Giriş yapmadınız.

1

03.01.2011, 08:24

Pot mu, put mu? (2) Latif SALİHOĞLU

Pot mu, put mu? (2)
03 Ocak 2011, 00:4212141618
M.Latif Salihoğlu
latif@yeniasya.com.tr
Hayli yoğun geçen sohbet, seminer, seyahat programları ve özel bazı dosya çalışmaları sebebiyle, yazılarımıza yaklaşık üç hafta süreyle ara vermek durumunda kaldık.
Bu süre zarfında, üzerinde en çok tartışılan ve bize de en çok mesaj gönderilen konu, 9 Aralık 2010 tarihli "Pot mu, put mu?" başlıklı yazıda temas ettiğimiz konu oldu.
Arkadaşlarla yaptığımız bir dizi istişare ve değerlendirmeler neticesinde, aynı konuya tekrar değinmemiz gerektiği kanaatine vardık.
Demek, mesele mühim ve ihtiyaç var ki, bu konu bu derece medar–ı bahs olmuş... O halde, biz de bu meseleye dair hususlara maddeler halinde tek tek değinmeye çalışalım.

Kısa bir hatırlatma

Tartışmaya medar olan ifade, Üstad Bediüzzaman'ın mektuplarında şu şekilde geçiyor: "Ben de onun hiddetine karşı dedim: 'Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur!' Dehşetli bir put kırdım." (Emirdağ Lâhikası, s. 214; Sünûhat/Hutuvat–ı Sitte, Takdim bölümü.)
Burada geçen "Dehşetli bir put kırdım" ifadesi, Yeni Asya damgasını taşıyan bütün baskılarda aynen yer alıyor.
O yazımızda, isimlerini zikretmediğimiz bazı yayınevlerinin adı geçen risâle baskılarında ise, aynı ifade "Dehşetli bir pot kırdım" şeklinde geçiyor.
Biz, doğru yazılışın "Dehşetli bir put kırdım" şeklinde olduğuna inandık ve bu istikamette fikir beyan ettik.
Bazı kimseler ise, buna itiraz etti. Hatta, bizi araştırma yapmamakla, konuyu tahkik etmemekle itham etti.
Oysa, konuyu kendi çapımızda tahkik etmiş ve öyle yazmıştık. Üstelik, elimizde sağlam deliller vardı. İşte o delil ve gerekçelerden bir demet...

Yazılış benzerliği
İhtisas ehlinin yaptığı transkripsiyonel incelemelerde, pot ve put kelimelerinin Osmanlıca yazılışları arasında çok basit bir farklılık görünmekle beraber, genelde her iki kelime de aynı (Pe, Vav, Te harfleriyle) yazılmıştır.
Dolayısıyla, bu harflerden müteşekkil bir kelimenin hangi mânâya tekabul ettiğini anlamak için, kelimelerin akışına, cümlenin siyak ve sibakına ve bilhassa orada ifade edilmek istenen asıl maksadın ne olduğuna dikkatle bakmak gerekiyor.
Özetle: Osmanlıcadaki aynı kelimenin hasseten Latince baskılarda farklı şekilde yer almasının sebebi, yazılış benzerliğinden kaynaklanıyor.

Mânâ uçurumu
Bu iki kelime arasındaki farklılık, zahiren çok basit görünmekle beraber, mânen pek büyük bir farklılığa kapı açmaya sebebiyet verebiliyor.
Zira, meselâ "pot kırmak" ile "put kırmak" tabirlerinin, hem ekser sözlük, ansiklopedi, lûgat ve kamuslardaki karşılığı, hem de özellikle zihinlerdeki mânâsı (tedaisi/çağrışımı), hele hele ma'şerî idrakteki yeri arasında adeta uçurumlar vardır.
Bu noktada en ufak bir tereddüdü bulunan kimsenin, hemen en yakınından başlayarak şöyle bir sorgulamada bulunmasını tavsiye ederiz: "Sizce 'pot kırmak' ne demektir ve ne anlama geliyor?" diye, 72 milyona sorun meselâ...
Şuna eminiz ki: Halkımızın, değil yüzde 99'u, belki binde 999'u şuna benzer bir karşılık verecektir: "Gaf yapmak, hata etmek, münasebetsiz söz söylemek..."
Ayrıca, "Pot kırmak"la eş anlamlı olarak da "Çam devirmek", yahut "Baltayı taşa vurmak" gibi deyimleri sıralayacaktır.
Fesübhanallah! Üstad Bediüzzaman, bu halkın binde 999'nun yanlış anlayacağı, farklı mânâ vereceği bir tâbiri kullanır ve eserlerinde zikreder mi?
Bu noktada, şu ölçüye de ihtiyaç duyulduğu kanaatindeyiz: "Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata fedâ edilmez." (Mektubat, s. 459)
Meselâ, "Dehşetli bir put kırdım" tâbirini Üstad Bediüzzaman'ın sarf ettiği yerden okuyan bir kimse, herhangi bir şüpheye, tereddüde, yahut yanlış algılama cenderesine düşmeden, okumaya, düşünmeye devam eder.
Bunda, muhakkak bir maslahat vardır.
Buna mukabil, oradaki ifadeyi "Pot kırdım" diye okuyup dinlediği takdirde ise, ekseriyetle şekke düşecek ve tereddüt yaşayacaktır. Bu da, "mevhum mazarrat" hesabına geçer ki, son derece dikkat ve hassasiyet ister.

Kâmusta, sözlükte ne yazıyor?
Bize itiraz eden bazı kimseler, medar–ı hayrettir ki, Şemseddin Sâmi'nin "Kamûs–ı Türkî" isimli eserindeki "Pot kırdım" tâbirinin karşılığını dahi tahrif ederek, gûyâ yanlışımızı yayma cihetine gittiler.
Onlar bir tek nüshaya bakmışlar. Üstelik, tahrifat yaparak ahkâm kesiyorlar.
Biz ise, birkaç nüshaya bakarak, yapılan fâhiş hatayı tesbit ettik.
"Pot kırdım" tâbirini Üstad'a yakıştıranlar, "Kamûs–ı Türkî" üzerinden şu mecazî mânâyı aktarmışlar: "Karşındakine saygı göstermeden yüzüne sözü söylemek; hazırundan birine dokunacak bir söz söylemek." (Sayfa: 359)
İşte, biz de aynı eserin aynı maddesine baktık ve mecazî mânâda verilen şu ifadelerin yer aldığını gördük: "Münasebetsiz (yani, yerli–yersiz gereksiz–zamansız) söz söylemek. İstemeyerek, hadrevandan (hazır bulunanlardan) birine dokunacak söz söylemek. (Sayfa 359)
Aynı eserin bir başka nüshasında da şunlar yazılmış: "POT: (Mcz) Yanlışlık, gaf, hata. (...) Pot kırmak: Sözü yersiz söylemek, istemeyerek karşısındakilerden birine dokunacak söz söylemek, münasebetsiz söz söylemek." (Kamûs–ı Türkî, Tercüman Genel Kültür Yayınları, İstanbul–1991)

Tahlil:
1) "Saygı göstermeden sözü yüzüne söylemek" nerede, "Yersiz, münasebetsiz söz söylemek" nerede?
2) Üstad Bediüzzaman, bilhassa o muhatabına karşı "münasebetsiz söz" söyler mi? Yahut, "Onu 'istemeyerek' kırdım" mânâsına gelecek bir tâbiri kullanır mı?
Bizi tenkit edenlerin ikinci bir mânâ saptırması da, TDK'nın sözlüğünden yaptıkları "iktibas"ta dikkati çekiyor.
Bunun da doğrusunu hemen aktaralım. Bu sözlükte yer alan "Pot kırdım"ın mecazî mânâsı aynen şöyledir: "Pot kırmak: Yersiz ve karşısındakine dokunacak söz söylemek, gaf yapmak." (TDK, Türkçe Sözlük, Ankara–1988)

Elimizdeki nüshalar
Biz bu konuya—öyle bazı kimselerin zannettiği gibi—hiç araştırma yapmadan girmiş değiliz. Elimizde, Latince olarak basılan Emirdağ Lâhikası isimli eserin ilk nüshaları var.
İlgili sayfanın kupürlerini orta sütunda gördüğünüz bu nüshalardan birinin üzerinde "Sinan Matbaası–İstanbul–1959" diye yazıyor. (Sayfa: 242) Bir diğer nüshada ise "Nur Matbaası–Ankara–1959" ibaresi yer alıyor. (Sayfa: 189)
Bazı kitapların klişesi eski olabilir. Ancak, bu nüshaların, ilk Latince çevirilerin esas alınarak basıldığında şüphe yok. Bizzat kendim, 1970'lerin başlarında gördüm ve aldım bu nühalardan.
Gerek bu iki nüshada ve gerekse Yeni Aya Neşriyatın esas aldığı Emirdağ Lâhikası isimli eserin 1980 öncesinde basılan bütün nüshalarında geçen ifade aynen "Dehşetli bir put kırdım" şeklindedir.

Kısa kısa
1) Emirdağ Lâhikası'ndaki "put"u "pot"a çeviren her yayınevinin, bu işi bilerek veya kasıtlı şekilde yaptığını iddia etmiyoruz. Kimseyi peşinen itham etmiyoruz.
Ancak, bilhassa 1980 Darbesinden sonra "Kader bizi Kemalistlerle beraber olmaya mecbur etti" diyenlerin bu gibi konularda yaptığı her hareket ve tasarrufu pür dikkat ve ihtiyatla karşılamak durumundayız.
2) "Dehşet" ifadesi, pot için değil put için kullanılır. Pot'un ise, dehşetlisi değil, belki büyüğü olur. Adamın "Büyük pot kırdım" demesi gibi. Öyle ki, burada "bir" kelimesine bile ihtiyaç bulunmuyor.
3) Bu konuda bizi tenkit edenlerin bir haline de çok taaccüp ettik: Bazı Lâhikaları bütünüyle sansürleyenlere hiç lâf etmiyolar, meselâ.
Oysa, daha evvelki yazımızda, Emirdağ Lâhikası isimli eserde tasarruf yaparak "put"u "pot"a çeviren bir yayınevinin, aynı zamanda bu eserde önemli bir yer tutan "Lozan'a dair lâhikalar"ı da sansürlediğini beyan etmiştik.
Tuhaftır, bizi tenkit edenlerin hiçbiri bu noktaya değinmiyor bile...
4) Birileri bizi bir neşriyat sahibinin 1990'lı yıllarda dillendirdiği "tahrifat teranesi" ile irtibatlandırmaya çalışıyor. Bu ürpertici bir sûizandır. Gıybeti işmam ediyor...
Biz, 1959 baskılı nüshalardan söz ettiğimize ve bunları esas almaya çalıştığımıza göre, bizi başka türlü itham edenleri daha insaflı davranmaya çağırıyoruz.
5) Kendim, söz konusu bahsi nefsime veya muhataplarıma okuduğumda, meselâ "Kâinatta en yüksek hakîkat îmandır, îmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir..." diye okuduktan sonra, hemen ardından "Dehşetli bir pot kırdım" demeye, şu durumda ne dilim varıyor, ne de vicdanım el veriyor.
Aksi yöndeki tezi savunanların, aynı şeyi yakın çevresinde veya vasat bir cemaat üzerinde tecrübe etsin.
Bakalım, hep itiraz ettikleri lûgatçe ve dipnot tekniğine hiç ihtiyaç duymadan bu işin üstesinden nasıl gelebildiklerini göstersinler.
6) Bu gibi hususlar, öyle inatla, ithamla, tenakuzla, tenakürle hallolacak hususlar değil. Meseleye, çok yönlü bakılmalı ve itidal ile yaklaşılmalı.
Bu konuya katkısı olan herkesten Cenâb–ı Hak ebeden razı olsun.

2

03.01.2011, 08:27

Değerli muhabbet fedaileri bu konu üzerinde araştırmaya dayalı görüş ve düşüncelerimizle foruma katkı yapalım.

3

03.01.2011, 15:40

''Pot'' kelimesi hiç Bediüzzaman'la yan yana olabilir mi? O hayatında pot kırmaz , ama put kırar...!

4

03.01.2011, 16:41

Yukarıda kupürünü gördüğünüz ilk nüshalardaki (Ki, Zübeyir abi henüz hayatta iken basılmışlar) bu en kritik tabir, yanlış basılmış diye kabul edilebilir mi?

5

11.01.2011, 08:35

Said Nursî haklı çıktı


Said Nursî-M. Kemal görüşmesiyle gündeme gelen ve Bediüzzaman’ın önce M. Kemal’e yazdığı, sonra milletvekilleri ile komutanlara dağıttığı on maddelik beyannamenin muhtevası üzerinde nedense hiç durulmadı.
Oysa tarihî bir dönemeçte kaleme alınan bu metinde son derece önemli mesajlar yer alıyor.
Beyannamede namaza yapılan vurgu ve akabinde tartışmanın namazda odaklanması sıradan bir hadise değil. Bu konuda sergilenen tavırlar, çok önemli bir dönüm noktasının eşiğinde, geleceği şekillendirecek tercihleri aksettiriyor.
Dolayısıyla, namaz tartışması, aynı zamanda derin bir zihniyet mücadelesini açığa çıkarıyor.
Bu mücadelede M. Kemal’in kendisini konumlandırdığı yer, “Din bizi geri bıraktı” diyen anlayış iken, Said Nursî tam tersini savunuyor.

Kazım GÜLEÇYÜZ irtibat@yeniasya.com.tr




Her fırsatta tekrarladığı “Peygamberlerin doğuda, filozofların batıda gelmesi kaderin bir işaretidir” tesbitini metnin 5. maddesinde de ifade eden Bediüzzaman, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Şarkı (doğuyu) ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz (uyandırdınız), fıtratına muvafık (yaratılışına uygun) bir cereyan veriniz, yoksa sa’yiniz (emeğiniz) ya hebaen (boşa) gider, veya muvakkat, sathî (geçici ve yüzeysel) kalır.” (Tarihçe, s. 221)
7. maddedeki şu tesbit de aynı paralelde:
“Âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâpvâri bir iş görmek, İslâmiyetin desatirine (prensiplerine) inkıyad (uymak) ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise, çabuk ölüp sönmüş.”
8. maddedeki ifadeler ise, yine bu mânâları bir başka önemli boyutuyla dikkatlere sunuyor:
“Zaaf-ı dine (dinde zayıflamaya) sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi (ahlâksız Avrupa medeniyeti) yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’ân’ın zaman-ı zuhuru (ortaya çıkma zamanının) geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez.”
Ve beyannamedeki son paragrafın ilk cümlesi olan “Şu inkılâb-ı azîmin (büyük değişimin) temel taşları sağlam gerek” ifadesi, aktardığımız pasajlardaki mânâ ve mesajı iyice perçinliyor.
Aslında her biri enine boyuna irdelenip detaylı şekilde tahlil edilmesi gereken cümlelerden oluşan tarihî bir metin bu. Çok önemli bir yol ayrımında yönelinmesi gerekli doğru istikameti gösteren uyarılarla dolu bir yol haritası.
Dikkatle üzerinde durulması gereken pek çok önemli mesaj içeriyor. Meselâ onlardan biri, saltanatın kaldırılmasını tartışma konusu bile yapmayıp, bu işlevin Meclis tarafından üstlenilmesini bir vâkıa olarak kabul etmesi. Ki bu tavır, Said Nursî’nin ta İkinci Meşrutiyetten itibaren ortaya koyduğu, “Artık tek şahsın değil, şahs-ı manevînin öne çıkıp belirleyici olduğu bir çağdayız, zaman cemaat zamanıdır” deyip, adalet, meşveret ve hukukun üstünlüğü gibi temel değerleri vurgulayan çizgiyle de örtüşüyor.
Bediüzzaman’ın, aynı Meclise hilâfet mânâsını da deruhte etmesi yönündeki çağrısı da son derece önemli. Ama bunun yönteminin “Artık hilâfeti ben devralıyorum” gibi bir ilânat yapmak değil, İslâm şeairinin gereklerini yerine getirmek şeklinde olması gerektiğini ifade ediyor.
Hilâfetin kaldırılmasına dair kanunda, bu misyonun Meclise devredildiği yönünde bir maddeye yer verilmiş olması, bu uyarılara o gün için itibar edildiğinin bir işareti. Ancak sonrasındaki uygulamalar ne yazık ki tam tersi yönde gelişti.
Said Nursî’nin, “Ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeairini tahrip ediyorlar. Öyle ise, zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir” çağrısı yaptığı kadrolar, bilâhare kendi elleriyle şeairi tahribe yöneldiler.
Cumhuriyet adı altında kurdukları tek parti diktasında ezan, mabedler, din eğitimi ve tesettür gibi İslâm şeairini hedef alan yıkıcı tasarruflar, bu yönelişin en belirgin ve çarpıcı örnekleri.
Ama 90 yıl sonra bakıyoruz ki, bunların çoğu kalıcı olmadı. “Yapacaklarınız geçici ve sathî olur, çabuk ölüp söner” diyen Said Nursî haklı çıktı.11.01.2011

6

12.01.2011, 08:19

Birikmiş suâllere kısa cevaplar (1)


Son birkaç haftadır, yoğun koşuşturmalar sebebiyle siz değerli okuyucularımızdan ve arkadaşlarımızdan gelen mektuplarla, sorularla, mesajlarla ilgilenemedik.
Bunlar, haliyle birikti, bir yekûn teşkil etti. Bugün, inşallah önemli bir kısmına kısa cevaplar halinde değinmeye çalışalım.
Gelen suâllerin ekseriyeti, halen vizyonda olan "Hür Adam" filminin etrafında şekilleniyor. Şimdi, muhtelif konulara dair birikmiş suâllerin cevaplarına geçelim.

M. Latif SALİHOĞLU latif@yeniasya.com.tr






Soru: Said Nursî, Bitlis muharebeleri esnasında M. Kemal'in emri altında bulundu mu?

Cevap: Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya yeltenenlerin marifetiyle, tarihimizin bu şanlı sayfasına da karanlık bir gölge düştü. Bazı zihinlerde kargaşa meydana geldi.

Oysa, mesele gayet basit ve açıktır.

Ekim 1913'ten Ocak 1915'e kadar Sofya Ateşemiliterliği görevinde bulunun M. Kemal, 18 Mart'ta kazanılan Çanakkale Deniz Zaferinden beş gün sonra bu bölgeye (Eceabat'a) geliyor. Buradaki kara muharebelerinde bulunuyor. Tâ 1916 yılı Ocak ayına kadar da bu muharebeler devam ediyor.

M. Kemal, aynı yılın Şubat ayı sonlarına kadar Edirne'de iken, Diyarbekir'e (16. Kolordu) atamasının yapılması üzerine, 1916 yılı Mart ayı ortalarında görev yerine ancak ulaşabiliyor. Bitlis'in kurtuluşu ise, bu tarihten aylar sonra, 8 Ağustos 1916'da vuku bulmuştur.

Said Nursî hakkında az–buçuk bilgi sahibi olanlar bile, hiç olmazsa şu kadarını bilirler: Milis Alay Kumandanı olarak Kafkas Cephesindeki muharebelere katılan bu zât, bir yıldan fazla süren bir gerilla savaşı neticesinde 1916 yılı Şubat sonu, ya da Mart ayının ilk günlerinde (3 Mart, karlı–buzlu bir havada) yaralanarak Ruslara esir düşmüştür. Buradan da alınıp Rusya'daki esirler kampına doğru götürülmüştür.

Dolayısıyla, anlamsız "emri altında çalıştı–çalışmadı" tartışması bir yana, M. Kemal ile Said Nursî eş zamanlı olarak Bitlis ve havalisinde birarada bulunmuş dahi değiller.

Buna rağmen, yine de yalan–yanlış birçok şey konuşuluyor. Tıpkı, M. Kemal'in Çanakkale Zaferinde bölgede gösterilmesi yalanı gibi. Oysa, M. Kemal, zaferin kazanıldığı 18 Mart gününe kadar o diyarda dahi değildir.


Suâl: Siz Hür Adam filmini seyrettiniz mi? Genel olarak bir değerlendirme yapar mısınız?

Cevap: Hür Adam filmini, iki hafta öncesinden seyrettik. Tâ, basın gösterimi esnasında...

Filmin genelinde, Üstad Bediüzzaman'ın dâvâsı, hayatı, fikriyatı doğru şekilde ve çarpıcı kurgularla nazara veriliyor. Bunun yanı sıra, ciddî eksikler, hatalar, yanlışlar da var filmde.

Genişçe bir değerlendirmeyi zamana bırakarak, şimdilik şunları söylemekle iktifa edelim.

Bu zamanda san'at ve neşriyat âlemindeki hizmetlere "hasenat–seyyiat" dengesi çerçevesinde bakmak ve öyle değerlendirmek lâzım.

Çünkü, bunlar "geniş daire" kategorisine giren hizmetlerdir. Geniş daire hizmetlerinde ise, asliyeti, mahz–ı hakikati olduğu gibi sunmak, yani katışıksız şekilde nazara vermek hayli zor bir iştir.

Bu gibi hizmetlerin hasenat ve seyyiatını terazinin iki kefesine koyup öyle tartmalı. Hangisinin ağır bastığına bakılmalı.

Geniş dairede bir cihette "ilânât" hükmüne geçen Hür Adam filminde, hayır kefesinin ağır bastığını söylemek mümkün.


Soru: Hür Adam filminde, Nur Talebelerinin çoğu kez şapkalı, kasketli gösterilmesi gerçeği yansıtıyor mu?

Cevap: Nur Talebelerinin çok az bır kısmının başlangıçta şapka, fötr gibi başlıkları kullandığı doğrudur. Şamlı Hafız Tevfik gibi. Ancak, sonradan çıkarmışlar. Ekseriyetle de şapka giymemişler. Filmde, bu noktada bir tenakuz var.


Soru: Üstad, Kürtlere "Bu milleti Türkler idare ediyor. Bundan sonra da onlar idare edecek" demiş midir?

Cevap: İfade aynen öyle olmayabilir. Ancak, bu ifade Üstad'ın bu konudaki asıl maksadına ters düştüğü de söylenemez.

Zira, Üstad, mükerrer risâle ve mektuplarında şecaat sahibi olan Kürtlerin Türklerden ayrılmamaları, onlara "dest–i sadâkat"i uzatarak eskisinden daha çok yardım etmeleri, haricî cereyanlara kapılmamaları ve Demokrasi/Meşrûtiyet sâyesinde teşkil olunan "hükûmet havuzu"na temiz pınarlar akıtarak birlikte doldurmaları yönünde çok tesirli telkinlerde bulunuyor. (Bkz: Münâzarât, s. 43–44.)

Keza, aynı meseleye mâtuf söylenen şu sözlere de dikkat lâzım: "Meşrutiyet hâkimiyet–i millettir. Yani, efkâr–ı âmmenizin misâl–i mücessemi olan mebusân hâkimdir. Hükûmet, hâdim ve hizmetkârdır. Öyle ise, kendinizden teşekkî ediniz. Her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız." (Age, s. 42) "Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder." (Age, s. 126)


Soru: Hür Adam filminde M. Kemal hakkında nazara verilen ve İslâm dünyasına birlik çağrısı yapan "Paşanın son mektubu" hakkındaki fikriniz nedir?

Cevap: Filmi tenkit niyetiyle değil; ancak, gerçeği söylemek adına şimdilik şunları ifade edebiliriz:

1) M. Kemal'in ölümünden 15 gün önce böyle bir mektubu yazıp neşrettiğine dair herhangi bir kayda rastlamış değiliz.

2) Bu mânâdaki bir Beyannâme, Meclis'in kuruluşundan iki hafta kadar sonra, yani 9 Mayıs 1920'de (aa) vasıtasıyla neşredilmiş görünüyor. (Bkz: Atatürk'ün Tâmim, Telgraf ve Beyannâmeleri, IV. Cilt, s. 323, 1964 Ankara.)

3) On sekiz sene evvelki bir mektubunu tutup ölümünden iki hafta öncesine monte etmek, gerçeklikle bağdaşmaz.

4) M. Kemal için 1938'de "Paşa" demek, gazetelerde öyle yazmak, kimin haddine... 26 Kasım 1934 tarihli ve 2590 sayılı kanunla yasaklanan lâkaplar arasında "Paşa" da vardır.

5) M. Kemal için 1934'ten sonra bilhassa kullanılan lâkap/tâbir "Reisicumhur"dur ve bilâhare "Ebedî Şef"tir.

6) M. Kemal, 17/18 Ekim 1938 gecesi (10 Kasım'dan 22 gün önce) ağır koma haline girmiştir. O günden itibaren, tam olarak düzelememiştir. Kısmî ve muvakkat düzelmeler görülmekle beraber, İslâm dünyasına hitaben bir mektup yazacak derecede asla kendine gelememiştir. Bu ilk koma halinden itibaren, sık sık karnında biriken litrelerce sıvı boşaltılmaya (ilk iki boşaltma Eylül'de) çalışılmış ve meselâ 7 Kasım günü toplam 10,5 litre sıvı dışarı alınmıştır. (Bkz: Dr. Mim Kemal Öke, Yenigün dergisi, No: 304, s. 11–13)

Tamamı ispatlı, tesbitli, delilli, kaynaklı olan bu bilgiler gösteriyor ki, M. Kemal'in ölümünden on beş gün öncesine dayanan ve İslâm dünyasına hitaben yazılan herhangi bir mektubu söz konusu değildir

Demek ki, bu noktada ciddî yanılgı söz konusudur..

Suâl–cevap faslı devam edecek.12.01.2011

7

12.01.2011, 08:26

Davut ŞAHİN

davutsahinn@gmail.com


Bediüzzaman’ı, Mustafa Kemal’le barıştırma çabaları mı?

Hür Adam filmi birçok tartışmanın fitilini ateşledi.
İyi de oldu.
Yakın tarihin bilinmeyen bazı karanlık noktaları gün ışığına çıkıyor veya bu konuda uzman isimler konuşuyor.
Olması gereken bu değil mi?
Görülüyor ki Üstad’ın tasarrufu hala devam ediyor.
*
Film sektörünün etkili olduğunu görmek açısından Hür Adam filmi önem taşıyor.
Çünkü sinema diliyle binlerce kişiye yani, hem havassa hem de avama ulaşmak mümkün.
*
Hür Adam filminin ne kadar izleneceğinin bana göre hiç önemi yok. Aslolan bu filmin mevcudiyeti. Bu film yapımcıların da iştahını kabartmalı. Hatta uyanık yapımcılar eğer gündemde kalmak istiyorsa, işte altın fırsat; Bediüzzaman Hazretlerinin “her dönemi” beyaz perdeye aktarılabilir.
Hayatının bütününü ele almak yerine, yaşadığı bazı özel dönemler gündeme getirilebilir.
*
Kurtlar Vadisi filminin yapımcısı ve yönetmeni Zübeyr Şaşmaz’la bir çekim öncesi sohbet ediyoruz. Malum, Kurtlar Vadisi Filistin, yakında gösterime girecek.
“Rakibiniz Hür Adam olabilir mi?” diye sordum.
“Burada rekabet önemli değil, güzel işin çıkmış olması önemli. Artık Türk sinemasında kaliteli ürünler yapılıyor. Filmlerimizi dışarıya satıyor noktasına gelmemiz çok iyi… Çünkü yıllardır biz hep film satın alıyorduk. Niye film yapıp satmıyalım ki? Biz bunu kırdık.” dedi.
Yıllardır Hollywood bize, “Siz film yapamazsınız, bunları ucuz alın tüketin” demiş. Ama artık Hollywood tekeli kırıldı. Bu bakımdan Şaşmaz’ın söylediklerine katılmamak mümkün değil.
*
Dönelim konumuza; Zülfü Livaneli’nin yönettiği Dersimiz Atatürk filmi gişede çaktı. Can Dündar’ın Mustafa’sı ise çok tartışıldı, hatırı sayılır bir izlenme oranı yakaladığını söylemek güç.
“Hür Adam” filmi daha gösterime girmeden çok tartışmaları beraberinde getirdi. Gişe hasılatı ne kadar olacak şimdiden merak konusu.
*
Burada dikkatimizi çeken bir nokta var.
Bediüzzaman’la Mustafa Kemal’i “barıştırma” çabaları….
Filmde geçen bir sahnenin ardından Habertürk gazetesi bir mektup yayınladı. Bazı tarihçiler bu mektuptan yola çıkarak, kanal kanal dolaşıp, Bediüzzaman’ın M. Kemal’i sevmediğinden adeta dert yandı.
Sormak lazım:
Peki, M. Kemal Bediüzzaman’ı seviyor muydu?
*
M. Kemal’in icraatından anlaşılıyor ki, dini ve dindarları sevmiyordu. Dolayısıyla onun için, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde Bediüzzaman Said Nursi bir tehlike(!) oluşturuyordu. Her yolu denediğini tarih kayıtlarından öğreniyoruz. Bediüzzaman hazretretlerinin 80 yıllık çileli ömrü, bunun ispatıdır.
*
Halbuki Bediüzzaman, “Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünkü ben başka maksaddayım, başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, asayişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç layık olmadığınız halde ‘kalb de bizi sevsin’ demeye…” (Mektubat, 16. Mektup)
*
Bediüzzaman ile M. Kemal iki farklı kutuptu. Hayatlarında bir araya gelemeyenleri, vefatından sonra bir araya getirme çabaları acaba niye dersiniz?

8

13.01.2011, 08:29

Birikmiş suâllere kısa cevaplar (2)


Tenkitte ölçü
Soru: Madem ki Hür Adam filmini daha vizyona girmeden önce seyrettiniz, niçin tenkidinizi hemen yapmadınız? Filmde tesbit ettiğiniz eksik, hata ve yanlışları neden yüksek sesle dile getirmiyorsunuz?

M. Latif SALİHOĞLU latif@yeniasya.com.tr




Cevap: Müminleri tenkit, haklı, yapıcı ve insaflı olmalı. Aksi halde, fayda yerine zarar verilmiş olur.
Ayrıca, dün de ifade ettiğimiz gibi, bu filmin hasenatı seyyiatına galip görünüyor. Bu ölçüye göre reddedilmez.
Diğer birkaç noktayı da şu şekilde sıralayabiliriz: Bu film, daha vizyona girmeden hakkında resmen soruşturma başlatıldı. Keza, medyanın bir kesimi tarafından adeta yaylım ateşine tutuldu.
Hür Adam filminden şiddetle rahatsızlık duyanların itiraz ve saldırıları, bu filmin bizce seyyiatına değil, hasenat tarafınadır. Taarruz cephesinde yer alanlar, özetle şunu söylüyor: "Nasıl olur da Atatürk karşıtı olan Said Nursî'yi 'Hür Adam' diye tanıtırsınız? O kim oluyor ki, M. Kemal'in karşısında ayak ayak üstüne atar? Nasıl olur da, Atatürk'e posta koyar? Devletin gözünde seksen beş yıldır sakıncalı bulunan bir şahsın, bugünkü nesle iyi insan, dinî lider, büyük âlim diye tanıtılması zinhar kabul edilemez..."
İşte, böylesine şerir ve şirret bir cephede görünmemek ve onlara kuvvet vermemek için, hem teenni ile hareket ediyor, hem de tenkitlerimizi insaflıca ve dostane bir çerçevede kalarak yapmaya çalışıyoruz.
Tarihe not düşmek için bir önceki yazıda yaptığımız eleştirileri de bu çerçevede değerlendirmek lâzım.
Hülâsa: Güneşin yedi renginin sür'atle dönmesiyle nasıl beyaz renk ortaya çıkıyorsa, gündeme damgasını vuran Hür Adam filminin yol açtığı dalgalanmaların uyandırdığı dikkat ve merak kamçısı da, Üstad Bediüzzaman ve eserlerinin doğru şekilde anlaşılmasını netice verecektir.
Nitekim, bunun emareleri daha şimdiden tezâhüre başlamış görünüyor. Risâle–i Nur Külliyatına olan talep artışı, bunun açık bir delili mahiyetinde.

Zamanlama
Soru: Filmin vizyona girmesini zamanlama açısından nasıl buluyorsunuz?
Cevap: Zamanlamayı mükemmel buluyoruz. Özellikle ayarlamaya çalışırsanız, ancak bu derece isabetli ve tevafukatlı olabilir.
Hür Adam, 2011 senesinin ilk haftasında (7 Ocak, DP'nin de kuruluş günü, 1946) gösterime girdi.
Daha vizyona girmeden, geçen yılın son aylarını etkisi altına almıştı. Besbelli ki, bu yeni yılın Ocak ve Şubat aylarını etkileyecektir.
Hemen ardındaki Mart ayı ise, Türkiye ve hatta dünya çapında Üstad Bediüzzaman konuşulup muhtelif programlarla yâd edilecek. Onun vefat yıldönümü olduğu için, her Mart ayında yapılagelen anma programları, bu yıl artan bir ilgiyle daha bir yoğunluk kazanacak gibi görüyor.
Doğrusu, yılın ilk üç ayına damgasını vuran bir hadisenin tesiri, o yılın tamamına şâmil olacağı yönünde kuvvetli bir kanaati uyandırıyor.
Kim bilir, belki de Nur'un "zâhirâne, âşikârâne, galibâne" devresinin başlangıcını müjdeleyen "hâdisât–ı azime" vücuda geliyor. (KL, s. 26.)

Mükemmele doğru...
Soru: Bediüzzaman Said Nursî'yi konu edinen, onun kudsî dâvâsını nazara veren bir filmin hatasız, kusursuz ve hatta mükemmel olmasını beklerdik. Hür Adam'ı seyrederken, bu noktada az da olsa sukût–u hayale uğradık diyebiliriz.
Cevap: Beşerin eliyle ve imkânlarıyla yapılan şeyler, başlangıçta mükemmel olmaz. Zaman içinde tekâmül sağlanır.
Hür Adam filmi mükemmel doğsaydı, onu aşacak yeni çalışmalar yapılamazdı. Dolayısıyla, eksik ve kusurlu olmasını mâkul karşılamalı... Ayrıca, bu film, kendi sahasında bir ilk. Üstelik, final sahnesi de yok. Zincirin ucu açık bırakılmış.
Bütün bunlar gösteriyor ki, Said Nursî'nin hayatını, mücadelesini, hatta eserlerinin muhtevasını beyaz perdeye yansıtacak yeni yeni çalışmalara büyük ilgi ve ihtiyaç vardır.

Övücü tabirler, şiddetli çıkışlar
Soru: Üstad Bediüzzaman'ın M. Kemal'e hitaben yazdığı söylenen 23 Kasım 1922 tarihli mektupta, onun için "Gazi, kahraman..." gibi övücü tabirler kullanmış mıdır?
Cevap: Habertürk gazetesinin 4 Ocak 2011 tarihli sayısında yayınlanan belgeye göre, söz konusu mektubun başında bu tabirler kullanılmıştır.
Ancak, burada yine de bir ihtiyat payını bırakmak durumundayız. Çünkü:
1) Habertürk'ün manşet haberinde "Bediüzzaman'ın Atatürk'e yazdığı mektup" ifadesi kullanılıyor. Bir kere, o tarihte M. Kemal için "Atatürk" denilmiyordu. Soyadı Kànunu 1934'te çıktı ve "Atatürk" de bu tarihten sonra kullanılmaya başlandı. Bu derece bâriz görünen bir hatayı bilerek yapanlar, başka türlü saptırmaları da yapabilirler.
2) Söz konusu 23 Kasım 1922 tarihli vesikanın, öncelikle uzmanlar tarafından serbestçe incelenmesi gerekiyor.
Bu çekincelerin dışında, ayrıca şunları söylemek mümkün: Said Nursî, o mektupta M. Kemal'i "Hem muzaffer ordunun, hem muazzam Meclis’in mânevî şahsiyetini temsil" makamında görüp öyle hitap ediyor.
Bu ifadenin zımnında, hem ordunun, hem de Meclis'in mânevî şahsiyetine bir saygı esprisi yatıyor. Ki, öyle de olması lâzım. Zira, o devirde bütün millet, bütün mebusân, bütün kumandanlar ve hatta bütün ehl–i İslâm, Ankara'daki tabloya bu nazarla bakıyor.
Herkes, İstiklâl Harbini din için, vatan için, millet ve mukaddesat için yapıldı biliyor. Öyle ki, Sakarya Meydan Muharebesi (1921) esnasında, Fevzi Paşa başta olmak üzere üst düzeydeki komutanlar, ellerine Kur'ân–ı Kerim'i alarak ordunun önüne geçmiş ve Mehmetçiği bu mukaddes kitap uğrunda savaşmak adına coşa getirmişlerdir.
Bununla beraber, Bediüzzaman'ın övgü içeren sözlerle M. Kemal'e ilk hitabı ne derece doğruysa, onun daha sonraki "Paşa, Paşa! İslâmiyette, îmandan sonra en yüksek hakîkat namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduddur" çıkışı da onun kadar, hatta ondan daha büyük bir hakikatin ifadesidir.
Bu iki husus beraberce nazara verildiği takdirde, ortada şüphe, tereddüt uyandıracak bir nokta kalmaz kanaatindeyiz.

Kanaat değişikliği
Soru: Üstad Bediüzzaman'ın M. Kemal'in şahsı hakkındaki düşünce ve kanaati değişmiş midir?
Cevap: Bediüzzaman'ın "Ankara günleri"ndeki gelişmelerden ve orada gördüklerine dair yazdıklarından, sonradan böylesi bir görüş ve kanaat değişikliğinin vaki olduğu mânâsını çıkarmak mümkün.
Zaten, Üstad'ın kendisi de, orada bir şahsın mahiyetini anladıktan sonra, kendisinde bir kanaat değişikliğinin hasıl olduğunu ve bu sebeple siyasetteki "çok ehemmiyetli vazifeleri"ni bırakarak Ankara'dan ayrıldığını defaatle beyan ediyor. (Bkz: Şualar, s. 314)
Son söz yerine: "Biz ki hakikî Müslümanız. Aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz."
(Bediüzzaman, Divan–ı Harb–i Örfi, s. 39) 13.01.2011

Bu konuyu değerlendir