Giriş yapmadınız.

1

08.09.2007, 16:25

şefkati hiç durdurmadı Onu...

Metodunun dört esasından biri, “şefkat”tir Bediüzzaman’ın... şefkat, sev­giden öte ve aşktan yüce bir duygu... şefkatin asıl temsilcileri, anneler... Anne yürekli babalar da var. Onların birincisi de “Güzeller Güzeli” Efendimizdir (a.s.m.).

Allah’ın “Rahîm” isminden kaynaklanan bu muhteşem duygu, insanı varabileceği en yüksek makama kanatlandırı­yor. Bu sebeple, gönlünü bütün varlığa açmış olan Efendi­mize (a.s.m.) hiçbir fâni eş ve benzer olamaz.

“Güzeller Güzeli”nin yolunda giden, gönüllerini onun gön­­lüne benzeten Allah dostları da her asra güzellik taşı­maya çalışmışlar. Onların çabalarıyla her çağda, yaşanılabilir alanlar oluşmuş, sevgi adacıkları meydana gelmiş.

Çirkinliğin arttığı dönemlerde, güzelliği temsil edenlerin kaliteleri artmış. Zira ay, gecenin en karanlık anında en çok parlarmış.

ışte Bediüzzaman, iman ve ahlâk krizinin en kara ve ka­ran­lık bir anında sunuldu insanlığa. Manevî bataklığı ku­rut­mak, karanlığa bir nur tutmak için görevlendirildi.

Ruhların sarsılması, inançsızlığın yayılması ve eğitimin se­viyesizliği, onu genç yaşında düşündürüyordu. Özellikle de, imansızlıktan kaynaklanan anarşiyi, daha fiiliyata dö­kül­me­den hissedip, durumdan vazife çıkardı ve yollara düştü.

ıstanbul’u Anadolu’dan haberdar etmek istedi.

Padişahtan Doğu illerimiz için okullar ve bir üniversite istedi. Çünkü inançsızlığın, geriliğin, fakirliğin eğitimsizlik­ten kaynaklandığını biliyordu.

ıstediği üniversite, din ve fen ilimlerini birlikte okutacak, bu suretle hem inkârcılık, hem de yobazlık önlenmiş ola­caktı.

ıstanbul’da tekleyen ve zor dönen bir devlet çarkı vardı. Sul­tan Abdülhamit Han, kendi deha ve takvası ile hassas den­geler kuruyor, olanca zorluğa rağmen neredeyse tek ba­şı­na idareyi ayakta tutuyordu.

Böyle karışık ve karmaşık bir âlemde sesini duyurmak ve der­dini anlatmak ne kadar zordu. Nitekim Bediüzzaman, ıstan­bul’da sorgulandı, yargılandı, hatta tımarhaneye bile konul­du.

Yılmadı, yorulmadı, ümitsizliğe düşmedi, daima bir çıkış yolu bulunacağına inandı.

Bu tavrıyla, gençlere mükemmel bir başarı örneği oldu.

Osmanlı’da yönetim değişti. Bediüzzaman düşüncelerini yeni idareye de sundu. 1908’de Selanik’te milleti birliğe be­ra­berliğe, birbirini sevmeye, eğitim seferberliğine, çalış­ma­ya, gösteriş ve israftan kaçmaya çağırdı. Avrupa karşı­sında ümitsizliğe kapılmak doğru değildi. Onlar öküz araba­sından baş­layıp bugünkü vasıtalara gelmişlerdi. Oysaki biz, işe tren­den ve uçaktan başlayarak, zamanı yutup onların se­viyesine he­men gelebilirdik.

Bu gelişmenin şartı, hürriyeti doğru anlamak, adalet ve eşitlikten ayrılmamaktı. Bu hususta örneğimiz, Efendimizin (a.s.m.) “Saadet Asrı”dır.

* * *

Bediüzzaman, asla hayalci değildir. “Osmanlı’nın Av­ru­pa’y­­la hamile olduğunu ve öyle bir hükûmet doğuracağını, Av­­rupa’nın da ıslâmiyetle hamile olduğunu ve bir ıslâm devle­ti doğuracağını” söyler.

“Osmanlı’yı çağdaşlaştırmaya, cumhuriyeti dindarlaş­ma­ya çalışmış,” “hamiyetli ve dindar adamlarla daima bera­ber” ol­duğunu açıklamıştır.

ıttihat ve Terakki Cemiyetine şiddetle muhalif olduğu hâl­­de, onların hükûmetine ve bilhassa orduya karşı taraftar­ca­sına yüksek takdirlerini şöyle açıklıyordu:

“O askerî cemaatte ve millî cemiyette bir milyona yakın ev­liya mertebesindeki şehitlerin altı-yedi sene sonra çıkaca­ğı­nı önseziyle hissetmiş. Bu sebeple, elinde olmayarak ve meşrebine aykırı şekilde onlara dört sene taraftar olmuş. Bi­rinci Dünya Savaşıyla onlar, mübarek yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said de, Eski Said’e muhalefet edip mücahe­de­si­ne döndü.” (Kastamonu Lâhikası, s. 47)

Mücahede, yani cihat etmek...

Cihadı gerçek ve geniş manasıyla ele alır. Tabiî ki silâhlı saldırıya silâhlı savunma yapmak cihattır. Bunun için, Bi­rinci Dünya Savaşında, okulunu kışlaya çevirir, talebelerini de asker yaparak kumandan olur.

Ancak cephede de hocadır. Ateş hattında da Kur’an tefsiri yazmaya devam eder. ıman ölçülerinden ve ibadet hayatın­dan orada da taviz vermez.

Böylece, cihadın, ilim ve eğitimle yapılması gereken asıl ve genel manasını, istisnaî bir durum olan savaş içinde de gös­termiş olur.

Ona göre, her zamanın asıl ve değişmez cihadı, “manevî cihat”tır. Yani kafaların ve kalplerin imanla aydınlatılması gayreti...

Savaş sonunda esir olur. Yine hocadır. Yine irşat hizme­tini ifa etmeye uğraşır. Esir subaylar talebe, esir kampı okul olur.

Gerçek hoca, uygun mekân ve zaman aramaz. Her an ve her mekân, irşat ve uyarı için uygundur. Zira onun yaratılış sebebi budur.

At koşmalı, kuş uçmalı, güneş doğmalıdır.

Hoca da, bütün varlığıyla konuşmalı, anlatmalı, açıkla­ma­lı ve hatırlatmalıdır.

Esirken, Rus başkumandanı Nikola’ya ayağa kalkmadı.

Bedeni esirdi, ama ruhu sadece kulluk bağlarıyla bağlıydı.

Kulluğuna sığındığı “Rahman” ve “Rahîm” onu idamdan kur­tardı.

Bediüzzaman, irşat görevini sadece diliyle değil, bütün li­san-ı hâliyle yapmıştı.

Böylece, hükmeden, kumandana hâkim olmuş ve imanın yüceliğine hürmet ettirmişti.

Esirlikten, kaçarak kurtuldu. ıstanbul’da kurulan ve bir ilim akademisi olan “Dârü’l-Hikmeti’l-ıslâmiye”ye üye oldu.

Yine korkusuz bir hocaydı. ışgal altındaki ıstanbul’da, Müs­lümanları uyaran, ıngilizleri de perişan eden bir kitap yayınladı.

Zira onun gönlü, asla işgale uğramamıştı.

Kasıtlı düşmanlıklar, izzetle ve cesaretle karşılanmalıydı.

ışgali iç dünyalarında yaşayan ümitsizleri de uyardı. Bu­günkü yenilgi, istikbalin zaferine dönüşebilirdi.

Çünkü gelecek, ıslâm’ındı.

Kafasını Batıya kaptırmış olanları da, ilimle, mantıkla ik­naya çalıştı.

ışi hep tamir, düzeltme, tedavi oldu.

Asla tahribe yönelmedi.

Tahripçileri bile tahrip etmeyi düşünmedi.

Elinden gelse, hepsini kurtaracaktı.

ışgal altındaki ıstanbul’da gösterdiği cesaretli faaliyet, Ankara’nın dikkatini çekti.

Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa, onu ısrarla çağırdı.

Bediüzzaman, Ankara’da çok güzel karşılandı.

Ancak orada kültürel kıble, Batıya döndürülüyordu.

Bediüzzaman üzüldü.

Yapılacak yenilikler için “Temel taşları sağlam gerek.” di­yordu. Sağlamlık ise, ancak Kur’an hakikatleriyle müm­kün­dü.

Ankara’da da uyarı görevini yaptı. Yöneticileri imanda cid­diyete ve ibadete çağırdı. Namaz kılan milletvekillerinin sayısı, birden ikiye katlandı.

Fakat bu hâl, onu Ankara’ya çağıranların hiç hoşuna git­medi.

Hoşnutsuzluk kesindi, ikna ile izalesi mümkün görülmü­yordu.

Bediüzzaman, siyaset dünyasının dışına çıktı, Van’a gitti.

ışte, siyasî dünyadan ve etkili zirvelerden bu çekiliş, bir ilerleyiş oldu. Öyle geriye çekildi ki, Van’da da kalmadı. Erek Dağındaki bir mağarayı mekân edindi.

Bu en geriye çekiliş, en ileriye çıkışın başlangıcıydı.

Uzun atlamacıların, sıçrayışlarını uzatabilmek için, at­lama çizgisinden geriye çekilişleri gibi...

Bediüzzaman da kendini merkezlerden, rütbelilerden, makam sahiplerinden çekti.

Önce içine yaptı yolculuğu, gönül dünyasını derinleştirdi.

Kur’an deryasına daldı.

Rabbine idi kulluk; ve yardım sadece Ondan beklenmek­teydi.

Zira kurtuluş için maddî sebepler susmuş gibiydi.

Ama kader programı işliyordu.

Maddesini ele geçirenler, manasını da mahkûm edebile­ceklerini sandılar.

Artık sürgündü.

Gözaltında idi.

Mahkemelerde ve hapishanelerdeydi.

Sırtında yumurta küfesi olan pehlivan gibiydi.

Sabır zirvelerinde geziyordu.

Hakaretlere, işkencelere, zehirlemelere karşı, hep sabırla karşı koyuyordu. O hep kükreyen ve ölüme meydan okuyan adam gitmiş, yerine “Ne yaparsanız yapın, dayanacağım. Zira yapmam gerekenler çok önemli!” diyen tevekkül ve tes­limiyet içindeki bir sabır timsali gelmişti.

Sırasıyla Burdur, Isparta, Barla gözaltıları...

Sonra Eskişehir, Denizli, Afyon hapishaneleri... ınsanlık dışı muameleler, sabrını taşırmak içindi.

Bir kükresin de hakkından gelinsin, hizmeti engellensin isteniyordu.

O hem sabretti, hem de sabrettirdi. “Artık yetmez mi?” diyen talebelerini daima sakinleştirdi.

ışin değeri, kutsallığı, yüceliği öyle gerektirdi.

Hep insanlık, hep merhamet, hep şefkat gösterdi.

Sevgi sevgi şakıdı. Sevgi sevgi soludu. Kuşandığı, her va­kit sevgiydi.

Tek sığınağı, “Rahman” ve “Rahîm” olan Allah’tı.

Bu isimlerin tecellisiyle, sevmeyenleri de sevdi. Merha­met etmeyenlere de acıdı.

Batırmaya, bitirmeye, öldürmeye çalışanları da ebedî di­riliğin yollarına çağırdı.

En zalime karşı da intikam düşünmedi. Daima affetti, ba­ğışladı.

Üstelik, çektiklerini yaşaması gerekiyordu:

“ıyi ki tenhalara sürülmüşüm! Nurlu eserler için bu inziva gerekliydi.” diye düşündü.

Azap ve işkenceler ise, Allah rızasından ayrılmamak ve tam ihlâsı kazanmak için faydalıydı.

Ürkütülmüş insanların selâm bile veremedikleri ortam­larda o, tabiatla konuştu.

Tabiat, Müslümandı. Allah’ın varlık ve birliğini her an söylemeye devam etmekteydi. O da büyük kâinat kitabıyla konuştu. Kırlar, dağlar, tepeler, mekânı oldu. Otlar, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar zikir arkadaşı hâline geldi.

Ve fikirler, kalemden kâğıda döküldü.

O da istenmedi. Çünkü artık “Allah” demek hoşa gitmi­yor­du.

Bediüzzaman, bu defa da kırdan, dağdan, bayırdan alındı ve hapishaneye kondu.

Kalemsiz kâğıtsız, işkenceli hakaretli bir ortamda, mad­deten ve manen öldürülmeye çalışıldı.

Allah için olana, Allah elbette yardımını esirgemezdi.

“Nasıl yardım eder?” diye merak edenler, Bediüzzaman’ın yaşadıklarına bakmalıdır.

Gizlice ve zorluklarla temin edilmiş kâğıt ve kalemlerle ya­zıldı eserler... ıncecik şeritler hâlinde kibrit kutularına ko­nuldu. Bir fırsatını bulup hapishanedeki talebelerine, oradan da dışarıya çıkarıldı. Bazen de atıldı hapishanenin pencere­sinden, dışarıda bekleyenlere...

Yazı gibi değil ilâç gibi, ilk yardım malzemesi gibi...

Okunmadı; yutuldu, massedildi, hazmedildi, hazzedildi ve hemen paylaşıldı, koşturuldu, ulaştırıldı.

Dünyada böyle yazılıp böyle yayılan başka bir eser yoktur.

Nur Risaleleri, dışarıda hemen elle yazılarak çoğaltıldı ve civara dağıtıldı. Okuyanlar, dinleyenler, yazanlar, dağıtanlar, bir nur ordusuydu artık... Her türlü baskı ve dayatmaya rağ­men, sayıları ve kaliteleri gittikçe arttı.

Böyle bir eğitim seferberliği dünyanın hiçbir yerinde ya­şanmamıştı. Kitabın, okumanın, yazmanın, dinlemenin kar­şılığı, dayak, baskın, mahkeme ve hapishaneydi.

Ama bu acı mükâfata (!) karşılık, kimse vazgeçmedi Nur­lardan... Bediüzzaman’ın sesi, hasret kalınan bir ana sesi gibi çekti gariban Anadolu halkını...

Mahkemelerin verdiği beraat kararları da işe yaramadı. Çünkü hukukun üstünde işleyen bir zulüm vardı. Ama kar­şılarında da yılmayan, yorulmayan ve asla pes etmeyen bir iman aşkı ve şevki...

Bütün itham ve iftiralar boşlukta kaldı. Fakat Bediüzza­man bir türlü hürriyetine kavuşamadı. Artık o, iç dünyasının hür havasına razıydı. Gelecek nesillerin imanla­rını korumaya ve kurtarmaya vesile olacak eserlerinin ver­diği sevinçle müs­terihti.

Mademki Nur Risaleleri gönül tellerini titretmeye baş­la­dı, o hâlde “Bütün haklarım helâl olsun!” diyerek, bir asra yaklaşan ömrünün nasıl bir örtülü galibiyetle geçtiğini de göstermiş oldu.

“Bir Said değil, bin Said feda olsun!” dediği iman ve ahlâk da­vası, Anadolu’dan başlayarak bütün dünyayı nurlandır­ma­ya başladı.

Bu büyük mazhariyetin sahibi, bütün haklarını helâl ede­rek, “elveda” diyordu dünyaya...

Almaya zaten hiç talip olmamıştı, vereceklerini ise bütü­nüyle vermişti.

O hâlde, kabrinin yeri bile bilinmemeliydi. Sağlığında ol­duğu gibi, vefatından sonra da ziyaret istemiyordu.

“Baki hakikatler, fâni şahıslarla bağlanmamalı” idi...

Fatiha ise, adres istemezdi.

Onu sevenlere, ziyaret etmek ve dinlemek isteyenlere ise, kapısı kıyamete kadar açıktı: Kendisi yerine konuşan eserle­rine bakacaklardı.

“Ben eserimdeyim. Hayatımın gayesi ve neticesi yazdıkla­rımda... Onlara istifade niyetiyle bakan, beni görmüş ve dinlemiş gibidir.” diyen nur ve şefkat kaynağı, böylece hiz­metinin hududunu şahsıyla sınırlamamış, alabildiğine ge­nişletmiş oluyordu.

* * *

Aradan yıllar geçti.

Ölümü, hayatından fazla hizmet etti. Nurlu eserleri, kur­tarmaya devam ediyor.

Ne mutlu, imanının derinliğine erenlere, ihlâsının sarsıl­mazlığını yakalayanlara ve anne yüreklerindekinden daha yoğun olan şefkatini fark edenlere...

Bu güzelliklere, bütün insanlık muhtaç, çok muhtaç...

şükür ki, arayanın bulacağı, bulanların şefkate kanacağı bir gönül var ve hâlâ taptaze yaşıyor...



"Başkasının Günahına Ağlayan Adam, Vehbi Vakkasoğlu, Nesil Yayınları" kitabından...
Allah Yar ve Yardımcımız olsun...

2

08.09.2007, 16:55

şimdi bakıyorum da, ne büyük sabır imtihanından geçmiş Üstad. Onu beğenmeyip kötüleyenler, bunun ne kadarına dayanabilirdi. Bir düşünseler, bir anlayabilseler. Geçtim 22-23 kere zehirlenerek sû-i kastten, onun hastalığına tahammülden, hapiste bir gün bile nasıl geçerdi, hem de o günlerde. Çok büyük fedakarlıklar yapmış Üstad ve talebeleri. Allah onlardan razı olsun,âmîn...

3

08.09.2007, 16:58

Amin kardeşim Amin.. Öyle bir zamana geldikki keşke demeden inşallah ıyikilerle geçen bir ömrümüz olur ve Rabbimizin karşısına hesabını verebileceğimiz güzel ameller ile çıkarız.. Rabbim bizleri affetsin merhametini esirgemesin.. iman yolundan ayırmasın inşallah..
Allah Yar ve Yardımcımız olsun...

4

08.09.2007, 18:49

âmîn, ya Mucîbe'd-deavat, ya Semîa'd-dûâ.

5

08.09.2007, 22:36

bu duanın meali ne diye sorsam ayıp etmiş olurmuyum acaba :oops:
Allah Yar ve Yardımcımız olsun...

6

09.09.2007, 03:57

Yok estağfirullah,
Ey dualara icabet eden, Ey duayı işiten demek,

7

09.09.2007, 21:20

Allah razı olsun kardeşim...
Allah Yar ve Yardımcımız olsun...

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir