Metodunun dört esasından biri, “şefkat”tir Bediüzzaman’ın... şefkat, sevgiden öte ve aşktan yüce bir duygu... şefkatin asıl temsilcileri, anneler... Anne yürekli babalar da var. Onların birincisi de “Güzeller Güzeli” Efendimizdir (a.s.m.).
Allah’ın “Rahîm” isminden kaynaklanan bu muhteşem duygu, insanı varabileceği en yüksek makama kanatlandırıyor. Bu sebeple, gönlünü bütün varlığa açmış olan Efendimize (a.s.m.) hiçbir fâni eş ve benzer olamaz.
“Güzeller Güzeli”nin yolunda giden, gönüllerini onun gönlüne benzeten Allah dostları da her asra güzellik taşımaya çalışmışlar. Onların çabalarıyla her çağda, yaşanılabilir alanlar oluşmuş, sevgi adacıkları meydana gelmiş.
Çirkinliğin arttığı dönemlerde, güzelliği temsil edenlerin kaliteleri artmış. Zira ay, gecenin en karanlık anında en çok parlarmış.
ışte Bediüzzaman, iman ve ahlâk krizinin en kara ve karanlık bir anında sunuldu insanlığa. Manevî bataklığı kurutmak, karanlığa bir nur tutmak için görevlendirildi.
Ruhların sarsılması, inançsızlığın yayılması ve eğitimin seviyesizliği, onu genç yaşında düşündürüyordu. Özellikle de, imansızlıktan kaynaklanan anarşiyi, daha fiiliyata dökülmeden hissedip, durumdan vazife çıkardı ve yollara düştü.
ıstanbul’u Anadolu’dan haberdar etmek istedi.
Padişahtan Doğu illerimiz için okullar ve bir üniversite istedi. Çünkü inançsızlığın, geriliğin, fakirliğin eğitimsizlikten kaynaklandığını biliyordu.
ıstediği üniversite, din ve fen ilimlerini birlikte okutacak, bu suretle hem inkârcılık, hem de yobazlık önlenmiş olacaktı.
ıstanbul’da tekleyen ve zor dönen bir devlet çarkı vardı. Sultan Abdülhamit Han, kendi deha ve takvası ile hassas dengeler kuruyor, olanca zorluğa rağmen neredeyse tek başına idareyi ayakta tutuyordu.
Böyle karışık ve karmaşık bir âlemde sesini duyurmak ve derdini anlatmak ne kadar zordu. Nitekim Bediüzzaman, ıstanbul’da sorgulandı, yargılandı, hatta tımarhaneye bile konuldu.
Yılmadı, yorulmadı, ümitsizliğe düşmedi, daima bir çıkış yolu bulunacağına inandı.
Bu tavrıyla, gençlere mükemmel bir başarı örneği oldu.
Osmanlı’da yönetim değişti. Bediüzzaman düşüncelerini yeni idareye de sundu. 1908’de Selanik’te milleti birliğe beraberliğe, birbirini sevmeye, eğitim seferberliğine, çalışmaya, gösteriş ve israftan kaçmaya çağırdı. Avrupa karşısında ümitsizliğe kapılmak doğru değildi. Onlar öküz arabasından başlayıp bugünkü vasıtalara gelmişlerdi. Oysaki biz, işe trenden ve uçaktan başlayarak, zamanı yutup onların seviyesine hemen gelebilirdik.
Bu gelişmenin şartı, hürriyeti doğru anlamak, adalet ve eşitlikten ayrılmamaktı. Bu hususta örneğimiz, Efendimizin (a.s.m.) “Saadet Asrı”dır.
* * *
Bediüzzaman, asla hayalci değildir. “Osmanlı’nın Avrupa’yla hamile olduğunu ve öyle bir hükûmet doğuracağını, Avrupa’nın da ıslâmiyetle hamile olduğunu ve bir ıslâm devleti doğuracağını” söyler.
“Osmanlı’yı çağdaşlaştırmaya, cumhuriyeti dindarlaşmaya çalışmış,” “hamiyetli ve dindar adamlarla daima beraber” olduğunu açıklamıştır.
ıttihat ve Terakki Cemiyetine şiddetle muhalif olduğu hâlde, onların hükûmetine ve bilhassa orduya karşı taraftarcasına yüksek takdirlerini şöyle açıklıyordu:
“O askerî cemaatte ve millî cemiyette bir milyona yakın evliya mertebesindeki şehitlerin altı-yedi sene sonra çıkacağını önseziyle hissetmiş. Bu sebeple, elinde olmayarak ve meşrebine aykırı şekilde onlara dört sene taraftar olmuş. Birinci Dünya Savaşıyla onlar, mübarek yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said de, Eski Said’e muhalefet edip mücahedesine döndü.” (Kastamonu Lâhikası, s. 47)
Mücahede, yani cihat etmek...
Cihadı gerçek ve geniş manasıyla ele alır. Tabiî ki silâhlı saldırıya silâhlı savunma yapmak cihattır. Bunun için, Birinci Dünya Savaşında, okulunu kışlaya çevirir, talebelerini de asker yaparak kumandan olur.
Ancak cephede de hocadır. Ateş hattında da Kur’an tefsiri yazmaya devam eder. ıman ölçülerinden ve ibadet hayatından orada da taviz vermez.
Böylece, cihadın, ilim ve eğitimle yapılması gereken asıl ve genel manasını, istisnaî bir durum olan savaş içinde de göstermiş olur.
Ona göre, her zamanın asıl ve değişmez cihadı, “manevî cihat”tır. Yani kafaların ve kalplerin imanla aydınlatılması gayreti...
Savaş sonunda esir olur. Yine hocadır. Yine irşat hizmetini ifa etmeye uğraşır. Esir subaylar talebe, esir kampı okul olur.
Gerçek hoca, uygun mekân ve zaman aramaz. Her an ve her mekân, irşat ve uyarı için uygundur. Zira onun yaratılış sebebi budur.
At koşmalı, kuş uçmalı, güneş doğmalıdır.
Hoca da, bütün varlığıyla konuşmalı, anlatmalı, açıklamalı ve hatırlatmalıdır.
Esirken, Rus başkumandanı Nikola’ya ayağa kalkmadı.
Bedeni esirdi, ama ruhu sadece kulluk bağlarıyla bağlıydı.
Kulluğuna sığındığı “Rahman” ve “Rahîm” onu idamdan kurtardı.
Bediüzzaman, irşat görevini sadece diliyle değil, bütün lisan-ı hâliyle yapmıştı.
Böylece, hükmeden, kumandana hâkim olmuş ve imanın yüceliğine hürmet ettirmişti.
Esirlikten, kaçarak kurtuldu. ıstanbul’da kurulan ve bir ilim akademisi olan “Dârü’l-Hikmeti’l-ıslâmiye”ye üye oldu.
Yine korkusuz bir hocaydı. ışgal altındaki ıstanbul’da, Müslümanları uyaran, ıngilizleri de perişan eden bir kitap yayınladı.
Zira onun gönlü, asla işgale uğramamıştı.
Kasıtlı düşmanlıklar, izzetle ve cesaretle karşılanmalıydı.
ışgali iç dünyalarında yaşayan ümitsizleri de uyardı. Bugünkü yenilgi, istikbalin zaferine dönüşebilirdi.
Çünkü gelecek, ıslâm’ındı.
Kafasını Batıya kaptırmış olanları da, ilimle, mantıkla iknaya çalıştı.
ışi hep tamir, düzeltme, tedavi oldu.
Asla tahribe yönelmedi.
Tahripçileri bile tahrip etmeyi düşünmedi.
Elinden gelse, hepsini kurtaracaktı.
ışgal altındaki ıstanbul’da gösterdiği cesaretli faaliyet, Ankara’nın dikkatini çekti.
Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa, onu ısrarla çağırdı.
Bediüzzaman, Ankara’da çok güzel karşılandı.
Ancak orada kültürel kıble, Batıya döndürülüyordu.
Bediüzzaman üzüldü.
Yapılacak yenilikler için “Temel taşları sağlam gerek.” diyordu. Sağlamlık ise, ancak Kur’an hakikatleriyle mümkündü.
Ankara’da da uyarı görevini yaptı. Yöneticileri imanda ciddiyete ve ibadete çağırdı. Namaz kılan milletvekillerinin sayısı, birden ikiye katlandı.
Fakat bu hâl, onu Ankara’ya çağıranların hiç hoşuna gitmedi.
Hoşnutsuzluk kesindi, ikna ile izalesi mümkün görülmüyordu.
Bediüzzaman, siyaset dünyasının dışına çıktı, Van’a gitti.
ışte, siyasî dünyadan ve etkili zirvelerden bu çekiliş, bir ilerleyiş oldu. Öyle geriye çekildi ki, Van’da da kalmadı. Erek Dağındaki bir mağarayı mekân edindi.
Bu en geriye çekiliş, en ileriye çıkışın başlangıcıydı.
Uzun atlamacıların, sıçrayışlarını uzatabilmek için, atlama çizgisinden geriye çekilişleri gibi...
Bediüzzaman da kendini merkezlerden, rütbelilerden, makam sahiplerinden çekti.
Önce içine yaptı yolculuğu, gönül dünyasını derinleştirdi.
Kur’an deryasına daldı.
Rabbine idi kulluk; ve yardım sadece Ondan beklenmekteydi.
Zira kurtuluş için maddî sebepler susmuş gibiydi.
Ama kader programı işliyordu.
Maddesini ele geçirenler, manasını da mahkûm edebileceklerini sandılar.
Artık sürgündü.
Gözaltında idi.
Mahkemelerde ve hapishanelerdeydi.
Sırtında yumurta küfesi olan pehlivan gibiydi.
Sabır zirvelerinde geziyordu.
Hakaretlere, işkencelere, zehirlemelere karşı, hep sabırla karşı koyuyordu. O hep kükreyen ve ölüme meydan okuyan adam gitmiş, yerine “Ne yaparsanız yapın, dayanacağım. Zira yapmam gerekenler çok önemli!” diyen tevekkül ve teslimiyet içindeki bir sabır timsali gelmişti.
Sırasıyla Burdur, Isparta, Barla gözaltıları...
Sonra Eskişehir, Denizli, Afyon hapishaneleri... ınsanlık dışı muameleler, sabrını taşırmak içindi.
Bir kükresin de hakkından gelinsin, hizmeti engellensin isteniyordu.
O hem sabretti, hem de sabrettirdi. “Artık yetmez mi?” diyen talebelerini daima sakinleştirdi.
ışin değeri, kutsallığı, yüceliği öyle gerektirdi.
Hep insanlık, hep merhamet, hep şefkat gösterdi.
Sevgi sevgi şakıdı. Sevgi sevgi soludu. Kuşandığı, her vakit sevgiydi.
Tek sığınağı, “Rahman” ve “Rahîm” olan Allah’tı.
Bu isimlerin tecellisiyle, sevmeyenleri de sevdi. Merhamet etmeyenlere de acıdı.
Batırmaya, bitirmeye, öldürmeye çalışanları da ebedî diriliğin yollarına çağırdı.
En zalime karşı da intikam düşünmedi. Daima affetti, bağışladı.
Üstelik, çektiklerini yaşaması gerekiyordu:
“ıyi ki tenhalara sürülmüşüm! Nurlu eserler için bu inziva gerekliydi.” diye düşündü.
Azap ve işkenceler ise, Allah rızasından ayrılmamak ve tam ihlâsı kazanmak için faydalıydı.
Ürkütülmüş insanların selâm bile veremedikleri ortamlarda o, tabiatla konuştu.
Tabiat, Müslümandı. Allah’ın varlık ve birliğini her an söylemeye devam etmekteydi. O da büyük kâinat kitabıyla konuştu. Kırlar, dağlar, tepeler, mekânı oldu. Otlar, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar zikir arkadaşı hâline geldi.
Ve fikirler, kalemden kâğıda döküldü.
O da istenmedi. Çünkü artık “Allah” demek hoşa gitmiyordu.
Bediüzzaman, bu defa da kırdan, dağdan, bayırdan alındı ve hapishaneye kondu.
Kalemsiz kâğıtsız, işkenceli hakaretli bir ortamda, maddeten ve manen öldürülmeye çalışıldı.
Allah için olana, Allah elbette yardımını esirgemezdi.
“Nasıl yardım eder?” diye merak edenler, Bediüzzaman’ın yaşadıklarına bakmalıdır.
Gizlice ve zorluklarla temin edilmiş kâğıt ve kalemlerle yazıldı eserler... ıncecik şeritler hâlinde kibrit kutularına konuldu. Bir fırsatını bulup hapishanedeki talebelerine, oradan da dışarıya çıkarıldı. Bazen de atıldı hapishanenin penceresinden, dışarıda bekleyenlere...
Yazı gibi değil ilâç gibi, ilk yardım malzemesi gibi...
Okunmadı; yutuldu, massedildi, hazmedildi, hazzedildi ve hemen paylaşıldı, koşturuldu, ulaştırıldı.
Dünyada böyle yazılıp böyle yayılan başka bir eser yoktur.
Nur Risaleleri, dışarıda hemen elle yazılarak çoğaltıldı ve civara dağıtıldı. Okuyanlar, dinleyenler, yazanlar, dağıtanlar, bir nur ordusuydu artık... Her türlü baskı ve dayatmaya rağmen, sayıları ve kaliteleri gittikçe arttı.
Böyle bir eğitim seferberliği dünyanın hiçbir yerinde yaşanmamıştı. Kitabın, okumanın, yazmanın, dinlemenin karşılığı, dayak, baskın, mahkeme ve hapishaneydi.
Ama bu acı mükâfata (!) karşılık, kimse vazgeçmedi Nurlardan... Bediüzzaman’ın sesi, hasret kalınan bir ana sesi gibi çekti gariban Anadolu halkını...
Mahkemelerin verdiği beraat kararları da işe yaramadı. Çünkü hukukun üstünde işleyen bir zulüm vardı. Ama karşılarında da yılmayan, yorulmayan ve asla pes etmeyen bir iman aşkı ve şevki...
Bütün itham ve iftiralar boşlukta kaldı. Fakat Bediüzzaman bir türlü hürriyetine kavuşamadı. Artık o, iç dünyasının hür havasına razıydı. Gelecek nesillerin imanlarını korumaya ve kurtarmaya vesile olacak eserlerinin verdiği sevinçle müsterihti.
Mademki Nur Risaleleri gönül tellerini titretmeye başladı, o hâlde “Bütün haklarım helâl olsun!” diyerek, bir asra yaklaşan ömrünün nasıl bir örtülü galibiyetle geçtiğini de göstermiş oldu.
“Bir Said değil, bin Said feda olsun!” dediği iman ve ahlâk davası, Anadolu’dan başlayarak bütün dünyayı nurlandırmaya başladı.
Bu büyük mazhariyetin sahibi, bütün haklarını helâl ederek, “elveda” diyordu dünyaya...
Almaya zaten hiç talip olmamıştı, vereceklerini ise bütünüyle vermişti.
O hâlde, kabrinin yeri bile bilinmemeliydi. Sağlığında olduğu gibi, vefatından sonra da ziyaret istemiyordu.
“Baki hakikatler, fâni şahıslarla bağlanmamalı” idi...
Fatiha ise, adres istemezdi.
Onu sevenlere, ziyaret etmek ve dinlemek isteyenlere ise, kapısı kıyamete kadar açıktı: Kendisi yerine konuşan eserlerine bakacaklardı.
“Ben eserimdeyim. Hayatımın gayesi ve neticesi yazdıklarımda... Onlara istifade niyetiyle bakan, beni görmüş ve dinlemiş gibidir.” diyen nur ve şefkat kaynağı, böylece hizmetinin hududunu şahsıyla sınırlamamış, alabildiğine genişletmiş oluyordu.
* * *
Aradan yıllar geçti.
Ölümü, hayatından fazla hizmet etti. Nurlu eserleri, kurtarmaya devam ediyor.
Ne mutlu, imanının derinliğine erenlere, ihlâsının sarsılmazlığını yakalayanlara ve anne yüreklerindekinden daha yoğun olan şefkatini fark edenlere...
Bu güzelliklere, bütün insanlık muhtaç, çok muhtaç...
şükür ki, arayanın bulacağı, bulanların şefkate kanacağı bir gönül var ve hâlâ taptaze yaşıyor...
"Başkasının Günahına Ağlayan Adam, Vehbi Vakkasoğlu, Nesil Yayınları" kitabından...