Giriş yapmadınız.

1

20.03.2005, 16:40

şöyle Garip Bencileyin...

şÖYLE GARıP BENCıLEYıN

KENDı HALıNDE, ORTA BÜYÜKLÜKTE BıR GÖLDÜR WALDEN. Concorde’un güneyinde koyu, derin bir maviliğin kıpır kıpır oynaştığı bir âlemdir burası. Concorde mu? Memleketim. Doğduğum yer yani. Amerika’nın Doğu sahillerinde, Kanada sınırına yakın küçük bir kasaba. Beni sorarsanız, kimisine göre dik kafalı bir serseri, kimine göre ağırbaşlı bir veliyim. Ne de olsa, günlerimi şu gölün kenarında avare avare dolaşmakla geçiriyorum kimilerinin gözünde. Yoo, pek zengin sayılmam. ışte orta halli bir ailenin iki oğlundan küçüğü, Henry David’im. Ailecek kurşunkalem imal edip satarak geçiniriz. Ben de zaman zaman yardım etmiyor değilim babama. Ama ne zaman şöyle birazcık param olsa, fırsat bu fırsat deyip alır başımı dere tepe dolaşmaya çıkarım.
Doğrusunu isterseniz, insanlardan beni anlamalarını da beklemiyorum artık. Hayatlarını öyle ayrıntılara boğmuşlar ki, şaşarsınız. Hani kime sorsanız, hep daha iyi bir hayat sürmek için çalışıp didiniyorum der ya, ama nedense didinmesini bitirip, şu daha iyi hayatı yaşamaya başlayan birini göremedim çevremde. Anlaşılan, her zaman şimdiki hayatlarını uğrunda harcayacakları "daha iyi bir hayat" bulabiliyorlar. Ben de az uğraşmadım hani. Her genç gibi, çocukluk yıllarımın hepsini, gençlik yıllarımın çoğunu, o okul senin bu okul benim, dirsek çürüterek geçirdim. Harvard’ı bitirdim. Hattâ birkaç yıl öğretmenlik bile yaptım. Ama küçüklüğümden beri illâ da büyük bir yazar olmak istediğimden mi, yoksa sırf bu kaprisli toplumu protesto etmek için mi bilmem, galiba ikisi de doğru bu garip hayat tarzını seçtim.
ışte bu gölün kenarında avare avare dolaşmaklığım da bu yüzden. ıki yıl oldu buraya geleli... Gelir gelmez ilk işim, hemen gölün kenarında şuradaki yamaca, buranın köylülerine inat sade mi sade, çok basit bir ev yapmak oldu siz isterseniz kulübe deyin. şöyle bir doğuya, bir de batıya bakan iki pencere ayırdım kulübeme; günışıkları her saat girsin diye. N’apalım, herkes zenginliğini parayla ölçer, benim de servetim bu günışıkları. Eh paraca olmasa bile, parlak günışıklarınca, sıcak yaz günlerince hepinizin en zengini sayılırım diyorum köylülere. Anlamıyorlar. Tahmin ettiğiniz gibi, kulübemin tek odası var. Pencerelerden birinin kenarına şöyle ufak bir çalışma masası yerleştirdim. Öbür penceremin dibinde de alçak bir sedir. Ortada üç tane sandalye. ışte bu fazladan iki sandalye hayatımın tek lüksü. Sandalyelerin birincisi, tabiî kendim için, ikincisi bir arkadaşlık için, üçüncüsü de daha kalabalık beraberlikler için. Ama, size hayatımı özetlesem, ikinci ve üçüncü sandalyelerin nadiren dolduğunu görürsünüz.
* * *
Yalnız yaşıyorum burada. Rüzgârları, kuş cıvıltılarını, yağmur damlalarının yapraklardan dökülüşünü dinleyerek geçiyor günlerim, gecelerim. Tek arkadaşım şu göl. Walden gölü. Gençliğimin hayallerini sanki bu gölün salınışları ile ördüm. Köylülere sorarsanız dibi yokmuş. Hıh, dipsiz bir göl? Ne yalan söyleyeyim, ben de hiç dipsiz göl olur mu diyemedim ilk zamanlar. Neden derseniz, benim için öylesine derin ki bu göl, insan ruhunun anlaşılmaz, ulaşılmaz derinliğini gördüm onda. ınsan ve hayat gerçeğinin göz kamaştırıcı derinliğini hep anlattı bana.
Devamlı kaynayıp duran bir hayat gibi, o da tâ dibinden çıkan taze sularla her an kendini yeniliyor. Sessizce. Hissettirmeden. O da bir insan gibi yeryüzü ile gökyüzü arasında yaşıyor. Renginin yeşilliğini yeryüzünün yeşilinden, mavisini gökyüzünün mavisinden alıyor. Bir insana bakar gibi, ona da ilk baktığınızda önce girintili, çıkıntılı, düzensiz, şekilsiz bir sahille çevrili bir yüz görürsünüz.
Hani yazar olmak için gelmiştim ya buraya. ışte Walden’da gördüklerimi, düşündüklerimi yazıyorum şimdi size. Çokları Walden’la tanır beni. Yani Walden’da yazdığım günlüklerimle. şimdilerde elinizde kitap olmuş olmalılar: Sahiden Walden deyince akla Henry David Thoreau, Henry David Thoreau deyince de Walden gelir. Walden’la arkadaşlığımız böyle başladı. Görüyorsunuz, hâlâ devam ediyor.
* * *
Dünyada başka göl mü yok diyeceksiniz? Haklısınız. Başka herhangi bir göl de Walden kadar güzel olamaz mı? Elbette! Bakın size bir şey söyleyeyim, güzelliği ya her yerde görürsünüz, ya da hiçbir yerde. Bura köylülerine, Concorde’daki hemşehrilerime defalarca söyledim: Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile! ışte, çok merak ediyorsanız, asıl mesleğim bu. ışim yeryüzünü gezmek. Köşe bucak, dere tepe. Gecesiyle, gündüzüyle, yazıyla, kışıyla, solan yapraklarıyla, açan çiçekleri ile Allah’ın bu güzel eserlerini seyretmek. ınsanda, kâinatta Allah’ı görmeye, anlamaya çalışıyorum. Onun için hayatımı bütün lüzumsuz teferruattan arındırdım.
Yaşamak. Kelimenin tam anlamıyla, sadece yaşamak istiyorum. Tıpkı genç bir aslanın avını nasıl avlayacağını öğrenmesi gibi, ben de yaşamayı öğreniyorum. Geceyle yaşamayı, gündüzle yaşamayı, ay ışığında yaşamayı, günışığında yaşamayı...
Hep seyrediyorum. Benim için basit bir sabah yürüyüşü bile Kuzey Kutbunu keşfetmeye gitmek kadar heyecanlı, macera dolu. Etrafımda olup bitenlere hayret etmeyi öğreniyorum. Bütün bu hareketlerin, değişimlerin, dönüşümlerin gerisinde kâinatın Yüce Sanatkârının kendine has fiilleri olmalı. Rüzgârın önünde kayıp giden bir yelkenli, durmadan akan bir dere, salınan bir ağaç, esip duran rüzgâr... Allah’ın bizim için kurduğu bu güzel bahçede dinmek bilmeyen bu neşe ve hareket öylesine uyumlu, öylesine nezih ki, bunları gören bir insanın aklına çirkin bir şey gelmemeli, zihnine günah düşmemeli.
ınsanlar daha bu masumluk halini yaşamaya hazır değillerse, çok görkemli, çok gösterişli mabedler yapmaktan vazgeçsinler diyeceğim geliyor. O kadar mermere, taşa, elmasa yazık! Kendilerini bu cennetten çıkarmışlar bir kere gerisi boş. Bana sorarsanız, mabed tüm yeryüzü. Allah’a burada dua etmeli, günahların çirkinliğinden burada kurtulmalı insan. Bakın, küçük bir ot parçası bile, üzerine bir şebnem düştüğünde, daha bir yeşilleniyor, daha bir parlıyor. Biz de önümüzde her an olup biten onca olaydan birer ibret alsak, üzerine düşen en küçük bir çiğ tanesini bile kendini kirlerden arındırmak için fırsat bilen küçük ot parçası gibi, gözbebeğimize gelen, kulağımıza çarpan, kalbimizi sevindiren her şeyi birer fırsat bilsek ya. Hayatımızdan geriye iz bırakan, sadece bu fırsatlardan çıkardığımız düşüncelerimizdir. Gerisi gündelik maceralarımızın önünde savrulan birer müsveddedir.
Yeter ki, insan alışkanlıklarının tanıdık sahilini terketmeyi göze alabilsin. O zaman bak sen, ne yeni kıtalar, ne yeni dünyalar keşfetmeye başlar kendi iç dünyasında. Hak veriyorum, kolay iş değil doğrusu. Herkesin Kristof Kolomb gibi tanıdık bir sahili geride bırakıp, hiç bilmediği bir sahilde yelken açacak cesarette olması zor.
Ama o tanıdık sahilde kalmak da bayağı zor olmalı. şöyle bir bakıyorum da penceremden, insanlar nasıl da bölük pörçük edip, parsellemişler hayatlarını. Yok işti, yok mesaiydi, yok giyimdi, modaydı, paraydı, bankaydı derken hayatlarını nice teferruata boğmuşlar. Hayatın kendisini bırakmışlar, kabuğunda kendilerine göre eğlenip gidiyorlar. Hele şu gazetelerin sayfalarca verdiği haberler! ınanın hepsi de gazete kağıdının kendisinden daha ince. Bu ceviz kabuğunu doldurmayan şeylerle hayatlarını nasıl doldururlar, anlaşılır gibi değil.
Hayat böyle kolayca harcanacak kadar ucuz mu ki? Ama, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeli; bayağı da çalışıyorlar. Kime sorsam bugün ne kadar çok iş yaparsan yarın o kadar çok boş vaktin olur diyor. Ama ne garip, yarın dedikleri gün geldiğinde de onu uğrunda harcayacakları bir başka yarın geliyor nedense. ışte insanların terketmekten korktukları dünyalar ne matah birşeyse... Öyle görünüyor ki, bu dünyalarını terketmedikçe kendilerini bulamayacaklar. Kim olduklarını bile soramayacaklar. Kainatla olan sonsuz ilişkilerini göremeyecekler.
ışte, milyonlarca insanı bu haliyle hoş görebiliyorsanız, varın beni de bu münzeviliğim ile hoşgörün. Bırakın, benim de, en yakın arkadaşım yalnızlığım olsun. Hiç de olmazsa, ben, benim ben olduğumu görebiliyorum ya. Bana verilen nimetleri hissediyorum. Beni benden daha iyi bilen, benimle ve bütün yaratıklarıyla ilgilenen, beni ben yapan birini biliyorum. Etrafımdaki her olayı anlamlı biliyorum. Her şeyi en güzel halinde görüyorum. Gözüme çirkinlik çarpmıyor. Kulaklarıma hiç kötü haber gelmiyor.
Bütün mesele, kendimizi kâinatın güzelliklerini üzerimizde yansıtacak kadar saf tutabilmekte. Ruhumuzun kristal aynasına düşen her şeyi bütün mükemmelliğiyle, bütün güzelliğiyle hiç çarpıtmadan geriye yansıtabilmekte. Hem bundan daha büyük mutluluk, daha geniş hürriyet olabilir mi ki?
Hiçbir şey doğuştan çirkin değil oysa. Araya çirkinlikleri, kötülükleri biz koyuyoruz. Biz insanlar. Yoksa Allah bizi niye mutsuz etmek istesin ki? Yakındıklarımızın hepsi, beğenmediklerimizin hepsi sadece bizim kendi tutumlarımızdır. Eğer yürüdüğünüz yol size çok engebeli geliyorsa, dikkat edin, mutlaka yanlış yürüyorsunuzdur. Yürüyüşünüzü düzeltin. Ya da çıktığınız yokuşa çok dik demek üzereyseniz, hemen hatırlatayım, dizleriniz dermansızdır da ondan.
Dedim ya, boş yere mermerden mabetler yapmayın diye. ınsanın kendisi mabettir; insanın kendisi. O mabedinde kendi dilediği gibi Rabbine dua eder. Aslında, hepimiz birer heykeltraş, birer ressam sayılırız. Malzememiz ise kendi etimiz, kemiğimiz, kanımızdır. Onları hoyratça harcadığımızda başlar, kötülükler, çirkinlikler.



Henry David Thoreau

Çeviren : Senai Demirci
Güzellik ne oradadır, ne burada; ne şu zamanda, ne bu zamanda; ne Roma’da, ne Atina’da. Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız, nafile!
-Henry David Thoreau-

2

05.04.2005, 20:42

Kardeş, Henry David kim, merak ediyor insan, bizi aydınlatır mısın bu konuda?

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir