Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

14.12.2010, 13:27

Önemli Sağlık Bilgileri

Prof. Müftüoğlu'dan (Demirel’in eski doktoru) önemli sağlık bilgileri

Yürümek mi, koşmak mı?

13/12/2010




Yıllar önce 9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’e düzenli yürümenin faydalarını anlattığımda, esprili bir dille şunu sordu: “Doktor, kaplumbağa ve filler doğru dürüst hareket etmiyor, ama ömürleri uzun. Bunu az hareket etmelerine borçlu olabilirler mi?”

Demirel daha sonra Çankaya Köşkü’nde yaklaşık 560 metrelik mesafeyi neredeyse her sabah yürüdü. Sayın Demirel’in biraz da hoşluk olsun diye sorduğu “o soru” son günlerde yeniden gündemde.

ÇOĞU insan şu veya bu nedenle yoğun egzersiz programlarından kaçıyor.
Kimi bunu dizi, beli sakatlandığı; kimi de kalbi teklediği, tansiyonu fırladığı için yapıyor.Peki hangisi doğru: Yan gelip yatmak mı, sabahtan akşama her gün koşmak, zıplamak,ağırlıkların altında ter atmak mı? Bence ikisi de yanlış. Doğru olanı vücuda ihtiyacı olan hareketliliği sağlayacak düzenli bir aktivite yaptırmak ve bunu keyifle, ısrarla ama bedeni yormadan düzenli olarak tekrarlamak olmalı.

Ne kadar yavaş o kadar iyi
Ben, “Yürümek mi, koşmak mı?” sorusunun cevabını “Sağlık için yürümek daha iyidir” şeklinde veriyorum. Benim inancım bu yönde. Hangi egzersizleri yaparsanız yapın, rahat nefes alıp vereceğiniz bir dozda kalmanızın daha sağlıklı olduğu düşüncesindeyim.

Tabii ki zaman zaman interval egzersizleri yapmaya, hafif direnç çalışmaları uygulamaya da asla karşı değilim. Ama kalp hızını optimal değerin %80’lerine ulaştıran zorlamalara, kasları, tendonları neredeyse kopacak duruma getiren ağırlık çalışmalarına kesinlikle karşıyım.
Bu tür egzersizlerin faydadan çok zarar getirdiğini, sakatlamalara ve uzun vadede kalp sorunlarına yol açabileceği düşüncesindeyim. Bazı araştırmalar da sanki bu görüşü doğrular sonuçlar veriyor. Geçenlerde Dr. Murat Tuzcu’nun Milliyet’te yazdığı araştırma, daha önce Fransa’da yapılan bir başka çalışma, kalp hızı yüksek olanların, kalbi düşük hızlı olanlardan daha kısa ömürlü olduklarını gösteriyor. Öyle görünüyor ki kalbi yavaş çalışanlar, hızlı çalışanlardan daha uzun ömürlü.

Düğüm ‘sinüs noktası’
Kalbinizin sağlam olması -ya da olmaması- hayatınızın yalnız kalitesini değil, süresini de derinden etkiler. Kalp kendi kendine “otomatik” çalışan bir organdır. Kendi uyarılarını kendi yaratır. Kendi elektrik devresinden alır. Bu devrenin uyarı çıkaran noktası kalbin hakimidir ve “sinüs düğümü” olarak adlandırılır.
Bu nokta bedenin ihtiyacına göre kalp atışlarını hızlandırır yada yavaşlatır. Eğer heyecanlıysanız ya da hızla yürüyor veya koşuyorsanız, kalp hızı otomatik olarak artar.Yavaşladığınızda veya dinlemeye geçtiğinizde yada uyuyorsanız hız düşer. Bunlar normal fizyolojik ve beklenen değişimleridir. Şeker hastalığı, hipertansiyon gibi bir probleminiz varsa kalp kaslarınız, kalp kapaklarınız ya da kalbin elektriki uyarıları yöneten sinüs düğümü ya da taşıyan sistemi arızalıysa, kalp atışlarınız beklenenden daha hızlı ya da yavaş olabilir. Ayrıca sigara, kafein, alkol alışkanlığı uyku sorunları da kalp hızını değiştirir.
“İster yoğun ağır egzersiz gibi bir nedenle, ister kalp hastalığı, sistemik başka bir hastalık ya da yorgunluk, uykusuzluk, stres, sinirlilik, endişe, korku, sigara, kafein gibi bir faktörle kalbiniz hızlanırsa, bu durum ömrünüzü kısaltabilir mi?”

Kalbi zorlamak yanlış
Bu sorunun yanıtı önümüzdeki yıllarda yeni çalışmalarla daha iyi anlaşılacak ama elimizdeki bulgular, özellikle yoğun egzersiz nedeniyle kalbi zorlamamanın doğru olmadığını düşündürüyor. Ayrıca her ne sebeple meydana gelirse gelsin taşikardi denilen kalp hızlanmalarını ciddiye almamıza işaret ediyor. Kısacası her konuda olduğu gibi aşırı hız kalbimize de iyi gelmiyor.

Kalbi hızlı çalışan daha mı az yaşıyor

FARKLI ülkelerde yapılan birkaç çalışma kalp hızı 70’in altında olanların 70’ten yüksek olanlara göre daha uzun yaşama şansı olduğunu göstermiş.
Aslında uzun süredir kalbi düşük hızda çalışanların, yüksek hızda çalışanlara oranla daha uzun ömürlü oldukları biliniyor. Ancak bu bilginin bilimsel bir doğru olarak kabul edilebilmesi için daha büyük gruplarda uzun süreli çalışmalar yapılması gerekiyor. Kalp hızının yavaşlığı ile ömrün uzunluğu arasında bağlantı kuranların ileri sürdükleri tezler,yalnızca kaplumbağa ve fillerin uzun ömürlü olmasıyla da sınırlı değil. Mesela kış uykusuna yatan yarasalar, diğerlerinden daha uzun ömürlü. Bu bilgiyi tabii ki, “aktivite yapmayan, fazla hareket etmeyin, egzersizi bırakıp istirahat edin” şeklinde de anlamayın. Her konuda olduğu gibi egzersiz konusunda da “makulü aramak” en iyi çözüm gibi görünüyor.

İfrat-tefrit dengesine dikkat edin

EGZERSİZİN kalbe iyi geldiğinden, düzenli egzersizin yalnız kalbi değil damarların, bütün doku ve organların gücünü arttırdığından hiç kuşkunuz olmasın. Bana göre dikkat edilmesi gereken şey her konuda olduğu gibi egzersizde de “ifrat-tefrit” dengesini korumaktır.
Aşırı zorlanmayın
Hareketsiz, tembel, kendi haline bırakılmış bir hayat sürmek de, egzersiz yapacağım diye kasları, eklemleri ve genelde bedeni kilolarca ağırlığın altında ezmek ya da üzerlerine fazla yüklenmek de doğru değildir. Aşırı egzersiz çabası yalnızca kasları zorladığı, tendonları kopardığı, eklem kıkırdaklarını yaraladığı için değil aynı zamanda fazla miktarda serbest radikal üretimine yol açarak erken yaşlandırdığı, bağışıklık sistemini zorladığı için de zararlı olabilir.

Kansere yakalanma riski neden artıyor?

Prof. Osman Müftüoğlu

Son günlerde insanlar aynı soruyu soruyor: “Kansere yakalananlar her geçen gün neden artıyor?” Bu sorunun bir, beş, on değil yüzlerce yanıtı var ama en önemlisi temiz bir çevrede yaşamamamız olmalı...

Temiz bir dünyanın geleceğimizin en önemli belirleyicisi olduğunu maalesef unuttuk! Bugün de ektiklerimizi biçiyoruz. Artık yağmur sularında asit, anne sütünde toksik maddeler, içme suyunda arsenik, yiyeceklerde kanserojenle karşılaşmak gazeteler için bile haber konusu olmaktan çıktı.
Önce şu noktayı bilmemiz lazım: Asla ve hâlâ umutsuz bir noktada olmayalım. Başta kendim olmak üzere hiç kimseye umutsuzluk aşılamayı, çözümsüzlük duygusu oluşturmayı sevmem. Ama bu kanser meselesine daha baştan yanlış değilse bile eksik başladığımız, düşüncesindeyim.
Bana göre “Kanseri yenmek” yerine önce “kanseri önlemek” işine odaklanmak zorundayız. Çünkü, elimizdeki veriler, ilaç sanayi ve tedavi endüstrisi ne kadar böbürlenirse böbürlensin, kanser tedavisinde geldiğimiz mesafenin “bir arpa boyundan” da pek uzun olmadığını gösteriyor.

KÜRESEL BİR TEHDİT OLDU
Tedavi konusundaki çalışmaları tabii ki bir kenara bırakmamalıyız ama öncelikle temiz bir çevre yaratma, kanserojen molekülleri belirleyip sorgulamak ve bu moleküllerin soluduğumuz havaya, yediğimiz içtiğimiz gıdalara temasını önlemeye çalışmalıyız. Bununla yetinmemeli kanser konusunu yeni baştan masaya yatırıp, alternatif çözüm yolları aramak, koruyucu programlar oluşturmak ihtiyacındayız. Toplumun bilme ve öğrenme hakkını ön plana çıkarmalı, toplumsal bilgilenmeyi örgütlenmeyi dolayısıyla “kanserden korunmayı” kanserle savaşın birinci maddesi yapmalıyız.
Çünkü küresel bir kanser kriziyle karşı karşıyayız. Çünkü çevremizde kansere yakalananların sayısı her gün biraz daha artıyor. Çünkü dikkatsizliğimiz neticesi önce yaşadığımız dünya sonra da bedenimiz kimyasal bir çöplük haline geliyor. Kısacası işte “evde, sokakta, okulda -hatta ana rahminde-” kimyasal kirleticilere maruz kalmamız, bugün neredeyse bir salgın haline dönüşen kanser sorununun en önemli nedenidir.

Salgını önlemenin yolu
Prof. Dr. Erkan Topuz Hoca’nın editörlüğü ile dilimize kazandırılmış “Kanser: Salgını Önlemek İçin 101 Çözüm Önerisi” isimli kitaptaki şu cümleler çok önemli: “Vücutlarımızın dokusunun kimyasallardan oluşan ağır bir yük tarafından kirletildiğini öğrenmek rahatsız edicidir”

Bir çalışmada (New York), sağlıklı kişilerde kan ve idrar tahlili yapıldığında, 167 endüstriyel kimyasal saptanmış. Bunlardan kimi bağışıklık sistemi için toksik; kemik, üreme sistemi için, hormon sistemi, beyin ve sinir sistemi için kanserojen, kimi bağışıklığı felç eden kimyasallarmış.
Bu kimyasalların bazıları yapıştırıcılar, tarım ilaçları, saç spreyleri, parfümler, boyalar, deterjan katkıları, gıda katkı maddelerinin veya cilaların üretiminde kullanılmış.
Başka bir çalışma emziren 20 annenin sütünde kanserojen PBDE maddesinin; bir diğer çalışma ise yeni doğan bebeklerin göbek bağı kanında 287 zararlı kimyasalın mevcudiyetini göstermiş.
Çevre kirlenmesi yalnız bizi doğrudan etkileyen kanserojen yükünü arttırdığı için değil, aynı zamanda bağışıklık sistemimizi felç ettiği için de önemli bir problem. Bağışıklık sisteminin bozulması bizi kanserden koruyan ve gerektiğinde iyileştiren sistemlerin de görevini yapamaz hale gelmemesine yol açmakta...

Ne yapmalı?
Eğer kanser tehdidini görmezden gelir, içtiğimiz suları, yediğimiz gıdaları, soluduğumuz havayı, dokunduğumuz eşyaları, kullandığımız deterjan ve benzeri kimyasalları, sigarayı, alkolü, radyasyonu kanser nedeni olarak sorgulamazsak “Pankreas kanseri neden sıklaştı”, “Kan kanserine yakalanalar neden arttı?”, “Kolon kanseri, prostat kanseri, meme kanserine yakalananlar neden çoğaldı?” gibi yüzeysel tartışmalarla zamanımızı geçirmeye devam ederiz. Dikkat edin! Sadece sigara bıraktırma kampanyaları bile akciğer kanserine yakalananların sayısını azalttı.
Bugünlerde özellikle İstanbullu kadınları pek meşgul eden pankreas kanseri, meme kanseri ve diğer kanser vakalarının arka planında, bedensel ve ruhsal kirlenmenin yattığını unutmayın. Bu kirlenmenin nedeninin çevre şartları olduğunu ise aklınızdan asla çıkarmayın.

Bu konuyu değerlendir