Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

21.08.2006, 14:12

Hatem'ül Evliya

Hatemu’l Evliya
Bugünden itibaren iki yazı halinde, bir süre önce bir okuyucumdan gelen soruyu ve verdiğim cevabı paylaşmak istiyorum. Gerçekten son derece ibretamiz bir durum.

Soru

… mensupları Mehdi a.s.’dan önce Hatemül Evliya ismiyle bir zatın zuhur edeceğini, bu zatın evliyaullahın sonuncusu olacağını; Efendimiz sav. nasıl nebiliği mühürleyip bitirdiyse bu zatın da veliliği bitirip mühürleyeceğini iddia ediyorlar. Bu hususta Hakim et-Tirmizi ve Muhyiddin-i Arabi’nin eselerini referans gösteriyorlar. Söylediklerinin bir kısmı şöyle:

“Hazret-i Mehdi’nin faziletini herkes biliyor, fakat Hâtem-i veli’yi kimse bilmez. ınsan hafsalası almaz, ilmi de yetmez. Yalnız bu hususta gerek Hadis-i şerif’lerle, gerek geçmişte yaşamış Evliyâullah’tan bazı zevât-ı kiram’ın beyanlarını arzetmekle müslümanları tenvir etmiş ve hakikatı duyurmuş olacağız. Çünkü âhir zamanda geleceği haber verilen Hâtem-i veli ve Bayraklılar ashâbı hakkında bazı Hadis-i şerif’ler ve şu ana göre kırk kadar evliyâullahın ifşaatları elimizde mevcuttur.

“Bayraklılar Ashâbı” ve başlarındaki zâtın vasıfları:

Naim bin Hammad’ın Ka’b -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu Bayraklılar’ın çıkmasıdır.” (Suyûtî, Kitabu’l-Arfi’l-Verdi fî Ahbâri’l-Mehdi; Cârullah, no: 1494, s. 99. Bl. 7, Hadis no: 13)

1. Batıda doğması.

Doğuş yerim Yugoslavya’nın Yenipazar şehridir.

2. Kinde kabilesi’nden olması.

Dedemiz, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in neslinden olan şeyh … Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri, Medine-i Münevvere’nin şeyhi idi. Bir sebeble geçici olarak …’nın … şehrine geldiğinde orada vefat etmiş, daha sonra torunları Medine-i Münevvere’ye değil de Türkiye’ye gelmişlerdir. … yılından beri Türkiye’de bulunmaktayız.

Muhyiddîn ıbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fütûhâtü’l-Mekkiyye”nin 18. Bâb’ında yer alan bir ifşaatında, bu Hâtem-i velâyet’in Araplar arasından seçilecek en şerefli bir kimse ile gerçekleşeceğini haber vermektedir.

Buyururlar ki:

“Velâyet-i Muhammedî’nin Hâtem’i bu Arap soyundan bir kişidedir ki, o bu milletin en asillerinden bir zâttır.” (s. 214)

3. Ayağının sakat olması.

Gerçekten de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in buyurduğu şekilde sağ ayağım sakattır.

4. Bayraklılar’ın başına geçmesi.

ıkinci bin yılın fazileti Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu Hadis-i şerif’i ile tarif ettiği Bayraklılar’ın çıkması ile başlıyor.

Bayraklılar’ın başına geçmesinden murad; Allah-u Teâlâ bu fakiri ilk olarak iman kurtarma cihadına koymuştur…”

Cevap yarın.

2

21.08.2006, 14:14

(…)

Meselenin can alıcı noktasına geçmeden önce şunu belirteyim ki, ayetlerin sebeb-i nüzulüne ve hadislerin sebeb-i vüruduna bizzat şahitlik etmiş olan Sahabe halkası dışında birilerinin, “şu ayette/veya hadiste anlatılan kişi benim” demesi o kişinin mürüvvetinin azlığına ve nefsani davrandığına delalet eder. Üveys el-Karenî (Veysel Karanî)’yi hatırlayın. Efendimiz (s.a.v) tarafından ayan-beyan haber verildiği halde kendisini sürekli gizlemeye çalışmış, caka satarak ortalıkta dolaşmayı aklından bile geçirmemişti. Bazı hadislerde geçen “Farslılar’dan bir kişi” ibaresini ımam Ebû Hanîfe üstüne alınmamış, ımam eş-şâfi’î de “Kureşy alimi” diye övülen kişinin kendisi olduğunu asla ileri sürmemişti. Örnekleri çoğaltmak mümkün...

Mailinizde verdiğiniz linki ziyaret ettim. Orada yer alan yazının her yerinden cehalet ve sefalet dökülüyor. Özetle:

1. Anılan rivayet bir “hadis-i şerif” (Hz. Peygamber (s.a.v)’in mübarek sözü) olmadığı gibi, Sahabe’den birine ait de değildir. Yahudi iken Hz. Ebû Bekr veya Hz. Ömer (r.anhuma) döneminde müslüman olmuş Ka’b el-Ahbâr’ın sözüdür. Dolayısıyla verdiğiniz adreste geçen, “Naim bin Hammad’ın Ka’b -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır...” ifadesi Efendimiz (s.a.v)’e iftiradır!

2. Ne bu rivayeti zikreden Nu’aym (Naim değil!) b. Hammâd (Kitâbu’l-Fiten, 205), ne de ondan naklen aktaran es-Süyûtî (el-Arfu’l-Verdî, (“el-Hâvî” içinde), II, 144) bu sözü Efendimiz (s.a.v)’e izafe etmiştir. Her iki eserde de açıkça sadece Ka’b el-Ahbâr’a izafe edilen bu sözü “hadis-i şerif” diye takdim etmek –kasıtlı bir hareket değilse– büyük bir cehalet ve cinayettir!

3. Ka’b el-Ahbâr Tabiun’dan sayılır ve Ehl-i ıslam’a ait rivayetler arasına girmiş birçok ısrailiyat onun eseridir. Her ne kadar şahsında güvenilir ise de, sonuçta böyle bir meselede Ka’b el-Ahbâr’ın sözünün herhangi bir kimsenin sözünden daha değerli olmasının hiçbir sebebi yoktur.

4. Bu rivayeti nakleden Ebû Nu’aym hicri 229 yılında vefat etmiştir. Ka’b el-Ahbâr ise Hz. Osman (r.a)’ın hilafetinin sonlarına doğru (yani hicri 35 yılından önce) vefat etmiştir. Dolayısıyla Nu’aym b. Hammâd ile Ka’b el-Ahbâr arasında 194 yıl bulunmaktadır. Söz konusu rivayetin senedinde ise Nu’aym b. Hammâd ile Ka’b arasında sadece iki ravi yer alıyor. Adı geçen eserinde Nu’aym b. Hammâd’ın Ka’b’dan başka rivayetleri de vardır ve ikisi arasındaki ravi zinciri en az üç halkadan oluşmaktadır. Dolayısıyla burada Ka’b’a kadar olan senedin kesintisiz olması için arada en az 1 ravi daha bulunmalıdır. Yani senedde (teknik tabiriyle) “inkıta” vardır.

Toparlayacak olursak:

- Söz, Efendimiz (s.a.v)’e ait değildir. Dolayısıyla bu söz ile hiçbir şey isbatlanamaz.

- Sözün sahibi Ka’b el-Ahbâr, rivayetleri temkinle karşılanması gereken birisidir.

- Ka’b’ın diye nakledilen söz, ona kadar kesintisiz bir rivayet zinciriyle ulaşmamaktadır.

Bütün bunları bir an için bir kenara bırakıp şu noktaya bakalım:

Rivayette Kinde’li bir adamın, bayrak taşıyan bir gruba liderlik edeceği ve bunun Mehdi (a.s)’nin zuhurunun alameti olacağı söyleniyor. Rivayetin önü de, sonu da bundan ibaret. şimdi;

(…) zat-ı muhteremin dedesinin Kinde kabilesinden olduğunu nereden bileceğiz? Ortada sadece kendi beyanı var. Bu beyan da delile, hüccete, bürhana şiddetle muhtaç. Aksi halde ayağı topal olan ve bu işlere az-buçuk merakı bulunan herkesin, “Benim dedem Kinde kabilesindendir” diyerek ortaya atılmaması için bir sebep gösterilebilir mi?

Ve nihayet bu zatın “Hatemu’l-evliya” olacağına dair rivayette hiçbir kayıt yok. Esasen “velilik” mertebesinin/kurumunun herhangi bir zat ile son bulmasının –nass bulunması dışında– ne aklen, ne de naklen tatmin edici bir izahı olamaz. Bu din yaşanmaya devam ettikçe elbette veliler de mevcut olmaya devam edecektir…

Bir önceki yazıda yer alan meseleye verdiğim cevabın buraya almayı uygun gördüğüm kısmı bu kadar. Bir insanda mevcut bir arızadan ciddi ciddi toplumsal bir hareketin nasıl zuhur ettiğine tipik ve ibretamiz bir örnek…

Ebubekir Sifil

3

21.08.2006, 14:26

eviyanın da hatemi olurmu ya kardeş.

peygamberin var diye evliyanındamı olacak ya kardeş.

elçiler vazifelidirler,evliyanın hepsi vazifelimi ya kardeş.

evliya derken ne anlıyoruz.

Allahın veli kulu.
gönlünü Allaha vermiş ve Allahda ermiş velidir.


kıyamete kopana kadar bu devam eder yoksa.hemen kıyamet kopar ya kardeş.


selam ya kardeş.

4

22.08.2006, 14:25

Kinde Kabilesinden ayağı sakat adam veya Hatemül Evliya (3)

Yazar Ebubekir Sifil

ıslâm kaynaklarında bulunan bir kısım ısrailiyat’ın Ka’b el-Ahbâr’ın eseri olduğunu söylememe fena halde bozulan çapsız kahraman, “Hatemu’l-Evliya” konusundaki ezberinin alt-üst olmasına tahammül edemediği için çözümü bana saldırmakta buluyor. Ne var ki saldırdığı aslında Ebubekir Sifil değil; o, Donkişot’un yel değirmenlerine saldırması gibi, Ka’b el-Ahbâr’ın ısrailiyat’la ilişkisini bize aktaran kaynaklara ve alimlere tosluyor.

Ka’b hakkındaki değerlendirmemi, “… imân etmeden önce Yahudi olduğu için “Ehl-i ıslâm’a ait rivayetler arasına girmiş birçok ısrailiyat onun eseridir” diyerek iftirâ etmiştir” ifadesiyle sözüm ona eleştiren bu çapsıza faydası olmaz biliyorum; ama Ka’b hakkında söylediklerimi belgelendirmiş olmak için sadece iki iktibasa yer vereceğim:

ez-Zehebî: “Hz. Ömer (r.a) döneminde Yemen’den Medine’ye geldi. Hz. Peygamber (s.a.v)’in ashabının meclislerinde bulundu. Onlara ısrailî kitaplardan nakiller yapardı…” (Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, III, 489)

ıbn Kesîr: (Hz. Mu’âviye (r.a)’ın ımam el-Buhârî tarafından nakledilen, bir önceki yazıda aktardığım sözü üzerine): “Bunun anlamı şudur: Ka’b’dan, lugat anlamıyla ve kasdî olmaksızın yalan sadır olurdu. Çünkü o, haklarında hüsn-ü zan beslediği (ısrailî) kitaplardan nakiller yapardı. Oysa bu kitaplarda uydurma ve düzmece şeyler vardı…” (Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III, 416.)

5. Yine Ka’b el-Ahbâr hakkında, “Her ne kadar şahsında güvenilir ise de, sonuçta böyle bir meselede Ka’b el-Ahbâr’ın sözünün herhangi bir kimsenin sözünden daha değerli olmasının hiçbir sebebi yoktur” şeklindeki sözlerim üzerine şöyle diyor: “… Nitekim kendi yazısında bu çelişkisini ele vermiştir (…) Hem bu kıymetli “Tâbiîn”i herhangi biri gibi göstermeye çalışıyor, hem de güvenilir olduğunu itirâf ediyor. Bu ifâde ancak ifâde sahibinin “Tâbiîn”i küçük gördüğüne ve kibrine delâlet eder.”

Donkişotumuz ya “çelişki” kelimesinin anlamını bilmiyor, ya da ne söylediğinden habersiz! Ka’b el-Ahbâr’ın –Hz. Peygamber (s.a.v) adına yalan uydurmama anlamında– şahsında güvenilir olması ile sözünün “bağlayıcı dinî kaynak” hüviyetinde olmaması iki farklı doğrudur; dolayısıyla aralarında çelişki bulunduğu söylenemez. Bunu, “Tabiun’u küçük görmek” olarak takdim etmek ise “laf ebeliği”nden başka bir şey değildir. Zira Tabiî sözünün “ahkâm” sahasında bile delil olup olmayacağı Usul’de tartışılmış bir mesele iken, Ka’b el-Ahbâr’ın “Efendimiz (s.a.v)’e nisbet etmeksizin” (burası önemli!) gaipten verdiği bir haberi “nass” seviyesine çıkarmak neyle izah edilebilir?

Üstelik burada Ka’b el-Ahbâr’ın “özel” bir konumu var: O, ısrailiyat nakilcilerinden birisidir. O, “Yeryüzünde tek karış toprak yoktur ki Allah Teala orada kıyamete kadar cereyan edecek hadiseleri Musa (a.s)’a indirdiği Tevrat’ta zikretmiş olmasın” (ıbn Abdilberr, el-ıstî’âb, III, 1287; ıbn Hacer, el-ısâbe, V, 465) diyen, ısrailiyat kitaplarında haber verildiğini öne sürerek Hz. Ömer (r.a)’in şehid edileceğini önceden söyleyen (oysa kendisi Hz. Ömer (r.a)’e suikast düzenleyenlerle birlikte görülmüştü; el-Kevserî, Makâlât, 39) birisidir! Dolayısıyla onun söylediği sözün dinî bakımdan bir kıymet ifade etmesi için behemehal ya kimden aldığının bilinmesi veya ıslâmî nasslar’ın tasdikinden geçmiş olması gerekir!”

6. Donkişotumuz, “Sifil’in inkâr ettiği hadis-i şerif” şeklinde bir arabaşlık koymuş ve altında Ka’b el-Ahbâr’ın malum sözünü yine “hadis-i şerif” diye aktararak şöyle devam etmiş: “… Sifil bu Hadis-i şerif’i inkâr edebilmek için Hadis ilminin en temel kurallarını hiçe saydığı gibi; en meşhur ve muteber muhaddisleri, aslında Hadis olmayan bir sözü Hadis kitaplarına almakla itham etmiştir…”

Hemen akabinde üç madde halinde bize “mürsel hadis”in ve “tahric”in ne olduğunu bir güzel öğreterek, Ka’b’ın sözünü eserlerinde “hadis” diye zikreden ulemadan örnekler zikrederek ve bu sözün teknik olarak Efendimiz (s.a.v)’e ait olarak görülmesi gerektiğini ileri sürerek çapsızlığına bir de “ukalalık” ekleyen çokbilmişin bu iddialarını da ilerleyen yazılarda mercek altına alacağım.

7. “Mürsel Hadis “Tâbiîn’in, Sahâbe’nin ismini yâd etmeksizin rivâyet ettiği” Hadis-i şerif’lerdir.” buyurarak Ka’b el-Ahbâr’ın malum sözünün “mürsel hadis” olarak görülmesi gerektiğini ima eden, ardından da mürsel hadisi delil olarak kabul eden imamların isimlerini zikreden çapsız kahraman, bu müthiş tesbitini taçlandırmayı da ihmal etmemiş: “Sifil “Mürsel Hadis”in ne demek olduğunu bilmeyecek kadar câhil midir, yoksa sırf inkâr etmek için hakikati gizleyecek kadar gözünü karartmış bir kimse midir?”

Sifil mürsel hadisin ne demek olduğunu bilmeyecek kadar cahil değil hamdolsun. Onun bütün sıkıntısı senin gibi malumatfuruşlarla bu meseleleri konuşmak zorunda kalması…

Senin anlayabileceğinden kuşkuluyum; ama belki aldattığın kitle içinde anlayan birileri olur diye “mürsel hadis” hakkında kısa bir izahat yapayım:

Mürsel hadis, esas mahreç olan sahabî zikredilmeden sahabî veya tabiî ravinin, Efendimiz (s.a.v)’den bizzat işitmediği halde işitmiş gibi naklettiği hadistir. Dikkat edilmesi gereken husus, “irsal” yapan söz konusu ravinin, “Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu” tarzında bir ifade kullanmış, rivayeti O’na izafe etmiş olmasıdır.

şimdi ben sana, “Tabiun kuşağına mensup birisinin, Hz. Peygamber (s.a.v)’e isnad ve izafe etmediği, dolayısıyla “kendisine ait” olarak görülmesi gereken bir söze “mürsel hadis” dendiğini söyleyen bir tek kaynak ismi ver” desem, “kem-küm” edip mugalata yapmaktan başka ne yapabilirsin?

Malum sözün “mürsel hadis” olarak nitelendirilebilmesi için, Ka’b el-Ahbâr tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e izafe edilmiş olması gerekirdi. Oysa sen kendini paralasan, Ka’b’ın o sözü Hz. Peygamber (s.a.v)’e izafe ettiği bir tek varyant bulamazsın! O söz Ka’b el-Ahbâr’ın kendi sözü olarak nakledilmiştir ve bu haliyle “mürsel hadis” değil, “maktu hadis”tir!

Evet, Ka’b el-Ahbâr’ın o sözü Hz. Peygamber (s.a.v)’e izafe edilmediği için “maktu hadis” olarak kabul edilmek zorundadır. Ama Ka’b’ın –buradaki durumun aksine– Efendimiz (s.a.v)’e izafe ettiği rivayetler konusunda da bilesin ki naklettiğin yarım-yamalak malumat senin derdine deva olacak cinsten değildir! Zira zikrettiğin alimlerin –yine Usul kitaplarında yer aldığı gibi– mürsel hadisin makbuliyeti konusunda öngördükleri bir şart var: ırsal yapan ravinin, sadece sika ravilerden rivayet alan birisi olması. ışte bu şart Ka’b el-Ahbâr’da mevcut değildir. Zira onun ısrailiyat naklettiğini artık senin bile inkâra gücün yetmez!

Nüzhetu’n-Nazar ve şerhlerinde de görülebileceği gibi, hem sika (güvenilir) kimselerden hem de sika olmayanlardan irsal yapan ravinin rivayetinin kabul edilmeyeceği konusunda Hanefîler ve Mâlikîler ittifak halindedir. (Mürsel hadis konusunda geniş bilgi edinmek isteyenler için el-Alâî’nin Câmi’u’t-Tahsîl’i bulunmaz bir kaynaktır.)

Tekraren belirteyim, bu söylediklerim Ka’b el-Ahbâr’ın “mürsel” rivayetleri için geçerlidir. “Bayraklılar ve topal adam” rivayeti ise “mürsel” değil, “maktu”dur; yani Ka’b’ın kendi sözü olup Efendimiz (s.a.v)’e izafe edilmemiştir.

8. “ımâm-ı Suyûtî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri gibi büyük bir muhaddisin Hadis kitabına aldığı bir rivâyete “Hadis değildir!” demek nasıl bir cür’ettir?”

Bu sözlerin sahibinin, ımam es-Süyûtî’nin, el-Arfu’l-Verdî isimli risalesine, “Bu, Mehdi konusunda varit olmuş hadis ve eserleri (âsâr) topladığım bir cüzdür” sözleriyle başladığını, dolayısıyla bu risalede yer alan rivayetlerin tamamının “hadis-i şerif” olmadığını bizzat müellifinin söylediğini görmemesi için ya gözünde veya kalbinde bir arıza olmalı! Allah şifa versin. Başka ne diyebilirim ki!

Burada geçen “âsâr” tabirinin merfu hadisler dışındaki rivayetleri anlattığı, bilhassa Sahabî sözü (mevkuf hadis) ve Tabiî sözü (maktu hadis) hakkında kullanıldığı, biraz Usul bilgisi olanların malumudur.

9. Perişanlığını her bahiste devirdiği çamlarla daha da katmerli hale getirmede hayli mahir olan bedbaht, akıllara durgunluk verecek bir soğukkanlılık ve aymazlıkla, Mehdi hakkında eser vermiş birkaç müellife, Ka’b el-Ahbâr’ın bu sözünü “hadis-i şerif” olarak niteledikleri iftirasında bulunuyor.

Ne Nu’aym b. Hammâd’ın Kitâbu’l-Fiten’inde, ne Ebû Amr ed-Dânî’nin es-Sünenu’l-Vâride fi’l-Fiten’inde, ne de daha sonraki kaynaklarda mezkûr sözün Ka’b tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e nisbet edildiğini görmek mümkün.

Bütün bu müelliflerin bu söze “hadis” dediğini ispatlamak yerine, onu eserlerinde zikretmiş olmalarını sıkılmadan “ona hadis dediklerinin delili” diye takdim eden ve “Bu zâtların “Hadis’tir.” dediğine Sifil neye dayanarak “Hayır, Ka’b el-Ahbâr’ın sözüdür.” diyebiliyor?” diyen zavallı, bu tavrıyla bakın iftiranın kaç türlüsünü aynı anda işlemiş oluyor:

A. Bu söz Efendimiz (s.a.v)’e ait olmadığı halde O’na ait olduğunu ısrarla söylemeye devam ediyor. (“Men kezebe aleyye müte’ammiden…” hadisinin muhatabı olabileceğini düşünmüş müdür acaba?!.)

B. Ka’b el-Ahbâr bu sözü Efendimiz (s.a.v)’e isnad ve izafe etmediği halde o etmiş gibi göstererek Ka’b’a da iftira atmış oluyor!

C. Adını verdiği müelliflerden hiç birisi bu sözü Efendimiz (s.a.v)’e isnad ve izafe etmediği halde, o ettiklerini söyleyerek onların da her birine ayrı ayrı iftira ediyor!

Daha önce de belirttiğim gibi es-Süyûtî, el-Arfu’l-Verdî’nin girişinde sadece Efendimiz (s.a.v)’e ait hadisleri değil, aynı zamanda Sahabe ve Tabiun’a ait “eser”leri de zikredeceğini peşinen söylemiş. Dolayısıyla onun bu eserde yer verdiği rivayetlerin tamamının “hadis-i şerif” olduğunu söylemek es-Süyûtî’ye iftiradır!

ıbn Hacer el-Heytemî, el-Kavlu’l-Muhtasar’da, Mehdi ve zuhur alametleriyle ilgili merfu hadisleri birinci, Sahabe sözlerini ikinci ve Tabiun ve Tebe-i Tabiîn sözlerini de üçüncü babda zikretmiştir. Ka’b’ın sözü de bu üçüncü babda yer almıştır. Dolayısıyla el-Heytemî’nin de bu sözü “hadis-i şerif” olarak gördüğünü söylemek ona yapılmış bir iftiradır!

Müfterinin ıkdu’d-Dürer sahibinden yaptığı alıntıya gelince, –bu eserin müellifinin adını kendisine kim belletmişse yanlış belletmiş; ıkdu’d-Dürer sahibinin adı Yahya b. Ali değil, Yusuf b. Yahya’dır– orada da “kindeli topal adam” rivayetinin Hz. Peygamber (s.a.v)’e ait bir “merfu hadis” olduğu söylenmiş değildir. Söz konusu rivayete, Mehdi öncesi vuku bulacak hadiseler meyanında –tabii ki Ka’b’ın sözü olarak!– değinilmiştir, o kadar. Dolayısıyla o da iftiraya uğramışlardan birisi durumundadır.

Benim bu söze “Ka’b el-Ahbâr’ın sözüdür” derken neye dayandığım konusuna gelince, dayanağım ilk olarak bizzat rivayetin kendisi, ikinci olarak da yukarıda adı geçen müelliflerdir. Ka’b bu sözü Sahabe’den birisine yahut Efendimiz (s.a.v)’e izafe etmediği gibi mezkûr müellifler de onu Ka’b’ın sözü olarak aktarmaktan başka bir şey yapmamıştır. Bundan âlâ delil olur mu?

10. “Gerek Hazret-i Mehdî, gerekse onun alâmetleri hakkındaki rivayetlerin kaynağı Resulullah Aleyhisselâm’dan başkası olmadığına göre; Ka’b -radiyallahu anh- gibi güvenilir bir tabîin bu bilgiyi kendisi mi uydurmuştur?”

Apaçık gerçekleri esrar perdelerine bürüyerek “bizden başkasının aklı ermez” yutturmacalarıyla haşır-neşir olmaktan gözünün önünü göremeyen zavallı! Esas mesele de bu ya!.. Ka’b’ın bu sözü kimden/nereden aldığı bilinmedikçe ona “hadis-i şerif” ünvanı vermek Hadis ilimleriyle iştigal eden aklı başında kimsenin yapacağı iş değildir. Yeryüzünün her karışında cereyan edecek hadiselerin tamamının Tevrat’ta bildirildiğini söyleyen birisinin, bu “bayraklılar ve topal adam” haberini de ısrailiyat kaynaklarından nakil veya istinbat etmediğini kim garanti edebilir? Üstelik bu rivayetin ne bir şahid, ne de mütabii var!..

Milli Gazete 12-13-14.08.2006

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir