Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

16.03.2006, 01:01

bir kış günü..

Bir kış günü. Caminin önü kalabalık. Köy halkı, misafir ettikleri zatın etrafını sarmış içeri girme hazırlığında.
Başında sarığı, sırtında cübbesi, elinde asası ve hiç eksik olmayan şefkatli bakışları ile bu misafir, adeta köylüleri kucaklıyor. Bakışlarının dokunduğu kişilerin gönlüne, izah edilemeyecek bir sıcaklık akıyor.

Onu bekliyorlardı. Haber göndermişti. Gelecek, onlarla sohbet edecek, dertleşecekti. Hep duyuyorlardı; gittiği yerlerin sanki havası değişiyor, insanların içi diriliyor, tuhaf, tatlı bir huzur kalpleri ısıtıyor...

ışte o şimdi karşılarında... Yörede çok tanınan, kısaca “Gavs-i Bilvanisî” diye söz edilen Seyyid Abdulhakim el-Hüseynî k.s. Hazretleri...

Hava soğuk, etraf karlı. Burası civarın en yüksek köylerinden biri. Köylüler, yaz boyunca tarlalarda çalışıp kışlık tedarik ediyor, kış herşeyi o bembeyaz, kalın örtüsünün altına sakladığında, herkes evinde gelecek baharın ılık günlerini bekliyor.

Ama böyle zamanlarda dağlar bayırlar olmasa da, yürekler bahar çiçekleriyle donanabilir, ebedi bahar ikliminden esen meltemlerle nice umutlara, nice coşkulara yelken açabilirdi.

O, kış geldiğinde çevre köyleri ziyarete çıkardı. Bu ziyaretlerde bir usulü vardı. Köye önceden haber gönderir, kararlaştırılan gün gelince de, yanına birkaç talebesini alarak yola çıkardı.

Köye vardığında doğruca camiye gider, orada sohbete başlardı. Sonra eller kenetlenir, pişmanlıklar, güzel yarınlara dair umutlar yüreklerden kelimelere akar, tevbeler yapılırdı. Akşama kadar camide kalırdı. Akşam olunca da köylülerden davet eden birisine misafir olurdu. Ertesi sabah, köylüler farklı bir coşkuyla camiye gelir, Gavs Hazretleri de teşrif eder, teveccühe otururlardı.

ışte bu sefer de öyle oldu. Gavs Hazretleri, misafir kaldığı evden ayrıldı, caminin önüne geldi. Herkes çoktan toplanmıştı bile. Tam o esnada bir ağlama sesi duyuldu. Dönüp baktıklarında, iki kişinin koltuğunda zorla yürüyen yaşlı bir adamın yaklaştığını gördüler.

Yüzon yaşlarında olduğu söylenen bu adam, aynı zamanda köyün ağası. Gavs Hazretleri’nin önüne kadar geldi. Bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da başına, dizlerine vurarak şunları söylüyordu:

- Ahh kurban olayım. Siz niye zahmet edip buraya kadar geldiniz? Aslında biz gelmeliydik! Ahh kurban olduğum ahhh!..

Gavs Hazretleri bir an durdu, başını kaldırdı, ağaya şöyle dedi:

- Ağa! Ben Rasulullah s.a.v.’in korkusundan geldim. Haşr meydanında Rasulullah s.a.v. Efendimiz şöyle soracak: “Ey şeyhler, ey alimler, ey hocalar! Niçin tebliğ etmediniz? Niçin vazifenizi yapmadınız? Neden benim ümmetim cezaya çarptırılıyor?” Biz ise şöyle cevap vereceğiz: “Canım sana kurban olsun ya Rasulallah! Biz vazifemizi yerine getirmek için cami yaptık, medrese yaptık. ınsanların bir kısmı geldi, onlarla ilgilendik. Diğerleri ise gelmedi.” Bu sefer Rasulullah s.a.v. şunu soracak: “Peki siz niçin onlara gitmediniz? Köy köy, mahalle mahalle, kapı kapı niye gezmediniz?..” ışte Ağa! Ben de mecbur kaldım, Rasulullah s.a.v.’in korkusundan böyle bir kış günü size geldim... Herkes ağlıyordu. Camiye girildi...

* * *

Bu menkıbe bize bir şeyler söylemiyor mu? Bazı hakikatleri haykırmıyor mu? Ne dersiniz?

Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in mahşer gününde soracağı bu soruya, sadece Gavs k.s. Hazretleri mi muhatap?

Değil elbette. Tebliğ hizmetinin içinde bulunan herkes, iman nimetine kavuşmuş her insan, sorumlu olacak. Hepimiz kabiliyet ve imkanlarımıza göre hesaba çekileceğiz.

Dönüp bir kendimize bakalım; bize ikram edilmiş imkanları düşünerek Allah ve Rasulü huzurunda mahkemeye çıkarıldığımızı bir düşünelim.

ılim verilmiş olanlarımıza, “ılminizin gereği gibi amel ettiniz mi?”, “Hakikatleri, yaşayarak insanlara anlattınız mı?” diye sorulduğunda cevabımız ne olacak?

ınsanların itimadını elinde bulunduranlarımız, vakıf-dernek gibi hizmetlerde, hele de bunların heyetlerinde bulunanlarımız bu sorulara ne kadar hazırlıklı?..

“Size yönlendirilen gönüllere gereğince rehberlik yaptınız mı?”

“Önünüze serilen imkanları, yetkileri gerçekten insanların hizmetinde kullandınız mı?”

“Bu imkan ve yetkileri veriliş gayesine göre mi, yoksa benliğinizi tatmin için mi kullandınız?”

“ınsanları Hakk’a hakikate götüren bir zemin, bir köprü oldunuz mu?” “Yoksa size bahşedilen bu güvenin, bu imkanların sağladığı prestij ve güçle nefsinizi mi tatmin ettiniz?”

“Gayreti, kabiliyeti olan insanların önünü açtınız mı? Onları hizmete kazandırmak için benliğinizden vazgeçtiniz mi?”

“Bu itimada layık olmak için alçak gönüllülükle istişareler yaptınız mı?”

Bu sorulara ne cevap vereceğiz? Sahi, alnımız ak, vicdanımız temiz mi? Hangi cevapları hazırlıyoruz?

Evet; içimizde din ve iman konusunda güven ve saygı duyulanların sorumluluğu daha ulvi ve daha hassas. Allahu Tealâ, kalplere sevgi koymuş, yönlendirmiş ve söylenecek sözü, gösterilecek işi yapmaya hazır hale getirmiş. Bu öyle büyük bir nimettir ki, maldan-mülkten, en kuvvetli iktidardan daha hayırlıdır. O halde bunun gereğini yerine getirmek için dertlenmemiz gerekmez mi?

Artık nimet elimizden alınmadan gereğini yerine getirelim. ınsanların üzerimizde hakkı var. Mahşer gününde, yukarıda Gavs Hazretleri’nin buyurduğu gibi, bu hakkı bizzat Rasul-i Ekrem s.a.v. ümmeti adına isteyecek.

O köylüleri ağlatan bu sorgulama, bizim kalbimizi de titretiyor mu?..

Kemal Süleymanoğlu
ben körlüğüme bile körüm.
Aç gözlerimi..
Ben gördüğümü de körüm,aç sırlarını..
Ben gördüğümden ötesine körüm,aç perdelerini..
Ben gösterdiklerine körüm,aç kalbimi

Ben vaad ettiğin cennetine körüm aç yollarımı...

2

16.03.2006, 14:13

risalei nur talebeleri bilinmedikleri görülmedikleri ve görüşülmedikleri halde ehli imanın imanına kuvvet veriyorlar.diyor üstad hz.
demekki hakiki nur talebesi olsak bir görülmekle bilinmekle çok insanın imanına kuvvet veririz.hemde nurları anlatan kitapları başkalarına okutmakla nurların kıymetini anlatmış oluruz.
mesela;halit ertuğrulun aysel,canan,kendini arayan adam,kendini arayan kadın,düzceli mehmet gibi kitaplarını verirsek onları okuyanlar başlar nurları okumaya.
sakın bunu kafadan andın demeyin biz böyle çok yaptık ve çok neticesini gördük.
durmadan tebliğ yapmamız lazım.işte bu kitapları birine verseniz oda arkadaşına oda başkasına vererek nurlardan haberdar oluyorlar.biz anlatana kadar bu kitaplar o vazifeyi hemen görüyorlar.
başka tavsiyesi olan varsa anlatsın.öğrenelim.
nasıl nurları yayalım.bize tavsiye etsin.selam

3

26.05.2006, 03:42

Selam aleykum! Yeni konu acmamak icin buraya yaziyorum, bu da Bir kis günü...

Bu olay Kayseri-Bünyan ilçesi sınırları içerisinde yaşanmıştır ki,
olayın kendi Alfred Hitchcock'un meşhur korku filmlerini bile çok
gerilerde bırakır.
Kendisi Bünyan'lı olmayan, politika ile de uğraşmış ve halen
Kayseri'de işadamı olan birisi, Bünyan kıyıcığında, Kayseri Malatya
karayolu üzerinde, lokantası olan bir benzin istasyonuna gider ve
orada alabalıkla bir ufak rakı içer.
Yürüyüş mesafesindeki Bünyan'a gitmek için, meyhanemsi lokantadan
çıkar ki, dışarısı hem zifiri karanlık ve hem de korkunç bir kar-tipi
fırtınası başlamıştır.
Benzin istasyonuna yaklaşık 300 metre mesafedeki, Bünyan'a dönüş yolu
kenarına varır. Oradan geçen bir arabaya binip, Bünyan'a ulaşma
derdindedir. Fırtına daha da şiddetlenir, bir-kaç adim ötesini bile
görememektedir. Gelip-geçen bir araba da yoktur.
Nihayet karanlıklar içerisinde, hayalet gibi yavaş yavaş yaklaşan bir
arabanın iki farını fark eder. Arabanın, tam önünde yavaşlamasıyla
birlikte hemen arka kapıyı açar ve arabaya biner. Kapıyı kapatır,
araba yeniden hareket eder. ıçeridekilere merhaba demek ister ama o da
ne? Arabada kimse olmadığı gibi, direksiyonda da kimse yok. Birden
paniğe kapılır. Korkuyla, hemen ce arabadan atlayıp, oradan koşarak
uzaklaşmak ister ama hem araba hızlanmış, hem de korku ile dizleri
bağlanmış, hareket edemez hale gelmiştir. Araba keskin bir viraja
doğru yaklaşır. Adam dua etmeye başlar.
Tüm günahları için tövbe eder. Arabayı durdurması için Allah'a
yalvarır.Tam bu esnada, pencereden bir el uzanır ve direksiyonu
kıvırarak, sert virajdan arabanın doğru yola dönmesini sağlar. Her
tehlikeli dönemece yaklaştıkça, Allah'a yalvarış ve yakarışı artar ve
her seferinde de bir el dışarıdan uzanıp, direksiyonu çevirir. Sonunda
kendisini biraz toparlar, aklini toparlamaya çalışır, ayaklarını
kımıldatır.
Ya Allah koru beni..." deyip, kapıyı açmasıyla birlikte, kendisini
arabadan dışarı fırlatır. Bir kaç takla attıktan sonra, şarampolde
kendisine gelir. Defalarca üç Külfü-bir Elham okuyarak, Bünyan'a
yürüyerek ulaşır ve kahvehaneye girer. Üstü başı ıslak ve şok
halindedir. Kendisini tanıyanlar hemence sobanın başına alırlar. Eline
bir çay verirler. Bir müddet sonra kendisine gelip, sesi titreyerek,
başına gelen doğaüstü ve korkunç olayı anlatır. Olayı dinleyenler
inanmak istemeseler de, anlatan kişinin aklı başında ve toplumsal
sorumluluk taşıyan bir pozisyonda olduğunu bildiklerinden, herkeste
derin bir sessizlik oluşur.
Yaklaşık yarim saat sonra, ayni kahvehaneye Koyun Abdal Köyü'nden iki
kişi girer. Bir masaya oturur ve iki duble çay söylerler. Bu arada
birisi diğerine şunları söyler ;
"Hasan baksana, şu sobanın başında oturan geri zekalı, bizim araba
yolda kalınca, biz arabayı iterken, arabaya binip-inen kişi değil mi"?

4

26.05.2006, 21:49

Eliz Kardeşim çok hoştu. Fıkra başlığında bizi güldürmeye devam et. :D

Yunusum Kardeşimizin dediği doğru. Bence her Nurcunun fikir beyan etmesi gereken bir konu.
Ben şahsıma şu kadarını söyleyebilirim. Risale-i Nur'dan öğrendiğim dini bilgileri önce kendim uygulamaya çalışıyorum.(Ne kadar becerbiliyorsam sanki) Ticaretimide kesilikle dürüstlüğü esas alıyorum. Aile hayatıma çok dikkat ediyorum. Zira;insanlar kolaylıkla ailesini mutlu edemiyen birine inanmaz.
Yani sözü uzatmayayım;insanları ilk irşadımız lisan-ı halimizle olamalı. Öyle ya Namaz kılmayan biri namazın ehemmiyetini anlatsa kim değer verir.
Birde ne kadar zor durumda kalsakta yalan söylememeliyiz. Yalan insanı değersizleştirir. Değersiz insanın elinde elmas olsa cam parçaları olarak bakılır.
Malesef arada bir yalan söylüyorum. Ama;sırf bu hizmet için gayret ediyorum. Geçen müşterim neden pencereyi söz verdiğim gün takmadığımı sordu.Dedim ki; "Valla ne yalan söyliyeyim üşendim" - doğruydu- Çok şaşırdı. şaka yaptığımı söyledi. Sustum. Üstadın gösterdiği "En güzel hile hilesizliktir" düsturunu anlamış oldum.
Sözün özü; madem Nurcular bu zamanda iman mesleğini esas almış. Çok mühim bir vazifeyi üzerimize almışız.O Zaman bu ahirzaman toplumunda numune olmalı. "Ahirzamanda falanca yerde iyi insan var,denilecek" Hadis-i şerifi'nin masaddakı olmalıyız.

Birde şunu yazmak istiyorum. Sürekli kendime Nurcu demem bir kibir zannedilmesin. Hani haşirde Üstad bütün Nurcuları arkasına toplayacak ya banada,en son, kapı kapanmadan ;Hadi son olarak sende gel, dese razıyım
vesselam
Sakın, sakın, sakın! Çabuk, bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz...

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir