Giriş yapmadınız.

1

28.08.2006, 14:45

niçin musibet

Niçin Musibet
Prof. Dr. Alaaddin Başar


Allah bu alemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre, bu dünya hayatında hiç hastalık ve musibet olmasaydı, Allah’ı tanımamız yine gerçekleşmez miydi? O halde, böyle bir takdirin hikmeti nedir?”

Bazen şöyle bir soru ile karşılaşırız:


“Cenâb-ı Hakk bu âlemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre, bu dünya hayatında hiç hastalık ve musibet olmasaydı, Allah’ı tanımamız yine gerçekleşmez miydi? O halde, böyle bir takdirin hikmeti nedir?”


Sorunun aslı bir kudsî hadise dayanıyor:


“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) ve kâinatı yarattım.”


Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise on binlerce seneyle. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kudsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah’ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, Ona isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kudsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar alemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.


“Hiç bir şey yoktur ki Allah’ı tesbih ve Ona hamd etmesin,” mealindeki âyet-i kerimede geçen “şey” tabiri, canlı cansız her varlığı içine alır. Her şey Onu tesbih eder ve Ona medih ve senada bulunur.


Cenab-ı Hakk, bütün bu tesbih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: ışte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı.


Cenab-ı Hakk, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, “siz benim bildiklerimi bilemezsiniz,” buyrulmuştu.


ımtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah’a ibadet için yaratılmışlardı.


“Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi, 56)


Âyette geçen “ibadet” kelimesine bir çok tefsir aliminin “marifet” manası verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah’ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak. Mahlukat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.


Bu mümtaz mahluk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk’ın hem cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.


Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor.


Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah, gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya.


Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.


ımtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileri... Ve neticede sabır, tevekkül, teslim, rıza, imtihanına tabi tutulma.


Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazla.


Bundaki hikmet şu olsa gerek:


Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar.


Bilindiği gibi ubudiyetin yani kulluğun iki esas rüknü var: Aczini bilerek Rabbinden istimdat ve fakrını bilerek Ona itimat.


Konumuza ışık tutacak bir Nur cümlesi:


“Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azim bir acz ve hadsiz cesim bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olsun.” Sözler


ıbadet ve marifet için yaratılan insan bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise başta nefis ve şeytan olmak üzere, dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.


Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müspet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor.


Dünyanın fani, ahiretin ise baki olduğu ve insanın şu kısa ömürde ahiret hesabına mühim bir imtihan geçirdiği dikkate alındığında, insanın ebedî saadetine vesile olan hastalık ve musibetlerin, hakikatte, çok büyük bir ihsan olduğu daha iyi anlaşılır.


Konunun çok önemli bir yanı da şu:


Marifetullah, yani Allah’ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.


Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar’dır da. ızzeti tattıran da O’dur zilleti çektiren de.


Soru sahibinin temenni ettiği gibi, bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah’ı hem celal, hem de cemâl sıfatlarıyla tanımak durumunda. Ahirette ise, yollar ayrılacak. ınsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlaklarına mükafat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azami ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar. Böylece, ahiret yurdunda, Allah’ın hem cemalî hem de celâli isimleri en ileri manada tecelli etmiş olacak.


Nur Külliyatında bir dua cümlesi var:


“Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster.” Sözler


Lütuf gibi kahrın da aslı ahirette. Burada her ikisi de gölge kadar tecelli ediyorlar. Yani, bu dünyadaki varlıklar, ahirete nispetle, gölge kadar zayıf bir tecelliye muhatap oluyorlar. Ve bu gölge hayatın gereğini yapan ve hakkını vermeye çalışanlar, asıla kavuşuyorlar.


...


Nur Külliyatından bir başka hakikat dersi:


“Bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır. Mükafat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücazatı ister. Mükafat ve mücazat menzilleri âhirettir.” Mesnevî-i Nuriye


ıtaat edenlere mükafat verememek gibi, isyan edenleri cezasız bırakmak da padişahın izzetine yakışmaz; her ikisi de acizlik ve zaaf ifadesidir. Cenab-ı Hakk bu gibi noksanlıklardan münezzehtir.


Onun kahrının tecelli etmemesini istemek, iki manaya gelir:


Birisi, isyankârlara, azgınlara, zalimlere karşı hiçbir ceza tatbik edilmemesi. Bu, Allah’ın izzetiyle, gayretiyle, hikmet ve adaletiyle bağdaşmaz. Bu şık mümkün olmadığına göre, geriye bir tek şık kalıyor:


ınsanların isyansız bir yaratılışa sahip olmaları, hep itaat üzere bulunmaları. Bu ise insanın değil, meleğin tarifidir.


Hastalığın olmamasını farz etmek de iki netice doğuruyor:


Birisi, Allah’ın çok harika eserleri olan mikroplar âlemine hayat yüzü göstermemek. Allah, bu ince sanatlarını da sergileyecek ve o küçük canlılarına da hayat nimetini tattıracaktır.


Diğeri, insanın hiç hasta olmaması. Bu ise, insanların en dinç ve sıhhatli zamanlarında, birden bire ölümü tatmaları demektir ki, buna tahammül oldukça zordur. Ani ölümlerde ölü sahiplerinin ıstıraplarının ne kadar derin olduğunu görür ve şu hükmü vicdanen tasdik ederiz: Hastalanarak ölmek ayrı bir nimet.


Öte yandan, hastalıklar, sabırlı bir kul için ayrı bir ibadet çeşidi.


“ıbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malûmdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı rahimine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükafatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur.” Lem’alar


Ahiret yolcusu olan insanı, bu ikinci tip ibadetlerden mahrum bırakan bir telakki, ancak onun cennetteki derecesinin noksan kalmasını netice verir.


Yine baştaki hadis-i kudsîye dönelim:


“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve mahlukatı yarattım.”


Bu hadisi okuyanların büyük çoğunluğu nazarlarını hemen şu dünyaya çevirirler; ahireti pek hatırlamazlar. Bu noksan telakki ve bu eksik değerlendirmenin kaynağı da Cenab-ı Hakk’ın zamandan münezzeh olduğundan gaflet etmeleridir. Halbuki, bu kudsî hadis sadece bu kısa dünya hayatına bakmıyor. Bu mana, kemaliyle, ahirette tahakkuk edecektir ve mirac mucizesi, bunun müjdecisidir. O Yüce Peygamber (a.s.m.) O şanlı Nebi (a.s.m.), bu mucize ile bütün sema tabakalarını gezmiş, cennet ve cehennemi müşahede etmiş, bu celal ve cemal sahnelerinin ardından, bu tecellilerin sahibine muhatap olma ve O’nun Mukaddes Cemalini görme şerefine ermiştir.


Ve Nur Külliyatında Mirac için, “velayet-i Ahmediyenin keramet-i kübrası” tabiri kullanılır. Bilindiği gibi Allah Resûlünun (a.s.m.) iki vechesi vardır: Kulluğu ve peygamberliği.


Kulluk cihetiyle Rabbine en ileri manada iman ve ibadet eder. O’nu en fazla sever ve O’ndan en çok korkar. Farz ibadetlerin birkaç katı kadar da nafile ibadetlerde bulunur. Kulu Rabbine en fazla yaklaştıran secde nimetinden, azamî ölçüde istifade eder.


Allah Resûlünün (a.s.m.) en mükemmel manada gerçekleştirdiği kulluk vazifelerinden biri de sabırdır. O (a.s.m.) sabır imtihanını da hicretlerle, harplerle, nice musibet ve sıkıntılarla en ileri manada kazanmıştır.


ıfadeye dökmekten aciz olduğumuz, böyle nice ulvî ve kudsî ibadetler, Onu (a.s.m.) mirac mucizesiyle tanıştırır.


Namaz da mü’minin miracıdır. Musibet ve hastalıklar ise bir başka terakki merdivenidir.


Bir ömür boyu böyle değişik tecellilerle farklı imtihanlar geçiren insanlar, bu kısa dünya hayatının ardından ebediyet yurduna göç edecekler. Bu gölgelerin asıllarına kavuşacak, marifet ve muhabbet nimetini de kemaliyle orada bulacak ve tadacaklar.


Kısacası:


Musibetsiz ve hastalıksız bir ömür farz etmek, dünya imtihanını ve bu imtihanın neticeleri olan cennet ve cehennemi de yok saymak olur.


Bu ise gölgede boğulup ve onunla yetinip, asıldan gaflet etmek demektir.

2

03.09.2006, 15:14

Musibet Aynasinda ınsan

I.

Genç yaştaki bir yakınını kaybetmenin neticesinde içerisine girdiği sorgulamalar sonucu ıslâm’la yüzyüze gelen biri olarak, “Musibetlerin insandan istediği nedir” diye sorulan soruları, ‘gayba açılan pencereler’ olarak tanımlamış ve bu tanımın izdüşümleriyle cevaplamışımdır yakın bir zamana kadar.


Depremler, savaşlar, düşmanlıklar, düşen uçaklar, ellerinizin altından kayıp giderek arkalarından bakakaldığınız hayatlar, kazalar, geçim dertleri, gelecek kaygıları, yardıma muhtaç olanlar, yetişememeler, hastalıklar ve nihayet hiçbir şeyi gerçekten halledemeden çekip gitmeler, ölüm.. Kuşatılmışsınızdır çepeçevre. Çare diyerek ellerinizi attığınız sebepler kısırdır. Yarmaya çalıştığınız çember her adımda biraz daha daralır. Sığınmaya çalıştığınız korunaklar beş para etmez musibetlerin karşısında. Her baş kaldırışınız cesaretinizdeki kırılmalarla sonuçlanır. Onlar yapmaları gerekeni yapıp kendileri çekip gidinceye kadar beklemek zorundasınızdır.


Peki, nedir anlatılmak istenen şey? Ve nedendir? ınsanın dünyasına indirilmek istenen o gerçek neredendir? Musibetlerin insana göstermek istediği önemli bir mesele olmak zorundadır. Olmalıdır; çünkü, görünüşte insan tamamen yokluklarla ve yok oluşlarla kuşatılmış bile olsa, cevabı olmayan bir soru sorulmamıştır. Karşılığı olmayan bir tek istek verilmemiştir insana.


Yakın bir zamana kadar, ruhumu saran bu derin sorgulamaya karşı, her defasında musibetlerin, şu fena ve fani sebepler dünyasının içerisinde sebeplerle, maddeyle hemhal olarak yetinmeye çalışan insanı dürterek uyandırdığını, bu diyarın bir imtihan diyarı olduğunu hatırlattığını düşünerek rahatlamışımdır.

Evet gerçekten de öyledir. ınsan günlük uğraşıların içerisinde uyuşup uykulara dalmaktadır. Küçük büyük musibetlerle yeniden uyandırılıp duygularıyla gerçeğin farkına varması sağlanmaktadır. ışte böylece insanın ihtiyaçlar nedeniyle dünyaya ve gelip geçici olan şeylere, fenaya çevrilmiş olan yüzü; gerçeğin kendisi olan bekaya ve tüm gerçeklerin kaynağı olan Rabbine, hakkın ta kendisi olan Cenâb-ı Hakk’a çevrilmektedir. Başına gelen musibetler karşısında arayışa giren ve ıslâm’la tanışan insanların çokluğu bu nedenledir. ınancının gereğini yaşamazken musibetlerin uyandırmasıyla inancının, ıslâm’ın gereklerini yerine getirir hâle gelen insanların çokluğu da...


Musibet bir ayna gibidir insanın karşısında. Karanlığın içerisindeki aydınlıktır insan için. Arkası karanlık camların sizin siluetinizi daha güzel göstermesi misali, musibetlerle karanlığın aydınlığında insanın kendini seyretmesi istenmektedir. Lezzetlerin ve varlığın gözleri kamaştıran, gerçeği göremez hâle getiren aydınlığında yolunu şaşıran insana gitmekte olduğu asıl yönü ve niteliklerini hatırlatır musibet. Kesretin dağınıklığında kendini, varoluşunun nedenini unutan insan için; varlığının nedenlerini anlatan, aydınlatan bir aynadır o. Lekesiz ve tertemiz.


Daha çok ihtiyacınız olan erdemin, rüşdün niteliklerini okursunuz her bir musibetin içerisinde, bir bir. Karşısında paranın beş para etmediği bir musibetle cimriliğiniz vurulur yüzünüze. Nefsinizin hasisliği ile yapamadığınız yardımlar, kırdığınız gönüllerle yüzleşirsiniz. Makamların altında harcadığınız insanlar gelir aklınıza. Oysa musibet makam mevki dinlemez. Bir savcı gibi dikilir karşınıza! Ellerinizin yaptığı işlerin değersizliği ve çirkinliği nisbetinde musibetin önünde suçlu hissedersiniz kendinizi. Kendinizle, hiç istemeden yüzleşir ve yargılarsınız. Kaçınılmaz pişmanlıklara düşersiniz. Pişmanlıklar ise istiğfarların önsözüdür gerçekte.


Vazifeli bir memur gibi gelir musibet. Anlatması gerekenleri bir bir anlatır. ıstiğfarların gelmesiyle vazifesini tamamlar. Sonra da, genellikle geldiği gibi, sessiz sedasız çeker ve gider. Geriye eskisine oranla daha olgun, daha merhametli ve gerçeklerin daha bir farkında olan insanlar bırakır. ınsan musibetlerin içerisinden pahalı ve aynı oranda değerli kazanımlarla çıkar. Yeter ki, şu kâinatın her bir şeyinde ve her bir işlevinde okunan rahmet ve adaleti görmezden gelerek girişilen isyanlarla o kazanımların önü kapatılmasın.


Öyledir! Her bir musibet gaipten gönderilmiş bir elçi gibi gelir insana doğru. Odanın kararmasıyla tül perde arkasında kâinatın görünmesi misali, musibetler, şu görünür varlıkların bir perde gibi örterek görünmez kıldıkları gayb âlemlerini sebepler ve sonuçlar dünyasını karartarak gözler önüne sererler. Kâinat perdesi arkasında cenneti ve cehennemi, bekayı ve bâki âlemleri; bunların tek ve gerçek Sultanını celâlli bir tarzda gösterirler. Gayba doğru açılan kapılardır onlar. Musibetlerin o celâlli yüzüne hafif bir tebessümle bakıp arkalarına doğru başınızı uzatabilirseniz, kapılar zorlanmaksızın aralanıverir. Ardınızda bıraktığınız geçici, fani bir dünyaya bedel, ölümsüz, bâki ve rahmetin perdesiz tecelli ettiği diyarlarla karşılaşıverirsiniz bir anda… Sanki musibetler gayba seferler yapan Burak’lardır insan için. Gaybın gerçekliğine ve yaşanır ama görülmez olan Zât’ın varlığına dair olan inancınızda bir artış olmasa bile; emniyetin daha yakın hissedildiği mertebelere doğru yol almadasınızdır. ımanınız yakîn mertebelerinde seyr-ü sefer hâlindedir artık.



II.

ıslâm’la muhatap olduktan bir süre sonra, musibetlerle insanın önünün açılmasından farklı olarak, ikinci ve ciddi bir kazanım daha yaşamıştım. Hz. Âdem ile Havva’nın cennetten indirilişlerine sebep olan şeyin dikkatimi çekmesiyle başlayan bir düşünme süreci sonucu gerçekleşen bir kazançtı bu. Hz. Âdem, hâşâ, kalitesiz biri değildi. Bizden binlerce kat nitelikli olduğu ortadaydı. Oysa, onun düştüğü hataya biz bile düşmeyiz gibi geliyordu bana. O kadar güzelliğin ortasında gidip de o bir tek yasağa yapışmazdık herhalde diye düşünüyordum. Öyleyse, onun yanlışı görmesini engelleyen kaçınılmaz bir durum vardı orada. Cennetteki Âdem’e oranla, dünyada yaşıyor olmanın beni avantajlı bir konuma getirdiği bir gerçek... ışte bu sorgulama, beni yeni bir açılımla tanıştıracaktı:


Cennette yaratılan Hz. Âdem ile Havva’nın cennetin ortasında işledikleri hatayı dikkate alacak olursak, görürüz ki, o hatayı yanlışın olmadığı bir ortamda işlemişlerdir. Böylece yanlışın olmadığı bir ortamda insanın doğruyu keşfetmesinin mümkün olamadığını anlarız. Bunun nedeni ise, insanın elinde birbirine zıt verilerin olmamasının onu muhakeme gücünün kaynağı olan kıyastan mahrum bırakmasıdır. ınsan görmediğini ve bilmediğini ancak kıyas yaparak aydınlatabilir. Kıyas ise ancak zıtların buluştuğu bir zihinde gerçekleşebilir. Böyle bir zihin ise ancak hayır ile şerrin, doğru ile yanlışın, gölge ile ışığın, sıcak ile soğuğun.. yani zıtların buluştuğu bir ortamda beslenebilir. Bu verilerden, dolayısıyla beslenmeden mahrum bir zihin, yani tamamen hayrın olduğu—cennet gibi—bir ortamda bulunan bir insan zihni, bu kıyası gerçekleştiremediği için, hayrın hayır olduğunu da bihakkın farkedemez. Yanlışın olmadığı bir ortamda doğrunun doğruluğunu bihakkın kavramak da imkânsızlaşır. Dolayısıyla hataya açık duruma gelinir. ışte Âdem ile Havva’yı o acayip hatanın içerisine atan, cennette bu verilerden ve kıyastan mahrum oluşlarıdır. Beni onların cennetteki konumlarına oranla avantajlı bir duruma getiren de zıtların buluştuğu bir ortamda—yani dünyada—oluşumdur.


Yasak olan şeyi işleyen Hz. Âdem için, o yasak gerçek bir musibete dönüşmüştür. Çünkü bu hatanın sonrasında şerrin ve huzur bozucu şeylerin hiçbir çeşidinin olmadığı cennetten indirilmiştir. Böylece hatanın hata olduğunu anlamış, istiğfara ve sorgulamaya girişmiştir. Neticede cennette elde etmesi mümkün olmayan birşeyi elde etmiştir dünya hayatında: kıyas edebilmeyi, farkın farkında olabilmeyi...

Bu çıkarımlarla bakılırsa, sıkıntının hiç olmadığı bir ortamda huzurun nimet olduğunun keşfedilmesinin insan için pek mümkün olamayacağı görülecektir. ınsandaki sıkıntıların ana kaynağı olan musibetler, insanın huzur nimetini duyumsayabilmesi için kesinkes gereklidir. Yani, insanın cennetteki huzurun farkına varabilmesi için sıkıntılar yaşayarak kıyas yapabilir hâle gelmesine ihtiyacı vardır. Bu da ancak musibetlerin varlığı ile olabilir. Musibetler ise hayrın da, şerrin de varlığını gerektirir. Dolayısıyla da, hayır ve şer ortamı olan dünyanın ve dünya hayatının varlığını.


şerlerle, musibetlerle insanda önü açılan kıyas gerçekten ciddi bir kazanımdır. Çünkü kıyaslar, derin manevî hakikatlerin sebep-sonuç ilişkilerinin içerisinde perdelendiği bu dünya hayatında Cenâb-ı Hakk’a karşı perdesiz bir muhatabiyeti yakalamanın en kestirme yoludur. Musibetlerin insana sunduğu birincil kazanımlar olan istiğfarlarla insanın manevî zemini temizlenir ve imanın sunduğu gerçek aydınlıklarda kıyasın ve delilin önü açılır. ınsan kendi benliğindeki sıfatçıklar ile Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını mukayese edebilir hâle gelir. Akıl ve ene yardımıyla yapılabilen bu karşılaştırmalar sonucu, insan Rabbini görmediği halde görürcesine tanıyabilir artık. Bu kıyaslarla bilgiler içselleşir ve kuru bir malûmat olmaktan çıkarlar çünkü.



III.

Musibet karşısındaki insanın hissettiklerini anlatmak istesem, yalnızca ‘acz’ diye tarif ederdim. Çünkü musibet insanın kudretini aşan her türlü zorlanmanın ifadesidir gerçekte. Yüreğiniz altından kalkamadığınız meseleler karşısında sıkışır. Duygularınız itirazlarla aczin değişen halleri arasında gider gelir. Siz yangınları yaşarken müracaat ettiğiniz kapılar acilen açılmaya hiç de müsait değildir çoğunlukla. Acziyet içerisinde kahır-sabır ikileminde kalakalırsınız. ıster neticesinde çözümleme imkânını bulduğunuz bir problem olsun, isterse çözümsüzlüklerle neticelensin, karşısında acz hissettiğiniz herşey musibettir sizin için.

Musibetlerin insana en çok hissettirdiği, en derinde yaşattığı his olan ‘acz’ ise, işte bu kıyasın altında yatan duyguların hissiyatın en ciddi tahrikçisidir. ınsanın kendisini acz içerisine düşüren bir musibetle karşılaştığı zaman ilk tepki olarak ağlaması da bunun göstergesidir. ışte musibetlerin tahrikiyle açığa çıkan acz duygusunun hislerin tamamını uyandırması, beraberinde bir duygusal açılımı da getirir. Bu duygusal açılım kıyasın zeminini oluşturan duyguları kuvvetlendirir ve derinleştirir. Dolayısıyla kıyasın zemini kuvvetlenir ve böylece bilgilerin içselleşerek gerçeğe dönüşmesi kolaylaşır.


En çok sevdiği varlık olan evladı idam istemiyle yargılanan anneye “Oğlun berat etti” yazılı kâğıdı getiren habercinin etkilenmemesine mukabil annenin bayılması bu nedenledir. Haberi getirenin benliğinde karşılığı olmayan o duygulanımın annede karşılığı vardır zira. Eğer haberci, oğlu idam istemiyle yargılanan biri ise, o da ağlayarak getirecektir bu haberi. Bu iki insan, mahşerden, sırattan ve cehennemden haber veren âyetlerden sonra Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kullarına yönelik “Girin cennetime” hitabıyla karşılaştıklarında da gözyaşlarını tutamayacaklardır. Gözyaşları Kur’ân’ın sayfalarını ıslatarak âyetleri hayatlandıracaktır. Âyetler gelip yüreklerinin en derin ve en nazenin köşesine yerleşeceklerdir; unutulmamak üzere!

Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, musibetler, içerisinde bedenlerin ve hayatların tutukluluk hissetmelerine bedel, kalplere ve ruhlara sınırsız özgürleşme imkânı sağlamaktadır. Bu özgürleşmeyle gelen manevî uyanış ve açılımlar karşısında, ıblis’in uyutucu efsunları da etkisiz kalmaktadır. Dünyayı ve bedeni merkeze alan şu ahirzaman medeniyetinin oyuncakları da etkisini yitirmektedir.

Musibetin celâlli yüzünün arkasında böylesi bir ikram gizlidir işte. Bu ikramın hatırına yaşarız musibetleri. Musibetler ile uyandırılırız gaflet uykularından. Bunu farkedince de, sabrın ve şükrün buluştuğu bir adrese dönüşür musibetler...


salihozayturk@zaferdergisi.com

4

08.09.2006, 14:49

Her musîbette bir cihet-i nimet var

Ey musîbetzede! Musîbetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır,
Bir derece-i hararet; her musîbette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin,
Dereceyi görerek Allah'a çok şükür et. Yoksa isti'zâmla ürkersen, "Of, of"la üflersen, o da aksine şişer.
şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen, bir iken ikileşir. Kalpte olan misâli, döner hakikat olur.
Hakikatten ders alır, sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor


Sözler-Lemeat

5

11.09.2006, 17:45

Allah’ın yarattığı kullarını niçin cehenneme atıyor veya musibetlere maruz bırakıyor ?

Risale-i Nur Külliyatından bir hakikat dersi : “Bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücazatı ister. Mükâfat ve mücazat menzilleri ahirettir.” Mesnevî-i Nuriye

ıtaat edenlere mükafat verememek gibi, isyan edenleri cezasız bırakmak da padişahın izzetine yakışmaz; her ikisi de acizlik ve zaaf ifadesidir. Cenab-ı Hak bu gibi noksanlıklardan münezzehtir.

Onun kahrının tecelli etmemesini istemek, iki mânâya gelir:

Birisi, isyankârlara, azgınlara, zalimlere karşı hiçbir ceza tatbik edilmemesi. Bu, Allah’ın izzetiyle, gayretiyle, hikmet ve adaletiyle bağdaşmaz. Bu şık mümkün olmadığına göre, geriye bir tek şık kalıyor: ınsanların isyansız bir yaratılışa sahip olmaları, hep itaat üzere bulunmaları. Bu ise insanın değil, meleğin tarifidir.

Okunma Sayısı : 532

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

6

11.09.2006, 17:46

Musibetlerin Allah’ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor. Her musibet için bunu söylemek mümkün müdür?

Her musibet kahır değildir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:


“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.”



Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:


“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.”
(Sözler)



ınsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. ınsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.

ışte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel... Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde ılâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

“Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir.” hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. ınsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. ıstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi ılâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

•••
Nur Küllayatında, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. ıkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

ınsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. ıç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir: “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” ( Bakara Sûresi, 216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî: “Rahmetim gazabımı geçti.”

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya ılâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar ılâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret...

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek: Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.


Okunma Sayısı : 663

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

7

14.09.2006, 16:33

Allah sevdiği kulunu musibetle ikaz edip kurtarıyor.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir