Giriş yapmadınız.

1

13.09.2007, 16:50

Osmanlı´da Ramazan

Dünya coğrafyasının önemli üç kıtasında hüküm süren Osmanlı döneminde Ramazan’ın, toplumun günlük hayatına, mutfak ve eğlence hayatına değişik yönlerden etki ettiği, ayrıca edebiyat ve san’at alanlarına da damgasını vurduğu bilinmektedir.

Ramazan’a mahsus ekmekler, pideler, başta güllaç olmak üzere birçok tatlı çeşitleri, iftariyeler, makam-mevki ve mal-mülk sahiplerinin konaklarında verilen diş kiralı ziyafetler dillere destan olmuştur.

Ramazan gecelerini süslemek için minarelerde mahyalar kurulur, kandiller yakılır ve ıslâm’ın sembolü olan birçok güzel söz semada yıldız gibi parlatılırdı. Gece bekçileri davul çalarak ve mani söyleyerek halkı sahura uyandırırlardı.

Osmanlı ımparatorluğunun yönetim merkezi olması hasebiyle ıstanbul, en zengin Ramazan kültürüne sahipti. Belli camilerin avlularında sergiler açılır ve buralarda çeşitli ülkelerden getirilmiş baharat, şekerleme, tespih, ağızlık gibi şeyler sergilenir ve satılırdı. şehzadebaşı’ndaki Direklerarası’nda gezintiler ve eğlenceler yapılırdı. Hacivat-Karagöz oyunu bu eğlencelerin önemli bir parçasını teşkil ederdi.

Ramazan yemekleri

ıbadetin şekli aç kalarak bedenen oruç tutmak olunca, yemek kültüründe de bir hayli zenginleşmeyi beraberinde getirmiştir. Özellikle açlığın zirveye ulaştığı ikindi vakitlerinde zihinlerin yemekler üzerine yoğunlaştığı göz önünde bulundurulacak olursa, yemek çeşitlerinin ve kültürünün gelişmemesi söz konusu olamaz. Her yörenin kendine göre sayılamayacak kadar zengin yemek ve tatlı çeşitleri mevcuttur.

Ramazan eğlenceleri

Tabii Ramazan deyince akla sadece yemek ve eğlence gelmemelidir. Bazı çevrelerin iftardan sahura kadar eğlenceler düzenlendiğini ifade etmeleri ve Ramazan’ı sadece eğlenceden ibaretmiş gibi göstermeleri maksatlıdır. ıslâma aykırı eğlence biçimlerinin Ramazanla birlikte anılmaları doğru değildir. Yapılan bütün eğlencelerin ıslâmın esaslarına aykırı olması zaten düşünülemez. Ramazan eğlenceleri; Karagöz-Hacivat gösterilerinin dışında, akşam gezintileri, çeşitli oyun ve yarışlar, tüfek ve top atışları, fener alayları gibi eğlencelerden ibaretti.

Ramazan’da dayanışma ve birlik

Ramazan gelmeden evvel bütün insanlarda tatlı bir telaş başlar ve gerekli hazırlıklar yapılmaya gayret edilirdi. Komşu ve akrabalar bir araya gelerek imece usulüyle mevsimine göre erişteler, turşular, konserveler, reçeller hazırlanırdı. Medine hurması, zemzem suyu ve top patlamadan evvel fırından çıkan sıcacık Ramazan pidesi sofraların vazgeçilmeziydi. Top atılıp, ezan okunduktan sonra kahvaltılık çeşitlerinden oluşan iftariyelikler yenilir ardından akşam namazı kılınır, bir süre sonra da ana yemek için iftar sofrasına tekrar oturulurdu.

Birçok yörenin kendine özgü yemekleri Ramazan ayında iftar ve sahur sofralarını süsler. Özellikle komşular birbirlerine yemekler gönderirlerdi. Böylece her komşunun sofrası zenginleşirdi. Köylüler, köy odalarında bir araya gelerek sohbet ederlerdi. Karşılıklı iftar dâvetleri yapılarak ailelerin, komşuların, arkadaşların ve akrabaların birlik ve beraberlikleri pekiştirilirdi. Yine bazı yörelerimizde Ramazan ayında evlerde toplanılarak şiirler, maniler okunurdu. Ayrıca köyün yaşlıları, gençlere eski hikâyeler anlatırlardı

Çocuklar ve oruç

Anadolu’nun bazı yerlerinde ilk defa oruç tutan çocuklara çeşitli hediyeler verilirdi. Bazı yerlerde de çocukların oruçları satın alınarak oruca teşvik edilirdi. Tam gün oruç tutamayacak kadar küçük olan çocuklara öğle vakti oruçları açtırılır ve buna da “tekne orucu” denirdi.

Sahur yemekleri

Ramazan’ın ilk gecesindeki sahur yemeği çok önemliydi. Çocuklar bile bu mânevî havadan tat almaları için, Ramazan davuluna eşlik eden manilerle, tatlı uykularından uyandırılıp sahura kaldırılırdı. Sahurda yenen yemekler iftarda yenen yemeklere oranla daha hafif olurdu. Anadolu’da ve Rumeli’nde sahur yemeklerinde çoğunlukla gözleme ve börek yenirdi.

ıftar dâveti ve diş kirası

ıftar sofraları anlatılırken genellikle zengin konakların sofraları anlatılır. Fakir sofralarına neredeyse hiç değinilmez. Halbuki fakir sofralarında da yemek sayısı az olsa bile gerekli özenin gösterildiği, estetik bir sofra olmasına dikkat edildiği görülür.

Osmanlı döneminde zengin köşk veya konaklarda iftar dâveti verilirdi. Bunun yanında fakir halk için de sofralar hazırlanır, çat kapı gelen Allah misafirleri içeri alınırdı. ıftar edilip teravih namazına gidilirken hane sahipleri misafirlerine, içerisinde gümüş tabakalar, kehribar tespihler, oltu taşlı ağızlıklar ve gümüş yüzükler; fakirlere de, gümüş akçe veya altın paralar bulunan birer kadife kesesini diş kirası olarak hediye ederlerdi.

Ramazan’ın edebiyatımızdaki yeri

Ramazanın toplum hayatına kattığı renklilik ve çeşitlilikle birlikte, klâsik şiirimizden tekke şiirine, mânî ve türkü gibi anonim ürünlerden çağdaş edebiyatımıza kadar çok geniş bir alanda da kendisini hissettirdiği ve önemli bir konuma sahip olduğu görülmektedir.

Divan şâirlerinin Ramazan ayının gelişini tebrik için yazdıkları, pâdişâh, vezîr ve diğer ileri gelenlere takdîm ettikleri şiirlere Ramazaniye denmektedir. Bu şiirlerde; Ramazanın özellikleri ve fazîletleri, ilgili âyet ve hadislerin ışığında anlatılmaktadır.

Ramazan ilâhilerini üslûp ve muhteva yönünden iki gruba ayırmak mümkündür. Birincisi Ramazanın gelişi ve karşılanması ile ikincisi de, on beşinden sonra gidişiyle ve uğurlanmasıyla alâkalıdır. Birincisinde, “Merhaba” veya “Hoş geldin ey Ramazan ayı”, “Ey mağfiret ayı” gibi daha çok sevinç ve ümit ifadeleri, ikincilerde ise; “Elveda”, “Ah ayrılık” gibi teessür ifadeleri hâkimdir.

Ramazaniyelerin mûsikîmiz açısından da önemi büyüktür. Teravihlerde, mevlitlerde ve tekkelerde okunan pek çok Ramazan ilâhisinin besteleri yapılmıştır. Her gece değişik makamlarda okunan ilâhilerin dışında, her bir dörtlüğü ayrı makamlarda okunan besteler de yapılmıştır. Maalesef bu bestelerin çoğu yok olup gitmiştir. Ramazanın önemi ve övgüsü, feyzi; mağfiret, bereket ve günahlardan arınma ayı oluşu, bu vesile ile münâcât (yakarış) ve duâ gibi hususları, vuslat (kavuşma) veya firkat (ayrılık) ile ilgili sevinç ve üzüntüleri terennüm eden Ramazan ilâhîlerinin yanında, umûmi mahiyette öğüt ve ikaz edici olan Ramazaniyeler veya bu tür mısraları ihtiva eden manzumeler, özellikle Kadir Gecesi ile ilgili beyitler çok miktarda mevcuttur.

Ramazan konusu, dîvan şiirinde çok işlenmiştir. ıslâmın beş şartı, hepsi bir arada yahut ayrı ayrı manzum veya mensur olarak yazılmıştır. Dîvan şiirinde asıl edebî mahiyette olan manzumeler Ramazaniyelerdir. Ramazaniyelerin nazım şekli genellikle kaside ve gazeldir. Kasidelerin nesîb, yani giriş kısımları Ramazan konuludur ve aynı zamanda Ramazan tebriki için yazılmışlardır. Gazeller ise, daha çok Ramazan ilhamıyla yazılmış şiirlerdir. Ramazaniyelerden, yazıldığı devrin özelliklerini ve âdetlerini de öğrenmek mümkündür. Ramazaniyelerin dışında bayramlar için “Iydiyye”ler, Mi’rac geceleri için “Mi’raciyye”ler, Mevlid geceleri için “Mevlid” kasideleri yazılmıştır.

Osmanlı şairlerinin dilinde oruç, kimi zaman bir güzele, kimi zaman bir zâbıta memûruna, kimi zaman da bir gece bekçisine benzetilir. şâirler, zaman zaman aşk, ayrılık, vuslat gibi duygularını anlatırken benzetme unsuru, kimi zaman da sevgili konumunda bir insanmış gibi Ramazan ve oruç kavramlarını şiirlerinde kullanırlar. Genel olarak şâirler, orucu ayrılığa, bayramı da vuslata denk görürler. Osmanlı toplumunda Ramazan ve ardından kutlanan bayram vesilesiyle düzenlenen eğlenceler, sohbetler, kandil ve mahyalarla süslenen camiler, önceden hazırlanmış olan reçeller, şuruplar ve tatlılar, bir coşkunluğun ifadesi olarak edebî eserlere de yansımıştır. Ramazanda ve kandil gecelerinde minarelerin sanki bir renk cümbüşü oluşturacak şekilde kandillerle donatılıp süslenmesi, günümüze kadar devam eden bir gelenektir.

Halk edebiyatında da özellikle türkü, mâni ve bilmecelerde Ramazanla ilgili ifâdelere rastlanmaktadır. Ramazan davulcularının halk diliyle söyledikleri mâniler, dînî hoşgörünün sınırları çerçevesinde zengin bir birikimi ve halk kültürünü yansıtmaktadır.

Donanma

Bildiğimiz donanma kelimesinin; Osmanlı Devletinde mübarek günlerde, bayramlarda, ordularının zafer dönüşlerinde, padişahların çocuklarının doğumlarında ve düğünlerde yapılan şenlik ve gösterilere verilen isim olması hasebiyle ikinci bir mânâsı bulunmaktadır.

Bu donanmalar esnasında, denizde ve karada fener alayları, çeşitli oyun ve yarışlar tertip edilir, ışıklandırmalar, top, tüfek ve fişek atışları yapılırdı. Bu donanma ve şenlikler, ıslâm dininin çizdiği meşrû sınırları taşmazdı. Başta padişahlar olmak üzere, sadrazamlar, vezirler ve diğer devlet erkânı da teşrif ederek neşe, sevinç ve saadeti halkla paylaşırlardı. Bu şenliklere, yabancı devlet adamları, büyükelçiler de dâvet edilirdi.

Ramazan ve günümüz

Ramazan kültürümüzün bir kısmının, günün şartlarına göre yok olup gitmesine karşılık, önemli bir kısmı da yaşatılmaya çalışılmaktadır. Dillere destan zengin konaklarında verilen iftar yemekleri yok ama, artık hamiyet sahibi zenginlerin destekleri ile kurulan iftar sofraları var. Halk arasındaki yardımlaşma ve dayanışma hiç canlılığını yitirmemiştir. Fakir ailelere paketler halinde yardımlar yapan vakıf ve dernekler de hızla artmaktadır.

Dînî unsurlardan kendilerini mümkün mertebe uzak tutan bazı çevrelerin öze dönüş yolunda sarf ettikleri çabalar da ayrıca çok sevindiricidir. Turizm merkezlerindeki beş yıldızlı otellerde bile artık Ramazan ayı boyunca iftar yemekleri verilmekte, misafirlerin akıllarından hiç çıkmayacak bir Ramazan ayı geçirmelerini sağlamak için büyük çabalar sarf edilmektedir. Oteller bünyesinde oluşturulan ve tamamen Osmanlı Türk motifleri ile dekore edilmiş olan özel restoranlarda, Ramazan mönüleri hazırlanmaktadır.

Camilerde geniş çaplı temizlikler yapılmakta, gül ve misk kokuları saçılarak on bir ayın Sultanı Ramazanı karşılamaya çalışılmaktadır.

Sonuç

Ramazan için yapılan bütün bu maddî hazırlıklar bir yana, esas olan manevî hazırlıklardır. Maddî hazırlıklar, hiçbir zaman manevi hazırlıkların önüne geçmemelidir. Kulluk şuurunun canlı tutulması için Rabbimizin oruç emrini yerine getirmek için daha çok hazırlanmak gerekir. Ramazan ayı, rahmet ayı, oruç ayı, feyiz ve bereket ayı, af ve mağfiret ayı, duâ ayı, Kur’ân ayıdır. Allah’ın rahmetinin, ikramının, af ve mağfiretinin coşup taştığı bir aydır.

Bu sebeple Risâle-i Nur dairesinde olduğu gibi, binler dillerle ve kalplerle duâ etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek, bazı melâike gibi kırk bin lisanla tesbih etmek, seksen küsûr sene kıymetinde bulunan ve Ramazan-ı şerif’in tamamında gizlenen Kadir Gecesi hakikatini kazanmak için yüz bin elle aramak manevî kazancımızı kat kat arttıracaktır.

KAYNAKLAR:
1- rbingol@superonline.com
2- www.sandikli.com
3- www.tellal.com.tr, Halil Kerimgil, Ramazan’ın Gölgesinde, 13.10.2004
4- www.sanatalemi.net -Muhiddin Nalban Yeniçağ, 24.10.2006
5- Alim YILDIZ, Ramazan ve Edebiyet, Ay Vakti, 2006, Araştırma, Sayı: 73
6- Rehber Ansiklopedisi, Donanma maddesi
7- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, Sıra: 169

Kaynak: Yeni Asya Ramazan sayfası
Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.

2

14.09.2007, 09:30

ALLAH razı olsun abi...

bu mübarek ayda bu eskide kalan güzelliklere dikkat etmeye çalışıyoruz..en çok hoşuma giden noktalardan birtaneside ''diş kirası''idi...bunu günümüzdede devam ettirebilsek ne güzel olur...



şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

3

15.09.2007, 11:45

Ramazanda fiyatlara dikkat edile!

Ramazan ayı başlamadan evvel halkın bu ayı daha rahat ve huzurlu bir şekilde geçirmesi için hükümet tarafından bazı tembihnâmeler neşredilirdi. Bunlar, bazı kuralları içeren bir nevi yönetmeliklerdi. Ramazan günleri ve gecelerinde bu aya hürmeten evlerin, sokakların ve dükkanların temizliğine itina gösterilmesi, padişahın şehri ziyaretleri sırasında ahalinin nasıl davranacağı, kadınların arabalı arabasız gezintilerde uyması gereken kurallar ve sosyal hayatın düzenini bozacak hareketlerden ve tavırlardan kaçınılması bu tembihnamelerle açık bir şekilde halka duyurulurdu.

Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde rastladığımız 1807 tarihli belge ise bu tembihnâmelere ilginç bir örnek. Ramazan-ı şerifin yaklaşmasından dolayı gerek ekmek, gerekse eşya fiyatlarının inip çıkmaması hususunda konulan narha dikkat edilmesini tembihleyen belge, nahr defterinin mahalle imamları ile bakkallara gönderilmesini emrediyor.
(4. Mustafa dönemi, Hat-ı Hümâyûn, No: 53351)


Kapılar ardına kadar açık

Ramazan ayında tüm evler, en nefis yemeklerin, her selamün aleyküm diyene sunulduğu bir ziyafethânedir. Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yoktur. ısteyen gözüne kestirdiği yere girer, oturur, kimse de kim olduğunuzu, ne münasebetle tanışıldığını, isminizi ve işinizi sormaz. Konağa davetlilerin dışında gelen misafirler de derece ve itibarlarına göre kâhya ve divan efendisi, mühürdar gibi zatların odalarına alınır, iftar ettirilir, onlara da mükellef iftarlıklar, tatlılar, börekler ve her türlü yemekler verilir. Gedikli ağalarla diğer ağalara kavas ve aşçılara ve evdeki diğer hizmetlilere ayrı ayrı sofralar kurulur, her birine börek, tatlı konur. Konağın alt katına da iftara gelen mahalle bekçisi, sakası, amele ve diğer fakirler için onar kişilik en az üç dört sofra hazırlanır, bunlara da birkaç çeşit reçel, simit, büyük bir kap ile çorba, mutlaka bir tatlı ve sebzenin yanı sıra büyük bir leğenle bolca pilav verilir. Beraber getirdikleri tütünlerini ve evden verilen kahvelerini içerler, sonra hazinedar ağa tarafından diş kirası namıyla bir miktar atiye verildikten sonra herkes yoluna gider. Evdeki diğer misafirler kahve ve çubuklarını içer, bir kısmı yatsı namazı vakti yaklaşınca konaktan ayrılır. Bunlar arasında mahalle imamı, müezzini ve muhtarı gibi kimselerle diğer komşu ve mahalle ahalisinden atiye verilmesi lâzım gelenlere de ayrı ayrı diş kiraları verilmesi ihmal edilmez. Hane sahibi tarafından mahiyetinde bulunanlara veya arzu ettiklerine ramazan hediyesi altında saat bile verildiği olur.


Konaklarda sıradan günlerde de imam bulunur, sabah, akşam ve yatsı namazlarını ev halkı cemaatle kılardı. Ramazanda ise çoğunlukla konak imamı teravih kıldırmaz, dışardan bir imam ve güzel sesli müezzinler tutulur.


şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

4

08.10.2007, 13:48

Ramazan'ın Eğlencesi ıbadetlerdir



“Ramazan eğlenceleri” adıyla sunulan çeşitli programlar son zamanlarda oldukça kafa karıştırıyor. Halbuki “Ramazan”, şamatanın ve eğlencenin an az düzeye inmesi gereken ayın adıdır. Eğer “eğlence” hayattan alınan zevki arttırmak anlamına geliyorsa, yürekten inanan insan için, en büyük eğlence ibadettir; çünkü ibadet, en zevkli andır. Bu şuura sahip olan Osmanlı’da teravih, oruç, iftar davetleri vs. şölene benzerdi ve Ramazan’ın her anı bayrama dönüşürdü.
Ecdadımızın “zevk” anlayışı bizimkinden çok çok farklıydı. Zevk anlayışı farklı olanın, “eğlence” anlayışı da farklı olur.
Ecdadımız ibadetten zevk alıyordu. Eğlencelerini de buna göre oluşturmuştu.
Eğer “eğlence” hayattan alınan zevki arttırmak anlamına geliyorsa, yürekten inanan insan için, en büyük “eğlence” ibadettir; çünkü ibadet anı, en zevkli andır. Bu yüzden toplu ibadetler (cuma, teravih, bayram namazı, tespih namazı, oruç, iftar davetleri vs.) şölene benzerdi; bu anlamda hayatın hemen her anı bayrama dönüşürdü.
ıftar sofraları aile için şölene, yemek de merasime dönüştürülürdü. ıftar yaklaşırken okunan “Muhammediye”ler, Peygamber (a.s.m.) sevgisinin yüreklerde doruğa çıkmasına hizmet ederdi. Muhammediye okumak da dinlemek de eğlenceliydi.
Yaşlıların sofraya oturmadan önce sünnet üzere ellerini yıkamaları bile merasimseldi. Evin genç hanımı bakır leğen getirir, ibrikle su döker, yaşlılar sırayla ellerini yıkayıp tutulan peşkirle kurularlardı.
Çocuklar yaşlıların ağır ritmik hareketlerle ellerini yıkamalarını merakla seyreder, sonra benzer hareketler yaparak eğlenirlerdi.
Kadınlar ise mukabeleye giderler, büyük camileri gezerler, arka saflarda durup ıstanbul’un en meşhur hocalarının imamlığında teravih namazı kılarlardı.
Eğer ramazan yaza denk gelmişse ailece mesire yerlerine gidilir, salıncaklara binilir, inancın ve geleneklerin “meşru” saydığı oyunlar oynanırdı.
Bayramlarda salıncaklar kurulur, Cuma günleri padişahın maiyetiyle birlikte cuma namazına gidişi seyredilirdi…
Ramazanların değişmez görüntüsü “mahya”nın hazırlanıp iki minare arasına asılması da bir eğlence türüydü: Halk tekbirlerle bu olaya eşlik eder, böylece hem sevap kazandığına inanır, hem de eğlenirdi.
Bütün bunlar ve benzerleri o devrin şartlarında insanı eğlendiren şeylerdi.
Özetlemek gerekirse, Osmanlı’da hayat ahirete dönüktü: Ahirete dönük olduğu için de hayatta fuzuliyata (gereksizlik) yer yoktu...
“Eğlence” mantığımız Avrupa’yı taklide başladığımızdan bu yana değişti.
Hayatımıza “vur patlasın, çal oynasın” ölçüsüzlüğü hakim oldu. Ramazanı bile eğlenceye kurban ediyoruz.

Ramazan eğlencesinin anlamı
“Ramazan eğlenceleri” lejantıyla sunulan sapma bir hayli kafaları karıştırıyor sanırım.
“Ramazan”, şamatanın ve eğlencenin an az düzeye inmesi gereken ayın adıdır. Çünkü o, hem inancımızda, hem de geleneklerimizde “rahmet ayı”dır, “Kur’an ayı”dır, “zikir”, “fikir”, “şükür” ayıdır...
Ramazan ve içindeki Kadir Gecesi, mü’minlerin affa en çok yaklaştıkları zamanlardır. Bu bakımdan bâdıheva geçirilmeye ve geçiştirilmeye müsait değildir.
Oysa çiftetelli medyası televizyonları her ramazanda, sözün tam mânâsıyla ramazanı geçiştiriyorlar. Zaten hiçbir konuda “faydalı olmak” gibi bir dertleri yok; muhtemelen bu kanalları yönetenlerin yürekleri de hiç ramazanlaşmıyor (oruç tutmak başka, ramazan yürekli olmak başkadır). O zaman da ekranlara ramazan gelmiyor.
Tabiatıyla, iftar ve sahur programı niyetine, kimisi Seda Sayan’ı, kimisi Gülben Ergen’i, kimisi Memedali Erbil’i ekrana sürüyor: Yaptıkları “ramazan programı” değil, “ramazan şamatası”.

Direklerarası Müslüman âdeti değildi
Son yıllarda “ramazan şamataları”na maalesef bazı belediyeler de katıldı. Fukarayı doyurmak, böylece ceddimizin “infak kültürü”nü ihya etmek gibi mukaddes bir maksatla oluşturulan ramazan çadırları, teravihten sonra “Direklerarası”na dönüşüyor. Kültürümüzün kökleriyle ilgisi olmayan garabetler “ramazan eğlencesi” adı altında çadırlara doluşturuluyor. Popçulara-topçulara çuvalla para ödeniyor.
Kültürümüzde elbette ki eğlenmek var, ama ramazan ayı, bunun için en uygunsuz aydır. Hatta eskiden eğlence mekânları ve lokantalar, ramazana hürmeten kapatılır, yılın onbir ayı kafa çeken akşamcılar bile ramazanda içkinin dirhemini ağızlarına sürmezlerdi.
Biz böyle bir kültürden geliyoruz.
Peki, meşhur “Direklerarası eğlenceleri neciydi?” derseniz, Osmanlı’nın çözülüp çöküşünün habercisiydi. Hayatın eğlence amaçlı hale geldiği an, çöküşün başladığı andır. Zaten de Müslüman çoğunluğun değil, Rum, Ermeni, Musevi azınlığın eğlence merkezidir “Direklerarası”. Böyleyken “Osmanlılık” kimliğinde Müslümanlara da mal edilmiştir.

Eğlencenin sınırını inanç belirlerdi
Belirtmeliyim ki, Osmanlılar dahil, herkes ve her kesim için eğlenmek bir ihtiyaçtır. Ancak “eğlenebilme” özelliği kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Bir milletin eğlenme türü başka bir millet için sıkıcı olabilir. Bu konu tamamen insanların keyif alma biçimleri ve kendilerini mutlu hissetmeleriyle ilgilidir.
Bu bağlamda Osmanlı ceddimiz de pek tabii eğlenirdi. Ama bugün bizim “eğlence”den anladığımızla onların anladıkları farklıydı.
Onlarda, eğlence anlayışı dahil, hayatın tüm sınırlarını inançlar belirlemişti: Her tür yaklaşımda “dini meşruiyet” aranırdı. Dindışı her davranış sadece “günah” sayılmaz, yanı sıra “ayıp” da sayılırdı. Toplumun şekillenmesi böyleydi.
ınsan hayattan daha çok keyif alıp rahatlamak için eğleniyorsa, bunun farklı ve değişik pek çok yolu vardır: Meselâ Osmanlı ceddimiz ibadet ve kulluktaki zevki keşfetmişti. Bu zevki keşfedince ibadet keyfe, hayat da ibadete dönüşür.
Osmanlı ceddimizden başka hiçbir toplum, hiçbir dönemde, ibadeti böylesine bir keyfe dönüştürememiştir.
Tekkelerde yapılan toplu “âyin”lerden tutunuz, ailece yapılan zikirlere, oradan selatin camilerinde kılınan teravihlere, ramazanlarda fener alaylarının Kur’an ve ilahi eşliğinde yaptıkları geçişlere, cuma namazları sonrasında gerçekleştirilen görüşme seremonilerine kadar, hayat, özü ibadet ve itaat olan bir eğlenceye dönüştürülmüştü.

Her eğlencenin bir anlamı vardı
Aynı dönemde, diğer sıradan eğlencelere de birer sosyal aktivite mahiyeti kazandırılmıştı: Geleneklerin sürmesine, inançların tazelenmesine, değer yargılarının, törelerin kökleşmesine hizmet ederdi.
Ayrıca, her eğlencenin toplumsal bir işlevi vardı. Meselâ cirit gibi spor mahiyetli karşılaşmalar, devamlı savaşan bir yapıya sahip olan Osmanlı insanının yeteneklerini koruyucu ve geliştirici bir rol oynardı. Böylece insanlar eğlenirler yeteneklerini geliştirirler, dönem gereği her zaman çıkması muhtemel savaşlara hazırlanırlardı...
Osmanlı ordusu, bir dönem Batılı gezginlere “cıva gibi akıcı, ateş gibi yakıcı bir ordu” benzetmesi yaptıran hızlı hareket kabiliyetini kısmen bu oyunlara borçludur. O dönemin Avrupa’sında böyle şeylerin görülmediği de bilinmektedir.
Tabii tüm seyir ve eğlence ciritten ibaret değildi...

Unutulan “baz”lar
Bazen cambazhanelere gidilip cambazların, hokkabazların (“baz” Farsça’da “oynayan” demektir) yanı sıra, günümüzde çoktan unutulmuş sürahibazlar, kâsebazlar, zorbazlar, kuklabazlar, hayalbazlar, hilebazlar, sinibazlar, şişebazlar, ateşbazlar (bu ve benzer pek çok oyunu Evliya Çelebi sayıyor) seyredilirdi.
Öte yandan, Osmanlılarda mesire (bugün kendimize yabancılaştırıp “piknik” dediğimiz) kültürü çok gelişmişti. Sadâbâd gibi bazı mesire yerleri zaman zaman moda olmuş, ya da modası geçmiştir. Boğaziçi bâkir kıyılarıyla muhteşem güzellikte bir mesirelikti. Mesireler tatil günleri hınca hınç dolardı.
Dini bayramlar, padişahın tahta çıkış yıldönümleri, ramazanda mahya hazırlığı, şehzadelerin sünnet düğünleri, padişahın kızlarının evlilik merasimleri, valide sultanın merasimle eski saraya gidişi, padişahın cuma selamlığı merasimi, panayırlar ve Sürre Alayı da halkın meşru zeminde eğlendiği olaylardı.

Sürre Alayı muhteşem bir eğlenceydi
Osmanlı Devleti’nin her yıl Kâbe’ye gönderdiği “Sürre Alayı”nın merasimle Dersaâdet’den çıkışı, dindar halkın nazarında muhteşem bir eğlenceydi...
Halifeliğin Osmanlılara geçişinden, yani Yavuz Sultan Selim’in Mısır Sefer-i Hümâyunu sonrasından itibaren, Osmanlı Devleti, her yıl, Haremeyn'e (Mekke ve Medine’deki kutsal mekânlara) armağan olarak para ve örtüler gönderirdi.
Gönderilen paralar başta Peygamber Efendimiz’in ve Ashab-ı Kiramın torunları olmak üzere, bütün Medineli fakirlere dağıtılırdı.
ışte bu armağanları Hicaz’a “Sürre-i Hümayun” da denilen “Sürre Alayı”, Eskişehir, Seyitgazi, Bayat, Bolvadin, Akşehir, Konya güzergâhını takip ederek Suriye'ye yolundan Mekke'ye götürürdü.
Sürre Alayı her yılın hac mevsiminde ıstanbul’dan büyük merasimlerle uğurlanır, padişah ıstanbul çıkışına kadar refakat eder, bu esnada mutlaka yaya yürürdü.
Bu merasim ıstanbul halkı için çok büyük bir olaydı. Kutsal beldelere milletin ortak yüreğini götüren Sürre Alayı’nı seyretmek için büyük kalabalıklar toplanırdı...
Merasimi seyredenler sevinçle ağlama arasında kalır, bazen kutsal mekânların hasretiyle gözyaşı dökerken, bazen de kutsal mekânlara armağan gönderen büyük bir millete mensup olmanın huzur ve neşesini yaşarlardı.
Sürre Alayı’nın götürdüğü armağanların en önemlileri, hiç kuşkusuz, Kâbe örtüsüyle, üzerinde devrin padişahının adı olan “Kâbe Kuşağı”ydı.
Eski örtüler Mekke Emiri tarafından kara yoluyla ıstanbul’a gönderilirdi. Örtülerin ıstanbul’a gönderilen kısmı önce Üsküdar’a, oradan da merasimle Eyüp Sultan’a nakledilir, Hazret-i Halid’in türbesine konurdu.
Daha sonra alimlerden, şeyhlerden ve devlet büyüklerinden oluşan bir topluluk taraflarından tehlil ve tekbirlerle Hazret-i Halid türbesinden alınıp Edirnekapı yoluyla Topkapı Sarayı’na götürülürdü.
Sürre Alayı ile Hicaz’a yıllar boyu gönderilen yardımı “Anadolu’nun mali kaynaklarını Arap çöllerine gömmek” olarak görüp eleştirenlere, şu kadarını söyleyeyim ki, Osmanlı Devleti’nin varlık sebebi “ı’lâ-yı Kelimetullah”dı (Allah adını yüceltme ve yayma). Varlık sebebi böyle özetlenebilen bir devletin, o inancın kalbine hizmet etme mükellefiyeti olur...
Osmanlı, Sürre Alaylarıyla Peygamber mirasına sadakatini vurguluyordu.
Bu inançla Yavuz Sultan Selim, Mısır fethi esnasında okunan bir cuma hutbesinde, kendisinden, “Hakimul Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hakimi) olarak bahsedilince, ağlayarak itiraz etmiş, “hakim değil hadim” (hizmetkâr) olduğunu söylemişti.

YAVUZ BAHADIROğLU...
şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

5

08.10.2007, 14:56

fiyat dediniz de; Nasreddin Hoca merhum geldi aklımıza..her ne ayırsa ramazana demişte karısı, bizim hoca kapıya gelen ramazana vermişya herşeyi... :lol:

6

08.10.2007, 15:05

:)
şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir.Barla -247

7

15.10.2007, 12:22

yine bittii..ve yine gitti mübarek şeh-ri Ramazan..Rabbim cümlemizi razı olduğu kullar defterine yazdırır inşallah!

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir