Giriş yapmadınız.

1

12.04.2011, 13:25

Baharın zikridir çiçekler

Çiçekler, çiçekler, çiçekler… Binler, yüz binler, milyonlar diller ile zikreder çiçekler. Her mevsim “merhaba” derler. “Elveda” demeden “merhaba” derler. “Biz geldik. Yeniyiz, yepyeniyiz. Dünyanızın bu bahar en yeni misafiriyiz.” derler. “Geçen baharın mahsulâtı değiliz. Bizler yeniden yeniye yaratılmış misafirleriz. Yeryüzünün bembeyaz çiçekleriyiz” diye seslenirler. Çiçekler, çiçekler… Milyon, milyar dillerle bize seslenirler.
Baharın zikridir çiçekler.


Her bahar yeniden yaratılan dünya, bu mevsim ile yeniden gaflette olanları da uyandırır.
Çiçekler zikirdedir. Dağa taşa, kurda kuşa. Gözünde bir damla yaş olan ince bir kalbe karşı zikirdedir çiçekler.
“Bu bahar, okumadan geçmeyin üzerimizdeki yazıları. Samedanî bir mektubuz. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah’ın (cc) sizlere okumanız için açtığı bazen beyaz, bazen pembe, bazen de sarıdan mora kadar… Yaratan’ın takdir ettiği her renge bürünürüz biz. Ağaçların başlarında baharın zikri olan çiçekleriz biz.
Şu bize giydirilen rengârenk elbiselerin güzelliğine bir bakınız. Bakınız ki, başka şeylere bakmak zahmetinde kalmayınız. Baharın sesiyiz, zikriyiz biz. Sakın gaflette olmayın. Çok kalmayacağız. En fazla bir, belki de iki haftadır dünyanızdaki şu resmî geçidimiz.
Ey aklı başında olan seyircilerimiz! Nerdesiniz? Nerdesiniz? Bizler resmî geçitteyiz. Başınızı kaldırın da seyredin şu hayretengiz güzelliği. Melekler bile seyirdedir. Sizler, ey aklı başında olan seyirciler, nerdesiniz?
Bizden bilmeyin bunu, yeter. Bizden bilirseniz eğer, kaybedersiniz. Toprağı geçin, o incecik kökleri, damarları da geçin, gövdesini de, dallarını da geçin ağacın. Dalların ucundaki o güzelliği bir kere olsun Rahman namına, Allah namına bir seyredin. Odundan çiçek açtıran Rabbimizin bu harika kudretini zikredin. O zikirle sevinin, zevk edin. Yaratılış gayenize uygun bir hayat seyredin. Şükredin…”
Nelere maliktir Kadir Mevlâm… Toprağı zerre zerre, gökleri yıldız yıldız ve küre küre, insanı ise hücre hücre konuşturur.
İnsan ki, dâvetlisi olduğu bu seyre kapılıp, dile gelir, konuşur.
Allah’ım, ey güzeller güzeli Allah’ım! Gösterdiğin bu güzelliklerin ve perdelerin arkasındaki en yüksek ve münezzeh cemal sahibi, her güzelliğin kaynağı, ne varsa güzel diye bildiğim, her şey senin eserindir Allah’ım. Bir değil, binler dil ile tanıttırırsın bize kendini. Ey isimleri güzel, sıfatları güzel, işleri güzel, şuunatı güzel olan Allah’ım, ey güzellerin en güzeli, ne varsa güzellik namına, her şeyin kaynağı Sendendir. Dünya aynasında görünen, her güzellik Sendendir, hepsi senin eserindir, o güzel isimlerinin tecellileridir. Güzelin aynası, yansıması, tecellisi, aksi de güzel olur elbette. Güzeller güzelinin gönderdiği kitap, o kitabın sayfalarıyla yaptığı hitap, elbette en güzel olur.
Şahidiyim bu bahar erik ağacının, şeftalinin, kirazın. Ve renklerin en temizi, birincisi olan beyazın. Kayısının ve yenidünyanın yanı başındayım bu bahar da. Önce bir tomurcuk dalların ucunda. Sonra birdenbire bir uyanış, bir çatırdayış başlar… Belki de bir gece vakti dalların ucunda tohumlar patlar. Yalnız değildir, şahidi vardır. Çiçekleri açarken, bu harika işler anbean olurken ve ben uyurken o gece vakti, melekler şahididir olan biten işlerin. O kadar kusursuz, o kadar harikadır ki, hayran olmamak elde değildir. Melekler şahididir açan çiçeklerin.
Baharın zikridir çiçekler.
Seni sevmemek elde değil. Hüsnüne, güzelliğine hayrandır diller ve kalemler. Şahidi olmaya çabalayan bu kalem, bu dil de öyle…
Baharın zikridir çiçekler.
Kabul eyle Allah’ım. Bizim de zikrimiz olsun. Bir ağaca tutunup Sana yazdığımız bir şiirimiz olsun. Hem de çiçek çiçek ve her renkten… Çiçeklerin diliyle, cezbeden rengiyle ve ahengiyle kalbimizde coşan, taşan sevgiye, bu İlâhî vuslata izin ver de tercüman olsun. Söyleyemediğimizi izin ver de çiçekler söylesin...
Şu yeryüzü saksısında baharda açan her çiçeğin tek tek diliyle, Sana şükran, Sana hayran bir halet-i ruhiyeyle zerre zerre, hücre hücre zikredelim. İzin ver, dallarda şakıyan, Senin adına zikreden bülbülün olalım bu mevsim ve şu an.
Sırasını bekliyor her varlık. Akasyalar bir başka hazırlık içindeler. Resmî geçitte her canlı. Ağaçların başında çiçekler, resmî geçitteler.
Ağaçların saçlarıdır çiçekler.
Meyvelerin habercisidir çiçekler.
Baharın zikridir çiçekler.
Ağır ama emin adımlarla resmî geçit törenine başlarken, onları seyretmemek, onları görmemek olmaz.
“Hayye ale’l felâh…”
Çağrılıyız ve çağırılıyoruz. Protokoldeki yerimiz de ayrılmış. Koşmalıyız, yer tutmalıyız hemen. Bu harika töreni ve şöleni kaçırmamalıyız. Birbiri ardınca geçen güzelleri alkışlamamak olmaz. “Allahuekber” dememek olmaz. “Barekâllah” ve “maşallah” demeliyiz. Ellerimizi, dillerimizi birlikte hareket ettirmeliyiz. Biz ki, Rahman’ın misafirleriyiz. Yeryüzü bahçesinin yeni görev başına geçmeye çalışan, masnuâtın güzelliklerini, elbiselerini görmeye memuruz, davetliyiz. Seyir yeri bizi bekliyor. Bütün dünya bu seyir için seyircisini, yani bizi bekliyor. Çiçekler, ağaçların başlarındaki o rengârenk çiçekler bizi bekliyor. Bahar bahçeleri bizi bekliyor. Çıkalım evlerimizden, kırlara açılalım. Beton yığınlarının arasından hele bir çıkalım. Tam olarak göremediğimiz, şehirlerde kaybettiğimiz bu güzellikleri, belki de bu mevsim son defa, belki de bu bahar son defa bir seyredelim.
Son baharımız olabilir bu bahar. Sorarlarsa melekler kabirde, ne cevap veririz ötede? “Rabbin kim?” sorusunun cevabını taşıyor baharın bu nazenin çiçekleri. Yüz binler, milyarlar diller ile cevabını veriyorlar. Kaçmaya ve kaçırmaya değer mi bu manzarayı?
Ne dâvetlere katıldık, ne çağrılar aldık. Hepsi başka güzeldi elbet. Ama bu bambaşka bir dâvet. Dünya ötesi yolculuğumuzun ve kabirdeki o ilk sorumuzun cevabı bahardaki çiçeklerde gizli. Eğlenmeye, oyalanmaya değmez.
Kaybedersek, kaybımız az olmaz; çok olur. Bu fırsat, bir daha ele geçmez; yok olur.
Gelin, tanış olalım. Gelin, biliş olalım. Gelin, Rabbimizi zikreden çiçeklerle bu bahar el ele, dil dile, bir şahidi de biz olalım. Sevelim bizi seveni doya doya. Sevindirdikleriyle, sevdirdikleriyle, gönderdiği beyazdan mora, sarıdan pembeye kadar her renkten mektuplarıyla önce tanıyalım, sonra o mektupları okuyalım, bilelim ve sevelim Rabbimizi. O en güzel bahar hediyeleriyle sevelim ve sevdirelim. Belli ki Hak’tan bahar fermanı geldi. Toprak sırrını açıyor, uyanıyor. Toprak, şahitliğini yaptığı bu İlâhî sanatı bilecek ve bu güzelliği görecek şahitler arıyor. Ağaçlar da öyle, çiçekler de öyle.
Melekler, ruhaniler vazife başında. İnsan nerede? Ve ağaçlar en güzel nişanlarla, en süslü, en cazibedar elbiseleriyle bizi çağırıyorlar:
“Koşun, bakın, gelin. Zikrimizi seyredin.” diyorlar. Duymamak için sağır olmak, görmemek için kör olmak gerekir. Geçti, geçiyor mevsimler ve o mevsimlerin içinde, o çiçeklerde gizli en güzel biçimler.
Baharın zikridir çiçekler.
Bahar, bir mektup. Ağaç da bir başka mektup. Çiçekler ise, her biri apayrı mektuplar. İç içe kaç mektup var… Okumasını bilenler içindir bu mektuplar. Okuyalım, anlayalım diye yazılmışlar o rengârenk sayfalar.
Baharın zikridir çiçekler.
Okuyacak göz, anlayacak akıl ve hissedecek kalp bizdedir. Çiçekler bizim içindir. Ağaçların başlarındaki çiçekler en başta bizim görmemiz ve fark etmemiz içindir.
“Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, Mele-i Âlâdan (yüce âlemden) sana gönderilmiş mektuplardır.” (Mektubat)
Yine firardaysa nefsimiz, tutalım yakasından, girelim koluna, varalım çiçek açmış bir ağacın yanına. Oturup halleşelim, sarılıp konuşalım. O, çiçeklerini döksün, yıldız yıldız ağlasın, üstümüze yağsın konfetiler gibi. Bir güzellik de o katsın tuzlu aşımıza, gözyaşımıza. Ağlayalım, açılalım. Birlikte coşalım. Bu güzellik bize de yansısın Yaratan’dan. Bizim de kuru dallarımıza can gelsin bu bahar Allah’tan (cc). Bahar, bizim de bahçemize, bizim de içimize gelsin en evvel. Kederler, dertler çekilip gitsin. Bir şarkı duâ olsun dilimize:
“Severim her güzeli Senden eserdir diyerek…”
Baharın zikridir çiçekler.
Çiçekler zikridir baharın.
Ne derseniz deyin. İster baştan, ister sondan okuyun, fark etmez. Bu bahar yeniden doğup yeniden yaşamak için çiçek açmış bir ağacın yollarını kollayın ve yollara koyulun. Haydi durmayın. Bahar mektupları okunmayı bekliyor. Haydi… Haydi!
Önce pencereye, sonra balkona, sonra da kapıyı aralayıp “vınnn” diye bahçelere seğirtelim, kırlara çıkalım, açılalım. Ki, içimiz de açılsın. Dertlerimiz, kederlerimiz, ne varsa dağılsın, saçılsın. Hayatımızda yeni bir sayfa açılsın. “Bismillah” ile, şükür ile, tefekkür ile... Tefekkür ki, teşekkürdür Rabbimize.
Görünen, görünmeyen bütün mahlûkâtın bu bahar Sana ettiği hadsiz diller ile, yaptığı tesbihatın biz de şahidiyiz Allah’ım. Bizden de bu zikri, bu tefekkürü, bu duâyı en güzel ve en temiz renklerle, duygularla ve niyetlerle, kabul buyur.
Âmin… Âmin Allah’ım… Binler âmin…
***
“Güyâ çiçek açmış her bir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasîdedir ki, o kasîde Fâtır-ı Zülcelâlin medâyih-i bâhiresini inşâd edip, şâirâne lisân-ı hâl ile söylüyor.
Veyahut o çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış; tâ Sâni-i Zülcelâlin neşir ve teşhir olunan acâib-i san’atını bir iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın, tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın.
Veyahut o çiçek açan herbir ağaç, umumî bayram olan baharın içindeki hususî bayramında ve resm-i geçit-misâl bir anda yeşillenmiş âzâlarını en süslü müzeyyenâtla süslemiş. Tâ ki, onun Sultan-ı Zülcelâli, ona ihsan ettiği hedâyâyı ve letâifi ve âsâr-ı nurânîyesini müşâhede etsin. Hem meşher-i san’at-ı İlâhiye olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaât-ı rahmetini enzâr-ı halka teşhir etsin. Ve şecerin hikmet-i hilkatini beşere ilân etsin. İncecik dallarında ne kadar mühim hazîneler bulunduğunu ve ihsanât-ı Rahmâniyenin meyvelerinde ne derece mühim defîneler var olduğunu göstermekle, kemâl-i kudret-i İlâhiyeyi göstersin.” (Sözler, 562)
***
Geçen sabah lokantacımız ve ders arkadaşımız Ahmet Bey’in mekânına yolumuz düştüğünde, başımı dükkândan içeriye uzatıp dostları dışarıya çağırdım:
“Koşun koşun” dedim. Kim varsa hepsi koştu, geldiler.
“Ne var? Ne oluyor?” dediler.
“Bakın” dedim. “Yolun tam karşısındaki ağaç var ya, çiçeklenmiş. Bembeyaz elbiseleriyle bize sesleniyor.”
“Amaaan…” dedi bazıları.
Bazıları da hayretle ve takdirle karşıladı.
“Allahuekber. Maşallah” dediler.
Bu güzelliğin, bu sanatın milyarda birini kendi yapabilseydi insan, çağırıp herkese göstermez miydi? Öyleyse neden Allah’ın gösterdiği bu güzelliği seyre koşmuyoruz ve biz de başkalarına göstermeye niye çalışmıyoruz?
Bilmem, yapılacak o kadar önemli işler arasında bundan daha önemli ne var ki acaba? Evet, baharda ağaçlar bizi çağırır da, o sessiz sedasız dilleriyle bize seslenir de, duymamak olur mu? Olur mu Allah aşkına? Maalesef, bazen geniş dairenin cazibedar işleri, aklımızı başımızdan alıp başka yerlere götürmüş ki, bu güzellikleri tam duyamaz ve göremez olmuşuz. Geç kalmadan birileri uyandırmalı bizleri.
Çiçeklerin zikrini görmeye dâvetliyiz. Dâvete icabet vaciptir. Gidelim, zikirlerinin şahidi olalım. Tefekkürle aralarına katılalım.
Boş yere geçmesin günlerimiz. Bu bahar yapacak işimiz çok. Ömürden başka sermayemiz yok.
Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

2

12.04.2011, 13:27

Susmak, konuşmaktır

Susmak, konuşmaktır. Susmak, düşünceler kitabının, konuşmak bölümüdür.
Susmak, derin bir sükût, uzun bir sükûttur.



Zihnimizde bağırışlar çağırışlar, feryat figândır; orman yeri gibi her yer yangındır. Ama çaresiz kalır, her şeyi söyleyemezsiniz, susarsınız bazen. Sükût da bir konuşmaktır. Sessizce, kelimesiz, hecesiz, harfsiz konuşmaktır. Sükût, kar gibi beyaz, örter düşüncelerin üzerini. Alttan alta filizlenir, demlenir fikirler, düşünceler. Tohum gibi yeşermeye, boy vermeye yüz tutar.
Hatta kendi kendine sorar bazen insan:
“Çok mu konuştum? Haddimi mi aştım? Karşımdakini rahatsız mı ettim?” diye düşünür bile.
Konuşmanın bir ucu, susmakla başlar. Susan, kazanır bazen. Eskilerin tabiriyle: “Söz gümüşse, sükût altındır.” Oysa sözü altın olanın, sükûtu intihardır. Yerinde söz, yerinde sükût…
***
Yıllar önce eski Foça’ya rahmetli Nail Papatya Hoca’nın ziyaretine gitmiştik. Emekliliğinden sonra bir sahil kasabasına çekilmiş, orada güzel hizmetlerde bulunuyordu hocamız. Etrafında pırıl pırıl gençler vardı. Misafiri olduk. Bir bahar sabahında bizi unutulmaz bir güzellikle ağırladı. Allah rahmet eylesin.
Kahvaltı sonrası, “Gelin, sizi babamla tanıştırayım.” dedi. Kayınpederinin dükkânına doğru yola koyulduk. Asırlar öncesinin sanki o eski sokaklarından geçiyorduk. Hâlâ aklımdadır o yollar. Seneler öncesine ait sokaklardaki taşlar, çeşmeler, demirden panjurlu evler, tek katlı güneş gören mütevazı evler... Antik bir şehrin sokaklarında dolaşıyorduk sanki. Hiç aklımdan çıkmadı bu ziyaretimiz.
Yolumuz, kayınpederinin bakkal dükkânına vardı. İçeride Ramazan isminde bir amca oturuyordu. Tezgâhın hemen arkasında da, Nail Papatya Hocamızın kayınpederi Mustafa Amca.
Ramazan Amca, Foça’nın yakın köylerinden birinde, çiftçilikle ve hayvancılıkla uğraşan bir insan. Birkaç tavuğu, birkaç da hayvanı var. Onlardan elde ettiği sütü, yumurtayı, yağı alıp getirir, Mustafa Amca’ya verir. O da dükkânında belli müşterilere satarmış. Bu alış verişten eline üç beş kuruş geçer, her ikisi de, helâlinden bir rızıkla hayatlarını ve dostluklarını yıllar yılı böylece sürdüre gelmişler.
Bu eski dükkânda, bu iki insan, sessiz ve sakin bir şekilde oturuyorlardı. Bu manzarayı bize Nail Hocam, onların da duyacağı bir ses tonuyla şöyle yorumladı:
“Bu iki dostun konuşmalarını dinleyenin kulakları sağır olur.”
Meğerse işin sırrı, her ikisi de çok az konuşurlarmış. Bu söz üzerine Mustafa Amca, taşı gediğine koymakta gecikmedi:
“Ne yapalım, Ramazan Efendi, bir türlü gümüşe razı olmuyor.” dedi.
O eli ayağı düzgün adam, adam gibi adam, cennetlik adam derler ya, yüzünden öylesine güzel bir adres okunuyordu işte. Ruhu şad olsun. Mekânı cennet olsun. Çok güzel bir cevapla, damadına, yani Nail Papatya Hocamıza bir gönderme yaptı.
Mevzu anlaşılmıştı... Meğerse Ramazan Ağabey’le Mustafa Amca, bir araya geldiklerinde, sözü hiç israf etmezlermiş. Nail Hocam bize bunu telmih etmişti.
Mithat Cemal Kuntay, hayran kaldığım o ‘Mehmet Âkif’ adlı eserinde, Safahat şairimizin, fazileti olarak gördüğü altı çeşit sükûtundan bahseder.
Sükût, az ya da çok hepimizin hayatını kuşatır.
Sükût, hayatı kuşatan bir çığ olur bazen. Sessiz duran bir kar yığınının hemen ardından, tepeleri kaplamış, her yeri kuşatmış o bembeyaz manzara arkasında, derin bir sükûtun ardından adeta bir çığ düşer, bir çığlık kopar bazen.
Bediüzzaman Hazretleri, 1920’li yılların başında bir müddet Van’da Erek Dağı’nda kaldığı inzivanın ve sükûtunun ardından, Risâleleriyle çağlamıştı, Sözleriyle konuşmuştu.
Hayalim, birden risâlet öncesi günlere uzandı. Uzun bir sükût ve tefekkür dönemi var Hazreti Peygamber Efendimiz’in (asm). Ruhî hazzıyla baş başa kalıyor, mağaralara çekiliyordu. Tefekküre dalıyordu. Kâinat kitabını okuyor, yıldızları, ağaçları okuyordu... Okuyor da okuyordu…
O, okumakla doluyor. Dolduğu okumanın karşılığı vahyin ilk âyeti “İkra” “Oku” oluyordu. Kâinat kitabını okuyanın karşısına kâinat kitabının mânâlarını, sırlarını anlatan bir kitap çıkıyordu, bir vahiy geliyordu. Kâinat kitabını okumanın mükâfatı, Kur’ân oluyordu. Kâinat kitabının içindeki âyetleri anlatan kitap oluyordu. Kur’ân âyetleriyle dünyamızı en sağlam, en ebedî ve en edebî bir şekilde aydınlatıyordu. Sükût, işte budur. Susmak da bir konuşmak olur. Vahyin muhatabı olur. Vakti geldiğinde, Kur’ân’la konuşur.
Siz sustuğunuzda mesajın yerine ulaşmadığını zannetmeyin sakın. Susmak da bir konuşmaktır. Hatta en tesirli bir konuşmaktır.
Kelimeler bazen anlaşmamızı zorlaştırıyor. Cümleler hepten öyle. Sükûtumuz, adam gibi bir sükûtsa, temeli vahye dayalı olan bir sükûtsa, ahlâkın en temizi, en yücesi ile kaplı bembeyaz bir iklimden geçen, içerisinde zerrece toz toprak olmayan, bırakın siyahı, griden beyaza varmayan her renge kadar, ne varsa hiç ama hiç olmayan tertemiz bir düşüncenin, ahlâkın, kalbî ve ruhî bir çırpınışın ifadesiyse eğer, böyle oluyor…
Kelimelere ihtiyaç kalmıyor. Kelimelerin anlatamadığını, cümlelerin ifade edemediğini sükût anlatıyor. Sükût konuşuyor. Susmak, konuşmak oluyor. Bırakın o zaman, kelimelerin yerine haliniz konuşsun bazen.
Ama burada da bir incelik var. Susmaya, su-i zanna sebep olacak halleri de yüklememek gerek. Orda da kişinin fikren ve niyeten epey bir arınması gerekiyor. Yıkanması gerekiyor, demlenmesi gerekiyor ki; sükût, üzerindeki o güzellikleri, karşı tarafı yıpratıcı olmayan, onu besleyici olumlu duyguları ve mesajları da taşıyabilsin. Susan, bazen kazanır, bazen kaybeder. Durduğu yere bağlı, baktığı yere bağlı. Susmanın kaynağına ne kadar temiz duruyorsa, o kadar kazanıyor. Ne kadar karışık duygular içindeyse, o kadar da kaybediyor. Çok konuşmak da, bazen kalbin hastalığı oluyor.
Birkaç gün önce susmak ve konuşmak arasında tereddütte kaldım. Bu hatırayı paylaşmalıyım:
Geçen gece, dolmuşla bir dostumu ziyarete gidiyordum. Yolda bir – iki genç bayan da bindi. Onlar arkada, ben önde oturuyordum. Yeni yolcuları almak için merkezî bir durakta dolmuşumuz durduğunda, yolcuları dâvet eden genç kâhya, arkadaşıyla konuşuyordu. Birden sesinin tonu değişiverdi. Gayet yüksek bir perdeden:
“Allah bize vurmuş.” dedi. “Bir de sen vurma.” deyince, kan beynime sıçradı birden. Ama Allah’tan ki, frenledim kendimi. Gayet şefkatli bir sesle gence dönüp:
“Allah bize hiç vurur mu?” dedim.
Şaşırdı genç adam. Şöyle bir yüzüme baktı. Şoförün de benden yana çıkan bir hâli vardı. İç çekişinden hissettim. Konuşmaya başladım. Seri halde ağzımdan şu cümleler döküldü:
“Kediler âleminde bizi fare yapmayan Allah, bizi bir tutam maydanoz yapmayan Allah, bizi seven Allah, bizi seven Rabbimiz değil mi? Kimse bizi bilmezken, O bizi biliyordu, O tanıyordu. Biz, O’nun misafiriyiz, O’nun dünyasında yaşıyoruz. O’nun verdiği ağız, O’nun ağzımıza koyduğu dille, sesle ve nefesle konuşuyoruz. Allah bize vurur mu hiç? Verdiği nimetlerden bihaberiz.
Allah bize bizden yakındır. Allah bizim en yakınımızdır. Hiç kimsenin bilmediği bir âlemde de bizi bilen sadece O’ydu. Annemiz, babamız dâhil, dünyada ‘Seni seviyorum’ diyen kim var ise, en yakınlarımız bile, bizi ancak dünyaya geldikten sonra gördüler, bildiler ve tanıdılar ve sevdiler. Allah ise, bizi hiç kimsenin bilmediği o âlemlerde de biliyordu, seviyordu. Seviyordu ki, sevgisini yaratmasıyla gösterdi. Tabiî, biz Allah’ı size böyle anlatmadığımız ve sevdirmediğimiz için suç yine bizde.” dedim.
Genç de:
“Ağabey, ben de gırgırına söylemiştim zaten.” dedi.
Ama söylenen sözler yerini bulmuştu. Şoför memnun, sanırım yolcular da öyleydi.
Az sonraki durakta inip yürümeye başladım. Bir yandan da düşünüyordum:
Konuşmayıp sussaydım ya ben ya da araba sanki infilak edecekti. Canlı bomba ne ki? Bazen yeri geldiğinde konuşmamak, insanı feci sarsıyor.
Evet, melekler insanlardan susmasını değil, güzel sözler söyleyip konuşmasını bekliyor. Mademki bizler yeryüzünde Allah’ın şahitleriyiz, eserlerinin dellâlıyız, öyleyse yerini, konumunu bilmeli, vakti geldiğinde, söylenecek sözü insan, en güzel şekilde söylemeli.
Bal küpünden sirke sızmaz. İçimizdeki şefkat, sesimize yansır. Konuşmak yaralayacaksa birini eğer, susmak evlâdır.
Hayatımız, imanımız kadardır. İmanımızdan nasibimiz de, onunla yaşadığımız ve amel ettiğimiz kadardır. İnandığı dâvâyı savunamayan insanın hayatta nasibi de, çok azdır.
Hayat, imanla güzel. İman, inancını savunmakla, dâvâsını anlatmakla ve yaşamakla güzeldir.
***
Evet… Susmak; bırakın altını, gümüş bile olmuyor, değersiz bir madene dönüşüyor. Susmak, öncesi ve sonrasıyla mukayese edilip de konuşmanın o en güzel iklimine girdiğinde eğer muhatabı yaralamıyorsa, o zaman konuşmak da bir altın oluyor işte.
Güzel tablolar vardır. Susarlar, ama her şeyi anlatırlar. Yıllar geçer. Siz döner, bakar, her defasında onlarda sanatkârının yeni bir ustalığını, yeni bir harikalığını keşfedersiniz. Susmak da sanat ister, bilgi ister, maharet ister, mü’min bir kalp ister.
Susmak cehalet değildir. Susmak bilgi ister, iman ister, derinlik ister. O zaman işte susmak; konuşmak olur. Düşünceler kitabının susmak, bir bölümü olur. Sustuğunu, konuştuğunu, baktığını, düşündüğünü, içinde bir şeylerin kımıldandığını söylemese de anlarsınız işte o zaman o insanın.
Mehmet Âkif’in o güzel ifadesiyle:
“Dili yok kalbimin. Ondan ne kadar bîzarım.” dediği gibi bir an olur işte o zaman. Kalbinin, o bin cihetle kuşatamadığı kalbinin içindeki fikirleri, düşünceleri hangi kelime, hangi cümle tam ifade edebilir ki? Bu yüksek duygu seli ve coşkusu, susmaya götürüyorsa insanı, işte sükût o zaman altın olur. Ama sözü altın olanın sükûtu da yeri geldiğinde konuşmasa, intihar olur.
Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

3

12.04.2011, 14:24

Allah razı olsun. Arada bir uğruyorsun ama güzel yazılar ekliyorsun.
"Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım,.."
Bediüzzaman said Nursi

Benzer konular

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir