Giriş yapmadınız.

261

10.10.2006, 22:22

Konunun başlığı öyle diye merhametli kurbağalar yazdım..

elbetteki merhametli olan Rabbimiz Allahın varlığına delil diye o nedenle ekledim zaten..

262

11.10.2006, 07:54

Allahın varlığına delil en büyük delillerden biride akıl dır.
biriside ruhdur.

hele biriside şefkatdir.

bu tür duyguları ve hisleri kim bize vermişse bütün insanlarda veren O'dur.
ondan başkası olamaz.

263

11.10.2006, 12:25

ayet kısmına eklerken karşılaştım bu ayetle:

Gökleri, yeri ve bu ikisi içinde yaydığı canlıları yaratması, O’nun varlığının delillerindendir. O, dilediği zaman, onları bir araya getirmeye de gücü yetendir.

şu’arâ, 42/29


daha ne denilir..Allahuekber!!

264

17.10.2006, 07:47

Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nur şakirtlerinin küçük pehlivanları,

Asa-yı Musa ahirlerinde, bazı nüshalarında mübarekler pehlivanı büyük ruhlu Küçük Ali namında bir kardeşimizin sualine karşı verdiğim bir cevap var. Onu okuyunuz ki, o zata bazı muterizler Risâle-i Nur’un kıymetini bir derece kırmak için demişler: “Herkes Allah’ı bilir. Adi bir adam, bir veli gibi Allah’a iman eder” diye, Nurların pek yüksek ve pek çok kıymettar ve gayet lüzumlu tahşidâtını ziyade göstermek istemişler.

şimdi, ıstanbul’da, daha dehşetli bir fikirde, anarşi fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risâle-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muhtaç olduğu imani hakikatlerine ihtiyacı düşürmek desisesiyle diyorlar ki: “Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok” diye mukabele etmek istiyorlar.

Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şerîki olmadığına ve Lâilâheillallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek—hâşâ—hadsiz şerikleri hükmünde esbabı mercî tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

Evet, kainatta hiçbir zişuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelâl’i inkâr edemez... Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.

Fakat Ona iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşanın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. Her neyse...

Evlâtlarım, ehemmiyetli bir hadise size bu uzun meseleyi kısaca beyan etmeye sebep oldu. şimdilik sizlere Risâle-i Nur’un ehemmiyetli şakirtleri nazarıyla bakıyorum. Mustafa Oruç, çok talihlidir ki, kendi sisteminde ve ruhunda ve ciddiyetinde, az bir zamanda sizleri buldu. Bir iken on Mustafa oldu.

Said Nursî
Emirdağ Lâhikası, s. 177

265

17.10.2006, 09:19

BıRıNCı NOKTA:

Birinci Mebhas:

Her zerrede -hem harekâtında, hem sükûnetinde- iki güneş gibi iki nur-u Tevhid parlıyor. Çünki: Onuncu Söz'ün Birinci ışaretinde icmâlen ve Yirmiikinci Söz'de tafsîlen isbat edildiği gibi; herbir zerre, eğer memur-u ılâhî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ılim ve Kudretiyle tahavvül etmezse; o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, herşeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir.

Çünki: Anâsırın herbir zerresi, herbir cism-i zîhayatta muntâzaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizâmatı ve kavânîn-i teşekkülâtı birbirine muhaliftir. Onların nizâmatı bilinmezse, işlenilmez; işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki: Yanlışsız yapılıyor. Öyle ise; o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor. Evet, havanın herbir zerresi, herbir zîhayatın cismine, herbir çiçeğin herbir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işleyebilir.

Halbuki onların teşkilâtları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizâmatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, faraza çuha makinesi gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hâkezâ..

o binaların, o cisimlerin proğramları birbirinden başkadır. şimdi şu zerre-i havâiye, bütün onlara girer veya girebilir ve gâyet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider.

ışte müteharrik havanın müteharrik zerresi, ya nebâtata ve hayvanata, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen Sûretlerin, mikdarların teşkilâtını, biçimini bilmesi lâzımgeldiği veyahut onlar, bir bilenin emir ve iradesiyle memur olması lâzım geldiği gibi; sâkin toprak, sâkin olan herbir zerresi; bütün çiçekli nebâtatın ve meyvedâr ağaçların tohumlarına medâr ve menşe' olmak kabil olduğundan hangi tohum gelse o zerrede, yâni misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levâzımatına ve teşkilâtına lâzım bütün cihazatı bulunduğundan; o zerrede ve o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta; eşcar ve nebâtat ve çiçekler ve meyveler enva'ı adedince muntâzam mânevî makine ve fabrikaları bulunması veyahut mu'cizekâr, herşeyi hiçten îcad eder ve herşeyin herşeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lâzımdır veyahut bir Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i şey'in emir ve izniyle, havl ve kuvveti ile o vazifeler gördürülür.

Kaynak:30. Söz, 2. Maksat, 1. Nokta, 1. Mebhas

266

17.10.2006, 09:22

Evet nasılki bir acemi, ham, âmi, âdi, hem kör bir adam; Avrupa'ya gitse; bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstâdâne kemâl-i intizâm ile herbir san'atta, herbir binada işler, öyle eserler yapar ki nihayet derecede hikmetli, san'atlı, herkesi hayrette bırakıyor.

Zerre miktar şuuru olan bilir ki: O adam, kendi başı ile işlemiyor, belki bir üstad-ı küll; ona ders verir, işlettirir. Hem nasılki bir kör, âciz, yerinden kalkamıyor, basit bir kulübeciğinde oturmuş bir adam bulunuyor. Halbuki o kulübeciğe bir dirhem gibi küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla şeker, toplarla çuha, binlerle mücevherat, gâyet san'atlı, murassaatlı libaslar, lezzetli taamlar çıkıp gelse; zerre miktar aklı olan demeyecek mi ki: «O adam, gâyet mu'cizekâr bir zâtın menşe-i mu'cizâtı olan fabrikasının bir mandalı veyahut miskin bir kapıcısıdır.»

Aynen öyle de: Havanın zerreleri, herbiri birer Mektûbât-ı Samedâniyye, birer antika-i san'at-ı Rabbâniyye, birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i hikmet olan nebâtat ve eşcar, ezhar ve Esmârdaki harekât ve hidematları; bir Sâni'-i Hakîm-i Zülcelâl'in, bir Fâtır-ı Kerîm-i Zülcemâl'in emir ve iradesiyle hareket ettiğini ve toprağın zerreleri dahi herbiri birer ayrı makine ve tezgâh, birer ayrı matbaa, birer ayrı hazine, birer ayrı antika ve Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsını ilân eden birer ayrı ilânname ve Kemâlâtını söyleyen birer ayrı kaside hükmünde olan o tohumcuklarının, o çekirdeklerinin sünbüllerine, ağaçlarına menşe' ve medâr olmaları; Emr-i Kün Feyekûn'e mâlik, her şey emrine müsahhar bir Sâni'-i Zülcelâl'in emriyle, izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olması; iki kerre iki dört eder gibi kat'îdir. Âmenna

Kaynak:30. Söz, 2. Maksat, 1. Nokta, 1. Mebhas

267

18.10.2006, 19:02

şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşâhede, rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudâtı ışıklandıran, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacât içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün hey'etiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muâvenetine koşturan, bilbedâhe, rahmettir. Ve bu hadsiz fezâyı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşâhede, rahmettir. Ve bu fânî insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatap ve dost yapan, bilbedâhe, rahmettir.


Ey insan! Mâdem rahmet böyle kuvvetli ve câzibedar ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-i mahbubedir; "Bismillahirrahmanirrahim" de, o hakikate yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyacâtın elemlerinden kurtul. Ve o Sultân-ı Ezel ve Ebedin tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle ve şuââtıyla o Sultana muhatap ve halîl ve dost ol.

Evet, kâinatın envâını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp bütün hâcâtına kemâl-i intizam ve inâyet ile koşturmak, bilbedâhe, iki hâletten birisidir:

Ya kâinatın herbir nev'i kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muâvenetine koşuyor. Bu ise, yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intâc ediyor. ınsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir Sultân-ı Mutlakın kudreti bulunmak lâzım geliyor. Veyahut, bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlakın ilmi ile bu muâvenet oluyor. Demek kâinatın envâı insanı tanıyor değil; belki, insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.

Ey insan, aklını başına al! Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muâvenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk!" dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin?

Mâdem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor; sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat'iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fânî, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir.

Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. ışte o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümânı ve ünvânı olan "Bismillahirrahmanirrahim"'i de; o rahmetin vüsûlüne vesîle ve o Rahmân'ın dergâhında şefaatçi yap.

Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku, güneş kadar zâhirdirÇünkü, nasıl merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hâsıl oluyor; öyle de, bu kâinatın daire-i kübrâsında bin bir ism-i ılâhînin cilvesinden cilvesinden uzanan nurânî atkılar, kâinat sîmâsında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i Rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inâyeti nesc ediyor ki, güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor..

Kaynak: Sözler | On Dördüncü Lemanın ıkinci Makamı | 16

268

19.10.2006, 12:54

Nasıl ki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlarla Zât-ı Akdesi tanıttırır. Öyle de, kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san'atlı eserleriyle o Zât-ı Akdesi bildirir ve kâinatı baştan başa bir furkan-ı cismânî mahiyetinde gösterip bir Kadîr-i Zülcelâli tavsif ve tarif eder.

Ve ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat miktarınca ve ilimle idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlûkat adedince, mevsufları olan birtek Zât-ı Akdesi bildirir.

Ve hayat sıfatı ise, kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ziynetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, aynaları olan bütün zîhayatları şahit göstererek Zât-ı Hayy-ı Kayyûmu bildirir.

Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve hadsiz aynalardan terekküp eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla, görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi, herbiri birer kâinat kadar, Zât-ı Akdesi bildirir, tanıttırır.

Hem o sıfatlar Zât-ı Zülcelâlin vücuduna delâlet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o Zâtın hayattar ve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler

Çünkü, bilmek, hayatın alâmeti; işitmek, dirilik emâresi; görmek, dirilere mahsus; irade, hayat ile olabilir; ihtiyarî iktidar, zîhayatlarda bulunur; tekellüm ise, bilen dirilerin işidir.

ışte, bu noktalardan anlaşılır ki, hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve ısm-i âzamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i Nur bu birinci hakikatı kuvvetli bürhanlarla ispat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden, bu mezkûr katre ile şimdilik iktifa ediyoruz.

Kaynak:Asa-yı Musa | ıkinci Kısım | 122

269

19.10.2006, 12:59

Arkadaş! Tabiat ve esbab, bazı insanlara şükür kapısını kapatıp şirk ve küfür kapısını açmıştır. Halbuki, şirkin temeli sayısız muhalâttan kurulmuş olduğundan haberleri yok. O muhalattan bir taneyi beyan edeyim ki, şirkin ne kadar fena bulunduğunu kör gözleriyle görsünler. şöyle ki:

şirk sahibi, cehalet sarhoşluğunu terk ve ilim gözüyle küfrüne baktığı zaman, o küfrü ımân ve iz'an edebilmek için, bir zerre-i vahideye bir ton ağırlığında bir yük yükletmeye ve her zerrede sayısız matbaaları icad edip tabiat ve esbabın eline vermeye ve bütün masnuatta bütün san'at inceliklerini tabiata ders vermeye muztar ve mecbur olur. Zîra, hava unsurundan, meselâ, herbir zerre, bütün nebatlar, çiçekler, semereler üstünde konup bünyelerinde vazifesini yapmak salâhiyetindedir. Eğer bu zerreler, yaptıkları vazifelerde memur olup Cenab-ı Hakkın emir ve iradesine tâbi oldukları kâfirâne inkâr edilirse, o zerre herhangi bir bünyeye girse, o bünyenin bütün cihazatını, keyfiyetiyle teşekkülünü bilmesi lâzımdır. Bu bilginin o zerrede bulunmasını ancak o kâfir itikad edebilir.

Maahaza, bir semere, bir şecerenin bir misal-i musağğarıdır. Ve o semeredeki çekirdek, o şecerenin defter-i a'mâlidir. O ağacın tarih-i hayatı o çekirdekte yazılıdır. Bu itibarla, bir semere şecerenin tamamına, belki o şecerenin nev'ine, belki küre-i arza nâzırdır. Öyleyse, bir semerenin san'atındaki azamet-i mâneviyesi, arzın cesameti nisbetindedir. O zerreyi, san'atça hâvi olduğu o azamet-i mâneviyeyle bina eden, arzı haml ve bina etmekten âciz olmayacaktır. Acaba o kâfir münkir, kalbinde böyle bir küfrü taşımakla, akıl ve zekâ iddiasında bulunması kadar bir ahmaklık var mıdır?

Kaynak:Mesnevi-i Nuriye | Lâsiyyemâlar | 31

270

19.10.2006, 13:02

Ey kâfir! Bunu işittikten sonra iyice düşün. Bir zerreye bir terzilik sanatını öğretmeye kudretin var mıdır? Kendine hâlık ittihaz ettiğin tabiat ve esbab, herşeyin muhtelif ve mütenevvi suretlerini biçip dikmesine kudretleri var mıdır?

Bak, ey gözden mahrum kâfir! şecere-i hilkatin semeresi ve kuvvet ve ihtiyarca esbabdan üstün olan insan, terziliğin bütün kabiliyetlerini, bilgilerini cem edip dikenli bir şecerenin âzâlarına uygun bir gömleği dikemez. Halbuki, Sâni-i Hakîm herşeyin nemâsı zamanında pek muntazam, cedid ve taze taze gömlekleri ve yeşil yeşil hulleleri kemal-i sür'at ve sühuletle yapar, giydirir. Fesübhânallah!

Kaynak:Mesnevi-i Nuriye | Lâsiyyemâlar | 32

271

19.10.2006, 13:04

Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye ımân etmekle kitab-ı kâinata şahit olabilirler.

Ve keza, pek çok san'at harikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sânisiz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâniin vücuduna tâbidir. Dalâlet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler.

Ve keza, deniz ve nehirlerin yüzünde, şemsin aksini gösteren kabarcıklardaki güneşin parıltısı, şemsin vücudunu inkâr etmekle mümkün olmadığı gibi, aklı bozuk olmayanlar için, kemal-i intizamla tahavvül ve teceddüd eden şu kâinatın şuhudu, Bâni ve Sâniin vücub-u vücudunun tasdikiyle olabilir. Çünkü, şu muhteşem kâinatı meşiet ve hikmetiyle tesis ve kaza ve kaderinin düsturlarıyla tafsil ve âdetinin kanunlarıyla tanzim ve inayet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin ve esmâ ve sıfâtının cilveleriyle tenvir eden, ancak ve ancak Bâni ve Sânidir.

Evet, Hâlık-ı Vâhid kabul edilmediği takdirde, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince sonsuz ilâhların kabulüne mecburiyet hasıl olur. Ve aynı zamanda, herbir ilâhın şu kâinatı halk etmeye kadir olması lâzımdır. Çünkü, zîhayatın herbir cüz'îsi, zevilhayatın küllüne, yani umumuna bir fihristedir. Cüz'îyi halk eden, küllîyi de halk etmeye kadir olmalıdır.

Kaynak:Mesnevi-i Nuriye | Lâsiyyemâlar | 34

272

20.10.2006, 07:05

Yağmuru Kim Yağdırıyor

Hudeybiye yılıydı. Peygamber Aleyhisselam ve ashabı, Medine’den sefere çıkmışlardı. Gece olduğunda yağmur yağdı. Sabah hep birlikte namaz kıldılar. Peygamber Aleyhisselam namazdan sonra ashabına şöyle dedi:

“Bilir misiniz Rabbiniz ne buyurdu?”

Ashab:

“Allah ve Resulü en iyi bilendir!” dediler.

Peygamber Aleyhisselam sözlerine şöyle devam etti:

“Allah şöyle buyurdu:

Kullarımdan kimi bana iman etti, kimi de kâfir oldu. Her kim, Allah’ın rahmeti, Allah’ın rızkı ve Allah’ın lütfu ile üzerimize yağmur yağdı dediyse; işte o, Bana iman etmiş oldu. Her kim, de filan yıldızın tesiriyle üzerimize yağmur yağdı (veyahut, tabiat yağdırdı, bulut yağdırdı, bu iş sadece bir gök olayıdır.. vs.) dediyse işte o da yıldıza iman etmiş, Bana iman etmemiştir.”


Selim Gündüzalp
Zafer Dergisi
Eylül - 2006

273

22.10.2006, 08:38

Bütün tabiatperest, esbâbperest ve müşrik gibi umum enva-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin nâmına bir şahıs farz ediyoruz ki; o şahs-ı farazî, mevcudât-ı âlemden bir şeye rab olmak istiyor ve hakiki mâlik olmak dâvâ etmektedir.

ışte o müddeî, evvelâ mevcudâtın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona rab ve hakiki mâlik olmakta olduğunu, zerreye tabiat lisâniyle ve felsefe diliyle söyler.

O zerre dahi, hakikat lisâniyle ve hikmet-i Rabbânî diliyle der ki:

"Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum. Bütün o vezâifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa; hem, benim gibi, had ve hesâba gelmeyen zerrât, içinde beraber gezip Haşiye iş görüyoruz. Eğer bütün emsâlim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa; hem, kemâl-i intizam ile cüz olduğum mevcudlara, meselâ kandaki küreyvât-ı hamrâya hakiki mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana rab olmak dâvâ et, beni Cenâb-ı Haktan başkasına isnad et. Yoksa sus!

"Hem, bana rab olamadığın gibi, müdâhale dahi edemezsin. Çünkü, vezâifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmet ve muhît bir ilim sahibi olmayan, bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki, senin gibi câmid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz."


O müddeî, maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki:

"Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesâbına çalışmasını söylüyorsun?"

Zerre ona cevâben der:

"Eğer güneş gibi bir dimâğım ve ziyâsı gibi ihâtalı bir ilmim ve harareti gibi şümûllü bir kudretim ve ziyâsındaki yedi renk gibi muhît duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklık edip, kendi kendime mâlik olduğumu dâvâ ederdim. Haydi def' ol git, sen benden iş bulamazsın!"



Haşiye Evet, müteharrik herbir şey, zerrâttan seyyârâta kadar, kendilerinde olan sikke-i samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi, harekâtlarıyla dahi gezdikleri bütün yerleri vahdet nâmına zapt ederler; kendi mâlikinin mülküne idhâl ederler. Hareket etmeyen masnuât ise, nebâtâttan nücûm-u sevâbite kadar birer mühr-ü vahdâniyet hükmündedirler ki, bulunduğu mekânı kendi Sâniinin mektubu olduğunu gösterirler.
Demek, her bir nebat, herbir meyve, birer mühr-ü vahdâniyet, birer sikke-i vahdettirler ki, mekânlarını ve vatanlarını, vahdet nâmına, Sâni'lerinin mektubu olduğunu gösterirler.
Elhâsıl, her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet nâmına zapt eder. Demek, bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye rab olamaz.

kaynak:Asa-yı Musa | ıkinci Kısım | 127

274

24.10.2006, 09:12

şeriklerin vekili, zerreden meyus olunca, küreyvât-ı hamrâdan iş bulacağım diye, kandaki bir küreyvât-ı hamrâya rast gelir. Ona esbâb nâmına ve tabiat ve felsefe lisâniyle der ki: "Ben sana rab ve mâlikim."

O küreyvât-ı hamrâ, yani yuvarlak kırmızı mevcud, ona hakikat lisâniyle ve hikmet-i ılâhiye dili ile der:

"Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir olan kan ordusundaki bütün emsâlime mâlik olabilirsen; hem, gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrât-ı bedene mâlik olacak bir dakîk hikmet ve azîm kudret sende varsa, göster ve gösterebilirsen, belki senin dâvânda bir mânâ bulunabilir. Halbuki, senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil mâlik olmak, belki zerre miktar karışamazsın. Çünkü, bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir Zât bize hükmedebilir. Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki, senin ile, senin böyle karma karışık sözlerine cevap vermeye vaktim yok" der, onu tard eder.

Kaynak: Sözler | Otuz ıkinci Söz | 543

275

24.10.2006, 09:16

Sonra, onu kandıramadığı için, o müddeî gider, bedendeki hüceyre tâbir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisâniyle der:

"Zerreye ve küreyvât-ı hamrâya söz anlattıramadım. Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü, sen, gayet küçük bir menzil gibi, birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum; ve ben sana hakiki mâlikim" der.

O hüceyre ona cevaben, hikmet ve hakikat lisâniyle der ki:

"Ben, çendan küçücük bir şeyim, fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münâsebetlerim ve bedenin bütün hüceyrâtına ve heyet-i mecmûasına bağlı alâkalarım var. Ezcümle, evride ve şerâyin damarlarına ve hassâse ve muharrike âsablarına ve câzibe, dâfia, müvellide, musavvire gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve âsab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsâlim ve san'atça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrât-ı bedeniyeye tasarruf edecek nâfiz bir kudret, şâmil bir hikmet sende varsa, göster; sonra, "Ben seni yapabilirim" diye dâvâ et. Yoksa, haydi git! Küreyvât-ı hamrâ bana erzak getiriyorlar; küreyvât-ı beyzâ da bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. ışim var, beni meşgul etme.

"Hem, senin gibi âciz, câmid, sağır, kör bir şey bize hiçbir cihetle karışamaz. Çünkü, bizde o derece ince ve nâzik ve mükemmel bir intizam Haşiye var ki; eğer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlakve Alîm-i Mutlak olmazsa, intizamımız bozulur, nizâmımız karışır."



Haşiye: Sâni-i Hakîm beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk etmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür; bir kısmı da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına medârdırlar.

Kan ise, içinde iki kısım küreyvât halk edilmiş. Bir kısmı küreyvât-ı hamrâ tâbir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u ılâhî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor-tüccar ve erzak memurları gibi. Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki, ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdâfaadır ki, ne vakit müdâfaaya girseler, Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile, süratli bir vaziyet-i acîbe alırlar.



Kanın heyet-i mecmûası ise, iki vazife-i umumiyesi var. Biri bedendeki hüceyrâtın tahribâtını tâmir etmek; diğeri hüceyrâtın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir. Evride ve şerâyin nâmında iki kısım damarlar var ki; biri sâfî kanı getirir, dağıtır, sâfî kanın mecrâlarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrâsıdır ki, şu ikinci ise, kanı, "ree" denilen nefesin geldiği yere getirirler.

Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir: biri azot, biri müvellidü'l-humuza. Müvellidü'l-humuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvîs eden karbon unsur-u kesîfini kehribar gibi kendine çeker. ıkisi imtizâc eder, buhar-ı hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılâb ettirir; hem hararet-i garîziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünkü, Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyâda aşk-ı kimyevî tâbir edilen bir münâsebet-i şedîdeyi müvellidü'l-humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u ılâhî ile, o iki unsur imtizâc ederler. Fennen sabittir ki, imtizâcdan hararet hâsıl olur. Çünkü, imtizâc, bir nevi ihtiraktır. şu sırrın hikmeti şudur ki:

O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. ımtizâc vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi, bunun zerresiyle imtizâc eder; birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk kalır. Çünkü, imtizâcdan evvel iki hareket idi; şimdi, iki zerre bir oldu. Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i Hakîmin bir kanunu ile, hararete inkılâb eder. Zâten, "Hareket, harareti tevlid eder" bir kanun-u mukarreredir.

ışte bu sırra binâen, beden-i insaniyedeki hararet-i garîziye, bu imtizâc-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi; kandaki karbon alındığı için, kan dahi sâfî olur. ışte, nefes dahile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş'âl ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu'cizât-ı kudret-i ılâhiye olan kelime meyvelerini veriyor.

فَسُبْحَان&#161 4; مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ *


* [Sanatında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır.]


Kaynak:Sözler | Otuz ıkinci Söz | 544

276

25.10.2006, 12:19

O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz. Gider, insanın nevine rast gelir. Kalbinden der ki: "Belki bu dağınık, karma karışık olan cemaat içinde, şeytan onların ef'âl-i ihtiyâriye ve içtimâiyelerine karıştığı gibi, belki ben de ahvâl-i vücudiye ve fıtriyelerine karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yol bulup, beni tard eden bedene ve beden hüceyresine hükmümü icrâ ederim."

Onun için, beşerin nevine yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisâni yle der ki: "Siz çok karışık bir şey görünüyorsunuz. Ben size rab ve mâlikim. Veyahut hissedarım" der.

O vakit, nev-i insan, hak ve hakikat lisâniyle, hikmet ve intizamın diliyle der ki:

"Eğer bütün küre-i arza giydirilen ve nevimiz gibi bütün hayvanât ve nebâtâtın yüz bin envaından rengârenk atkı ve iplerden kemâl-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüz binler zîhayat envaından nesc olunan ve gayet nakışlı bir sûrette icad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit kemâl-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa; hem, eğer biz meyve olduğumuz küre-i arza ve çekirdek olduğumuz âlemde tasarruf edecek ve hayatımıza lâzım maddeleri mîzan-ı hikmetle aktâr-ı âlemden bize gönderecek muhît bir kudret ve şâmil bir hikmet sende varsa; ve yüzümüzdeki sikke-i kudret bir olan bütün gitmiş ve gelecek emsâlimizi icad edecek bir iktidar sende varsa, belki bana rubûbiyet dâvâ edebilirsin. Yoksa, haydi sus! Benim nevimdeki karma karışıklığa bakıp, 'Parmak karıştırabilirim' deme. Çünkü intizam mükemmeldir. O karma karışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemâl-i intizamla bir istinsahtır. Çünkü, bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezâretimizde bulunan hayvanât ve nebâtâtın kemâl-i intizamları gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitâbettir.


"Hiç mümkün müdür ki, bir haliçenin her tarafına yayılan bir atkı ipini san'atkârâne yerleştiren, haliçenin ustasından başkası olsun? Hem, bir meyvenin mûcidi, ağacının mûcidinden başkası olsun? Hem, çekirdeği icad eden, çekirdekli cismin sâniinden başkası olsun?


"Hem gözün kördür; yüzümdeki mu'cizât-ı kudreti, mahiyetimizdeki havârik-ı fıtratı görmüyorsun. Eğer görsen, anlarsın ki, benim Sâniim öyle bir Zâttır ki, hiçbir şey Ondan gizlenemez, hiçbir şey Ona nazlanıp ağır gelemez. Yıldızlar, zerreler kadar Ona kolay gelir. Bir baharı bir çiçek kadar suhûletle icad eder. Koca kâinatın fihristesini kemâl-i intizamla benim mahiyetimde derc eden bir Zâttır. Böyle bir Zâtın san'atına senin gibi câmid, âciz ve kör, sağır, parmak karıştırabilir mi? Öyle ise sus, def' ol git!" der, onu tard eder.


Kaynak:Sözler | Otuz ıkinci Söz | 545

277

25.10.2006, 12:23

Sonra, o müddeî gider, zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe esbâb nâmına ve tabiat lisâniyle ve felsefe diliyle der ki:

"Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim veya sende hissem var" diye dâvâ eder.

O vakit, o gömlek, Haşiye o haliçe, hak ve hakikat nâmına, lisân-ı hikmetle o müddeîye der ki:

"Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip, sonra intizam ile çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden gelecek zamanlarda giydirilecek ve kemâl-i intizam ile kader dairesinde programları ve biçimleri çizilen ve tâyin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad edecek kudret ve san'at sende varsa, hem hilkat-i arzdan tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak hikmetli, kudretli iki mânevî elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün ferdleri icad edecek kemâl-i intizam ve hikmetle tâmir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa, hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mûcid olabilirsen, bana rubûbiyet dâvâ et. Yoksa, haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın.

"Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı bütün şuûnâtıyla birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hâzır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan, bize sahip olamaz ve müdâhale edemez."

kaynak: Sözler | Otuz ıkinci Söz | 546

278

25.10.2006, 12:26

Sonra o müddeî gider, "Belki küre-i arzı kandırıp, orada bir yer bulurum" der. Gider, küre-i arza, Haşiye 1 yine esbâb nâmına ve tabiat lisâniyle der ki: "Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise sen benim olabilirsin."

O vakit, küre-i arz, hak nâmına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sadâ ile ona der ki:

"Halt etme! Ben nasıl serseri, sahipsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve san'atsız görmüş müsün ki, bana sahipsiz, serseri dersin? Eğer hareket-i seneviyem ile takrîben yirmi beş bin senelik Haşiye 2 bir mesafede, bir senede gezdiğim ve kemâl-i mîzan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm daire-i azîmeye hakiki mâlik olabilirsen; ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyâreye ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve câzibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyârât yıldızları ona bağlayacak ve kemâl-i intizam ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana rubûbiyet dâvâ et. Yoksa, haydi cehennem ol, git! Benim işim var; vazifeme gidiyorum.

''Hem bizlerdeki haşmetli intizamât ve dehşetli harekât ve hikmetli teshîrât gösteriyor ki, bizim ustamız öyle bir Zâttır ki, bütün mevcudât, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde Ona mutî ve musahhardırlar. Bir ağacı meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi, kolayca güneşi seyyârâtla tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelâl ve Hâkim-i Mutlaktır."




Haşiye: Fakat şu haliçe hem hayattardır, hem intizamlı bir ihtizazdadır. Her vakit, nakışları kemâl-i hikmet ve intizam ile tebeddül eder-tâ ki, Nessâcının muhtelif cilve-i esmâsını ayrı ayrı göstersin.

Haşiye 1: Elhâsıl: Zerre, o müddeîyi küreyvât-ı hamrâya havale eder; küreyvât-ı hamrâ onu hüceyreye, hüceyre dahi beden-i insana, beden-i insan ise nev-i insana, nev-i insan onu zîhayat envaından dokunan arzın gömleğine, arzın gömleği dahi küre-i arza, küre-i arz onu güneşe, güneş ise bütün yıldızlara havale eder. Her biri der: "Git, benden yukarıdakini zapt edebilirsen, sonra gel benim zaptıma çalış. Eğer onu mağlûp etmezsen, beni ele geçiremezsin." Demek, bütün yıldızlara sözünü geçiremeyen, birtek zerreye rubûbiyetini dinletemez.

Haşiye 2: Bir dairenin takrîben nısf-ı kutru yüz seksen milyon kilometre olsa, o daire-kendisi-takrîben yirmi beş bin senelik mesafe olur


kaynak: Sözler | Otuz ıkinci Söz | 547

279

27.10.2006, 10:35

Sonra, o müddeî, yerde yer bulamadığı için gider, güneşe kalbinden der ki: "Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup, bir yol açarım, yeri de musahhar ederim."

Güneşe şirk nâmına ve şeytanlaşmış felsefe lisâniyle, mecusîlerin dedikleri gibi der ki: "Sen bir sultansın. Kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin."

Güneş ise, hak nâmına ve hakikat lisâniyle ve hikmet-i ılâhiye diliyle ona der:

"Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Ben musahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhânesinde bir mumdârım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakiki mâlik olamam. Çünkü sineğin vücudunda öyle mânevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san'atlar var ki, benim dükkânımda yok, daire-i iktidarımın haricindedir" der, müddeîyi tekdir eder.

Sonra, o müddeî döner, firavunlaşmış felsefe lisâniyle der ki: "Mâdem kendine mâlik ve sahip değilsin, bir hizmetkârsın; esbâb nâmına benimsin" der.

O vakit güneş, hak ve hakikat nâmına ve ubûdiyet lisâniyle der ki: "Ben öyle birinin olabilirim ki, bütün emsâlim olan ulvî yıldızları icad eden ve semâvâtında kemâl-i hikmetle yerleştiren ve kemâl-i haşmetle döndüren ve kemâl-i zînetle süslendiren bir Zât olabilir."

kaynak: Asa-yı Musa | ıkinci Kısım | 133

Alkan

Usta

Mesajlar: 1,694

Hobiler: Risale-i Nur, Kur'an dinlemek

  • Özel mesaj gönder

280

27.10.2006, 23:32

تَشَعْشُعُ سِرَاجِهَا تَهَلْهُلُ مِصْبَاحِهَا تَلئْلُؤُ نُجُومِهَا تُعْلِنُ ِلاَهْلِ النُّهَا سَلْطَنَةً بِلاَ اِنْتِهَاءٍ
Yani, semânın müzeyyen tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak; gece gündüz hatlarıyla, kış yaz sahifelerinde mektubât-ı Samedâniyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek; ve yüksek minâre ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrepleri misillü, kubbe-i semâda kameri zamanın saat-i kübrâsına bir akrep yapmak; mütefâvit çok hilâller sûretinde her geceye güyâ ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak; menzillerinde kemâl-i mîzanla, dakîk hesapla hareket ettirmek; ve kubbe-i semâda parlayan, tebessüm eden yıldızlarla göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı rubûbiyetin şeâiridir, zîşuura onu iş'âr eden muhteşem bir ulûhiyetin işârâtıdır; ehl-i fikri imâna ve tevhide dâvet eder.

Sözler | Otuz ıkinci Söz | 554
"ey bedbaht nefsim! acaba ömrün ebedi midir? hiç kat'i senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir