İman ile Kaygı
‘İman’ kelimesinin kökü ile ‘emniyet’ ve ‘güven’ kelimeleri arasında bir anlam ilgisi vardır. Buna göre imanın tam zıddı olan kavram, ‘kaygı’dır.
Kaygı, psikoloji literatüründe önemli bir kavramdır. Bütün nevrotik psikolojik rahatsızlıkların temelinde kaygı rol oynar.
İbadetler, imanın belirtisi olmanın yanında iman nurunu besleyen etkinliklerdir.
Yüce Allah (c.c.), dünyadaki her şeyi insan için yaratmıştır. Onun nimetlerini saymak istesek buna bir ömür yetmeyecektir.
İbadetler görünüşte yüce Allah (c.c.) için yapılır. Ama yüce Allah’ın (c.c.) insanların yaptığı ibadetlere hiç ihtiyacı yoktur. İbadetler ayrıntılı bir şekilde incelenirse bunların da insanların yararına olmak üzere farz kılındığı anlaşılır.
İbadetlerin psikolojik dünyamızda en önemli işlevi, kaygıları yok etmeleridir. Birer psikoterapi (ruhsal iyileştirme) olarak hizmette bulunmalarıdır.
İmandan yoksun bir insan büyük bir varoluşsal bir kaygı içerisinde bulunur.
Ölüm, her insanı büyük bir varoluşsal kaygı içerisine sokar. Yaş ilerledikçe bu kaygı artar. Her insan ölüme karşı kendince bir vaziyet alır. Genellikle bu varoluşsal kaygıdan kurtulmak için imana ve ibadetlere sığınılır. İman derece derece olduğu gibi insanların ölüm karşısında kaygıları da böyledir.
İnsan-ı kâmil (veli) için ölüm asıl sevgiliye (yüce Allah’a) vuslattır. Aşktır.
Ölümle iman esaslarını oluşturan bazı şeylerin perdesi kaldırılacaktır. Örneğin kişi öldüğünde melekleri görecek, cennet ve cehennem sahnelerinden bazı şeylere tanık olacaktır. Kâfirler için de müminler için de bunlar yüce Allah’a (c.c.) imanda bir yakinlik sağlayacaktır.
İnsanların büyük çoğunluğu için ölüm büyük bir kaygı kaynağıdır. Bu büyük kaygıdan kurtulmanın tek yolu iman ve onun kaynağı ve besleyicisi olan ibadetlerdir.
Mevlana Celalettin Rumi (k.s.), Mesnevi’de bu konu üzerinde mealen şu şekilde bir yorumda bulunur: ‘Ana karnındaki bir yavruya deseniz ki, sen şu anda kan, irin içerisinde ve dar bir mekânda bulunuyorsun. Dışarıda dünya kadar geniş bir alan bulunmaktadır. Orada yüce Allah’ın (c.c.) sonsuz nimetleri önüne rızık olarak serilmektedir. Gel buradan oraya gidelim. Cenin bu sözlere inanmayacaktır. Bu teklifi de kabul etmeyecektir. Çünkü dünyayı tanımamaktadır. Doğmaktan ve dünyaya gelmekten büyük bir kaygı duyacaktır. Zaten bebeğin dünyaya gelirken ağlaması da bu kaygının ifadesidir. Bunun gibi yüce Allah (c.c.) da, mümin kullarına ilahi kitaplarında şöyle seslenmektedir: Ölümle yok olmayacaksınız. Ceninin anne karnında büyüyüp oradan dünyaya gelmesi gibi ölümle başka bir âlemde doğmaktasınız. Yüce Allah’ın cennette kerem sofrasına ebedi olarak misafir olmaktasınız. Fakat yine de insanlar ölümden kaygı duyarlar. Alıştıkları bu dünya hayatından oraya gitmeye pek istekli olmazlar. Hâlbuki bu dünya hayatı bir imtihan yurdu olması dolayısıyla ahret yurduna göre bir cenin hayatından farksızdır.’
İnsan, ölümü hatırlamaz görünse bile aslında bilinçdışında bir an bile bunu unutmaz. Ruh, ebedi bir hayatı yaşamak için yaratılmıştır. Zaten ölümle de ölmemektedir. Başka bir hayata intikal etmektedir. Ruh, ölümle berzah âleminde yaşamakta, ebedi hayatı için bu istasyonda kısa bir süreliğine bekletilmektedir. Fakat dünya hayatında ölüm olgusu ruhun önünde bir kaygı olarak durur. Bu, ancak iman ve ibadetlerle aşılabilinir. Kişi iman ve nurla bu dünya hayatının ölümle başka bir hayata intikal ettiğini kavrar. Bu konuda bir emniyete ve güvene ulaşır. İhtiyarlık ve ölüm ebedi hayata kavuşmada bir merdiven basamağı olarak kabul edilir. Böylece ölüm bir kaygı kaynağı olmaktan çıkarak bir aşk ve ümit kapısı olur. Veliler ölüme bu gözle bakarlar. İman derecesine göre müminler de ölüme bu şekilde bir bakış açısı geliştirmeye başlarlar.
Ölüm nasıl bir aşk ve ümit kapısı olmasın ki, yüce Allah’ın(c.c.) güzel isimlerinden birisi de el-Mümit’tir. El-Mümit, yüce Allah’ın (c.c.) canlı varlıkları öldürmesi anlamına gelen güzel bir ismidir. Şayet ölüm güzel ve iyi bir olgu olmasa idi yüce Allah (c.c.) bu güzel ismi üzerine almazdı. Ölüm güzel ve iyi bir olgu olmanın ötesinde veliler için de bir aşk kaynağıdır. Mevlana’nın (k.s) ölüm gününde insanların matem tutmalarını istememesi ve ölünü şeb-i arus (düğün, gelin gecesi) olarak adlandırması da bu nedene dayanır.
Elbette bu sözlerimiz insanların hayatlarına son vermeleri için veya intihar etmelerine bir gerekçe olmamalıdır. Zira insanın kendi irade ve elleriyle hayatına son vermeye hakkı yoktur. Bu, bir cinayettir. Başka bir insanı öldürmek kadar büyük bir günahtır. El-Mümit olan yüce Allah’ın (c.c.) işine karışmak doğru değildir. Yüce Allah (c.c.), bu güzel ismini bizlere sevmeyi nasip eylesin. Âmin.
İmandan yoksun bir insan büyük bir varoluşsal kaygı içerisindedir. Dünyaya gelip de ağlayan bir bebek gibidir. İçerisinde bulunduğu varoluşsal kaygı ile boğulmaktadır. İmanın verdiği huzurdan yoksundur.
Bir bebek anne sütü kadar annenin verdiği sevgi ve güven duygusuna da muhtaçtır. Bu manevi ihtiyaçlar annenin sarılmaları ve ninnileri ile bebeğin ruhunu besler. Sevgi ve güven duyguları annenin ruhundan bebeğe bir enerji dalgası ile ulaşır. Bebeğin bedeni annenin sütü ile büyürken ruhsal dünyası da yakın çevresinden, özellikle annesinden ve babasından gelen, sevgi ve güven telkin eden sözlerle, davranışlarla, eylemlerle ve bunların manası olan ruhsal enerjiler ile gelişir. İnsan yetişkin olduğunda da bir bebek kadar çaresizdir. Yine yaşamak için yiyeceğe, içeceğe muhtaçtır. Ruhsal dünyası da böyledir. Ama bebekken anne ve babadan gelen ruhsal enerjinin yerini başka şeyler tutar. Bu sefer anne ve babanın yerini yüce Allah (c.c.) ve O’na iman alır. İman nur ve feyz kaynağıdır. Bunlar ruhun gerekli olduğu enerji kaynaklarıdır. Bedenin yemesi ve içmesi gibi nur ve feyz de imanla ruhu besler. Bu açıdan namaz imanın adeta tecessüm etmiş halidir. Kişi namazda yüce Allah’ın (c.c.) huzurunda durduğunu varsayarak O’nunla ruhsal bir ilişkiye girer. Bu sırada nura ve feyze gark olur.
Tabii namazdaki ihlâsına göre kişide nur ve feyiz artar veya azalır. Ama namaz kılan hiçbir insan nurdan ve feyizden nasipsiz olmaz. Az çok her insan namazla yüzünü, vücudunu yüce Allah’a (c.c.) döndürdüğünde O’ndan nur ve feyiz yönüyle nasiplenir. Tıpkı bitkilerin güneşten istifade ettikleri gibi namaz sırasında yönünü Allah’a dönen müminlerin ruhları da nur ve feyiz ile gıdalanırlar.
Nur ve feyizle beslenen bir ruhta kaygı azalır. İman yakinleşir. Hayata pozitif bir gözle bakma gelişir. Yaşamın boş olmadığını, her şeyin yüce Allah’ın emri ile işlediğini görür. Hayır ve şerrin yüce Allah’ın (c.c.) yaratması ile olduğuna inandığı için başına gelebilecek kötü olaylardan ötürü bir kaygı duymamaya, iyi şeylerden de nefsine bir pay çıkarmamaya çalışır. Her şeyin bir imtihan konusu olduğunu unutmaz: ‘Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah’a kolaydır. Böylece kaybettiğinize üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız. Çünkü Allah kendini beğenenleri, kibirlileri sevmez (Hadid suresi, 23-24)’
Ölüm olgusu yaş ilerledikçe müminde iman ve ibadet nuruyla kaygı uyandırmamaya; ümit ve aşk duygularının kaynağı olmaya başlar.
Günahlar kaygı kaynaklarıdır. Bir mümin de günahlardan masum değildir. Hayatındaki sıkıntılar, problemler, kaygılar hep bunlardan kaynaklanır.
Bir gün bir genç kız bana evlenmek istediği bir erkekten söz edip onunla evlenip evlenmemesinin doğru olup olmadığını sordu. Delikanlı namaza olumlu bir gözle baktığı halde namaz kılmıyormuş. Ben de bu yüzden konuya olumsuz bakıyordum. Görüşümü bildirdim. Ama bu bildirmede biraz çizgiyi aşan ifadeler kullandım. Ayağım kaydı. O akşam bende öyle bir ruh haleti oldu ki bunun nedeninin bu kızın kararına karşı olumsuz görüşümden ve haddimi aşan ifadeler olduğundan zerre kadar şüphe etmedim. Çünkü genç kız o delikanlı ile evlenmeyi kafasına koymuş ve kararını vermişti. Benim sözlerim onda büyük bir kuşku meydana getirmiş, onun o vaziyeti benim ruhsal dünyama tesir etmişti. İnsan tasavvuf yolunda belli bir merhaleye geldiğinde şeytanın vesveselerini, Allah’tan gelenleri çok rahat bir şekilde ayırabilmektedir. Ben de âcizane bu yolda sadatların himmeti ile biraz sağımı solumu anlayabilmekteydim. Tüm gece boyunca hayatımdaki bazı insanlardan ve ilişkilerden öyle bir büyük kuşku ve kaygıya düşmüştüm ki gözüme sabaha kadar uyku girmedi. Bu halin bana şeytanların vesveseleri ile gelmediğini yakinen bildim. Bu hal, bu konudaki ayak sürçmemin cezasıydı. O zaman şunu anladım ki, insan ilişkilerinde ufacık bir hatanın bile bedeli çok büyük olabilmektedir. İnsanın haddini bilmesi kadar büyük bir erdem yoktur. Bir de sözü o kadar ölçülü kullanmalı ki kaş yapayım derken göz çıkarmamak gerekiyor. Kalbimizdeki kaygıların en temel nedeni, başkalarına farkında olmadan yaşattığımız şeylerden, zulümlerden kaynaklanmaktadır. Tabii bu olay benim bu ilahi yasayı ilk olarak derinden yaşamamda bir milattı. O yüzden hiç aklımdan çıkmamaktadır. Daha sonra belki yüzlerce olayla bunun tecrübesini ve sağlamasını yaşadım. Bu konudaki görüşüm daha bir pekişti ve bana bir sünnetullah olarak göründü.
Bu konularda derinleşince şunu kavradım ki, gönül almalar ruha çok olumlu tesirde bulunmaktadır. Yani Allah rızası için insanın kendisini biraz zorlayarak tebessüm etmesinin, selam vermesinin, hal hatır sormasının, hediyeleşmesinin, hizmet etmesinin, başkalarının işlerini görmesinin, sıkıntılarını ve problemlerini çözmesinin boş olmadığını, hemen o gün veya o gece geri bildiriminin olduğunu, ruha büyük bir genişlik, huzur ve sevinç verdiğini anladım. Bu ne güzel bir yaşam ticaretiydi! Veriyorsun, alıyorsun. Bu kadar basitti. Hele hele daha büyük iyiliklerin bu konuda daha büyük nimetlere dönüştüklerini de kavradım. Bunların süreçlerinin daha da uzadığına şahit oldum. Gerçi bu söylediğimiz şeyler ilahi kitaplarda, konuyla ilgili dini ve tasavvufi kitaplarda geçmektedir ama bunlar soyut bilgilerdir. İnsanlar, hayatında bunları yaşayınca adeta bunları yeniden keşfetmiş gibi oluyorlar. Bunlar o zaman daha bir anlamlı görünüyorlar. Bunların değerini insan o zaman daha bir derinden kavrıyordu.
Haberlerde nedense artık sık duyar olduk: Bir adam cinnet geçirdi, tüm ailesini, eşini, şu kadar çocuğunu öldürdü diye. Hemen kendimi o cinnet geçiren adamın yerine koyarım. Ne oldu ki böyle bir karar aldı. Haberin kırıntıları arasında işini kaybettiğini, ekonomik olarak zor durumda olduğunu duyarız. Ama bu durumda olan binlerce insan vardır. Onlar neden böyle bir şey yapmıyorlar?.. Neden bu kişi cinnet geçirdi, bu işleri yaptı? Kalpler Allah’ın elindedir. Bazen kalpleri yüce Allah (c.c.) öyle bir sıkar ki, kişiye bütün genişliğine rağmen yeryüzü ve hayat dar gelir. Kaygıyla bunaltır. Adeta kalpte imanın hiçbir izi kalmaz. Kişiye intihar etmekten ve ailesini yok etmekten başka çıkar yol görünmez. İşte burada bir sır vardır. Bu kalp darlığı, kabz halinin, yani yoğun bir kaygıyla bunalmanın en başlıca nedeni, günahlarımız veya ibadetlerimizdeki ihmallerimizdir. Bir de başkalarına zulmetmektir. Allah (c.c.) bizleri bunlardan korusun. Başkalarının malına, canına, namusuna ve şerefine musallat olup da onların ahlarını almak kalplerimizi o kadar daraltır ki böyle durumlara düşmek işten bile olmayabilir. Nefis herkeste aynıdır. Günahlar her insana hitap eder. Bir zamanlar küçük gördüğümüz ve kendimizden uzak olduğunu düşündüğümüz bir günah bizleri pençesine alabilir. Bir de bakarız ki ailemizin bireylerini ortadan kaldıran ve sonra kendi canına kıymak zorunda olan birisine dönüşmüş olabiliriz. Allah bizleri böyle manevi afatlardan korusun. Âmin.
İnsan ilişkilerinde başkalarına bir kaygı yaşatan mutlaka o nicelikte ve nitelikte bir kaygı içerisinde olmaktadır. Yine insan ilişkilerinde pozitif olan da mutlaka bu olumlu durumu ruhsal dünyasında yaşamaktadır. Onun için şu ayet gayet düşündürücüdür ve sadece ahret hayatına hitap etmemekte, dünyadaki ve hayatımızdaki bir ilahi yasaya da işaret etmektedir: ‘Kim zerre ağırlığınca bir iyilik işlerse onun karşılığını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir (Zilzal suresi, 7-
.’
Günahlardan tövbe etmek ruha büyük bir huzur ve rahatlık verir. Bunu ancak gerçekten günahlarına tövbe etmiş olanlar derinden kavrarlar. Bu hafiflik ve huzur duygusu onların bütün ruhlarını sarar. Çünkü onlar kaygılardan kurtulmuşlardır.
Yüce Allah (c.c.) bizlere bu dünya hayatında da cennet hayatına benzer bir hayatı yaşamamız için ilahi yasalarını bildirdi. İlahi emir ve yasaklar en başta bizlerin ruhsal sağlıklarını korumak için konulmuştur. Her biri psikoterapi vazifesi taşır. Bu ilk çemberdir. Ayrıca toplumsal yaşamda da iyileştirici ve koruyucu işlevleri vardır. Fakat insanlar o kadar nefis bataklığında ve şeytanların vesveselerinde bunalmışlardır ki bunun farkına varamamaktadırlar. Büyük çoğunluğu ilahi buyruklara karşı olumsuz tavır almakta ve daha dünyada iken kaygılarla dolu cehennem gibi bir yaşama rıza göstermektedirler.
Kaygı ruhsal bir olgudur. Öyle düşünce jimnastikleri ile ruhsal dünyadan atılamamaktadır. Kaygının çeşitleri vardır. Şeytanların vesveseleri kaygıyı başlatan ve besleyen bir kaynaktır. Ama nefisten kaynaklananlar daha güçlü ve inatçıdır. Ölüm kaygısı bu ikincisine aittir. Bunu insan öyle kolay kolay üzerinden atamaz. Bunun için kaygının zıddı olan kavrama yani imana, dolayısıyla ibadetlere iyi yapışmak gerekir.
Ruh namaz sırasında bilinçsiz de olsa nur ve feyz dalgalarını algılamaya başlar. Bu onda yavaş yavaş itminan duygusunu oluşturur. İtminan imanın güç kazanması ve yakinleşmesidir. Bu konuda insanlar o kadar derece derecedirler ki…