Giriş yapmadınız.

1

13.12.2010, 12:27

Vefa ve Ebul Vefa

Yavuz Bahadıroğlu - Yeni Akit
2010-12-13
Vefa ve Ebul Vefa

“Vefa, sadece İstanbul’da bir semt adı olarak yaşıyor” dendiğini çok duymuş olmalısınız...
Bu söz vefasızlıktan yakınanların dilinden düşmez...
Peki Vefa semtinin bu ismi kimden aldığını biliyor musunuz?
Semt, adını, asıl ismi Mustafa bin Ahmed, lâkabı Muslihuddîn olan “Ebul Vefâ”dan aldı.
Aslen Konyalıdır. İlk tahsilinden sonra, Edirne’deki Debbağlar Camii İmamı Şeyh Muslihuddîn’e talebe olmuş, ilim öğrenip feyz almıştır.
Sonradan, hocasının tavsiyesi üzerine, devrin önemli âlimlerinden Abdüllatîf-i Kudsî’nin sohbetlerine katılmıştır.
Hem din, hem de fen bilimleri öğrenmiş, özellikle tasavvuf ve matematik konularında uzmanlaşmıştır.
Kısa bir esaret hayatı da vardır: Hacdan deniz yoluyla dönerken, Rodos Şövalyeleri tarafından gemisi basılmış, yakalanıp Rodos zindanına atılmıştır.
Şeyh Vefa, “Bunda da bir hayır var” diye düşünüp kaderine boyun eğmiştir. Kendisini zindana kapatanlara bile kızmamış, hatta onlara acımıştır. Peygamber’inden tevarüs ettiği derin bir şefkatle, “Ne yaptıklarını bilmiyorlar!” diyerek, onları da kucaklamıştır.
Zindancı, Şeyh Vefa’nın yüzüne bakar bakmaz etkilenmiş, diğerlerinden son derece farklı olduğunu fark ederek, ona ihtiyarsız bir hürmet ve merhamet göstermiştir.
Zincirlerini çözmüş, zindanın en iyi mekânını ona tahsis etmiştir.
Ama zindancının gösterdiği hürmet, zindandan kurtulmasına yetmemiştir. Ancak devrin ünlü kahramanlarından Kahramanoğlu İbrâhim Bey’in, Rodos korsanlarına “diyet” (kurtuluş parası) ödemesi sonunda özgürlüğüne kavuşabilmiştir.
Zindancısıyla vedalaşıp İstanbul’a dönen Şeyh Vefa, hapiste geçirdiği günlerden, özellikle de zindancının hürmet ve merhametinden öylesine etkilenmiştir ki, İstanbul’a dönüşünde, dergâhını, Hıristiyanların yoğun olarak yaşadığı bir semte kurmuştur.
Çünkü Hıristiyanların arasında bile İslâm dininin hürmet ve merhametini yaşayanlar olduğunu zindanda, zindancının gösterdiği hürmetle fark etmiş, sonraki tavrını ve tarzını buna göre belirlemiştir...
Dergâhını Rumların kesif olarak yaşadığı bir semte kurması işte bu yüzdendir O semt de işte bu yüzden “Vefa” adını almıştır...
Dergâhının kapılarını her inançtan insana açmış, dost-düşman, Hıristiyan-Müslüman ayırımı yapmaksızın her seviyede insana ezeliyet sırrını ulaştırmış, ebediyet yolunu göstermiş, tebliğ mükellefiyetini Peygamber üslubuyla yerine getirmiştir.
Yaşantısı o kadar sade, yardımseverliği öylesine etkin ve sözleri o denli içtendir ki, pek çok Rum, sohbetleri sayesinde Müslüman olup ders halkasına girmiştir.
Ancak günlerinin çoğunu ilim ve ibadetle geçirdiği için, sadece belli vakitlerde özel ziyaretçi kabul ederdi. Bu prensibine o kadar bağlıydı ki, kendisini ziyarete gelen Sultan II. Mehmed’i bile kabul etmemiştir.
Devlet yönetiminde etkin isimlerle görüşmek için taklaların atıldığı şu günlerde, Ebul Vefa’nın Fatih’i kabul etmemesi ilginç bir durum oluşturuyor.
Bu ibret levhasının biraz teferruatına girmek, bu yüzden gereklidir.
Teferruatı sonraki yazımıza havale ederek, bugünkü yazımızı Süreyya Bey’in, “Sicill-i Osmâni”de, Şeyh Vefa hakkında yazdıklarıyla bitirelim:
“Debbağlar İmâmı Şeyh Muslihiddin Abdi’l-Lâtif-i Makdisî’den Tarikat-ı Halvetiyye’ye ahzeyledi. Dersaadet’e (İstanbul’a) gelip, meşhur olup, Sultan Ebü’l-Fettah Mehmed Han (Fatih) ve Sultan Bâyezid Hân Hazretleri ile müsahabat (yüz yüze sohbet) ve mülâkat (konuşma) nasip olmadı...
896 (1490) Ramazanı’nda fevt olup (ölüp) Sultan Bayezid Han Hazretleri cenâzesinde hazır olarak yüzünü görmüştür. Vefâ meydanına defnedildi. Keşf ü kerâmet ile meşhur ve celâl (öfkeli) halinde bir zât olup, müsahabâtı (sohbeti) lâtif idi.”
Fatih’i neden kabul etmediğine sonraki yazımızda bakalım inşallah.

2

15.12.2010, 17:56

Yavuz Bahadıroğlu - Yeni Akit
2010-12-15
Padişahla görüşmeyi reddeden Hoca

Şimdi hayal edin lütfen…

Osmanlı’nın başında “Şah”lıkta değil, “kulluk”ta varlık arayan Fatih Sultan Mehmed vardır…


“Bir Şah’a kul oldum ki, cihan ana gedadır” mısralarını yazan derin tefekkür sahibi genç Padişah, kaderin kendisine sunduğu dünya nimetleriyle tatmin olmamış, maneviyat önderlerinin sohbetlerinde saadet aramaya çıkmıştır… Kâh Ak Şemseddin’in huzurundadır, kâh Molla Gürani’nin ya da Molla Zeyrek’in tasavvuf meclislerinde…


Derken, büyüklüğünü duyduğu halde hiç görmediği Ebul Vefa’nın alevi gönlüne düşüyor… Önce Vefa semtine bir külliye yaptırıp armağan ediyor… Duasını alıyor…


Vakit artık yüz yüze görüşme vaktidir: “Bu kadar yakınımızdayken, yüz yüze feyz almamak olmaz!” diyerek hazırlanıyor…


Toprağın diriliş müjdesine dönüştüğü, İstanbul’un bahar kokuları sürdüğü günlerden bir gün, Doğu Roma fatihi yanına iki muhafızla, arkadaşı, sırdaşı ve hocası Zağanos Paşa’yı da alarak Vefa’ya gidiyor.


Vakit öğle sonrasıdır. Niyeti, Şeyh’in imamlığında ikindi namazını kılıp dersine oturmaktır.


Cins atlar dergâhın kapısında duruyor, şanlı binici ile yoldaşı, acele etmeden atlarından inerken, muhafızlardan biri çoktan eşiği açmış, Hünkâr’ın geldiğini Şeyh’in müritlerine müjdelemiştir.


Oysa o sırada Şeyh Efendi, yakın müritlerinden birine, kapıya gelen hasretlisiyle görüşmeyeceğini fısıldamaktadır: “Gelen ziyaretçimizi lisan-ı münasiple geri gönderin. Şu sıralar mizacım devletlülerle muhabbete müsait değildir.”


Bu, “Padişah-ı Cihan’la görüşmeyeceğim” demektir.


Şeyh’i sorgulamak hangi müridin haddi? Şaşkın şaşkın huzurdan çıkıp aldığı talimatı dergâhın misafirlerine ulaştırmaya gidiyor.


Fakat ne görsün?.. Koskoca cihan Padişahı tüm rütbelerinden, tac u tahtından arınmış, dervişane bir teslimiyet içinde kapı önünde el bağlayıp boyun bükmüştür.


Kılık kıyafeti, dervişlerin kılık kıyafetinden farksızdır. Duruşu mahşer duruşudur. Bu haliyle o “Padişah” değil, “Doğu Roma Fatihi” hiç değil, Peygamber müjdelisi bile değil, sadece bir “kul”dur: Şeyhine “teslim” olmaya gelen bir derviştir yalnızca…


Şeyh’in müridi ne diyeceğini şaşırıyor. Kelimeleri bir türlü toparlayamıyor. Bu yüzden de ne dediği pek anlaşılmıyor. Ama çoktan anlayan anlamıştır, bir türlü söylenemeyeni… Anlamış da, dudaklarında acı mı acı, hüzünlü mü hüzünlü, yakıcı mı yakıcı bir tebessüm gölgelenmiştir…


Aynı anda dergâh ikindi ezanına durmuş, yanık sesli bir müezzin, Allah’ın varlık, birlik ve yüceliğini haykırmaya başlamıştır: “Allah ü Ekber… Allah ü Ekber!..”


Padişah, huşu içinde ezanı dinledikten sonra: “Anladık” diyor, “gayr-i Müslimlerin bile kabul buyrulduğu dergâha, biz Padişah olaraktan henüz liyakat kesbedememişiz.”


Oysa ne umutlarla gelmiştir buraya, neler neler düşünmüştür. Vaktiyle Ak Şemseddin Hoca’sına söylediklerini buna da söyleyecek: “Şeyhim, sana bir hacet içün geldüm ki, birkaç gün beni halvete koyup (dersine alıp) irşâd eyleyesün. Bir dem senun dersunde bulunma lezzeti cihan padişahlığından aglebdur (üstündür)” diyecektir.


Gerçi, Ak Şemseddin bu sözlerinden hiç memnun olmamış, kovmaktan beter etmişti. Söyledikleri aynen aklından geçiyordu: “Meşâyih-i izâmın halvetinde (şeyhlerin sohbetinde) bir lezzet vardır ki, ana dahil olan emr-i saltanat gözünde olmayub, dünya gözünden silinub saltanattan geçub gitmek mukarrerdir (bir şeyhe mürit olmak padişahlıktan daha lezzetlidir. Bunun tadını alan bir padişah, padişahlıktan vaz geçer). Bu sebeple ahval (durumlar) bozulub, her birimiz bu hale sebeb olmakla Allah’ın gazabına uğrayarak günahkâr olmak lâzım gelür… Sen makamının icabı üzre adl ü insaf içinde ol.”


Yirmibir yaşında dünyevi kudretlerin zirvesine ulaşmış bir Padişah’ın gurura kapılmadan şeyhlerin dergâhında varlık araması, padişahların yetişme tarzı hakkında bir fikir verebilir.


Dervişliği padişahlığa tercih ettiren böyle bir ihlâs ve feragat acaba hangimizin nefsine sığar?


Bu soruyu cevaplandırabilmek için, önce, hayata ve insana iman perspektifinden bakmanın anlamını çözmek gerekiyor.

3

18.12.2010, 22:58

Yavuz Bahadıroğlu - Yeni Akit
2010-12-17
Şeyh Vefa, Fatih’le neden görüşmedi?

Fatih’in, Ebul Vefa Hazretleriyle görüşmek için İstanbul’un Vefa semtindeki dergâhına gittiğini, ancak Şeyh Efendi’nin görüşme talebini geri çevirdiğini önceki gün yazmıştım...
Red cevabını alan Padişah, avluda sıralanmış dervişlere gıpta ile baktıktan sonra, Zağanos Paşa’ya dönüyor:
“Gördün mü Lala? Kiminin bizim huzurumuza liyakati yetmezken, bizim gönül padişahının huzuruna liyakatimiz yetmez. Lâyık oluncaya kadar beklemekten başka çaremiz yok.”
Durum Zağanos Paşa’nın aklına sığmıyor. Zorla içeri girmek için hamle yapınca da, Padişah-ı Cihan tarafından durduruluyor: “Hikmeti öfkeyle yenmeye çalışmak kara cahillerin harcıdır Lalam! Geri dönüyoruz.”
İstanbul’un aşılmaz surlarını aşıp Doğu Roma’nın yüreğini delen Padişah, gönüller sultanının kapısından başı önünde dönüyor.
Ne bir öfke, ne de güç gösterisi...
Azarlanmış bir çocuk gibi, mahcup ve hüzünlü biniyor atına...
“Vardır elbet bir hikmeti” diye düşünerek sarayına dönüyor.
Öte yandan Şeyh Efendi’nin müritleri derin bir merak içinde, olup bitenleri çözmeye, anlamlandırmaya çalışıyorlar...
Kimisi “Şeyh’imizin bir bildiği vardır” derken, bazıları, “Bu kadar da olmaz ki” havasında; “ayağına kadar gelen koskoca Padişah’ı geri çevirmeye ne lüzum vardı?” diyor.
Kimisi de Padişah’ın dergâha verebileceği desteği düşünüp kahırlanıyor: “Ne malum, belki de ‘dile benden ne dilersen’ diyecek ve dergâhımız hem üne, hem de maddi refaha kavuşacaktı.”
Yetişkin müritlerden ikisi hakikati öğrenme amacıyla Şeyh Efendi’nin kapısına gidiyor...
Destur alıp içeri girdiklerinde, Şeyh’in sorusuyla karşılaşıyorlar:
“Padişahımız gittiler mi?”
Müritler şaşkın şaşkın bakışıp bir ağızdan cevap veriyorlar: “Gittiler Şeyhim.”
Ebul Vefa başka hiçbir şey söylemeden, ağlamaya başlıyor. Müritler şimdi daha da şaşkındır: Hem Padişah’ı reddedip hem de ağlamak nasıl bir iştir?
“Korktuk” diyor Şeyh Efendi, inim inim bir sesle; “Mesuliyetten korktuğumuz için kabul edemedik.”
Neden korktuğunu da açıklıyor: “Padişahımız dergâhtaki gönül sohbetlerinin cazibesine kapılıp asıl işini unutur diye korktuk. Mizacı istikametinde dervişliğe meyledip devlet umurunu göz ardı eder diye endişeye kapıldık. O zaman maazallah Devlet-i Osmaniye zevale uğrar. Oysa bu âleme gönül sultanları kadar cihan sultanları da lâzımdır.”
Derin bir iç çekişten sonra, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar derindir. Dostluğumuz, sohbetimiz geliştikçe ben onun padişahlığına, o benim işlerime karışır. Bu da her şeyi karma karışık hale getirir. İşte bu yüzden onunla görüşmek istemedim.”
Din üzerinden siyaset yapmaya kalkışanlara ders olsun!
Bazılarınıza belki abartılı görünecek, ama galiba bugünkü en büyük eksikliklerimizden biri, Ebul Vefa benzeri “gönül sultanları”ndan mahrum bulunuşumuzdur...
Hiç mi yok? Elbette var: Ama “irtica” yaygaralarıyla öylesine etkisizleştirilmişler ki, artık belirleyici olamıyorlar.
Belki de bu yüzden beynimizle yüreğimiz ayrı tellerden çalıyor.

4

18.12.2010, 22:59

Yavuz Bahadıroğlu - Yeni Akit
2010-12-18
Gönül sultanlarından mahrumiyetin bedeli

Dünkü yazımın sonunu hatırlıyor musunuz?..
Gönül sultanlarının etkisizleştirilmesi sonucu, beynimizle yüreğimizin ayrı tellerden çalmaya başladığını söylemiştim...
Bu durumda beyin-yürek bütünlüğü oluşmuyor: Mantık ayrı yere çekiyor, duygu ayrı yere çağırıyor...
Paramparça yaşıyoruz.
“Madde için mânâyı tüketen ‘sahte sultan’ların cirit attığı günümüzde, gerçek ‘gönül sultanı’ nasıl anlaşılır derseniz, Ebul Vefa Hazretlerinin dikkat çektiği ölçüye bakın derim...
“Benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar derindir. Dostluğumuz, sohbetimiz geliştikçe ben onun padişahlığına, o benim işlerime karışır. Bu da her şeyi karma karışık hale getirir. İşte bu yüzden onunla görüşmek istemedim” diyerek, Padişah-ı Cihan’la görüşmemiş, görüşmeme gerekçesini de ağlaya ağlaya açıklamıştı.
Hayatı boyunca bu ölçüye o kadar dikkat etti ki, Fatih’ten sonra Osmanlı tahtına geçen oğlu Sultan II. Bayezid’le de mesafeyi korudu, yüz yüze hiç görüşmedi...
Hattâ kızının nikâhını kıyması ricasıyla, dergâhına yaptığı önemli miktarda bağışı bile reddetti: Ne dâvetine katıldı, ne de gönderilen altınları aldı. Nikâhı kıyması için de başka bir gönül sultanını adres gösterdi: “Altınları ona verin, zira çok fakirdir. Nikâhı da o kıysın, zira buna benden daha lâyıktır.”
Bayezid de babası Fatih Sultan Mehmed gibi üstelemedi: O da “Bir hikmeti vardır” diye düşünüp tavsiyesini yerine getirdi.
Oysa Sultan İkinci Bâyezid, Ebül Vefa’yı pek severdi. İlmine, izzetine, irfanına, hele de hediye almaktan kaçınmasına ve sade yaşamına hayrandı.
Ama hiç yüzünü görmemiş, çeşitli vesilelerle yaptığı dâvetler, Şeyh’in mazeret beyanıyla geri dönmüştü.
Nihayet, Şeyh Efendi, 1490 (Hicri 896) tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşunca, yüzünü görmek için cenazesine gitti...
Görmeyi çok istiyordu.
Musalla taşındaki cenazenin başına geçti. Yüzünü işaret ederek emretti:
“Kefeni açın!”
Kefenin yüz kısmı açıldı. Fakat yine göremedi: Çünkü Ebül Vefa hazretleri sağ eliyle yüzünü kapatmıştı. Ne hikmetse, öldüğünde bile Padişah’a yüzünü göstermek istememişti.
Veli Padişah (Sultan II. Bayezid’in lâkabı “Veli”dir) ağlıyordu.
Vefa, dergâhını kurup adını verdiği semte defnedildi. Türbesinin penceresinde, “Muslihuddin Ebul Vefa, mânâ ehlinin uyduğu kimsedir/ Mezarının toprağı, âşıkların gözlerine sürmedir” anlamında şu mısralar okunur:
“Muktedây’ı ehl-i mânâ, Muslihuddîn Ebü’l-Vefâ;
“Uyûn-ı uşşâka hâk-i merkadidir tûtiyâ...”
Şeyh Vefa, mânevi dünyamızın vefakâr sultanıdır. Biz torunları olarak fazla bir şey yapamadık belki, ama en azından adını verdiği semtin adını değiştirmeyerek biraz olsun “vefa”mızı göstermiş olduk.
Şehir, kasaba ve köylerin isimlerinin değiştirildiği bir ülkede, bu kadarı bile “vefa” sayılmaz mı?
Aslen Konyalı olan Şeyh Vefa’nın adı, Konya/ Meram’daki bir camide de yaşıyor.
Bugün de ibadete açık olan cami, son derece sade ve mütevazı bir mâbettir. Adını taşıyan kişinin hayat felsefesini yansıtır gibidir.
Kısaca, bazı eserlerine de bakalım...
Makâm-ı Sülûk: Ebul Vefa’nın 396 beyitten oluşan Türkçe manzum bir eseridir. Ahlâkî öğütlerden oluşur. Edebiyât bakımından da kıymetlidir.
Şâz-ı İrfân: Bu da Türkçe manzûm bir eseridir.
Evrâd-ı Vefâ: Dua ve zikirlerinden oluşan bu eser nesirle yazılmıştır.
Rûznâme-i Vefâ: Bu eserinde Vefa, yaşadığı devrin güncel olaylarını anlatır. Eser Defterdar Ali Çelebi tarafından “Miftâh-ı Rûznâme” adıyla şerh edilmiştir.
Vefat yıldönümü münasebetiyle, birkaç yazıyla da olsa, hatırlamak ve hatırlatmak istedim.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir