Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

08.12.2010, 14:59

Sarık Sünneti

M. Latif SALİHOĞLU
Şeâir, şahsî farzlardan daha önemli



Lûgatlere göre "şeâir–i İslâmiye", İslâmın belirtileri, adetleri, âdâbları, işaretleri, alâmetleri, simgeleri, sembolleri gibi mânâları ihtiva ediyor.
Buna göre, çoğu Risâle–i Nur'da da bâriz şekilde ifade edildiği üzere, "ezan, cami, sarık, namaz, oruç (Ramazan–ı Şerifteki savm), zekât, hac, Bismillah, hutbe..." gibi bilhassa sosyal hayatta tezahürleri görülen adet ve ibadetler, aynı zamanda birer şeâir–i İslâmiyedir.
Yine Risâle–i Nur'da ifade edildiği üzere, "Sünnet–i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir."
Zirâ "Şeâir, âdeta hukuk–u umumiye nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur."
Bu meselenin can alıcı bir diğer noktası, şu iki cümleyle ifade ediliyor: "Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir." (Lem'âlar, s. 58)
Hakikatte, Habibullah'ın (asm) "âdâb" tâbir edilen sünnetlerinden hangi birine ittiba edilirse, o noktadaki âdetlerin tamamı ibadete çevrilir, ibadet hükmüne geçer.
Bir kısmı farz olan "şeâir–i İslâmiye" ise, bütün cemiyeti alâkadar ve hukuk–u umumiye hükmüne geçtiği için, Müslümanlar için çok daha büyük bir ehemmiyet taşıyor.
İşte, bu şeâirlerden biri—geçen hafta da temas ettiğimiz gibi—Resûl–i Ekrem'e (asm) mahsus en bâriz bir işaret ve alâmet olan "sarık"tır.
Bu mühim meseleye, Üstad Bediüzzaman şu ifadelerle izahat getiriyor: "İncil’de zikredilen Sahibü’t–Tâc’ unvanı, Resul–i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur. Tac, 'amâme', yani sarık demektir. Eski zamanda, milletler içinde, milletçe umumiyet itibarıyla sarık ve agel saran kavm–i Araptır. İncil'de Sahibü’t–Tâc, kat'î olarak Resul–i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demektir." (Mektubat, s. 171)
Kralların, padişahların tâcı ayrı, Habibullah'ın tâcı ayrıdır. O Habibullah'a tabi ve ümmet olacak hemen herkesin bir şekilde başında taşıyabileceği bu tâcın "sarık" olduğuna şüphe yoktur.
Geriye kalıyor, bu tâcın uygulanması, tatbik sahasına konulması meselesi.
Sarığın dışarıda herkes tarafından giyilmesine dair ilk yasak, Sultan II. Mahmud'un fermânıyla konuldu. (3 Mart 1829)
Bu tarihten yaklaşık bir asır sonra ise, sarığın yanı sıra, fes, takke, külâh, kalpak gibi hemen bütün "başlık kıyafetler" yasaklandı ve özellikle memurlara şapka giyme mecburiyeti getirildi.
Uygulamada ise, konulan kànunlar da çiğnenerek, hususî ibadetlerde bile müdahale edildi ve sarık takan vatandaşlara çok ağır cezalar verildi.
Neticede, hemen herkes başındaki sarığı çıkardı, onun yerine şapka giymeye mecbur edildi.
İşte tam da bu hengâmede, istisnaî bir şahsiyet olarak karşımıza Bediüzzaman Said Nursî çıkıyor.
O, Kur'ân hurufatını, Muhammedî ezan ve kameti terk etmediği gibi, başındaki sarığı da hiç çıkarmadı.
Başındaki sarığı çıkarmaya onu zorlayanlara ise, boynunu gösterdi ve kat'î bir kararlılıkla "Bu sarık, bu başla beraber çıkar" cevabını verdi.
Bu vakur duruşunu, hayatının sonuna kadar sürdürdü.
Öyle ki, karakol, valilik gibi resmî makamlara çağrıldığında, yahut mahkemelere sevk edildiğinde, hatta mahkeme huzurunda dahi sarığını başından çıkarmadı.
Evet, bu durum bir istisnadır ve bu zamanda ikinci bir örneğine de rastlanılmış değildir.
Üstad Bediüzzaman, böylesi bir kararlılıkla, aslında "şeair–i İslâmiye"nin büsbütün terkine, yahut kesintiye uğramasına mâni olarak, bir bakıma bütün bir cemiyeti, yani bu vatandaki ümmeti vebâlden kurtarmıştır.
Zira, yukarıda da ifade edildiği gibi, bir şeâirin terkiyle umum cemaat mes'ul duruma düşer.
İşte, Üstad Bediüzzaman, âdeta kelle koltukta hem mühim bir şeâiri tatbik, hem "Sahibu't–Tâc"ın (asm) sünnetini idame ettirme yolunda hayatını ortaya koymuş, bu azim ve kararlılık içinde de ömrünü tamamlamıştır.
Onun talebelerine gelince...
Üstad Bediüzzaman'ın vefatından sonra, sarık sünneti, Nur Talebeleri için de hayatın ve bilhassa ibadetin ayrılmaz bir parçası, vazgeçilmez bir âdeti olmuştur, olmaya devam etmektedir. Nur dershanelerinin hemen tamamında sarık da var, cübbe de. Namazı kıldıran, bunları giyiniyor....
Habibullah'ın bu âzâm sünnetini nefsimizde tatbik ederken, hanemizde bulunan diğer efradın üzerindeki müsbet tesirini de unutmamalı.
Sarık ve cübbe ile kılınan namazlar, mâsum çocukların duyguları üzerinde harikulâde güzellikte bir tesir icra eder.
Anamız, bacımız, yahut eşimiz, sarığı yıkayıp astığında, her defasında Resûlullah'ı hatırlayacak ve bu sünnetin ihyasından dolayı o da hisseyâb olarak, içinde apayrı bir huşu ve huzuru duyacaktır.
Konuyu yine aziz Üstad'tan bir vecize ve onun talebesi Zübeyir Gündüzalp'in Konferansından bir iktibas ile tamamlayalım.
"Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet–i Seniyyenin ittibâını istilzam edip intaç ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet–i Seniyyeye ittibâından hissesi ziyade ola." (Mektubat, s. 171)
"Bu asra öyle bir Kur’ân tefsiri lâzım ve elzemdir ki, ...Sünnet–i Seniyyeye ve İslâmiyetin şeâirine muhâlif olarak yapılan şeyleri fark ettirip sünnet–i Peygamberîye (asm) ittibâı ders versin ve ihyâ etmek cehdini uyandırsın.
"İşte, Risâle–i Nur’un böyle hâsiyetleri hâvi bir Kur’ân tefsiri olduğu, ehl–i hakikatin tasdikiyle sabittir." (Konferans)
08.12.2010
E-Posta: latif@yeniasya.com.tr

2

10.01.2011, 13:01

Âhir zamanda Peygamberle yaşamak





08 Ocak 2011, 08:23





Elif Ruhefzâ Altuner ceffelkalem@hotmail.com


İNSAN, Allah ile ‘fitnet-i âhiri’z-zaman‘ arasında gelgitlerde. Modern zamanların âlûde zihinli çocuğu bazen -vakta ki- pamuk ipliğini ‘hablü’l-metîn’den daha ziyâde kavî görüyor. Lâkin gelen hezimet -kavî görülen- o zaif pamuk ipliğinin ne derece kudret ve basîretten uzak olduğunu gösteriyor.
Nefse hizmeti ve hezîmeti göstermek âhir zamanda daha ziyade zorlaşıyor. Miyop olan nefs uzağı göremiyor. ’Karıncalı çeken’ bir hayalât ve vehmiyât, âhirzamanda dîni ötekileştiriyor; dîni uyulan değil de ‘uydurulan’ olmaya doğru itiyor. Hayata uydurulan dîn mi, dîne uydurulan hayat mı, karar verse de ikrar eyleyemiyor insan.

Şairin -kıbleyi göstermiyor şehir haritaları-1 dediğine eklediğimiz modern zamanların/modern insanın “kıblesizlik damarı”... Kansızlık –vaktâ ki- damarda asılı duran; secdesizlik, seccâdesizlik, Muhammedî hâletten uzaklık canımızdan cânı/kanı çeken.
Peygambersiz, sünnetsiz, kabirsiz ve zemzemsiz gayesiz yaşama senaryoları: Başrolde –evet, şahsî hayatında- insan var. Rejide desise-i şeytan ve peygamber tekbirleri... Modern zaman seyirciye önem veriyor.
-Heey ins! Sergile oyunlarını/entrikalarını bu rol/yol uzun.
Şeytan müflisâne gülüyor “Hayır“ diyecek sonra. ”Hayır! Bu çektiğin perdeler senin kalbine inecek.”
Dünyâ perdesini aralayınca, göz perdesi setredilmeyince, dünyâ mührünü vuruyor kalbe.
Zihin peltek: Bir ‘elif’ çekip “Allah!” diyemiyor; “şın” ile şeytana yakın/yakîn oluyor. Evet zihin peltek, kalp pelte pelte açılmıyor; perde perde: ‘Summum bukmun umyun’2 oluyor; devâmı “fehum lâ yerciûn..” Sonra… diyor Hak Teâlâ: “Mine’s-semâi fîhî zulumâtu’v-ve ra’du’v-ve berku’y-yec’alûne fî ezânihim…3 ”dir hâlleri: “Şiddetle boşanan karanlıklı, gök gürültüsü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş yolcuların misâli…”
Haritalar, kıbleyi hangi yönden görüyor bilmiyorum, ama modern insan ibresiz, pusulasız, bir şeye teveccüh etmeden yaşıyor zamanı. Kıblesizlik damarı hayata gaye/mânâ sekerâtı getiriyor her hâliyle.
Bedî’nin “rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gâyet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh süreyyâdan serâya, kâh seradan süreyyâya..”4 dediği hâletin belki de milyon derece ziyadesinin altında ezilen insan, Bediüzzaman’ın meselenin devamında zikrettiği rehberi göremiyor, bu sebepten milyon derece daha ziyade fırtınalara dûçâr oluyor.
Bedî’nin “gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi hadsiz zararlı zulümâtlı yollar içinde birer düğme hükmünde” diye nitelediği ‘sünnet-i seniyye’ modern insana ‘dağdağalı fırtınalar’ içinde en elzem bir pusula, ibre…
Kalp gözü-–modern tutulmalarla—küsûf görse de, kalp dili küflense de ciddî iştiyakla sünnet pusulası Târık-ı zulümâtı kat edecektir İnşallah.. Meselenin âhirinde devamla “Sünnet-i Seniyenin o vaziyete temas eden mes’elelerine ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hıffet buluyordum. Bir teslimiyetle tereddüdlerden ve vesveselerden, yani “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum: Tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam; yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir halet hissediyordum” diyor Bedîüzzaman.
Yani mesele, Rehber-i Ekmel (asm) olan dürr-i yektâyı rehber edinmek. Yani hablü’l-metîn’i kavî görmek; ona kavî yapışmak ve Kur’ân-ı Nâtık olan Hz. Peygamber’le (asm) yaşamakla alâkadar... ‘To be or not to be’ meselesine en ziyâde merhem, ‘Hz. Peygamber gibi yaşamak, Muhammedî olmak..’

Dipnotlar:
1. İstikamet / M. Fatih Kutan – Yumuşak G dergisi
2. Summum bukmun umyun fehum lâ yerciûn: “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden dönmezler” (Bakara, 18.)
3. Bakara, 19.
4. 11. Lem’a, 3. Nükte.

Bu konuyu değerlendir