Giriş yapmadınız.

1

30.08.2006, 08:24

Bu Vatan İçin Beş Büyük Tehlike

TEHLıKE–1
DıNSıZLıK



Risale-i Nur Külliyatında, bu vatan için birinci, en büyük tehlike olarak dinsizlik gösterilir. şöyle ki:

«Biz, Risale-i Nur’la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlike­sini def etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emare­lerle, hattâ mahkemede de kısmen ispat etmişiz.

Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir sûrette girmeye çalışan Anarşiliğe karşı sed çekmek. (E: 128)

Aynı mânâda, hem tehlikeyi hem çareyi gösteren bir başka ifade… «şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zendeka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyun­luğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var:

O da Kur’ân’ın Hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda Komünistliğe çeviren musi­bet-i beşeriye, siyasî, maddî kuvvetlerle susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’âniyedir.» (Em: 54)

Üstad Hazretleri bir mahkeme müdafaasında bu memleket için menfi cereyanları şöyle sıralar:

«Dinsizlik veya Komünistlik veya Anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfî Turancılık...» (ş:286)

Ahirzamanın müthiş şahsı olan Deccal’ın, sistemini dinsizliğe dayandıracağını belirten aşağıdaki beyan çok dikkat çekicidir. şöyle ki:

«Deccal'ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah'ı unutmuş olduğundan; surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan Dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesîmdir.» (M:58)



TıCARET VE ASAYış ıÇıN DE DıNÎ HAYAT GEREKLıDıR

Dinî terbiyeden mahrum yetiştirilen insanların, hem idare bakımından, hem iktisadi hayat bakımından büyük sıkıntılar getireceğini beyan eden Said Nursi Hazretleri, zamanın hâkim olan zihniyetine şu ihtarda bulunur:

«Acaba bu ehl-i bid'a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu Dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve asayişi düşünüyorlarsa; Allah'ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def'etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşkildir. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa; öyle dinsizler idare-i hükûmete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi manidirler. Terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve asayişi kırıyorlar. Doğrusu onlar, meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.» (M:438)


DıN DIşI HAYATIN TEHLıKELERıNE KARşI ıKAZLAR


Bediüzzaman Hazretleri 1940’lı yılların başlarında Kastamonuda yazdığı bir mektubta; yirmi senedir memleketin idaresinde tatbik edilen proğramın neticelerinin, fert ve cemiyetteki menfi tesirlerini görür ve giderek dehşetl verici bir hal alarak devam edeceğini haber verir:

«şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur'anînin tezelzülüyle de Ye'cüc ve Me'cüc'den daha müdhiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir Anarşilik ve zulümlü bir Dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.» (K:149)

Bediüzzaman Hazretleri, memleketimizde başgösteren Dinsizlik hareketini ve mensuplarını “ehl-i ilhad” veya “mülhidler” tabiriyle ifade eder ve şu dehşetli hadiseyi haber verir:

«Eğer Ankara'da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur'un kuvvetli kitablarına karşı inad etse ve musalaha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz hapistir ve mülhidler, Bolşevizmi Zındıka ile birleştirdiğine alâmettir ve hükûmet onları dinlemeğe mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddî ve manevî musibetler hücuma başlarlar.» (ş:337)



KOMÜNıSTLıK VE MASONLUğA KARşI ÇARE

Kökü dışarıda olan iki cereyanın (Komünistlik ve Masonluğun) bu millete musallat olacağını ve bazen birleşerek Müslümanları baskı altına alacağını beyan eden Said Nursi Hazretleri der ki:

«Hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur'an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak ıslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini ıslâmiyette bulmuş bu millet dayanabilir.

Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan Hakaik-i Kur'aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.» (E:218)




RıSALE-ı NUR RESMEN YAYINLANMALI

«Dehşetli beladan birisi: Hristiyan Dinini mağlub eden ve Anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli Dinsizlik cereyanı bu vatanı manevî istilâsına karşı Risale-i Nur bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'anî vazifesini görebilir.» (M:482)[/b]

Maddiyunluk ve Dinsizliğe karşı, Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı yıllardır vazife yaptığı gibi, ıslâm Dünyasının muhabbetini de bize kazandırmaya büyük bir vesile olduğunu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder:

«Avrupa'da istilâkârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal'a olduğu gibi, âlem-i ıslâm'ın ve Asya Kıt'asının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu'cize-i Kur'aniyedir.» (M:482)

Devletin, Risale-i Nur Külliyatını resmen yayınlamasını isteyen Bediüzzaman Hazretleri bu isteğini şöyle beyan eder: «Bu memleketin vatanperver Siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur'u tab'ederek resmen neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.» (M:482)

2

30.08.2006, 08:33

TEHLıKE–2
ıSLÂM DÜNYASINI ıHMAL


Risale-i Nur Külliyatında, bu vatan ve millet için en büyük ikinci tehlike olarak, bugün nüfusu 1,5 milyarı bulan ıslâm Dünyası ile münasebetlerin kurulmaması nazara verilmektedir. Bu tehlikeye karşı bazı teşebbüslerde bulunmak ve çalışmalar yapmak gerekmektedir. Bediüzzaman Hazretleri hayatında bazı çalışmalar başlatmış ve geleceğe ait ikazlarda bulunmuştur. Ezcümle diyor ki:

«Âlem-i ıslâm'ın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzımgelmiş diye kalbime ihtar edildi.» (M:482)

«ıkincisi:Üç yüz elli milyon (o zamanki rakam) Müslümanların nef­retlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.» (E:128)

Bin yıllık tarihi ıslâmiyet ile şereflenmiş olan bu milletin, ıslâm Dünyası ile bağlarını koparmak isteyenlerin harici bir cereyan olan Yahudi kökenli Masonlar yani “Gizli ıfsad Komitesi” olduğunu beyan eden Said Nursi Hazretleri, şu dehşetli hadiseye dikkat çekip der ki:

«ıkinci cereyan: Âlem-i ıslâm'daki müstemlekâtlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i ıslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve âlem-i ıslâm'ın irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş.» (E:218)

“ıfsad Komitesi”nin Türkiye’de tatbik edilen siyaseti yönlendirerek, ıslâm’ın aleyhinde kullanmaya çalıştığını ve bilhassa o zamanda ıslâm aleyhtarlığı öncülüğünün ıngiliz siyaseti tarafından yapıldığını anlatan Bediüzzaman Hazretleri talebelerine yazdırdığı bir mektubunda şöyle der:

«ıngiliz Hükümeti ıslâmlar hakkında iki türlü hatt-ı hareket takip etmektedir:

Birisi: O zamanın ıslâmlarının önderliğini yapan Türklere karşı olup, Türkiye’de gizli bir ifsad komitesi kurarak Türkleri ıslâmiyetten uzaklaştırmağa ve Kur’anı Türkiye’de sukut ettirmeğe çalışmakta idiler.

Diğeri de: Türkiye’den başka memleketlerdeki Müslümanlara tatbik edilen siyaset idi ki, bu siyasete göre de din hususunda müslümanlara geniş müsamaha gösteriyorlar ve onları okşuyorlardı. Türkiyedeki faaliyetlerinden, Türkleri ıslâmiyetten uzaklaştırmak ve bu gayede muvaffak oldukları takdirde Türkleri diğer Müslümanların gözünden düşürerek Türklerin önderliğini bertaraf etmek amacını güdüyorlardı.» (Elyazma Emirdağ Lâhikası Sıra No: 442/358)

Bilhassa son zamanlarda ortaya konan tablonun elli sene önce yazdırılan bu tesbitlere ne kadar uygun düştüğü ortadadır. Türkiye’yi dine karşıymış gibi göstermek ve ıslâm Topluluklarıyla irtibatını kesmek bu gizli dinsizlerin temel hedefleri arasındadır. Bediüzzaman Hazretleri bu dehşetli tehlikeye karşı, Kur’andan aldığı feyiz ile açıklama ve ikazlara devam eder. Ve müsbet, vatanperver Siyasetçilere der ki:

«Demokratlar dörtyüz milyon Müslümanın nefretini kazanmış olan ıngiliz dostluğu yerine; bilakis Müslümanları intibaha getirip onlarla Kardeşlik ittifakı yaparak, millet-i ıslâmiye’nin eskiden olduğu gibi önderliğini yapmağa çalışmalıdırlar. Elbette bu daha çok hayırlıdır. Bu hayırlı nokta-i istinadı kazanmak için ezan-ı Muhammedî gibi dini diğer şeairini de yerine getirmek, yeni hükümetin en büyük vazifesi olmalıdır.» (Elyazma Emirdağ Lâhikası Sıra No: 442/358)

Bediüzzaman Hazretlerinin ders ve ikazlarına, sadece o zamandaki şahıslar veya muhatap olduğu hükümetler nazarıyla bakmamak lazımdır. Nitekim o zaman ıngilizlerin başını çektiği ıslâm aleytarlığı siyaseti, daha sonraları geniş bir Avrupa siyaseti şekline bürünerek diğer kıtalarda da destekçi yardımcılar bulmuştur. Bediüzzaman Hazretleri daha sonraları “Garb” ve “Ecnebi” gibi tabirler kullanmak suretiyle ıslâm düşmanlığının genişlediğini açıklar.

ıslâm düşmanları değişik adlarda bulunabilir. Onlar ne halde bulunursa bulunsun. Fakat asıl olan bütün Müslümanlar için zaruret derecesinde ihtiyaç olan ıttihad-ı ıslâm’ın tahakkukudur. Bu ittihad, müslümanlar için hayatî bir meseledir. Bilindiği gibi Bediüzzaman Hazretleri, “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ıttihad-ı ıslâmdır” (H:90) diyerek meselenin ehemmiyetini bildirmiştir.

Müslümanların geniş dairede, ıslâma sağlıklı hizmet edebilmeleri için, en evvel ıttihad-ı ıslâm’a çalışmaları gerekmektedir. Geniş daire çalışmaları ancak ıslâm Birliğine zemin teşkil etmelidir. ıslâm Kardeşliğine zarar verecek davranışlardan kaçınmak gerekmektedir.


ıSLÂM DÜNYASINA YAKINLAşMAK DAHA GEREKLı

Bu memleketteki Siyasi güçlerin birbirleriyle boğuşmak veya birbirini alt etmek mücadelesi vermek yerine; ecdadının mesleği olan, ıslâm Kardeşliğine çalışmaları gerekliliğine dikkat çeken Bediüzzaman Hazretlerinin bir mektubu:

«Madem bu ittifaksızlıktan gelen za'fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle Ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor.

Elbette ve elbette ve kat'î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset Garba ve Ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i ıslâm'ın ileride Cemahir-i Müttefikası hükmünde olacak olan dörtyüz milyon müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu Devlet-i ıslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.» (Em:83)

3

30.08.2006, 08:41

TEHLıKE–3
PARTıCıLıK TARAFGıRLığı


Particilik bir kaç noktadan ıslâm’ın temel esaslarına ters düşmektedir. Çoğunluğunu Müslümanların teşkil ettiği bir cemiyetin, Parti tarafgirliği ile bozulacağını ve parçalanacağını beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«ıslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsin­den birisi, âyet-i kerîmesinin hakikatıdır ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, ak­raba ve dostları mesul olamaz.”

Halbuki, şimdiki siyaset‑i hâzırada Particilik taraftarlığıyla, bir câ­ninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraf­tarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, birtek cinayet yüz cinayete çevril­diğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damar­lara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor.

Bu ise, hayat-ı içtima­iyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir.

Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.

ıran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.» (Em: 174)

Mezkûr yazıda, Particiliğin memleketimizde iyice yerleşmesiyle Millî Kuvvetimizin zayıflayarak dışarıdan gelen müdahelelerin iyice artacağı, hatta Allah korusun dahili kargaşa çıkabileceği ihtar edilir.

Yine aynı mânâda Particiliğin vereceği zararları anlatan bir bahis:

«Beşerin vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına Dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedeviliğe dönüyorlar.

Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmek istiyor. Garazkârane ve anudane Particilik gibi bazı cereyanları aşılamağa başlaması gibi bir ihtilaf görülüyor.» (Em: 82)


Malum olduğu üzere bir Partilinin hatası bütün taraftarlarına teşmil edilmektedir. Yani bir hata binler hatalara çıkarılmaktadır. Bu anlayış hem Kur’an’a zıt düşmekte hem ıslâm Kardeşliğini bozmaktadır.

Particiliğin yapısında bulunan birbiriyle boğuşmanın, bu memlekete ne kadar zararlar verdiğini Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder:

«Üç veya dört cereyanın muannidane muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar. Memleketin menfaatine ve asayişine sarfedilecek o zayıf kuvvetle hâkimiyetini -hattâ istibdad ile de olsa- asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden, Fransız ihtilâl-i kebirinin tohumlarının bu mübarek memleket-i ıslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telaş edilebilir.

Madem bu ittifaksızlıktan gelen za'fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle Ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor.» (Em:83)



PARTıCıLığE BıR ÇARE

Asrın getirdiği içtimaî, siyasî çalkantıların ıslahına Kur’andan aldığı kaideler ile çareler gösteren Bediüzzaman Hazretleri, Particilik tarafgirliğinin zararlarını bertaraf etmede şu çareleri gösterir:

«Uhuvvet-i ıs­lâmiyeyi ve esas ıslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâ­zımdır.

Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor.

Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye iliş­memek lâzım—tâ ki mâsum çıkıncaya kadar.

ışte bu kanun-u esasî-i Kur’ânî (yukarıdaki ayet) hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yü­zünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı ılâhînin celbine vesile olur...» (E:ll.172) Kaynak gösterilen kitaptaki mektubun tamamı, her zaman ve mekânda siyasîler için içtimaî reçete denecek mahiyetindedir.

Yukarıdaki ikaz yazısında, milleti sulh ve selamete götüren ve zümre hâkimiyeti yerine Hukukun Hâkimiyetini getiren ve Hak Kanunlarının ciddiyetini koruyup Hukuka itaatsizliği önleyen bir düstur ve hakikat nazara verilmiştir. Nitekim bu hakikatın bir cihette izahı mahiyetinde olan şu hâdise ve muhavere gayet manidardır.

şöyle ki:

“Bir zaman bir adam, bir sahrada, bedeviler içinde ehl-i hakikat bir zâtın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafir, hane sahibine dedi: "Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?"

Hane sahibi dedi: "Bizde hırsızlık olmaz."

Misafir dedi: "Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor."

Hane sahibi demiş: "Biz emr-i ılahî namına ve adalet-i şer'iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz."

Misafir dedi: "Öyle ise çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir."

Hane sahibi dedi: "Ben elli yaşıma girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm."

Misafir taaccüb etti, dedi ki: "Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor."

Hane sahibi dedi: "Siz büyük bir hakikattan ve acib ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terketmişsiniz. Onun için adaletin hakikatını kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine Adalet perdesi altında garazlar, zalimane ve tarafgirane cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakikatın sırrı budur:

Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer'înin icrasını tahattur eder. Arş-ı ılahîden nâzil olan emir hatırına gelir. ımanın hassası ile, kalbin kulağı ile, kelâm-ı ezelîden gelen ve "hırsız elinin i'damına" hükmeden

âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelanına hücum gibi bir halet-i ruhiye hasıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelan parçalanır, çekilir. Git gide o meyelan bütün bütün kesilir. Çünki yalnız vehim ve fikir değil, belki manevî kuvveleri -akıl, kalb ve vicdan- birden o hisse, o hevese hücum eder. Hadd-i şer'îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.

Evet iman kalbde, kafada daimî bir manevî yasakçı bıraktığından fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça "yasaktır" der, tardeder kaçırır.” (H:75)



MÜSLÜMAN ıDARECı NASIL OLMALIDIR ?

Millete hizmet için vazife alan bir şahısta bulunması gereken vasıfların neler olduğu Risale-i Nur Külliyatında şöyle ifade edilmektedir:

«ıslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi:

şu hadîs‑i şeriftir: hakikatiyle, Memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için ta­hakküm âleti değil... Bu zamanda terbiye-i ıslâ­miyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hiz­metkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebi­dâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü ze­ber olur. Hukuk‑u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlık­lara vesile olur.

şimdi, Adnan Menderes gibi, “ıslâmiyetin ve Dînin icaplarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve Ecnebîlerin müda­halesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ih­timali kuvvetlidir.»

Eğer idareci, memuriyeti kendine hizmet aracı değil de başkalarına hükmetme aracı olarak anlarsa o Cemiyette kimsenin hakkı, hukuku korunamaz. Peygamberimizin yukarıda zikredilen meşhur hadîsi, bir evvelki bahiste zikredilen Kur’an hükmünden sonra ikinci bir Esas Kanun’dur. ıdareci olacakların bu Dinî Kanunları iyice anlaması ve hazmetmesi lâzımdır.

Buraya kadar anlatılanlara ilave olarak, hem Cemiyeti ayakta tutacak hem çareleri gösteren bir düstur da şudur ki:

«ıslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi, bu hadis-i şerifin,


hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüz­lerine karşı, dahildeki adâveti unutmak ve tam te­sanüd etmektir.

Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariç­te bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin baba­sını, kardeşini öldürdükleri halde, o dahildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def olun­caya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüf­lerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar Siyasetten gelen dahildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hadisatlar görünüyor. Hattâ, bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği; ve ıslâmiyet aley­hinde bir Zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ etti­ğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri Siya­seti terkettim.

Hem şimdi birisi, hem Ramazan-ı şerife, hem şeâir-i ıslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit muhaliflerinin onun o va­ziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki, küfre rıza küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir. Bu acip halin sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mâzur göstermek damarıyla mu­haliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar. ışte bu çeşit deh­şetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i ıslâmiyeye büyük bir su­ikast hükmündedir.”

Said Nursî (Em: 174)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine "Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" dedirten müsbet siyaset (devlet idaresi ile millete hizmet) değil menfi siyaset anlayışıdır. Hali hazır siyaset anlayışı ve mücadeleleridir.

4

30.08.2006, 08:43

TEHLıKE–4
HALK PARTıSı’NıN ıKTıDARA GELMESı



(Parti ismi farklı olabilir. Nitekim Demokrat Parti ismi bugün bir başka parti adıyla temsil edildiği gibi Halk Partisi de başka bir isimle hatta birbirinden ayrı birkaç partiyle de temsil edilebilir. Bahisleri okurken geniş düşünmek ve yaşadığımız zamanı nazara almak ve ona göre değerlendirmede bulunmak gerekmektedir.)

Malumdur ki, bu âlemde iyiler de kötüler de; iyilikler de kötülükler de derecelidir. Yani iyinin daha iyisi, kötünün daha kötüsü vardır. ıyi ve kötü değerlendirme­leri bu nisbiyete göre yapılır. ışte bu ölçünün tatibikî bir örneği olabilecek bir mektupta deniliyor ki:

«Üstadımızdan, niçin Demokrat Partiyi muhafa­zaya çalıştığını sorduk.

Cevaben: “Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki, Halk Partisi ıttihatçıların bozuk kısmının ci­nayetleri ve hem Cumhuriyetin Birinci Reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icba­riyle on beş senede yaptığı icraatının kısm-ı âzamı tamamıyla eski Partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o Partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek.

Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, Ko­münist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki, bir Müslüman kat’iyen Komünist olamaz, Anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman Ecnebîlerle mukayese edilemez. ışte bunun için, hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza deh­şetli bir tehlike teşkil eden bu Partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’ân ve Va­tan ve ıslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dedi.» (Em: 206)


[b]HALK PARTıSıNıN MEMUR SALTANATI[/b]

Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı me­murlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve ıttihatçıların ve Mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletil­diği halde, Demokratlara bir cihette galip hük­mündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hiz­metkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendin­den olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber ba­na yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir ci­hette mânen Demokratlara galip geliyorlar. Hal­buki, ıslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan, hadis-i şerifte yani, “Memuriyet, Emir­lik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.”

Demokratlık, hürriyet-i vicdan, ıslâmiyetin bu Ka­nun-u Esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanun­da olmazsa şahsa geçer. ıstibdad, mutlak keyfî olur.» (Em:164)


HALKÇILARIN DıNE MUHALıF KISMINA KARşI ÇARE


«şimdi milletin arzusuyla şeâir-i ıslâmiyenin ser­bestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevki­lerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, ittihad-ı ıslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır.

Eski zamanda ıngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mâni olurdular. şimdi men­faatleri ve siyasetleri buna muarız değil, belki muhtaçtırlar. Çünkü Komünistlik, Masonluk, Zın­dıklık, Dinsizlik, doğrudan doğruya Anarşistliği in­taç ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak Hakikat-ı Kur’âniye etrafında itti­had-ı ıslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.

Ve bu hakikate binaen, Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikate istinad edip Ko­münist ve Masonluk cereyanına karşı vaziyet al­maları zarurîdir.

Bir ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) serbestiye­tiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuv­vet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnettar ettiler. Hem mânen eski ıttihad-ı Mu­hammedîden (a.s.m.) olan yüz binler Nurcularla, eski zaman gibi Farmason ve ıttihatçıların Mason kısmına karşı ittifakları gibi, şimdi de aynen ıtti­had-ı ıslâmdan olan Nurcular büyük bir yekün teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır. Fakat Demokrata karşı eski Partinin müfrit ve Mason veya Komünist mânâsını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanı­yorlar.

Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan ıttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) ef­radının çoklarını astılar. Ve “Ahrar” denilen De­mokratları kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de, şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları Din aleyhine sevk etmek veya kendileri gibi tahribata sevk etmek is­tedikleri kat’iyen tebeyyün ediyor. Hattâ ulemâ­nın resmî bir kısmını kendilerine alıp Demokrat­lara karşı sevk etmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek, tâ Nur­cular vasıtasıyla ulemâ, Demokrata iltica etmesin­ler. Çünkü Nurcular hangi tarafa meyletseler ulemâ dahi taraftar olur. Çünkü onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki, ona girsinler.

ışte madem hakikat budur, yirmi beş seneden beri ehl-i ilmi, ehl-i tarikatı ezen, ya kendilerine dalkavukluğa mecbur eden eski partinin müfrit ve mason ve komünist kısmı bu noktadan istifade edip Demokratları devirmemek için, Demokratlar mecburdurlar ki hem Nurcuları, hem ulemâyı, hem milleti memnun ve minnettar etmek, hem Amerika ve müttefiklerinin yardımlarını kaybet­memek için bütün kuvvetleriyle Ezan meselesi gibi şeâir-i ıslâmiyeyi ihyâ için mümkün oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir.

Maatteessüf, bazı müfrit ve Mason ve Komünist­ler, Demokrat aleyhinde olduğu halde kendini Demokrat gösteriyorlar ki, Demokratları tahribata sevk etsin ve Din aleyhinde göstersin, onları devir­sin.» (Em: 24)

5

30.08.2006, 08:45

TEHLıKE–5
IRKÇILIK (MENFı MıLLıYETÇıLıK)


Memleketimiz ve ıslâm Dünyası için bir mühim tehlike de ırkçılık yani Menfi Milliyetçiliktir. ıslâm nezdinde menfi “Arap ırkçılığı” veya menfi “Türk Milliyetçiliği” veya menfi “Kürt Milliyetçiliği” gibi ırkçılığın her türlüsü menfurdur.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri menfi milliyetçiliğin ıslâm tarihindeki zararlarını Devletin en üst makamı olan Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a anlatır ve çarelerini de gösterir. şöyle ki:

“Reis-i Cumhura ve Başvekile,

Size iki hakikati beyan ediyorum: ..…

Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında (Mi. 661-750) büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında (Mi. 1908) "Kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumîde (Mi. 1914-1918) yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i ıslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan onların ırkçılıkları ıslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti ıslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri ıslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, (24 Ocak 1955 Bağdat Paktı) inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir Dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.

Salisen: Altmış beş sene evvel bir Vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz Müstemlekât Nâzırı (Lord Gladstone) Kur’­ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu ıslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâ­kim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslüman­ları ondan soğutmalıyız.”

ışte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu bi­çare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene ev­vel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istim­dat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir “Dârülfünun-u ıslâmiye” tasavvuru ile, altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı ıslâmiyenin mâbeyninde­ki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk.» (Em: 222)


IRKÇILIğA KARşI ÇARE

«Birinci vesilesi:

Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet et­tiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âciz­lik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i ıslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da te­sirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette Maddi­yun ve Tabiiyun gibi Dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. ınşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i ıslâmiyenin anahtarını bu­lan zatlar, bu mucize‑i Kur’âniyenin cilvesini âlem-i ıslâma işittireceksiniz.

ıkinci vesilesi:

Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i ıslâmın Medre­sesidir diye, ben de o mübarek Medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir Darülfünun, bir ıslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki ıslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, ıran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat et­mesin.

Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milli­yet-i hakikiye olan ıslâmiyet milliyeti ile Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, ıslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i med­rese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem ıran, hem Kafkas, hem Tür­kistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsın­da, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir Darülfünun, hem Mektep, hem Medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. Said Nursî» (Em: 222)

Menfî milliyetçiliğin bu ülkeye zarar vermesini önlemek için en evvel Dini hayatın yaşandığı bir Türkiye görünmelidir. Bu meselede en mühim Din hizmeti, dinî neşriyat ve ıslâm Kardeşliğini temine vesile olarak Risale-i Nur bulunmaktadır. Said Nursi Hazretleri bu hakikati eserlerinde tekraren anlatır. Bu eserler bütün dünyaca hususan ıslâm dünyasınca takdirle tanınmaktadır. Irkçılığın zararlarını bertaraf etmede Said Nursi Hazretlerinin çare olarak gösterdiği ikinci vesile de, ıslâm Dünyasının ortası olan Doğuda, bütün ıslâm milletlerine hitap eden, tedrisat programını kendisinin çizdiği bir üniversite kurulmasıdır.

DIş MÜDAHELE TEHLıKESıNE ÇARELER

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, memleketimizde Milliyetçiliği veya Dindarlığı esas alan Siyasîlerin dikkat etmeleri gereken hususları dört Siyasî Görüşü tahlil ettiği bir mektubunda şöyle der:

«Milletçilere gelince:

Eğer bu partide sırf ıslâmi­yet esas olsa, HAşıYE Demokrat Partiye yardım et­tiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olma­yan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karış­mıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milli­yetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit ha­kikî Türkleri, Ecnebîler boyunduruğu altına gir­meye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair un­surdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve un­surculuk damarıyla bir Ecnebîye istinad ile ma­sum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur’ân ve Vatan ve Millet hesabına, dindar ve di­ne hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kal­masını temin etmeleri için ders veriyorum.» (Em:207)

Bu memleketin Milliyetçileri veya Dindarları ayrı ayrı Parti olsalar bile, “Ahrar” denilen Demokratlar’dan, dine dost olan kısmının iktidarda kalmaları için onlara yardım etmeleri ve Demokratların muhalifleriyle işbirliği yapmamaları ve onların aleyhlerinde bulunmamaları gerekmektedir. Zikredilen bu şartlara riayet edilmemesi halinde diğer farklı Müslüman milletlerden olan vatandaşların dostluğunu kaybetmenin yanında, Said Nursi Hazretlerinin “asil ve masum” dediği Türk milletinin yabancıların boyunduruğu altına girmesine sebebiyet verebilir.

“50 SENE SONRA” ıKAZI (1996-97 VE SONRASI)
Bu zamanımıza yani 1996’dan sonraki tehlikelere 1946-47 yılında dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur eserleriyle ortaya konulan hakikatlere ve bir kısım gerçek Nur Talebelerine çok büyük vazifeler düşeceğini hatırlatır. 1945-47 yıllarında bulunduğu Emirdağ’da yazmış olduğu ikaz mektubunda der ki:

«Risale-i Nur ve Hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyor­lar.

…Evet, Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ah­lâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihe­tinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye ci­hetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz.

Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’ân’ın hizmetinde emsalsiz kahraman­lık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiği­mizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.

Evet, efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi Rıza-yı ılâhî ve imanı kurtarmak ve şakirtlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferitten kur­tarmaya çalışmaktır.

Fakat dünyaya ait ikinci de­recede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı Anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtinin biçareler kısmını Dalâlet-i Mutlakadan kur­tarmaktır.

Çünkü bir Müslüman başkasına ben­zemez. Dini terk edip ıslâmiyet seciyesinden çı­kan bir Müslim dalâlet-i mutlakaya düşer, Anar­şist olur, daha idare edilmez.

Evet, eski terbiye-i ıslâmiyeyi alanların yüzde el­lisi meydanda varken ve an’anât-ı milliye ve ıslâ­miyeye karşı yüzde elli lâkaytlık gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmâreye tâbi olup millet ve vatanı Anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni Siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat’iyen menet­tiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakirtlerini, bu za­mana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mü­bareze, ne meşguliyet yok.

Said Nursî.» (E: 21)

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir