Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

Hasan_Sinan

Moderatör

  • "Hasan_Sinan" bir erkek
  • Konuyu başlatan "Hasan_Sinan"

Mesajlar: 2,136

Konum: Almanya

Meslek: Uzman Pazarlamaci

Hobiler: Okumak Okumak Okumak

  • Özel mesaj gönder

1

10.02.2011, 21:00

76'da tahta geçti, 76'sında vefât etti

Sultan II. Mahmud'un torunu ve Sultan Abdülmecid'in oğlu olarak 1842'de dünyaya gelen Sultan II. Abdülhamid, 1876 senesinde padişah oldu. Bir tevâfuk eseri olarak, 76 yaşında iken vefat etti. (10 Şubat 1918)
Onun tahta geçtiği 1876 senesi, Osmanlı Saltanatı açısından da son derece önemli, hatta bazı hususlarda dönüm noktası teşkil eden bir tarihtir.

M. Latif SALİHOĞLU latif@yeniasya.com.tr

Birkaç misâl vermek gerekirse:

1) Aynı yılın Mayıs ayında askerî darbe yapılarak, Sultan Abdülaziz tahttan indirildi. Kısa bir süre sonra da, intihar süsü verilerek katledildi.
2) Bu son derece ağır ve kasavet verici şartlar altında tahta oturtulan Sultan V. Murad'ın ruh sağlığı bozuldu ve o makamda ancak 93 gün kalabildi.
3) Sultan Abdülhamid, aynı yılın Ağustos ayı sonunda tahta geçti.
4) Bir heyet tarafından hazırlanan Kànun–i Esâsî (Anayasa) kabul edildi.
5) Meşrûtiyet ilân edildi. İki meclisli (âyân ve mebûsân) parlamento açıldı ve I. Meşrûtiyet dönemi böylece başlamış oldu.

Meşrûtiyet, 30 yıl askıda kaldı

Sultan II. Abdülhamid, Meclis'teki bazı nahoş hallerden duyduğu rahatsızlık ve bilhassa 1877'de patlak veren "93 Harbi" sebebiyle, Meclis'i kapattığını ve Meşrûtiyet sistemini askıya aldığını ilân etti.
Meşrûtî sistem, bütün mücadelelere rağmen, tam 30 yıl müddetle askıda kaldı. Temmuz 1908'de Meşrûtiyet, hürriyetle birlikte yeniden ilân edildi.
Herşey yoluna girdi, herşey güzel bir seyir takip ediyor derken, âniden bir kargaşa başladı ki, bunun hakiki mahiyeti halen de vuzûha kavuşturulabilmiş değil.
13 Nisan 1909'da İstanbul'u kana bulayan ve sokakları, meydanları kaotik bir atmosfere döndüren "31 Mart Vak'ası", dehşet verici bir cuntacı darbeye bahane teşkil edip zemin hazırlamış oldu.
"Hareket Ordusu" ismini alan ve bambaşka bir şekle bürünen Selanik merkezli Üçüncü Ordu, gözünü tam mânâsıyla karartmış bir şekilde İstanbul üzerine yürüdü.
Bu ordunun kurmay kadrosundaki subayların tamamı Selânik kökenliydi.

Meclis Başkanı Talat Paşa, bu orduya mebusların bağlılığını bildirdi ve duruma vaziyet etmek üzere orduyu şehir merkezine dâvet etti.
Aynı esnada sıkıyönetim ilân edildi. Askerî mahkeme kuruldu. Ahrarlar ile İttihad–ı Muhammedî mensupları tutuklanarak bu mahkemeye sevk edildi.
Neticede, mazlûmlardan onlarca kişi idam edilirken, yüzlercesi de çeşitli ağır cezalara çarptırıldı.

Niçin karşı konulmadı?

İstanbul üzerine emirsiz ve izinsiz şekilde gelen Hareket Ordusuna karşı koymak için, Sultan Abdülhamid'in elinde yeterince asker ve mühimmat vardı.
Bilhassa, İstanbul'un ve saltanatın güvenliğini korumak için kışlalarda tutulan tâlimli Avcı Taburları ile Padişahın "Hassa Ordusu", yer yer çapul sürüsünü andıran Hareket Orsuna rahatlıkla karşı koyabilir, onun ileri harekâtını pekâlâ durdurabilirdi.

Hatta, zahirî tabloya göre, İstanbul halkının da hiç hazzetmediği bu Selanik Ordusu darmadağın edilebilirdi.
Sultan Abdülhamid ise, kuvvetle karşı koyma yolunu tercih etmedi ve olup bitenleri adeta bir teslimiyet ve sükûnet–i hâl içinde durup tâkip etti.
Yani, fiilî mânâda herhangi bir harekette bulunmadığı gibi, bulunma niyet ve teşebbüslerine dahi muhalefet etti.
Tarih kaynaklarına ve şimdiye kadar yapılan yorumlara göre, Sultan Abdülhamid'in Hareket Ordusuna karşı gelmemesi ve elindeki askerî kuvvetle mukabele cihetine gitmemesinin birinci ve en büyük gerekçesi şudur: "Askeri birbirine kırdırtmamak ve kardeş kanı akıtmamak..."

Oysa, saltanat ve hakimiyet gerçeği, normalde rekabet, iştirak, ortaklık, müdahale ve mukabil harekete izin vermez.
Padişahların hemen tamamı, kendi tahtını ve saltanat idaresini tehlikede gördüğü anda, elindeki kuvvetleri hiç çekinmeden kullanmış ve mukabil cepheyi çökertme cihetine gitmiştir.
Nitekim, Sultan II. Abdülhamid'in dedesi Sultan II. Mahmud da aynısını yapmış ve meselâ Yeniçeri Ocağını çok kanlı baskınlar sonucu söndürmüştür. Bu ocağa mensup binlerce askeri öldürtmekten, boğdurtmaktan, denize attırmaktan çekinmemiştir.

Demek ki, Sultan Abdülhamid'in Hareket Ordusu hakkındaki tavrında "normalin dışında" bir hâl ve durum var ki, benzeri hiç görülmeyen bir muamelede bulunmuştur.
Acaba nedir, bu anormal durum...

Gayr–ı resmî tarih kanalıyla gelen rivâyetlerden biri şöyledir:
Çok takvalı bir şahsiyet olan Sultan II. Abdülhamid'in keşif–kerâmet sahibi Şazelî tarikatından bir şeyhi, bir mânevî mürşidi olduğu biliniyor.
Padişah, Hareket Ordusu hakkında mürşidine danışıyor. Bu orduya karşı koyup koymama hususunda, şeyhinin fikir ve kanaatini öğrenmek istiyor.
O mübarek Şazelî şeyhi ise, yapmış olduğu muhavereden sonra "sultan mürid/derviş padişah" makamında gördüğü Sultan Abdülhamid'e şunları söyler: "Selanik'ten gelen bu orduya mukabele etme. Ona galip gelemezsin. Zira, o ordunun içinde Deccal var. Deccal ise, kuvvet yoluyla mağlup edilemez diye rivâyet var."
Şair Rıza Tevfik de, "Sultan Abdülhamid'in ruhaniyetinden istimdat" ile yazdığı o meşhûr şiirin bir kıt'asında, Hareket Ordusunu alkışlayanları "Deccal'a zil çalan böyle milletin" diyerek, hem bir tılsımı fâş etmiş oluyor, hem de alkışa devam edenlerın ıslâhını gayr–ı kàbil gördüğünü beyan ediyor.

Şunu da ifade edelim ki: Yukarıdaki rivâyet, kesinlik kazanmış herhangi bir bilgiye, belgeye dayanmıyor.
Eldeki bilgi ve belgeler, Sultan Abdülhamid'in Hareket Ordusuna niçin mukabele etmediği sorusuna tatminkâr bir cevap teşkil etmediği için, bu meselenin mutlaka başka mânevî sebepleri vardır diye düşünerek, şifahî tarikle gelen bu bilgileri, bir "kanaat–i kalbiye" neticesi sizlerle paylaşmış olduk. Dayatma diretme yok, ısrar yok. Kabul edip etmek serbest.
Âhirzamanın dehşetli şahısları ile kuvvet ve siyaset yoluyla mukabele edilmemesini tavsiye eden kudsî rivâyetler ise, katiyyen vardır ve sahihtir.

Nitekim, 1923'te Ankara'dan ayrılmaya karar veren Üstad Bediüzzaman, bu ayrılmanın sebebini soran yeğeni Abdurrahman'a şu cevabı veriyor: "Bak evlâdım! Kudsî rivâyetlerde, 'O dehşetli şahsın zamanına yetiştiğinizde, ona karşı kuvvetle ve siyasetle mukabele etmeyin’ diye tavsiye ediliyor. Çünkü, o bu cihetiyle galiptir, yani daha kuvvetlidir."
Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda

izhârına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak.Ve namzet olduğumu anladım.

Bu konuyu değerlendir