Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

41

27.05.2011, 14:18

devamı var..yeter ki istifade edelim.

42

08.06.2011, 16:29

El-Kabıt / El-Basıt

Kâbıd: “Daraltıp sıkan.”, “Kıtlık veren”
Bâsıt: “Açıp genişlik veren.”,“Bollaştıran.”
“Allah, daraltır ve genişletir ve siz O’na döndürüleceksiniz.”( Bakara Sûresi, 2/245)
Bu iki isim hem madde, hem de mânâ âlemi için geçerlidir. Zenginlikte genişlik, fakirlikte darlık olduğu gibi, ilimde genişlik cehalette darlık vardır.
Bu iki mübarek ismin en büyük tecellileri, insanın kalb ve ruh âleminde kendini gösterir. Zira, ruh bedenden, mânâ da maddeden üstündür.
Kulun, cüz’î iradesini Hakk’ın rızası istikametinde kullanmasıyla kalb ve ruh âleminde bir genişlik hasıl olur. Aksi halde insan ruhî sıkıntılar, günümüz tabiriyle stresler içinde perişan olur.
Tahkikî imanda genişlik, iman zafiyetinde ise darlık vardır.
Tevekkülde genişlik, sabırsızlıkta darlık vardır.
Affetmede genişlik, intikam hissinde darlık vardır.
Cömertlikte genişlik, cimrilikte darlık vardır.
Bununla birlikte bu iki isim insanın manevî terakkisinin esasları olan ‘havf ve reca’ ile yani “Allah’ın kahrından korkmak ve rahmetinden ümitli olmakla” yakından ilgilidir.
Kâbıd ismi korkunun, Bâsıt ismi ise ümidin önemli bir kaynağıdır. Yani, mü’min olan insan hem Allah’ın celâl ve azametinden korkacak, kabir azabını ve Cehennemi sıkça hatırlayacak; hem de O’nun rahmet ve mağfiretinden daima ümitli olacak ve ona göre amel edecektir.
Kur’ân’ın hülasası olarak tarif edilen Fatiha Sûresi'nde, havf ve recâ sırayla işlenir; dolayısıyla da ruh ümitle korkuyu, ferahla darlığı sırayla yaşar.
‘Rabb’ül-âlemîn,’ ‘Rahmân ve Rahîm’ isimleri ruhu sevinçle ve ümitle rahatlatır.
‘Mâliki yevmiddin’ kelamı ise ruhta korku ve endişe uyandırır.
‘İbadet ve yardım dileme’ safhalarında ümitle korku iç içedir.
‘İstikamet yoluna hidayet’ istenmesi, ruh için büyük bir ümit ve saadet kapısıdır.
Bu ümidi müteakip, ‘mağdup’ ve ‘dallîn’ zümrelerinden olmanın korkusu ruhu sarar.
Bir bitkinin, gece ve gündüzden ayrı faydalar görmesi gibi, bir mü’min de Kâbıd ve Bâsıt isimlerinin her birinden ayrı bir feyiz alır.
İçinin sıkıldığı, karmaşık problemlerle kuşatıldığı, dünyanın kendisine dar geldiği anlarda, aczini ve fakrını daha iyi anlar; kulluk şuurunda inkişaf olur.
Ruhunun ferah ve sürurla dolu olduğu zamanlarda ise, bunu bir ilâhî ikram ve ihsan olarak değerlendirip şükür vazifesini eda etmeye çalışır.
İnsan, bu dünya hayatında, sıkıcı ve ferahlatıcı nice olaylarla değişik imtihanlar geçirir. Hastalanır, sıhhate kavuşur. Üzülür, sevinir. Derken bu geniş dünyadan kabre göç eder.
İmanla göçenler için o âlemde Bâsıt ismi tecelli eder ve kabir, Allah Resûlünün(a.s.m.) ifadesiyle, ‘Cennet bahçelerinden bir bahçe’ olur. İnanmayanlar için ise Kâbıd ismi tecelli eder ve kabir, “Cehennem çukurlarından bir çukura” dönüşür, insanı sıkar durur.
Ve bu yolculuğun sonu Cennet ve Cehennemle son bulur. Birincisinde her türlü genişlik, ikincisinde ise her türlü darlık vardır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

43

14.06.2011, 14:30

Sabri kardeş,
Sabırlı ol; ehemmiyetsiz ve zararsız olan vehmî ve asabî hastalığına ehemmiyet verme. Şifaya dua edilmekle beraber, zararsız, hatarsızdır. Çünkü, eğer hatarat, seyyie ise, nasıl ki aynada temessül eden pislik, pis değil ve aynadaki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin aynalarında rızasız, ihtiyarsız gelen pis ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler. Çünkü ilm-i usulde tasavvur-u küfür, küfür değil ve tahayyül-ü şetm, şetm olmaz. Hasene ise nuranî olduğundan, tasavvur ve tahayyülü dahi hasenedir. Çünkü aynada nuranînin timsali ziya verir, hâsiyeti var; kesifin misali ölüdür, hayatsızdır, tesiri yoktur.

Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca muvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.(Kastamonu lahikası)

44

14.06.2011, 14:30

El-Hafid / Er-Rafi
Hâfid: “Kâfirleri, asileri, mütekebbir ve zalimleri alçaltan.”
“Din düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırıp ahirette zelil eden ve cezalandıran.”
Râfi’: “Sevdiği kullarını yükselten.” “Mü’minleri kendisine yaklaştırarak yücelten.”
“(O), alçaltan ve yüceltendir.” (Vâkıa Sûresi, 56/3)
Bu iki ismin tecellisi de büyük çapta, kulun cüz’î iradesine bakıyor. İradelerini yanlış yolda kullanarak küfür ve isyan yoluna giren insanlar, alçalmaya talip olmuşlar ve Hâfid olan Allah da onları inançsız ve ahlâksız kılmakla alçaltmıştır. Bu alçalmanın ahiretteki neticesi ise Cehennemde, zillet içinde azap çekmektir.
İman, ibadet ve ahlâk yolunu tutanlar ise yükselmeye talip olmuşlar; Râfi’ olan Allah da onları, salih bir kul yapmakla yükseltmiştir. Bu yükselmenin ahiretteki neticesi ise Cennette ebedî saadete ermektir.
Demek oluyor ki, alçalma da yükselme de öncelikle dünyada gerçekleşiyor; birincisi Hâfid, ikincisi ise Râfi’ isminin tecellileriyle. Dünya ahiretin tarlası olduğundan, bu yükseklik ahirette daha çok inkişaf ediyor; bu alçaklık ise çok daha aşağı dereceleri netice veriyor.
Kulun, Râfi’ ismine mazhar olması, öncelikle iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk yoluyla gerçekleşir. Bir de insanın başkalarını yükseltmeye çalışması, onları imana ve İslâm’a davet etmesi var ki, bu yol en büyük bir feyiz ve yükselme vesilesidir.
Ayrıca, bir mü’min, İslâm’ın ulviyetini kalplerde ve akıllarda yerleştirdiği ölçüde kendisi de yükselir, Râfi’ ismine mazhar olur. İslâm’a zıt görüşleri, bâtıl inançları, yanlış fikirleri çürütüp aşağıladığı nisbette de Hâfid isminden ayrı bir feyiz alır. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

45

14.06.2011, 14:32

El-Muizz / El-Müzill

Muizz: “Dilediğine izzet ve kuvvet veren, ilimde yükselten.”
Müzill: “Dilediğini zelil kılıp rahmetinden uzaklaştıran. Hor ve hakir kılan.”
“...Bilin ki, Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. Gerçekten Allah, inkâr edenleri hor ve aşağı kılıcıdır.” (Tövbe, 9/2)
İzzet denilince aklımıza hemen gelen mânâ üstünlük ve galibiyettir. Mü’minler azizdir, kâfirler zelil. Âlimler azizdir, cahiller zelil.
İzzet en büyük bir hayırdır. Bütün hayırlar elinde olan Allah, izzetin de yegâne sahibidir. Kullar O’nun aziz etmesiyle bu şereften nasiplenirler.
Kâmil insanlar, arza halife kılınmalarından, Cennete namzet olmalarına kadar bütün izzet tecellilerinin Allah’tan olduğunu bilerek, O’nun kudret ve azameti, rahmet ve ihsanı karşısında secdeye kapanırlar.
Secde, nefsin, zilleti en ileri seviyede tattığı, buna karşılık ruh ve kalbin izzet ve şeref kazandığı en üstün bir makamdır. Kulun Rabbine en yakın olduğu haldir; Allah’a yakınlık ise en büyük bir izzettir.
Allah, nefsine esir ve şeytana köle olmayı büyüklük sayanları, Müzill ismiyle alçaltır, hakir eder.
Bir kul, Allah’ın aziz kıldıklarına tâzim etmekle izzete kavuşur; zelil kıldıklarından uzak kalmakla da zilletten kurtulur.
Nur Külliyatı'ndan bir cümle:
“İzzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın meşietine ve iradesine bağlıdır.” (Sözler)
Bu konuda, vaktiyle kaleme aldığım bir yazıdan bir bölümü arz ediyorum:
İzzet tacı da zillet gömleği de Allah’ın hazinesinde... Bunları mahlukatına sırayla giydirir...
Önceki günün azîzleri, dün zelil oldular. Bugünkü azizler de zilleti tatmak için yarını bekliyorlar...
Etrafımız, bu iki ayrı tecellinin misalleriyle kaynaşmada...
Bir meyve ağacı yazın yaprak ve çiçek açar, meyvelerle bezenir; seyrine doyum olmaz. Kış geldi mi her şeyini soyunur, kuru bir iskelet kalır. Başına karlar yağar, gölgesinde kimsecikler oturmaz.
Bu izzet ve zillet safhalarından geçen, sadece meyve ağaçları değildir. Güneş de doğarken azizdir, batarken zelil... Bahar, gelirken azizdir, giderken zelil... İnsan, yürürken azizdir, uyurken zelil...
Çocukluk, gençlik derken, olgunlukta bir izzet tecellisi görülüyor. Onu takip eden ihtiyarlık, zillet ve perişanlık yüklü... Derken, ölüm... Zilletin doruk noktası ve imanla göçenler için izzetin ilk basamağı... Önünü göremeyen ihtiyar, ölünce Cenneti seyre başlıyor. Bu izzeti bir yeni zillet takip ediyor: Sûr’dan korkma ve mahşere çıkma safhası...
İnsan, dünyada ne kadar izzet taslamışsa, orada o kadar zillet çekecek... Başını burada ne kadar dikmişse orada o kadar fazla eğecek. Ne kadar harcamışsa, o kadar hesap verecek. Ve sonunda bütün azizler bir yana, bütün zeliller bir yana ayrılacak. Mü’minler, Allah’ın ‘azîzler diyarı’ olarak terbiye ettiği Cennete doğru yol alırken, münkir ve müşrikler, 'zeliller diyarına', Cehenneme düşecekler... ‘İzzet ve zilletin ancak Allah’tan olduğu’ hakikati bütün haşmetiyle görünecek.
Öyle ise, üzerimizde izzetin tecelli ettiği dönemleri çok iyi değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Aziz iken Hakk’ın dergahında zelil olalım ki, zelil olduğumuzda O’nun lütfuyla yine izzete kavuşalım. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

46

20.06.2011, 15:17

El-Hakem

“Hükmeden, hakkı yerine getiren.”
“Hükümlerinde zulüm bulunmayan.”
“(De ki Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitabı tafsilatlı olarak indirmiştir.” (En’âm Sûresi, 6/114)
Bu ism-i şerif yâd edilirken, hayalimiz bizi mahşer meydanına götürür. O dehşetli meydana çıkış, ilâhî bir hükümle olduğu gibi, orada belli bir süre beklenmesi de yine ilâhî irade ve hüküm iledir.
Bu hükmün icra edilmesiyle, dünya tarlasının bütün mahsulleri bir araya toplanır. İlâhî hâkimiyet karşısında herkesin aciz ve zelil kaldığı, olanca ağırlığıyla hissettirilir.
Bunu takiben mizan kurulur ve “hükmün ancak Allah’a ait olduğu” bütün haşmet ve azametiyle herkese gösterilir.
Daha sonra, yine Allah’ın hükmüyle, bir kısım insanlar doğrudan Cennete giderler. Bir kısmı, günahları kadar yanmak üzere Cehenneme gönderilirler. Bir başka gurubun ise ebedî olarak Cehennemde kalmalarına hükmedilir.
Elbette ki, bu ismin tecellisi sadece ahirete mahsus değildir. Bu dünyada da bütün varlıklar bu ismin tecellisine mazhardırlar. İnsanı misal alarak konuşalım: İnsanoğlunun dünyaya gelişi gibi ölümü de ilâhî hüküm iledir. Organlarının yerleri, şekilleri, büyüklükleri, vazifeleri hep ilâhî hüküm ile tahakkuk etmiştir.
Diğer bütün varlıklar da, Allah’ın takdir ettiği özelliklere sahip olur ve O’nun hükmü altında vazife görürler. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

47

20.06.2011, 15:17

İsmi Hakem bahsinde ilk ayette "Rabbinin yoluna hikmetle çağır..." derken neyi kastetmektedir? Ayrıca "Üçüncü nükte acele yazılmıştır." deniyor, nedeni nedir?
Risalelerin acele yazılması konusundan başlayalım. Bu ifade ile risalelerin hapishane ortamında ve baskı altında yazılmasına işaret ediliyor. Üstad Hazretlerinin sürekli gözaltı ve baskılara maruz kalmasından dolayı Risale-i Nurlar genelde vakitsiz ve perişan bir vaziyette yazılmıştır. Bu da ister istemez bazı eserlerin telifinin acele ve gizlice yazılmasını gerektiriyor. Üstad Hazretlerinin "acele ile yazıldı" demesi buna kinayedir.

"Rabbinin yoluna hikmetle çağır." (Nahl, 16/125) Bu ayetle başlamasının muhtemel iki manası var:

Birisi ve zahir olanı, kâinattaki hikmetlerin dili ile insanları ikna et ve İslam yoluna çağır. Allah’ın Hakim isminin tecellisi bütün kainatı kuşattığı için her bir eşyaya nihayetsiz fayda ve menfaatler takılmıştır. Bu fayda ve menfaatlerin tesadüfen ya da kör ve sağır tabiatın eli ile eşyaya takılması imkansız olduğuna göre bütün bu hikmetli eşyaların Hakim bir sahibi var, sen bu hikmetleri insanlara göster ki, ikna olsunlar ve İslam yoluna gelsinler demektir.

Bu Üçüncü Nükte bir cihetle bu ayetin çağrısına ve emrine ittiba etmek anlamını taşıyor. Yani Üstad Hazretleri bu nükte ile insanları Allah’ın yoluna davet etmiş oluyor.

İkincisi ise İslam dinini tebliğ ederken hikmetle tebliğ etmektir. Bu ikinci mana daha çok usul ve üsluba bakıyor. Yani insanları hakka davet ederken, en güzel ve en tesirli tebliğ metotlarını kullan, demektir.

Mesela mütefennin birisine ikna ve ispat ile, avam birisine basit ve sade bir üslup ile, alim birisine ilmi bir usul ile yaklaşmak, hakkı hikmetle anlatmak kapsamına girer. Bu zamanda fen ve felsefe hükmettiği için, Risale-i Nurların ikna ve ispat ile insanları hakka davet etmesine, bu ayete güzel bir levha ve örnek teşkil ediyor.

48

20.06.2011, 15:18

"Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve Hakîmin cilve-i âzamı ile, âzamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de, Esmâ-i Hüsnâdan Allah, Rahmân, Rahîm, Vedûd, Mün'im, Kerîm, Cemîl,.." Burada Allah'ın isimlerinin kullanılmasının hikmeti nedir?
Allah’ın isimleri, hükümlerinin ve manalarının gereğini yapıp fiiliyat aleminde görünmek ve tecelli etmek isterler. Nasıl ressamlığa kabiliyetli olan birisi resim kabiliyetini göstermek için önce resim yapar, sonra da o resimleri sergilemek için bir sergi salonu açarsa; aynı şekilde Allah’ın her bir ismi de kendi hüküm ve manasını görmek ve göstermek ister. Hal böyle olunca Allah bütün isimlerinin mana ve hükümlerinin gereğini icra eder ve ediyor.

Mesela Allah’ın Şafi ismi kendi mana ve hükmünü gösterip icra etmek için nasıl hastalığı iktiza ediyor ise Hakem ve Hakim isimleri de insanlar içinde hakkın tespit ve tesisi için peygamberlik kurumunu iktiza ediyor. Şayet Peygamberlik kurumu olmasa Allah’ın hak ve hakikatleri insanlar içinde kendiliğinden tesis olamaz.

Rahman ve Rahim ismi sonsuz şefkat manasına geldiği için bu şefkatin gereğini dünyada icra etmek ister. Peygamberlik kurumu şefkatin en güzel anlaşıldığı ve insanları şefkate yönlendiren en önemli bir vasıta olduğu için, elbette Rahman ve Rahim isimleri bu kurumun varlığını iktiza eder.

Nasıl adaletin tesisi için adliye sarayları gerekli ise insanlar arasında şefkat ve adaletin tesis edilmesi için de peygamberlik kurumu gereklidir. Zira insanlar kısa ve nakıs fikri ile adaleti kendi başlarına tesis edemiyorlar. Bunun için Allah’ın hakemliğine ihtiyaç vardır ki bu hakemlik peygamberler vasıtası ile insanlar arasında tesis ediliyor.

Özet olarak Allah’ın her bir ismi kendi mana ve hükmü gereği peygamberlik kurumunun varlığını iktiza ediyor. Bu sebeple ki Allah insanların içinden yüz yirmi dört bin peygamber seçmiş ve bu isimlerin gereğini ifa ettirmişler.

49

20.06.2011, 15:19

"Her bir çiçekte, herbir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde; ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde; ve o tevzin ve tanzim, bir ziynet ve sanat içinde; ve o ziynet ve sanat, mânidar kokular..."Devamıyla izah eder misiniz?
Yazar: Sorularla Risale, 18-2-2010
Her bir çiçek ve meyve bir mizan, yani ölçü ile yaratılmıştır. Mizan ve ölçü çiçek ve meyvenin ağaçlarının genel hatları ve kalıpları içindeki hassas orantıları ve tasarlanmış halleridir.

Mesela elma ağacında elma çiçeği ve meyvesi elma ağacının genel hatlarına ve kalıplarına uygun ve uyumlu bir ölçü içinde yaratılmıştır. Şayet bu ölçüler ile ağacın genel intizamı uyumlu olmaz ise netice oluşmaz. Mesela bir ağaç bin elma ve çiçeğine uygun bir tasarımda iken, iki bin elma ve çiçek açsa ağacın genel intizamı bozulur, o vazifeyi tartamaz. Ağaç ve onun başında açan çiçek ve meyvelerin hepsi hassas bir ölçü ve intizam içinde yaratılıyorlar.

Üstelik bu ölçü ve intizam bir defaya mahsus kurulup sonra terk edilen bir sistem ve intizam değiller. Her baharda sürekli tazelenip yenileniyorlar. Buda çiçek ve meyvenin sanatkarının sanatı olan çiçek ve meyvelerin üstünde faal bir şekilde sürekli yaratmakla iş gördüğünü bize gösteriyor. Üstelik bu sanatlar üstünde estetik ve zinet ile iş görmesi ve onları çok güzel koku ve tatlar ile donatması açık bir şekilde bize kendini tanıttırmak ve sevdirmek istediğini gösteriyor. Yani her şey ve sanat üstündeki bu harika ve mükemmel ölçü, intizam, zinet ve estetik gibi fiiller, faili olan Allah’ı bize gösterip ilan ediyor.

Özet olarak Allah, kainattaki yaratmış olduğu bütün mahlukatı mükemmel bir ölçü, intizam ve estetik ile yaratmıştır. Bu ölçü, intizam, estetik ve tevzin yani ölçülü dağıtmak fiilleri de Allah’a işaret eden levhalar hükmündedir.

50

20.06.2011, 15:21

Ve insanda, şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla, ism-i Hakîmin cilvesi parlak bir surette görünüyor; ifadesini izah eder misiniz, ism-i Hakimin burayla münasebeti nasıldır?
Yazar: Sorularla Risale, 18-2-2010
"Sâni-i Kadîr, ism-i Hakem ve Hakîmi ile, bu âlem içinde binler muntazam âlemleri derc etmiştir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medar ve mazhar olan insanı bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faydaları insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş; âlem-i insanîde ekser hikmetler, maslahatlar, o rızka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda, şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla, ism-i Hakîmin cilvesi parlak bir surette görünüyor."(1)

Hakim ismi kainattaki bütün mahlukata nihayetsiz hikmet ve menfaatler takmıştır. Yani hikmet ve menfaat kainat içinde büyük bir dairedir, her şeyi kuşatıyor. Bu dairelerdeki bu hikmet ve menfaatlerin merkezine ve tam ortasına da insan konulmuş. Yani kainat bir daire, hikmet ise bu dairenin içinde büyük bir daire, insan ise bu hikmet dairesinin merkezi ve medarı üçüncü büyük bir daire şeklindedir. Rızık ise insan dairesinin içinde önemli dördüncü ve merkez bir dairedir.

Tabir yerinde ise Hakim ismi, bütün mevcudatı hikmetler ve menfaatler ile donatarak, âdeta kainatı insanın önüne serilen bir sofra şekline çevirmiş. İnsan bu geniş rızık sofrasının şuur ve zevki ile Allah’ın Hakim ismine intikal eder. Nasıl elmadaki lezzet nimete, nimet de Münime intikal ettiriyor ise, aynı şekilde rızık hikmete, hikmet de Hakim ismine intikal ettiriyor demektir.

Rızık insan alemi içinde en somut ve en belirgin bir isimler yatağıdır. Yani Allah’ın bütün isim ve sıfatları rızık cephesinde net ve berrak bir şekilde tezahür eder. Âdeta Allah’ın güzel isimleri rızıkta somut hale gelir. Hakim ismi de bu isimler içinde en parlak duranlardandır.

(1) bk. Lem'alar, Otuzuncu Lem'a Üçüncü Nükte.

51

27.06.2011, 12:52

El-latif

“En ince ve gizli işleri, bütün incelikleriyle bilen ve onlara çok kolay nüfuz eden.”
“Kullarına, sezilmez yollardan faydalar ulaştıran.”
“Lütufla muamele eden.”
“Allah, kullarına karşı lütuf sahibidir; dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, Azîz’dir.”( Şûrâ Sûresi, 42/19)
Latîf, kelime mânâsıyla, ‘katı olmayan, ince, hoş ve yumuşak’ mânâsına gelir. Latîf kelimesinin, hem ‘lütuf ve yardım’la, hem de letafetle yani ‘kesif ve katı olmamak’la ilgisi vardır.
Bir ismi de Nur olan Allah’ın bütün sıfatları latîftir; zâtı da, sıfatları da maddeden münezzehtir.
Şu âyet-i kerîme Latîf isminin bu mânâsını bize ders verir:
“Gözler O’nu göremez, O bütün gözleri görür. O Latîf’tir, Habîr’dir.” (En’am sûresi,6/103)
“Allah kullarına latiftir, dilediğini rızıklandırır.” (Şura Sûresi, 42/19) âyetinde Latîf, ‘son derece lütufkâr olan, kullarına ince ve sezilmez yollardan ihsanlarda bulunan’ mânâsındadır.
“Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf’tir, Habîr’dir.”(Mülk Sûresi, 67/14 ) âyetinde ise Latîf, “en ince şeyleri kolaylıkla bilen” mânâsına gelmektedir.
Varlık âleminde latîf varlıklar, maddî ve kesif eşyadan kat kat fazladır. İnsan ruhu ve ona bağlı ince hissiyatlar buna misal verilebilir. Midenin bir gıdayı hazmetmesiyle, aklın bir mânâyı kavraması ve anlaması birbirinden ne kadar farklıdır! Akıldaki bu ince faaliyet Latîf olan Allah’ın büyük bir ihsanıdır.
Yavrusunu kucağına alıp emziren bir annenin kolları bebeği sardığı gibi, latîf şefkati de aynı şekilde yavrusunu her yönden kuşatır. Bu, Allah’ın hem o anneye, hem de yavrusuna büyük bir lütfudur.
Letafet denilince, aklımıza hemen yumuşaklık gelir. Bir insan, başkalarına karşı ne kadar yumuşak davranır ve ne kadar lütufkâr olursa Latîf isminin feyzinden o kadar fazla nasip almış demektir. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

52

27.06.2011, 12:53

El-Adl

“Bütün icraatları hak ve adalet üzere olan.”
“Her hak sahibine hakkını veren ve haksızları cezalandıran.”
“Ey iman edenler, âdil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın.” (Mâide Sûresi, 5/8)
Allah Adl’dir. Adaleti sonsuz kemâldedir ve onun ötesinde bir adalet düşünülemez.
Nur Külliyatında adalet iki temel esasa ayrılarak incelenir: ‘İhkak-ı hak’ ve ‘zalimleri cezalandırmak.’
İhkak-ı hak, her hak sahibine hakkını en güzel şekilde vermek demektir.
Allah, ağacın dallarından, güneşin gezegenlerine, Cennetin tabakalarından, Cehennemin menzillerine kadar her şeyi lâyık mevkiine koymuştur.
Bunun bir küçük misalini de insanda sergilemiş, her organı yerli yerine koymuş, vazife yapması için gerekli olan bütün şartları en güzel şekilde hazırlamış ve ihtiyaçlarını görmüştür.
İnsanın simasında, göz ile kulağı nasıl adaletle yerleştirmişse, ruhunda da akıl ve hafızayı aynı adalet ölçüleriyle yaratmış ve her birine uygun vazifeleri yüklemiştir.
Varlık âleminde adaletini en güzel şekilde gösteren Allah, kullarının amellerine de adalet üzere karşılık verecektir.
“Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim de zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.”( Zilzâl Sûresi, 99/7-8)
Adalet denilince bunun zıddı olan zulüm hatıra gelir. Zulüm, ‘başkasının mülkünde, izni olmaksızın, tasarruf’ etmek demektir. Allah zulümden münezzehtir; çünkü bütün mülk âleminin tek sahibi ve yaratıcısı O’dur.
Bütün esmâ-i hüsna gibi, Adl isminin de diğer isimlerlerle yakın ilgisi vardır. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz:
Azîz, Cebbâr, Celîl, Kahhâr, Kadîr, Muktedir, Muntakîm... olan Allah, adaleti en kâmil mânâda tatbik eder.
Rahmân, Rahîm, Kerîm, Latîf, Halîm, Ğaffar... olan Allah, bir kulunu Cehenneme koyarsa, o kul bunu hak etmiş demektir.
Bir insanın Adl isminden feyiz alabilmesi için, öncelikle kendisine ilâhî bir ihsan olarak verilen bütün organlarını, akıl, kalb, hayal, hafıza gibi manevî cihazlarını, sevgisini, korkusunu ve daha nice hislerini yaratılış gayelerinde kullanması gerekir.
Ancak o zaman, ‘her şeyi yerli yerine koymak ve her hak sahibine hakkını vermekle’ adalet etmiş ve zulümden kurtulmuş olur.
Aklını başkalarını aldatmaya ve onlara haksızlık etmeye yoran bir insan, öncelikle kendi aklına zulmetmiş olur. Çünkü, o akılla nice ilimler tahsil edebilir ve faydalı işler yapabilirdi. Böylece, hem dünyasını hem de ahiretini mamur etmiş olurdu. Muhatabına zarar vermekle ettiği zulüm ise ikinci derecede kalır. Çünkü, kendi aklına verdiği zarara karşılık muhatabının, meselâ, malına zarar vermiş olur.
Yine, bir insanın âdil olabilmesi için, maddî imkânlarını da adalet üzere kullanması, israftan sakınması, fakirin hakkı olan zekâtı eksiksiz vermesi gerekir. Zekât vermeyen insan, hem kendi nefsine, hem de muhtaçlara zulmetmiş demektir.
Adaletin ikinci şubesine gelince, elinde hüküm ve infaz yetkisi bulunan kimseler, ‘zalimlere hak ettikleri cezayı vermek’ ve bunu yaparken de aşırı giderek zulme girmemek suretiyle, Adl ismine mazhar olur ve bu isimden ayrı bir feyiz alırlar. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

53

27.06.2011, 12:54

Es-Semi’ / El-Basir

Semi’: “Gizli aşikâr her şeyi işiten.”
Basîr: “Aydınlık karanlık, uzak yakın, büyük küçük her şeyi gören, müşahede eden.”
“...Allah’ın âyetleri hakkında münakaşa edenlerin sinelerinde, ancak, yetişemeyecekleri bir kibir vardır. Sen Allah’a sığın. Şüphesiz O, Semi’dir, Basîr’dir.” (Mü’min, 40/56)
Maddeden münezzeh olan Allah’ın işitmesi, insan idrakinin kavrayabildiği ve hayalinin ulaşabildiği her türlü işitmeden münezzehtir; bunların hiçbirine benzemez.
Biz hava unsuru olmaksızın, içimizdeki bir arzuyu muhatabımıza işittiremeyiz. Ama, Allah bizim kalbimizden geçen her arzuyu işitir. Kalbin arzu duyması, sözlü istemeye benzemediği gibi, kalbin sesini işitmek de havada temessül eden kelimeleri işitmeye benzemez.
Bu benzemezliğin bir işaretini Cenâb-ı Hak insanın mahiyetine koymuştur. İnsan, uyanıkken muhataplarını görür ve onların konuşmalarını işitir; bu görmeye göz, bu işitmeye de kulak vasıta olmuştur. Ama rüya âleminde yine muhataplarıyla görüşür ve konuşur; fakat gözleri uykuya dalmış, kulakları bu âlemden ilgisini kesmiştir. Rüya âleminde ne hava unsuru vardır, ne konuşanın ses telleri, ne de dinleyenin kulakları.
Bizim havadan faydalanarak ses tellerimizi hareket ettirmemiz ve aklımızdaki bir mânâyı, böylece kelimelere dökmemiz, onu insanlara işittirmek içindir.
O konuşmanın ilâhî hikmet ve kudrete bakan bir yanı var ki çok önemlidir:
Ağzımızdan çıkan bir kelime havada bir ilâhî mucize olarak milyonlarca kelimeye dönüşür. Hava sayfası bizim konuşmamızla âdeta dolup taşar. Aynı sayfaya, diğer insanların konuşmalarından kuşların cıvıldaşmalarına, gök gürlemesinden suların şırıltılarına kadar nice sesler de yerleşirler. Bu varlıkların kendileri yer yüzünde hoş bir manzara teşkil ettikleri gibi, sesleri de hava sayfasında ayrı bir mucize sergilerler. Ve bu sanat eserini, Cenâb-ı Hak meleklerine ve ruhanilere seyrettirir.
Görmeye gelince: Güneşi ve güneş ışığını, gözü ve göz nurunu yaratan ve bir yağ parçasına görme kabiliyeti veren Allah, böylece bir hikmet ve kudret mucizesi sergilemiş oluyor. Yoksa meleklerin gözsüz görmelerinin de şehadetiyle, görme için mutlaka göz lâzım değildir.
İnsanın görmesi cüz’îdir. Yani bir anda ancak bir yöne bakabilir ve bir şeyi seyredebilir. Başkalarını görebilmesi için nazarını ilk gördüğü cisimden çekmesi gerekir.
Allah’ın bütün sıfatları gibi görmesi ve işitmesi de küllîdir, mutlaktır ve sonsuzdur. Yani, her şeyi birlikte görür ve işitir.
İnsan, karşısındaki şahsın derisinin altını göremediği gibi, kafasında taşıdığı düşünceleri ve kalbinde beslediği arzuları da göremez ve işitemez. Görmesi ışıkla, mesafeyle ve maddî engellerle sınırlıdır; işitmesi de belli frekanslar arasına sıkışıp kalmıştır.
Ama bu insan, o kısa ve sınırlı olan görmesini ve işitmesini kıyas unsuru yaparak, Allah’ın Semi’ ve Basîr olduğunu bilebilir.
Bu ilâhî isimleri düşünen bir mü’min, bütün eşyayı birlikte görmenin ve bütün sesleri beraber işitmenin ancak Allah’a mahsus olduğunu hatırlar. Ayrıca, yaptığı her işin görüldüğünü ve söylediği her sözün işitildiğini düşünerek bu sermayelerini daha dikkatle harcamaya çalışır.
İnsan, kendisine ihsan edilen bu nimetler sayesinde, hem Rabbinin Semi’ ve Basîr olduğunu bilme şerefine erer, hem de renk, şekil ve sesler âlemlerinde tecelli eden ilâhî sanatları hayret ve hayranlıkla tefekkür eder. (Prof.Dr.Alaaddin Başar)

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir