ı bir sıkıntı bastı, çok üzülmüştü.

“Kardeşim,” dedi. “Yirmi kişiye daha çay verseydin de böy­le yapmasaydın, o zaman ruhum bu kadar sıkılmazdı. Çün­kü sen iktisat etmedin.”



Emirdağ’da ikamet ettiği günlerde, talebeleriyle her gün sabah namazından sonra ders yaparlardı. O günlerde yanında talebelerinden Ceylan, Ta­hiri ve Zübeyir kalıyordu.

Birgün sabah namazından sonra, Zübeyir’le Tahiri çok yor­gun ve uykusuz olduklarından odalarına çekilmiş uyuyorlardı.

Bediüzzaman zile basarak talebelerini derse çağırdı. Diğerleri uykuda olduğu için Ceylan koşarak geldi.

“Diğerleri nerede?” diye sordu Bediüzzaman. Ceylan:

“Çalışıyorlar Üstadım” dedi.

Bediüzzaman, “Çağır gelsinler” dedi.

Biraz zaman geçtikten sonra kimse gelmeyince, Bedi­üzzaman tekrar zile bastı. Yine karşısında Ceylan’ı görünce:

“Ben hepinizi çağırmadım mı?” dedi.

Ceylan yine:

“Üstadım arkadaşlar çalışıyorlar, meşguller” dedi.

Bediüzzaman merakla, “Fesübhanallah,” dedi, “neye çalışıyorlar?”

Ceylan durumu açıklamak zorunda kaldı. Lâtifeli bir şekilde:

“Uykuya çalışıyorlar Üstadım” dedi.

Bediüzzaman, Ceylan’ın bu lâtifesine güldü:

“Çabuk çağır gel onları, ders yapacağız” dedi.

Biraz sonra hepsi geldi ve derslerini yaptılar.




Çoluk çocuk, genç ihtiyar binlerce insan göz­­yaşları içinde memleketlerinden ayrılıyorlardı.

Doğuda büyük bir ayaklanma çıkmış ve bu bahaneyle bölgede sözü geçen ağalar, paşalar, âlimler aileleriyle birlikte sürgüne gönderiliyorlardı.

Bediüzzaman da Erek Dağındaki dershanesinden alınarak Van’a getirilmiş ve bu sürgün kafilesine katılmıştı.

ısyana katılmak şöyle dursun, pek çok insanı bu hareke­te katılmaktan alıkoymuş, yapıcı dersler vermişti.

Kurunun yanında yaş da yanıyordu.

Kafile, yolculuk esnasında çeşitli yerlerde konaklıyor­du. Bediüzzaman geceleri yalnız başına bir odada kalmak, ibadetle meşgul olmak istiyordu.

Komutana, “Beni yalnız bir odaya bırakın, geceleri kim­seyi rahatsız etmek istemiyorum” dedi.

Yüzbaşı Abdülkadir Bey, onun bu isteğini yerine getire­rek, her konaklamada ona ayrı bir oda temin etmeye başla­dı.

Bir köye gelmişlerdi. Gece burada kalacak, sabahleyin yol­larına devam edeceklerdi.

Komutan Abdülkadir Bey, bir askeri yanına çağırdı:

“Oğlum, bu gece Hoca Efendinin kapısında sen bekleye­ceksin” dedi.

Asker, “Emredersiniz komutanım” dedi ve yatağını Be­di­üzzaman’ın kalacağı odanın kapısına serdi.

Bediüzzaman, “Sen rahat et yavrum, yat uyu” dedi.

Asker Bediüzzaman’ın kapısını kilitledi ve elbiseleriyle ya­tağa girdi. Tüfeğini de yastığının altına koyarak uykuya dal­dı.

Bir ara bir tıkırtı duydu ve var gücüyle yatağından fırla­dı. Hemen tüfeğine davrandı.

Bediüzzaman elinde bir gaz lâmbasıyla dışarı çıkmış, abdest alıyordu.

Askere, “Uyandın mı?” dedi.

“Uyandım” diye cevap verdi asker.

“Vakit varken, biraz daha yat, sabaha daha çok var” dedi ve ibriğini alarak odasına girdi.

Asker tekrar kapıyı kilitledi ve yatağına girdi.

ıçeriyi dinlemeye başladı.

Bediüzzaman seccadesini sermiş, namaza durmuştu. ıçe­ride sadece kendisi vardı.

Fakat asker, sanki binlerce insan namaz kılıyormuş gibi bir ses duyuyordu. Sonra hep beraber dua etmeye başladılar.

Bu, gün aydınlanıncaya kadar devam etti. Tabi askerin gözüne de korkudan uyku girmedi.

Sabahleyin hemen komutanına koştu:

“Komutanım,” dedi. “Ben bu zâtın kapısında artık bek­lemek istemiyorum. Ben kapısını kilitliyorum, kapı açılı­yor. Namaza kalkıyor. Kendisiyle birlikte sanki binlerce in­san namaz kılıyor. Korkarım ki Hoca uça!”

Yüzbaşı gülümsedi. Bediüzzaman’ı önceden beri tanı­yor­du. Askere şöyle dedi:

“Oğlum, Hoca uçarsa, sen de eteğine yapış ve nereye gi­derse birlikte git…”



not:bediüzzaman'la yaşanan öyküler kitabından alıntıdır(ömer faruk paksu)
şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

Alpaslan

Stajyer

  • "Alpaslan" bir erkek

Mesajlar: 84

Konum: Almanya

Meslek: Inşaat sektöründe

Hobiler: Hizmet

  • Özel mesaj gönder

2

26.06.2007, 15:42

selamunaleyküm
cok tesk.
güldük sonrada halimiz aklimiza gelince utandik ( Ailece )
Allah afetsin...
halimizi hatirlattigin icin cok tesk.
esselamunaleyküm

3

26.06.2007, 15:48

ve aleyna aleyküm selam...belkide çogumuz biliyoruzdur üstadla geçen anıları...ben bi nevi bir başlık altında toplamak istedim...çıkaracağımız dersler çok aslında...
bir nebze katkıda bulunabilmişsem sevinirim buna...RABBıM her daim yar ve yardımcımız olsun...selam ve dua ile...
şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

4

26.06.2007, 16:31

Üstadin hayatinda yasanilan olaylari bir baslik altinda toplayalim diye düsünmüstüm gecen, bir baslik acmayim derken, cok güzel bir tevafuk oldu sen yapmis bulundun.. Allah razi olsun abla. Bu baslik devam etsin insallah.. :çiçek:
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

5

26.06.2007, 16:33

peki... :wink:
şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

6

26.06.2007, 16:42

Gençlik Rehberi adlı eserinden dolayı aleyhinde dava açılmış ve ıstanbul’a gelmesi istenmişti. Mahkemenin davetine icabet ederek ıstanbul’a gelmiş ve bir otele yerleşmişti. Kapıda iki polis sürekli nöbet tutuyordu.

ıstanbul’a geldiğini duyan herkes onu ziyarete gelmek istiyor ve zor da olsa bir fırsatını bulup duasını alıyordu. Özellikle üniversite talebelerinden onu görmeye gelenler çoğunluktaydı.

Kendisine muhabbet besleyen bir aşçı da ona her gün üç öğün yemek yapıyor ve gönderiyordu. Her seferinde teşekkür ediyor ve geri çeviriyordu.

Birgün aşçı elinde sefertasıyla yine geldi. Birkaç çeşit yemek yapmıştı. Bu sefer kendi elleriyle yaptığı yemeği mutlaka Bediüzzaman’a ikram etmek, onun hayır duasını almak istiyordu.

Bediüzzaman:

“Kardeşim Allah razı olsun, ben zaten pek bir şey yiye­mi­yorum. Bir yumurta, bir dilim peynir ve birkaç tane zeytin bana günlerce yetiyor.”

Aşçı bir defa daha geri çevrilmenin üzüntüsüyle ne diyeceğini bilemedi.

Bunu farkeden Bediüzzaman aşçının da gönlünü alacak şu teklifte bulundu:

“Peki kardeşim, bu yemekleri kapı önünde bekleyen po­lislere ver. Benim yerime onlar yesinler. Onlar çok zahmet çekiyorlar.”





Tillolu, yirmi yaşlarında bir gençti. Kendisini yetiştirmiş, Ankara’ya gelmiş ve bizzat Ahmet Hamdi Akseki’nin imtihanından geçer not alarak Diyanet’te işe başlamıştı.

Hizmet aşkıyla doluydu. Memleketin halini ve gelişmeleri iyiye yormuyor, Arabistan’a gitmek istiyordu. En iyi hizmetin orada olacağını düşünüyordu.

Bediüzzaman’a uzaktan uzağa bir sevgisi vardı. Bazı eserlerini almış ve okumuştu. Dedesinin de tavsiyesi üzerine babasıyla birlikte Bediüzzaman’ı ziyarete geldiler.

Bediüzzaman onları çok iyi karşıladı, kucakladı. “70 senedir Tillo’dan bir yardımcı vermesi için Allah’a dua ediyordum ve bir yardımcı bekliyordum. Allah sizi bana yolladı” dedi.

Bir müddet konuştuktan sonra Tillolu Said:

“Üstadım, ben Hicaz’a gitmek istiyorum” dedi.

Bediüzzaman, “Niye?” diye sordu.

Memleketin halini iyi görmediğini, gittikçe daha da fenalaşacağını söyleyerek şöyle dedi:

“Orada olsam çocuklarım da kurtulur, ben de...”

Bediüzzaman, “Kardeşim,” dedi, “ben orada olsaydım buraya gelirdim. ıslâm âleminin kapısının kilidi Türkiye’­dir. Bu kilit bu kapıyı ıslâm dünyasına açar. Kesinlikle buradan gitmek için izin yok.”



şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

7

24.07.2007, 01:04

Takvim yaprakları 1944’ün Ağustos’unu gösteriyordu. Dokuz ay süren bir hapis hayatından sonra Emirdağ’da ikamete mecbur edilmişti. Burada da kimseyle görüştürül­müyor, kapısına gelen geri çevriliyordu.

Kapısında devamlı bir bekçi bekliyordu. Hizmetindeki talebeleri bile ayrı bir evde kalmak zorunda bırakılmıştı. Baskının ve takibin her türlüsü uygulanıyordu.

Böyle bir durumda, her şeyi göze olarak ona sahip çıkan bahtiyar bir aile vardı Emirdağ’da: Çalışkan’lar… Çoluk çocuk, genç ihtiyar ailenin bütün fertleri, canlarıyla, başlarıyla ve bütün varlıklarıyla onun hizmetine girmişlerdi.

Birgün ailenin büyüklerinden Mehmed Çalışkan, yanına oğlunu da alarak Bediüzzaman’ı ziyarete geldi. Elini öpüp duasını almak ve bir ihtiyacı olup olmadığını sormak arzusundaydı.

ıçeri girip selâm verdiler. Gösterilen yere oturdular. O esnada Abdülkadir Geylanî’nin bir eserini okuyordu Bedi­üzzaman.

“Neyin oluyor bu senin?” diye sordu Mehmed Çalışkan’a.

“Oğlum oluyor efendim” dedi.

Bu sefer ona dönerek, “Adın ne evladım senin?” dedi.

“Ceylan, efendim” dedi.

“Ceylan” diye tekrar etti Bediüzzaman. “Geylan’dan ge­liyor. Abdülkadir Geylanî’den… Benim Abdülkadir Gey­lanî’ye özel alâkam var. O benim üstadım. Bak o da bizden bahsediyor” diyerek okuduğu yeri gösterdi.

Ceylan zeki çocuktu. Soyismi gibi de çalışkandı. 15 yaşındaydı. Babası onu okutmak, yüksek okullara göndermek istiyordu.

Bediüzzaman babası Mehmed Çalışkan’a:

“Ceylan’ı ne yapacaksın?” diye sordu.

“Efendim, okutmayı düşünüyorum,” dedi. “Çok parlak zekası var, okula göndereceğim. Yüksek okul okumasını is­tiyorum.”

Bediüzzaman Ceylan’daki cevheri fark etmişti. ıçine ka­dar sirayet eden bir bakışla Ceylan’ı süzdü.

“Bak kardeşim,” dedi. “Benim çocuğum yok. Sen onu bana ver. Madem zeki ve akıllıdır, önce benden iman dersi alsın, sonra yüksek okula gönderirsin.”

Mehmed Çalışkan itiraz etmedi. Üstadına gönülden bağ­lıydı.

“Peki efendim, nasıl isterseniz” dedi.

Bediüzzaman memnuniyet ifade eden bir gülümsemeyle karşılık verdi buna.

Ve Ceylan’a verdiği ilk ders şu oldu:

“Ceylan evladım, devamlı doğru olacaksın. Hiç yalan söylemeyeceksin.”

Ceylan’a baktı. Ceylan can kulağıyla dinliyordu. Devam etti:

“Sana bir milyon verirler, sen bana ihanet edebilirsin. Fakat adın sonsuza kadar kötü anılır.”

Ceylan bundan sonra bir sadakat ve doğruluk timsali olarak Üstadı vefat edinceye kadar ona hizmet etti.
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

8

21.09.2007, 15:17

Mustafa Karapınar anlatıyor:
1947 senesi Ramazan ayı Kadir Gecesi'nde Osman Çalışkan beni çağırdı, Üstad rahatsız olduğundan Kadir Gecesi'ni ihya etmek için ikiyüz defa Üstad adına Kelime-i Tevhid okumamı istedi. Ben de okudum.

Gece rüyada kapımızın zili çaldı. Kapıyı açtığımda Üstad karşımda "Teşekkür ederim kardeşim" dedi. (Son şahitler-5, s. 162)
__________________

Bayram Yüksel anlatıyor:
Üstad Hazretleri Kastamonu'dan Denizli hapsine götürülürken zamanın Ankara Valisi Nevzat Tandoğan Üstad'ı sarıklı cürm-ü meşhud halinde yakalatmak ister. Bu işle görevlimemurlar istasyona geldiklerinde Üstad'ı sarıksız görürler ve:
"Nasıl haber aldı da sarığı çıkardı" deyip hayret içinde geri dönerler. Daha sonra Üstad'a bu olayınnasıl olduğu sorulduğunda:
"Bu keramet değildir. Birpire onları mağlup etti. Ben başımı kaşımak için sarığımı çıkarmıştım." Üstad kerameti kendine değil pireye veriyordu. (Son şahitler-1, s. 446
__________________
şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

9

21.09.2007, 15:19

Abdullah Yeğin ağabey anlatıyor:

"Başka bir gün yine ziyaretine gitmiştim. Çok mütevazi, çok engin gönüllü bir insandı.

"Tevazuundan dolayı bana öyle geliyordu ki, çok şey bilmiyor. Çünkü hep bizim bildiğimiz şeyleri anlatıyordu.

"Allah'ın birliğinden, insanın serbest, başıboş olmadığından, zamanın tehlikelerinden anlatırdı.

"Onun tevazuu, mahviyeti, alçakgönüllü oluşu, sevgi ve alakası bizi kendisine bağlamıştı.

"Zaman zaman diğer bazı arkadaşları da alıp ona götürürdüm. Çeşitli suallerimize güzel güzel cevaplar verirdi.

"Mektepte bir kısım muallimlerden edindiğim din aleyhindeki menfi fikirler, ancak Üstad'ın yanına gidince zail olurdu. Ümit ve şevkle ayrılırdık yanından."

"Yine bir ziyaretimde şöyle bir sual sormuştum:

"Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor. Bize Halıkımızı tanıttır."

"Bu mevzuda uzun uzun izahlarda bulundu. Bu sualimizin cevabı ne zaman yazıldı, iyice hatırlamıyorum. Yanına gittiğimde Ayetü'l-Kübra'dan, Küçük Sözler'den Mehmed Feyzi Pamukçu okur, biz de defterlerimize yeni yazıyla yazardık
__________________

Hilmi Pancaroğlu anlatıyor:
Kasap Tahir Afyon hapishanesinin hakimidir. ıri yarı, cesur, herkes ondan korkar, cinayet suçundan idama mahkum edilmiş temyiz kararını beklemektedir. Tahir ayakabılarından ve boynundan zincirlidir. Bir gün Üstad Hazretlerini ziyaret eder ve kurtuluşu için dua etmesini ister. Üstad ona "Sen namaza başla, ben sana dua edeceğim, inşaallah kurtulursun. Sana takılan zincirler de tesbihin olsun" der. Bunun üzerine Tahir namaza başlar ve tesbihini de zincirlerle çeker ve bir de bakar ki zincirin halkaları tam otuzüç tane. Tahir'deki bu değişikliğe herkes hayret eder. Nihayet Temyiz kararı bozar, otuz yıl ağır hapse çevirir ve Tahir 1950 affı ile çıkar. (Son şahitler-3, s. 163

..................................

Bayram Yüksel anlatıyor:

''Bir Gün Barlada mutfakta çalışırken aklıma geldiki: 'Ben mutfakta çalışıyorum.Halbuki içeride ağabeyler,kardeşler okumakla,yazmakla meşgul oluyorlar...' Birden Üstad Hazretleri mutfağa geldi ve:

''Evladım senin aklına böyle şeyler gelebilir.Fakat sen bu hizmetinle,içerdekilerin hepsinin yaptığı hizmetten hisse alıyorsun'dedi.''
__________________
şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

10

21.09.2007, 15:21

Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'nde hakim, Zübeyir Gündüzalp'e şöyle sorar:
"Sen Risale-i Nur talebesi imişsin!"
Cevaben:
"Bediüzzaman Said Nursi gibi bir dahinin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa iftiharla Evet Risale-i Nur şakirdiyim derim."
Bunun üzerine Üstad Hazretleri ayağa kalkarak:
"Evet... Evet... Binine bedeldir!" der
__________________
şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

duygu

Profesyonel

  • "duygu" bir kadın

Mesajlar: 966

Konum: istanbul

Meslek: ev hanımı

Hobiler: hat ve ebru sanatı, tasarım, araştırmak ve farklılık.ney çalmak

  • Özel mesaj gönder

11

21.09.2007, 15:34

maaşallah allah razı olsun hepinizden..
paylaşımlara devam inşallah..
Sus gönlüm...
Seni senden daha iyi bilen, Rabbinin hükmü vuk'u buluncaya kadar sus
...

12

21.09.2007, 22:39

Allah rzai olsun ablam..
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

13

22.09.2007, 00:33

Bediüzzaman Said Nursi, ibadetle ve münacatla mesgul olurken, saatlerce diz üstüne otururdu. bir gün bu sekilde oturmaktan, ayaginin parmagi yara olmustu. Talebesi olan Molla Resul'e parmagini göstererek bi merhem sürmek istedigini söylemisti. Molla Resul ates yakmakla mesguldü ve Bediüzzaman'a dönerek:

- Biz de Allah'tan korkuyoruz, ama senin ödün patliyor. Bizim gibi rahat otursan ayagin yara olmayacakti, demisti.

Bediüzzaman da ona su cevabi vermisti:

- Molla Resul! Kisa ömürde, kisa dünyada, ebedi hayati kazanmaya gelmisiz. Hem burada rahat oturayim, hem cennet dava edeyim, olmaz böyle sey! Onun icin cesaret edemiyorum rahat oturmaya...



Said Demirtas
Namazi yasayanlar
Ben beni biraktigim zaman, sen beni birakma Yarab! Yunus Emre

duygu

Profesyonel

  • "duygu" bir kadın

Mesajlar: 966

Konum: istanbul

Meslek: ev hanımı

Hobiler: hat ve ebru sanatı, tasarım, araştırmak ve farklılık.ney çalmak

  • Özel mesaj gönder

14

22.09.2007, 08:41

allah razı olsun..
Sus gönlüm...
Seni senden daha iyi bilen, Rabbinin hükmü vuk'u buluncaya kadar sus
...

15

08.10.2007, 15:33

Yürek Gülü



ıstanbul, hızlı adımlarla kendi kıyametine koşan imparatorluğun kalbi: Genç bir âlim, o yıl ilk defa Van’dan ıstanbul’a geliyor…

Malta Çarşısındaki şekerci Hanında tuttuğu mekânın kapısına bir yazı asıyor:

“Her suale cevap verilir, ama sual sorulmaz…”

ıstanbullu âlimler şaşkın: Kimi tek tek, kimi gruplar halinde şekerci Hanına gidip kafalarındaki her müşkülü soruyorlar.

Her soruya tatminkar cevaplar alıyorlar ve kimliğini tasdik ediyorlar:

“Evet, siz Bediüzzaman’sınız…”

* * *

Yıl 1909: Yer yine ıstanbul…

31 Mart Olayı sonrası, ıstanbul kargaşasında Bayezit’teki Divan-ı Harb Mahkemesindeyiz…

Oymalı ceviz masanın gerisinde, karşısına çıkarılan herkese suçlu muamelesi yapıp sehpaya göndermeye alışık Divan-ı Harb Reisi Hurşid Paşa ile diğerleri.

Maznun sandalyesinde ise bir diriliş hamlesi…

Mahkeme heyeti diriliş hamlesini suçluyor:

“Sen de şeriat istemişsin?”

Elcevap:

“… Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil.”

Meydanda kurulu sephalarda sallanan cesetlere bakarak gürlüyor:

“Ahirete kemal-i iştiyak ile müheyyayım. (Ahirete gitmeyi heyecanla bekliyorum) …Bu hükümet zaman-ı istibdatta (mutlakiyet devrinde) akla husumet ederdi. şimdi de hayata adavet (düşmanlık) ediyor. Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun (delilik); yaşasın mevt (ölüm)!...”

Ve kükrüyor: “Zalimler için yaşasın cehennem!”

* * *

Yıl 1915: Pasinler cephesindeyiz…

Karşımızda Moskof sürüleriyle birlikte saldıran Ermeni Taşnak çeteleri. O şimdi gönüllü talebeleriyle kurduğu milis alayının (Keçekülâhlıların) başında genç bir milis albayı.

Sübhan Dağı, “Sübhanallah” derken, kahramanımız, müthiş bir vatan sevgisiyle ölüme atlıyor:

“Korkmayın” diyor, “ölüm birdir, değişmez!”

* * *

Onlar yürek gülüdür, yüreklerde güldür güldür açarlar…

Ne solar, ne de ölürler…

Bilin ki, yüreklerde açan güller ölümsüzdür

şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir