Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

13.06.2004, 13:22

Risâle-i Nur Araştırmaları

RıSÂLE-ı NURDAKı TERıMLER VE MÂNALARI



-AKREBıYET – KURBıYET : Akrebiyet;Güneşin gözümüzün içerisine kadar girmesiyle bize bizden daha yakın olması gibi,Cenab-ı Hakkın da bizlere bizden daha yakın olmasıdır.

Kurbiyet ise;ınsanın kendi çaba ve gayretiyle Allah’a olan yakınlığı. Bunlar aynı zamanda Allah’a gidiş yolları olup,birincisi Sahabelerin mesleği olup,onlar o yolda gitmişlerdir. ımam-ı Rabbaninin de ifadesiyle,ahir zamanda da Mehdi ve ısa’da aynı mesleği takib edeceklerdir. ıkincisi ise,Velilerin mesleği ve süluk tarzıdır.

Birincisi kısa,kolay,tehlikesiz,meşakkatsiz ve ulvi olup,ikincisi,uzun,tehlikeli ve meşakkatli bir meslektir.

-ÂLÂ-YI ıLLıYYıN : ınsanın kendisine Allah’a kul ve muhatab olmak üzere verilen kabiliyet ve istidatlarını kullanarak cenneti ve Allah’ın Cemalini netice verecek bir şekilde,önünde açılan sonsuzluk yolunda yükselmesi.

-ALEMı şEHADET : Alem,delil demektir. O halde iç ve dış,görünen ve görünmeyen her şey Allah’ın varlığının birer delilidir. Gördüğümüz şu alem O’nun varlığını gösterdiği gibi,görmediğimiz ancak Peygamberlerin ve Kitabların bahsettiği alemler de her biri birer delildir.

-ARşI AZAM : Allah’ın varlığını bir ayine olan kal de bir arşdır. Allah orada tecelli ve tasarrufta bulunur. Arşı azam ise,umum varlıkların ve alemlerin tasarruf yeridir.

-ÂSÂR – I RAHMET VE ıNAYET : Varlıklarda Allah’ın rahmetinin bir belirti ve eseri olmasaydı;arslan yavrusuna şefkat etmez,anne yavrusunu bağrına basmaz,toprak bitkinin,bitki hayvanın,hayvan insanın yardımına koşmazdı. Kafirler bir avuç su bile içemezlerdi. Allah insandan rahmet ve yardımını çekecek olsa,insanın hali nice olur? Bütün kainat ona düşman olur ve onu boğardı.

-AVÂLıM-ı UHREVıYE : Cennet ve tabakaları,cehennem ve tabakaları,kabir,haşir,misal alemi,ve on sekiz bin ayrı ayrı alemler ki,her bir insan bile başlı başına bir alemdir. ımanın esas ve hedeflerinden olan ahiret alemi.

- -ÂYÂT-I TEKVıNıYE : Bir memlekete gelen büyük çaptaki bir mal nasıl ki ancak oranın en zenginine ait olacağını,her dengin üzerindeki mühür de ona ait olduğunu gösterirse,onun gibi de;Kainatta var olan her şey,sadece gözünün gördüğüne inanan ve gözlü olan herkese Allah’ın varlığını okutan ve gösteren bir delildir..

- - BAHRı BELAğAT : Su hayata hayat ve kaynak olduğu gibi,su misal ayetlerin damlalarından oluşan Kur’an denizi de hayata hayat olup,tümüyle rahmet olmakta,düştüğü yerde hayat fışkırmakta,düştüğü kalbi güzel üslubuyla yakıp,mest etmektedir.

- - BAHRı MUHıTı HAVA-ı VE ESıRı : Hava alemi veya maddenin en küçük parçası olan ve her şeyin kendisinden yaratılmış olduğu esir maddesi bir okyanus olup,varlıklar ise balığın denizde yüzdüğü gibi o hava ve esri okyanusunda yüzerler.

- - BELAğAT – I KUR’ ANıYE : Kur’anın;kısalık-uzunluk gibi çeşitli meselelerde gereksiz ifadelerden uzak olarak yerine göre,hale uygun olarak ifade ve açıklamada bulunması.

- -BÜRHAN –I HAKıKAT : Kur’an hayal ve hurafelerden uzak olarak,hakikatlardan bir araya gelmiş başlı başına bir delildir.

- - CEM’ıYATI HAYRıYE : Toplumu birbirine yakınlaştıracak,insanları birbirleriyle kucaklaştırmaya ve güvene sebeb olan hayır kurumları.

- - CıNAYETı ÂMME : Umum mahlukatın hukukuna tecavüz. Küfür ve inkar varlıkların Cenab-ı Hakka yaptıkları tesbih ve ibadetlerini örttüğü ve reddettiği için,Allah’ın ezeli ve ebedi olan isim ve sıfatlarını küfrüyle gizlediğinden ebedi bir cinayet işlenmiş olup,ebedi cezayı hak etmiş olmaktadır.

- - DAıRE –ı ıMKAN, VÜCUD ; MÜMTENı’ : ımkan;Allah’ın dışında yaratılan her şey. Olması da olmaması da mümkün iken Allah’ın inayetiyle ve iradesiyle var edilen varlıklar. Mütesaviyüt-tarafeyn.olması ile olmaması mümkün olan.

- Vücub;olması kesin olup,zıddı olan olmamak ve olmaması düşünülemeyen Allah. Mümteni’ ise;Olması mümkün olmayan,yok olup,varlığa çıkmayan.

- - ECZA- ı ASLıYE – ZERRAT – I ESASıYE : Bir binanın boya ve sıvalarının değişmesine rağmen,o binanın temelini oluşturan ve ayakta tutan taşları nasıl sabit kalıp değişmiyor ise,öyle de,her sene vücudunu değiştiren ve altmış senede altmış insan olan bir insan –ki hepsi de küçüklüğünden büyüklüğüne kadar farklı farklı olması- ahirette temel zerre ve parçaları üzerinde en mükemmel olarak yaratılacaktır.

- - EMRı KÜN – FEYEKÜN : Cenab-ı Hakkın –ol- demesiyle,irade edip dilediği bütün varlıkların bir anda hemen var olmaları. Bir komutanın –arş- emri ile bir bin fark etmeksizin bütün askerin hepsini birden,bir anda hareket ettirmesi gibi.,Allah’ın da yaratması bir emir olan –ol- emri iledir.

- - EHLı FEN : Sadece akli duygularını aydınlatmış,aklıyla hareket eden,onu onaylayıcı kalbi ve dini ilimlerden mahrum,maddi ilimlerle uğraşanlar.

- - EMANETı KÜBRA : ınsanın mükellefiyeti,ıman,Kur’an,ıslamiyet,akıl. Bunlar neticesinde ya ebedi hayatı kazanmak veya kaybetmek ile karşı karşıya kalma durumudur. Bir hizmetçinin sorumluluğu az olduğundan,mükafat ve cezası da azdır. Ancak bir cumhurbaşkanı için mükafat da büyük,ceza da... ınsanı diğer varlıklardan ayıran ayırıcı fark...

- - ESFELı SAFıLıN : ınsanın bütün duygularıyla sukut edip,cehennemi netice verecek şekilde,cansızlardan da daha aşağı bir duruma düşmesi. Elmas olmaya namzed iken,kömür seviyesizliğine düşmesi.

- -FELASıFE-ı ABESıYYUN : Her şeyin boş,sahibsiz,gayesiz,amaçsız,lüzumsuz olarak yaratıldığını düşünen,aklı gözüne inmiş,akıl-kalb-vicdan-ruhuna itimat etmeyip hayvan gibi sadece gördüğüne inanan felsefeciler.

- - FELSEFE-ı SAKıME : Kafa feneriyle hareket eden,sönük görüşlü,hakikatın yolunu şaşırmış,yanlışlıkla şifa dağıtan hasta ve hastalıklı felsefe. Karanlık adamı,karanlıktaki adam. ıslam güneşinden mahrum,karanlıkta araştırma yapıp,bulduğu derdi deva olarak sunan akım. Kendisini tedavi etmekten aciz bir meslek.

- - FENNı BEYAN VE MAÂNı : Edebiyattaki hakikat,teşbih ve güzel söz ve yazı ilmi. Herhangi bir meseleyi izahta edebiyatın bilinen ve bilinmeyen bütün inceliklerini kullanarak ifade etmek.

- - HAKÂıK-I GAMIZA –ı ıLÂHıYE : ınsanın kendisine ait sırları olduğu gibi,Allah’a ait gizli hakikat ve sırlar da vardır. Bunlar kader ve ilim olup,bir kısmı Kur’an-da bulunmakta,ahirette de bütün berraklığıyla açığa çıkacaktır.

- - HAKÂıK-ı SÂBıTE : Tağayyür ve değişmeye maruz kalmayıp,sabit ve doğru hakikatlar.

- - HAşRı ıSTıB‘AD : Her sene yer yüzünün ve bütün varlıkların diriliş ve yaratılışını gören insanın,öldükten sonra tekrar bir bahar kolaylığında dirilişini dar aklına sıkıştıramayıp,uzak görmesi.

- - HıKMETı ıMHAL : Allah imhal eder,ihmal etmez. Allah insana yaptıklarından dolayı bir mühlet ve süre tanır,ta ki kul tevbe ile ondan vaz geçsin. Ancak bu imhal etme,insanın yanına kar kalma anlamına gelmez.

- - HıKMETı KUR’ ANıYE : Kur’an-ın,her şeyin nedenini,niçinini,kısaca var oluş,yaratılış gayesini ve hedefini akla ve kalbe uygun olarak izah edip,hakikata ve her şeyin sırrını bilmeye götüren ilim. Kur’anın her şeyin üzerindeki sis,gaflet ve dalalet perdesini kaldırıp keşfederek hakiki hakikatı göstermesi,bulması.

- - HıLAFETı ARZıYYE : Kendisine yüklenen yükten dolayı yeryüzünde seçkin ve seçilmiş kılınan,her şeyin kendisine hizmetkar kılındığı,kendisinin de yaratıcısına iman ve ibadetle sorumlu kılınıp,tasarrufa memur,geniş yetkilerle donatılmış yeryüzünün efendisi olan insan.

- - HıLKAT şECERESı : Kainat bir ağaca benzetilirse,insan onun meyvesidir. Zira ağaç meyvesi için ekilir. ıman ve ibadetler de insanın meyvesidir.

- - HUTBE-ı EZELıYE : Allah’ın zatı ezeli olduğu için,insanlarınki gibi sonradan olmadığından,insanı yaratmayı irade ettiği gibi,onunla konuşmayı da ezelde irade etmiş ve konuşmuştur. Kur’an-da,ezelde hazırlanan ve irade edilip yapılan bir konuşmadır.

- - HÜCRE- ı TALıM VE HıDAYET : Eğitim,öğretim ve hidayete beşiklik yapan oda ve ev. Boş şeylerin konuşulmadığı,marifet ve imana vesile olacak ilimlerin konuşulduğu yer.

- - ıBADETı TEFEKKÜRıYE : Tefekkür kabalığın değil,ince olan fikrin mahsulüdür. Kılı kırk yarmadır. ıman ve Kur’an-a dair bir anlık düşünme,bir sene nafile ibadete denk tutulmuştur. Bir dalgıç maharetiyle düşünme ve düşüncede derinliğine dalıp,yüzde ve yüzeyde kalmamak. Hakiki hakikata varıncaya kadar bütün kalın ve ince perdeleri aralamak ve kaldırmak.

- - ıCABı – IZTIRARı - SUDÙRU GAYRı ıHTıYARı : Cenab-ı Hakkın yaratmasında,yaratmasını gerektirecek zorlayıcı,iradesinin dışında bir gelişme ve meydana gelme söz konusu değildir. O dilemedikçe,irade edip istemedikçe hiçbir şey var olamaz.

- - ıNSANıYETı KÜBRA : Gerçek insanlık ıslamiyetle olur. ıslamiyetsiz insanlık,insanlık değil,vahşilik ve canavarlıktır. Başkasını yutmakla beslenir. Hakiki insanlık olan ıslamiyet ise,selamet ve emniyet olup,insanlık onunla beslenir.

- - ıLTıFATAT-I EBEDıYE-ı RAHMANıYE VE HıTABAT-I EZELıYE-ı SÜBHANıYE : Allah lütfuyla bizlere iltifat etmiş ve kendisine yönelenlere de ebediyyen yönelecek ve ilgilenecektir. Ve insanla ezelde konuşmuş,onu –tabiri caizse- adam yerine koyup,muhatab kabul etmiştir. Kur’an-da,hayvanlara hitab edilip de,ey hayvanlar veya ey bitkiler denilmeyip,ey insanlar,denilerek,insanla konuşulmaktadır. Âyette:Eğer biz bu Kur’an-ı dağlara indirseydik,dağlar Allah korkusundan param parça olurdu.”[1] Böyle ulvi bir hediye insana nasib olmuştur. Bir üst rütbelinin veya bir cumhurbaşkanının kendisiyle birkaç dakikalık konuşmasını ömür boyu bir hatıra olarak saklayıp,her yerde söyleyen bir insan,Allah’ın kendisiyle konuşmuş olmasını düşünmelidir.

- - ıSTıDRAC – MEKRı ıLAHı : Keramet,mü’mine Allah’ın bir ikramı olup onun derecesini arttırırken,istidrac, kafirin gösterdiği üstün bir şeyi kendisinden bilerek küfrünü arttırması. Firavunun atıyla sarayın penceresinden girmesi,leninin halkın üzerinde uçarak konferans vermesi, Deccalın sol gözündeki manyetizma ve tesiri ile insanları kendilerine celb ve cezbetmeleri. ılahi bir ceza,onları aldatan ve hilelerini boşa çıkartan ilahi bir hiledir.

- “Onlar hile yaptılar,Allah’da hile yaptı. Allah hile yapanların hile ,oyun,komplo ve oyunlarını boşa çıkarmada en hayırlı ve güçlü olanıdır.”[2]

- -ıSTıFHAMI ıNKARı –ı TAACCÜBı : Her hangi bir meseleyi inkar edenin inkar etmesine karşı hayretle,soru ile karşılıkta bulunmak. kainatı boş ve yaratıcısız zannedene,hayret ve şaşkınlıkla,öyle mi zannediyordun?demek gibi,hayretle karşılamak.

- - KADıRı KAYYUM : Her şeyin kendisinin varlığıyla ayakta durduğu,kudreti sonsuz güç sahibi olan Allah. Kudret sonsuz olunca, az-çok,küçük-büyük birdir.

- - KASASI KUR’ANıYE : ınsanların ibret,ders almaları ve Peygamberlere verilen mu’cizelerin benzerlerini yapmak üzere Kur’an-da anlatılan peygamberlerin hayat hikayeleri.

- - KEREM : Her hangi bir karşılık beklemeden iyilikte bulunmak. Karşılıksız olarak ikram etmek. ıhsan ise;teşekkür de olsa bir karşılık bekler. Allah’ı görür gibi ibadet etmeyi gerektirir. Biz O’nu görmesek de,O’nun bizi gördüğünü bilmektir.

- - KıTABI KEBıRı KÂıNAT : Allah’ın iki tarzda kitabı vardır: Biri;çeşitli şekillerde bir ressam maharetiyle çizilmiş şu büyük kainat kitabı ki,her bir parçası bir kitab oluşturmaktadır. Bütün ilimlere kaynaklık etmektedir. Diğeri ise,Kelam sıfatından gelen,peygamberlere gönderilen sözlü kitabıdır.

- - KıTABI SEMAVı : Yağmur nasıl ki gökten inip insanlar için bir rahmet ise,Kur’an-da akıl-kalb ve ruhlar için gökten indirilmiş bir rahmet kitabıdır.

- - LEM’A-ı ı’CAZ : Gökyüzü parlayan yıldızlarıyla nasıl ki insanı hayran bırakıp,taklidini yapmaktan insanı aciz bırakırsa,bunun gibi de;Kur’an-da parlayan yıldız misal ayetleriyle benzerini yapmaktan insanları aciz bırakıp,parlaklığını göstermektedir.

- - MAARıFı ıLÂHıYYE :Kur’an,Allah’ı bilmeye ve tanımaya insanı sevk eden ilahi marifet kaynağıdır. O’nu tanıtır. Zira bilmek ayrıdır,tanımak ayrıdır. herkes ıstanbulu bilir,ancak herkes ıstanbulu tanımaz veya farklı derecelerde bilir ve tanır. şeytanda Allah’ı bilirdi,ancak kalbde marifet ve tanıma olmayınca,imanda olmadı. Kur’an marifeti arttırır.

- - MAHşERı ACAıB : Acib ve garib bir şekilde bütün varlıkların,mahlukların bir araya gelerek bir anda toplanmaları...

- - MAHZENı MU’CıZAT VE MU’CıZE-ı KÜBRA : Peygamberimiz peygamberliğinin delili olarak binlerce mu’cize göstermiştir. Umumunun aslı ve kıyamete kadar devam edecek olan mu’cizesi ise Kur’an-dır. Birincisi,kendi asrındakiler için,Kur’an ise;hepsini içinde toplayan (ayı ikiye bölmesi,parmaklarından suyun akması)[3] ve Allah tarafından tasdik edilerek kıyamete kadar gelecek olan insanlar için bir mu’cizedir.

- - MÂıDE-ı SEMÂVıYE : Musa (AS) kavmi olan ısrailoğullarına,Allah onların sofralarına gökten kudret helvası ve Bıldırcın eti gönderdiği gibi,[4]Kur’an sofrasıyla da maddi ve manevi duyguları doyuracak uhrevi,cennet misal yiyecek ve içecekleri Kur’an sofrası içerisine serip insanların istifadelerine sunmuş,ondan faydalananın dünyasını cennete çevirmiştir.

- - MERÂTıBı KÜLLıYE-ı ESMÂıYE : Cenab-ı Hakkın bütün isimlerine mazhariyette yükselip,en büyük insanlık rütbesine ulaşma.

- - MENFı MıLLıYET : ınsanları birbirine bağlayan bağın ırki olup,ırkına göre değerlendirmek. Oysa ıslamiyet bu bağı esas almayıp keser,birbirine bağlayan bağın din olduğunu ifade edip,onun yerine tesis dini eder. Böylece masum ve mazlumları zalimlerin zulmünden kurtarıp,birleştirici özelliğiyle halkayı daraltmaz,geniş tutmuş olur.

- - MENSUCATIN DESTGÂHI : Kainat bir tezgah gibi;ahirete,cennet ve cehenneme malzeme dokur. Nasıl ki mahir bir ustanın yaptığı eserde ilmi,mahareti maddi olarak eserinde görüldüğü gibi,alemler de Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarının maddi şekilde dokunduğu bir fabrika ve tezgahtır. Cemal ve Rahmeti cennete malzeme istediği gibi,Celal ve Kahhariyeti de cehenneme malzeme istemektedir. ısim ve sıfatlar eşyayı dokur.

- - MUARAZA –ı BıLHURUF : Kur’an-a;Edebiyat,söz,davasının haklılığını medenice isbat etmek için ilim,hikmet ve kitabla karşı koyma.

- - MUARAZA - BıSSUYÙF : Davasını mantıki yönden isbat edemeyenlerin kaba kuvvete,kılınç ve silaha baş vurarak,hakla değil,kuvvetle karşı koymaya çalışmaları.

- - MU ’ ZAT-I KUR’ANıYE : Kur’an-ın;gerek insanda onun benzerini yapma kabiliyetinin olmayışı gerekse de Allah tarafından müsaade edilmediğinden (Musa peygamberin Tur-i Sina-da Allah’ı görmeye tahammül edememesi gibi)[5] lafız ve mana yönünden harika olup,benzerinin yapılmaması ve yapılamaması...

- - MU ‘ CıZE-ı BÂKı : Allah’ın kelamı ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Allah ezeli olduğu gibi,kelamı da ezeli ve ebedidir. Kur’an-ın harikalığı da ezeli ve ebedidir.

- - MUZAAF RıBA : Faizi misliyle ve kat kat haksız yere yeme.[6] Millete ait milli serveti kendine tahakküm vesilesi yapıp,yemesini başkasının çalışmasına bağlayarak,asalak gibi başkasının kanını emerek beslenme.

- - MÜSEYLıME-ı KEZZAB : Peygamberimiz zamanında peygamberlik iddiasında bulunan ve Peygamberimizin amcası Hz. Hamza’yı öldürüp daha sonra müslüman olan Vahşi tarafından öldürülmüştür. Kur’an-ın ayetlerine benzer yapmaya çalışıp,bütün aleme maskara olmuştur. Benzer yapmaya çalıştığı Karia suresi ki,kıyametin dehşetinden bahsederken o,bir fili tarif edip kuyruğunun kısalığından ve hortumunun uzunluğundan söz eder. (El fi’lu melfi’lu vema edrakemel fi’lu. Vema hortumu tavilun,vezzenbu kasirun.)

- Kevser suresine de benzer yapmaya çalışır. (ınna A’teyna kel ak ak ,fesalli li rabbike vak vak,inne şanieke hüvel ahmak.) Ayette;Peygamberimize verilen Kevserden,Rabbisi için namaz kılmasından ve kendisine soyu kesik diyenin asıl soysuz o olduğunu ifade ederken,sahtekar Müseylime ak-akdan,vak-vak-dan bahsedip,sana soyu kesik diyen işte odur ahmak,diyerek,bu sözüyle de kendisini ahmak yerine koymuş,başda hanımını kendisine güldürmüş olmaktadır. Eynes sera,mines-süreyya.

- Kur’an-ın yıldız gibi parlayan ayetleri nerede,bir sahtekarın düzmece,sönük sözleri nerede?

- - NAZMI CEZALET : Kur’an-ın;inci gibi dişlerin dizilişinden,tesbih tanelerinin dağılmadan düzenli sıralanışından,mimari bir şaheserde birbirine destek veren taşların sıralanışından,mükemmel bir kitabın harflerinin,kelime ve cümlelerinin bir araya gelişinden daha mükemmel,akıcı bir üslubla dizilmiş olması.

- - NEş’E-ı UHRA : Yokluktan yaratılan insan ve varlıkların sonradan daha mükemmel,ahirete layık bir şekilde yaratılması ki,birincisinden daha kolay olacaktır. Zira yokluktan değil,var olup dağılan hücrelerin bir araya getirilmesidir. Allah’ın kudretine hiçbir şey zor değildir. Mesela:Dünyanın çeşitli yerlerinden toplanan taşlarla yapılan bir ev,yıkıldıktan sonra tekrar yapılması daha kolay olacaktır. Türkiye’nin her tarafından toplanan askerlerin uzun bir eğitimden sonra istirahat için dağılıp tekrar toplanmaları,önceki toplanmadan daha kolay olacaktır. Yokluktan çıkıp,ruhlar alemine uğrayarak,dünyada elbisesini giyen bu insanın oluşan hücrelerinin dağılmasından sonraki bir araya gelişi kolay olacaktır. ısrafilin sura üfürmesiyle toplanacaklardır.

- - NEş’E – ı ÙLA : ınsanın ve varlıkların ilk yaratılışları. Bu varlıklar hiçlikten yaratılmıştır. Her başlangıcı olanın bir sonu,her sonu olanın da bir başlangıcı olduğu gibi,madde ve varlıklar da sonradan yaratılmış ve insan her şey olabilirken bir damla sudan kan pıhtısına,oradan et ve kemikten bir insan suretine çıkarılmıştır. Başlangıç da modelsiz olarak yaratılan bu insanın,model ortada olup,tekrar bir araya getirilerek yaratılması birincisinden daha kolay olacaktır. Allah’ın kudreti açısından ise, hepsi birdir.

- - NEşRı SUHUF : Ahiret gününde,hesaba çekilecek olan insana hayatı boyunca yapmış olduğu,aldığı nefese varıncaya kadar,bütün her şeyin yazılı olarak bir sahifede bulunması.[7] Bilgisayar disketi veya kamera gibi. Bir tohum ve çekirdeğin ağaç olup,meyve verinceye kadar tüm gelişmeleri onun birer açılmış sahifesidir.

- - PERDE-ı CÜMÙDU TABıAT : Gaflet veya dalalet sebebiyle tabiatın kalın ve katı perdesi altında olup,hakkı göstermemektir.

- -RAHMETı VÂSıA-ı MUHıTA : Hiçbir şey Allah’ın rahmetinin dışında olmayıp,rahmeti umumu kuşatmıştır. Varlıkların var olmaları onun rahmetinin bir delilidir. Allah’ın zatının dışı olmadığı gibi,rahmetinin de dışı ve sonu yoktur.

- - RıKKATı CıNSıYE : ınsanın insan olmak hasebiyle kendi cinsinden olan diğer insanlara karşı şefkat edip acıması.

- - RUBÙBıYETı MUTLAKA : Cenab-ı Hakkın sınırsız olarak bütün varlıkları,kendilerine layık ve münasib bir şekilde şekillendirmesi,düzenlemesi,maddi ve manevi yapılarını terbiye etmesi. Arslan ile koyunu,insan ile bitkiyi,canlı ile cansızı ayırarak uygun biçimde terbiye etmesi.

Rububiyet dairesi ubudiyet dairesine göre iş görmekte,sanatın hüsnüde tefekkür ve istihsana göre güzelleşmektedir.(Bak.Mesnevi.206)

Cenâb-ı Hakka lika,rıza ve rü'yetin lezzeti,Rububiyetteki terbiye ile tahakkuk edecektir.

Her şey Rububiyetin süzgecinden süzülmektedir: icad-vücud-hayır-müsbet-fiil.

-şuunat+temessülat+ünvanlar+zuhurat+tasarrufat+rub ubiyet...(Bak.Sözler.239.)

- - RÜ’YETı CEMÂLULLAH : Mü’minlerin cennette bizzat kafa gözleriyle Allah’ı görmeleri.

- - SAFÂYI KALB VE TEZKıYE-ı NEFS : Kalbin bütün kirlerden uzak,saf ve berrak olması,nefsin de günahlardan temizlenmiş,terbiye ve teslim olmuş olması. Böyle bir kalb,hakikatı yansıtıp,Allah’a kirsiz olarak tam bir ayine olup,berrak olması,onun varlığını kavrayacağı gibi,nefsi de Allah’ı bulmasına ve varmasına bir kamçı olup,felaha erecektir.

- - SALTANATI ÂMME-ı SÜBHANıYE : Cenab-ı Hakkın bütün kainatı kuşatan güç ve kuvvet sahibi oluşu.

- - SEHLı MÜMTENı’ : Kur’an-ın söyleniş,okunuş ve ezberlenişinde bir kolaylık olup,her tabaka ondan kolayca istifade etmekle beraber,benzerini yapmakta ve yazmakta zorluk çekmesi,yapamaması.

- - SEMERE-ı SA’Y : Her çalışmanın müsbet veya menfi yönde bir neticesi olacağı,hiçbir şey karşılıksız kalmayacağı gibi,çalışmanın da meyvesi durumunda bir neticesi olacaktır.

- - SıKKE-ı ı’CAZ : Nasıl ki her bir malda kime veya hangi devlete ait olduğuna dair bir mühür var olup,onu gösterir. (Made in Turkey,Made in Japon gibi) Kur’an-da her yönüyle Allah’a ait olduğunu üzerindeki harikalık,benzersizlik mühürüyle göstermektedir. Zira kıymetli bir şey sahibsiz ve ortada farzedilemez. Elbette birine ait olduğunu gösterir. ışte Kur’an-da her yönüyle Allah’a ait olduğunu göstermektedir. (Made in Allah)

- - SıLSıLE-ı BERÂHıN : Kainat zincirleme olarak Allah’ın varlığını gösteren delillerle doludur. Yani,Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri sayısınca ve zerrat adedincedir.

- - SıYÂK – SıBÂK : Kur’an-ın başından sonuna kadar,âyet ve sûrelerinin aralarında,geliş ve gidiş itibariyle sıkı bir ilginin olması,bir kopukluğun olmaması,bir boşluğun görülmemesi.

- - şEKÂVETı EBEDıYE : Ebedi şikayeti,âh vâhı netice verecek olan cehennem hayatı. Çünkü insanın hayatının neticesi,ya ebediyyen memnunluğu kazandıracak bir cennet hayatı veya bitmeyen bir ceza ve zindan hayatı olacaktır.

- - şUÙNU ıLÂHıYE : Kainatta her an meydana gelen doğum-ölüm-gece-gündüz gibi- her şey,Allah’ın işi olup,onun tarafından oldurulmaktadır.

- - TAADDÜDÜ EZVAC : Birden fazla kadınla evlenme.[8] ıslamiyet bunu emretmemiş,buna müsaade etmemiştir. Ta ki fuhşun yolları tıkansın. Bunu adalet şartına bağlamıştır.[9] ıslamiyet birden dörde çıkarmamış,belki on-yirmiden dörde indirmiştir. şimdiki medeniyet ise,bir deyip,gayrı meşru yirmi-otuz kadarla evlenmenin önünün de açılmasına sebeb olmuştur. ıslamiyet kadını himaye etmiştir.

- - TALıMı ESMA : [10]ınsanı diğer varlıklardan ve meleklerden üstün kılan sebeb,kendisine varlıkların,eşyanın isminin öğretilmesi,ilmin verilerek o ilimle marifetin kemaline ve zirvesine çıkmasıdır. O şuur ile her şeyin mahiyetini ve hakikatını bilir,anlar ve düşünür. Değil insanların başka varlıklara,insanların insanlara bile hakimiyeti ilim ile,bilgi iledir. Onun ile devletlere boyun büktürür.

- - TASARRUFATI RABBANıYE VE ıCRAATI RABBANıYE : Bir hareket ve bir oluş,bir icraat,elbette onu evirip çevireni gösterdiği gibi,bu kainatta daimi olarak meydana gelen faaliyetler de,denge ve düzen de,onu yapan Allah’ı bütün açıklığıyla göstermektedir.

- - TECELLıYATI ıLÂHıYE : Cenab-ı Hakkın bütün sıfat ve isimleriyle bütün varlıklarda görülerek tecelli etmesi olup,güneşin hiçbir şey kendisinden gizli kalmayarak her şeyde ayrı ayrı görülmesi,kömürün onunla siyahlığını gösterdiği gibi,altında yapı ve kabiliyetindeki düzgünlükten dolayı parlaklığını göstermesi misali;Allah’ın da Celal ve Cemaliyle,Rahman ve Rahim isimleriyle bütün varlıklarda ortaya çıkması. Zatında mükemmel olan hazinenin ortaya çıkması gibi,varlıkların Allah’a ayinelik yaparak,O’nu göstermeleridir.

- - TEDBıRı ULUHıYYET : Bir okul idaresiz ve idarecisiz olmayacağı,bir vilayet valisiz,bir devlet idarecisiz olması mümkün olmadığı gibi,bu alemde ilahi bir idare,tedbir ve düzensiz ve düzenleyicisiz olması mümkün olmadığından,her şeyde bu idarenin belirti ve nümunesi görülmektedir.

- - TEMAşAGÂHI SAN’ATI ıLÂHıYE : Dünya,Cenab-ı hakkın mükemmel sanatlarını tesbih,tekbir,tahmid ve tehlil ile temaşa edip seyretmek üzere yaratılan bir sergi yeri,bir müze,bir Pazar yeri gibidir.

- - TENVıNı TENKıRı : Arapça’da gramer olarak olumsuzluğu ifade eden tenvin,iki üstün,iki ötre ve iki esre. Meçhullüğü ifade eder.Tersi marife olup,elif lam takısıdır.

- - TESHıRı AKIL VE ıZ’AN : Kur’an-ın akıl ve kalbleri –inanmayanı da dahil olmak üzere- huzurunda boyun büktürüp,kendisine secde ettirmesidir.

- - TEşAHHUSAT : Varlıkları birbirinden ayıran farklı özellikler Allah Ferd ve Ferid isminin gereği her bir varlığı ayrı bir şahsiyet ve özellik de yaratmış olup,zahiri benzerlik içerisinde ayırıcı bir özellik içerisinde yaratmıştır. Mesela yağan kar tanelerinin hiç birinin birine benzememesi,insanların simalarında birbirinden ayrı farklılıklar.

- - UKÙLÜ AşERE : Bazı sapık felsefecilere göre başta bir akıl farzedilerek o akıl başkasını silsile halinde,başkası da başkasını yarattı diyerek Allah’ın yaratmasını inkar edenler. Bir ilahı kabul etmeyen bu insanlar,binlerce ilahı kabul etmek zorunda kalarak,her bir varlığa bir ilahlık vererek erbabul enva gibi Allah’a şirk koştular.

- - ULÙHıYETıN AZAMETı HAşMETı : Her şeyde Allah’ın büyüklüğünün görülmesi. En büyük olan şeyden,O daha büyüktür.

- - ULÙMU KEVNıYE : Kur’an insanın şahsi hayatına ait bilgi ve kanunları koyduğu gibi,kainata ait ilimleri de –fizik-kimya gibi- ortaya koymuştur.

- - VAHıDı EHAD : Her şeyde Allah’ın birliğinin ve tekliğinin görülmesi. Umum kainatta birden görülmesi Vahidiyetini,yani güneşin bütün yer yüzünü ve deniz yüzünü kaplaması ve kapsaması gibi. bir de ayrı ayrı,hususi,her bir varlık da tek tek görülmesi ve tecelli etmesi de Ehadiyetini yani,güneşin her bir varlığı ayrı ayrı aydınlatıp,her bir damla su da parlaklığını göstermesi gibi.

- - YEVMı FASIL : Her şeyin gün yüzü gibi açıkça,bütün çehresiyle,gerçek yüzüyle ortaya çıktığı gün olan ahiret günü.

- - ZEMZEME-ı KUR’AN : Davud (AS) Tevratı okuduğunda güzel ses ve sedasından dolayı bütün varlıklar mest olur,onu hayranlıkla dinlerlerdi. Kur’an-da,güzel nağme ve okunuşuyla kalbin derinliklerine kadar uzanarak kulağın bütün inceliklerine hoş gelmesi. Yani,dil lezzetleri tatmak için,Kulak da Kur’an-ı dinlemek içindir,desek,mübalağa yapmamış oluruz. Onunla hakiki lezzetini alır.

14-4-1992

MEHMET ÖZÇELıK

2

13.06.2004, 13:29

URFALILARIN GÖZÜYLE BEDıÜZZAMAN

Urfa, peygamberler diyarı. Hak, adalet ve iman meşalesini ufuklarında burcu, burcu dalgalandığı mübarek topraklar. Manevi solukların ılık, ılık estiği, peygamber iklimi esintileri gölgesinde derlere deva, kalplere şifa, gönüllere yoldaş huzmelerin yansıdığı yer.
Burası Urfa. ınananların ve inanmayanların cenk meydanı. Kahramanlarla korkakların, şereflilerle şerefsizlerin, ıbrahimlerle Nemrutların mücadele yeri.
Kimler yaşamadı ki, kimler gelmedi ki, bu topraklara, bu diyarlara. Hz. ıbrahim’in (as) putları kıran asası bu diyarın fidanlıklarından yetişti. Burada Asay-ı Musa’nın değmediği yer, çalmadığı taş var mı? Bu topraklara, bu toprakların insan simalarına nakış, nakış işlenen, Hz Eyyüb’ ün sabır ve teslimiyetinden az da olsa nasibdardır. Bunun içindir ki, Urfa’lı vefalıdır, cefalıdır.
Her yeri geldiğinde “Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir” kanaatini beyan eden ustad Bediüzzaman Hazretlerinin de gönlünde bu topraklara gelmek, buraları görmek vardı. Urfa’ya ve Urfa’lıya özel bir ilgi gösterdi. Hususi bir muhabbet besledi. Ahir ömrünün son demlerini burada geçirdi. Seksen yedi yıllık çileli, zindanlı, zehirli hayatı burada noktalandı.
Onun geldiği gün Urfa’lının içi içine sığmaz oldu. Aşk ve muhabbetinin deryaları taştı. Maziden manevi hava bulutlarını rahmet sağanağına yakalandı. O gözlere fer, dizlere derman, kalplere nur oldu. Risaleleri elden ele, dilden dile dolaştı. Urfa’lı onu ve eserlerini unutmadı. Bunun için Urfa’lı vefalıdır.
Fani dünyanın zahmetlerinden, ebedi ahiret yurdunun güzelliklerine göç ettiği zaman, Urfa’lı O’ nu kalbine gömdü. Hz ıbrahim’ in makamı Dede Osmanı Avni’ nin mekanı olan dergaha defnetti, ama kalbiyle birlikte.
Hayatında O’nu rahat bırakmayanlar, elden ele, diyardan diyara, gurbetten gurbete nefyedenler vefatında da O’nu rahat bırakmadılar. Gönül evi ve vatan-ı aslisinden alıp, bilinmez, duyulmaz meçhullere götürdüler. Aşık ve maşuku birbirinden ayırdılar. Bunu için Urfa’lı cefalıdır.
Vefalı Urfa’lılardan Üstad Bediüzzaman Hazretlerini sorduk. ıçten gelen bir muhabbet ve hasretle yanık Urfa’lı edasıyla, Urfalı sevdasıyla yılların dirayetini, haşmetini ve aşkını söndüremediği Hasırcı Mahmut Ağabeyi dinledim. O günleri yeniden yaşıyormuş gibi bir halet-i ruhiye içerisine girdi. Alnını okşadı, sakalını sıvazladı “kardeş” dedi “ çay mı içersin meyan mı?” .. “Teşekkür ettim. Bir iki dakika durduktan sonra konuşmasına başladı. “Zamanımızın alimi Bediüzzaman Said Nursi vefatından önce Urfa’ya gelmişti. Kendisini ziyaret iştiyakı içime doğdu. ıpek Palas Oteline gelmişti. Yusuf Uruntaş ile birlikte gittik. Kaldığı odanın kapısına vardığımızda kapalıydı. Bekledik. “Bu büyük zatı nasıl ziyaret edebiliriz?’ diye düşünüyorduk. Yusuf kardeşim Yasin suresini okumaya başladı, ben de salavat getiriyordum. Bir ara kapı açıldı içeride Bayram, Zübeyir ve Hüsnü ağabeyleri gördüm. Başımı içeri soktum. O an Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa gördüm. Maşallah ne nurani bir yüzdü. Kınalı saçları, bembeyaz sakalı vardı. (Herhalde sarığını sakal zannetmiş) Başının üstünde nur halesi gözlerimi kamaştırdı. ıçeriye giremedim. Kapı tekrar kapandı. Ziyaret edememenin sıkıntısı içerisinde geriye döndük.
Üstad, çok ağır hastaydı. Sağlığında hayatı kendisine zindan edenler, ölüm döşeğindeki bu ihtiyar ve hasta ıslam alimini rahat bırakmak niyetinde değillerdi. Zulümlerin en büyüğü işleniyordu. Kendisine tahammül edemiyorlardı. ıçişleri Bakanlığı direktif vererek Üstad’ın Urfa’dan ayrılmasını istiyordu. Hatta “bir çöp arabasıyla da olsa Urfa’dan çıkarılın” deniyordu. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir zulüm görülmedi şimdiye kadar. O günleri hatırladıkça insanlık adına işlenen ve insanlıkla alakası olmayan bu hareketlere kahroluyorum ve utanıyorum. Milyon defa yazıklar olsun.
Bir ara Emniyet Müdürü geldi.”Ne yaparsanız yapın Bediüzzaman’ı Urfa’dan çıkarın” dedi. Zübeyir ağabey, “biz üstadımıza bir şey söyleyemeyiz” dedi. Bunun üzerine Müdür çok kızdı. Bağırıp çağırmaya başladı. “Siz top musunuz?” dedi. Zübeyir ağabey, “evet, biz top gibiyiz, Üstadımız bizi nereye yuvarlarsa biz oraya gideriz” dedi. Baktık işin çaresi yok. “Doktordan rapor alırsak belki bu zalimlerin kötülüklerinden kurtuluruz” diye düşündük. Hasan Basri isminde bir doktoru çağırdık. Hayretini gizleyemedi. “Nasıl olurda kırk derece ateşi olan yaşlı ve hasta birisi bu kadar yola dayanır ve buraya gelebilir”dedi. “Yerinden kalkamaz ve bir yere gidemez” diye rapor yazdı. Böylece birazcık olsun rahat nefes aldık.
Bayram ağabeye Üstadı Ziyaret edemediğimi ve etmek istediğimi söyledim. O gün hep kapıda bekledim durdum. Bayram ağabey “işaret edersem içeri gelirsin” demişti. Kapının açılmasını bekliyordum. Bir ara kapı açıldı, işaret etti. Hemen içeri girdim. Üstad Hazretleri yatağında uzanıyordu; hemen ellerini öptüm. Karyolasının yanındaki bir iskemleye oturdum. Evet, saçları kınalıydı, ama sakalı yoktu. Hayretler içerisinde kaldım. Ayağa kalktım ve tekrar ellerini öptüm. “Seni talebem kabul ediyorum” dedi. Sakalımdan öptü. Ve “Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir, ben sizin mezarda yatan ölülerinize dua ediyorum, siz de bana dua edin” dedi. Dışarı çıkmamı söylediler. Ben, “buraya geldim, ama gitmek için değil” dedim. Bu sözüm üzerine bir şey söylemediler.
Üstad Hazretlerine dikkatlice baktım. Bedeni zayıf ve çok halsizdi. Kalbinin alt kısmında badem büyüklüğünde bir şişlik vardı. Bu kendisini defalarca zehirlemelerinden tevellüt etmişti. O gece saat iki sıralarında rahmet-i rahmana kavuşmuştu. Tabut içeri girmediğinden dışarıya kadar Üstadı kucaklayıp çıkardım. Cenazesini Molla Hamid yıkadı. Urfa’ya büyük bir insan sel geliyordu. Muazzam bir kalabalık vardı. Dergahta defnettik. Allah, gani, gani rahmet etsin. Amin...”
Yıllardan beri Risale-i Nur hizmetlerinde bulunan, bu uğurda hapislerde yatan Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarını okuyor diye defalarca sorguya çekilen Hasırcı Mahmut ağabeyi dinledikten sonra izin istedim. “Kardaş, ara sıra gel konuşacağım çok şey var” dedi. “ınşallah gelirim” dedim.
Daha sonra Mehmet şükrü Yeşilnacar ağabeye uğradım. “Bir Urfalı olarak Bediüzzaman Said Nursi Hakkında ne düşünüyorsunuz, fikirlerinizi alabilir miyim?” dedim.
“Memnuniyetle” diyerek sözlerine başladı.
“Bir Urfalı olarak benim nazarımda Bediüzzaman Said Nursi’nin ayrı ve çok yüksek bir yeri vardır. Çünkü; evvela , kendisi hayatının sonunda her yere tercihen Urfa’ya gelmesi ve burada vefat etmesi ve birinci makamının burası olması, ayrıca, hayatta iken yazmış oldukları mektuplarında Urfa’dan ‘taşıtla toprağıyla mübarektir’ diye sitayişle bahsetmesi kendisine karşı olan alakayı ve muhabbeti daha da fıtrileştirmektedir.
Saniyen, Bediüzzamanın beni meftun eden çok yönleri vardır. Burada bunları saymakla bitiremeyiz. Bunlardan mesela, insanlara olan şefkati ve mülayemetle, kavli leyyinle muamele ve mukabelesi çok harikadır. Çocuklara olan alaka, muhabbet ve şefkatinden tutun, kendisine bilerek veya bilmeyerek zulmedenlere kadar herkesin salahını temenni etmesi ve hatta hayvanların dahi başlarına en ufak bir zarar gelmemesini istemesi onun şefkatte ne kadar çok ileri olduğunu göstermektedir. Zaten, bu da peygamber ahlakıdır. Kendisini hayatta iken ziyaret edenlerin şehadet ve benim de ziyaretimde müşahedem; kendisine büyük bir allame ve evliya süsü vermeyip, bir baba, bir ağabey veya bir kardeş gibi çok samimane ve şefkatle kucaklaması, mukabele mulatefesi beni çok hayran bırakmıştır.
“Urfa, ıbrahim Halilullah’ın (as) bir menzili olması ve Urfalılarda fıtri olarak samimiyet ve muhabbetin çok olması, Bediüzzaman’ın da hayatında hıllet meşrebi yani samimi dostluk, kardeşlik ve arkadaşlığın esas olması ve ‘Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur’ demesi biz urfalıları bir kat daha kendine bağlamaktadır. Çünkü, bu Zatın mesleği ve tarzı bizim fıtri halimize çok uygundur.”
“Zikrettiğimiz hususlardan kaynaklanan, kendisini en büyük vasıflarından bir de birleştirici olması ve herkesi kucaklamasıdır. Değil ehli sünnet ve cemaatten olan Müslümanları, ehli bidat olan Alevi ve Vehhabi gibi Müslümanları dahi yazdığı eserlerinde, yanlışlarını tashihle beraber iltifatkar beyanlarıyla ve çok birlik bağları bulmasıyla kucaklaması ve hatta Hıristiyanların dindar ruhanileri ile dahi niza meseleleri medar-ı münakaşa etmeyerek müşterek düşman olan komünistlere karşı bir cihette ittifak etmek lazım geldiğini söylemesi dünya görüşünün dahi ne kadar yüksek ve esaslı olduğunu gösterir.” “Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu asırda bütün beşeriyetin taklid ve takip etmesi gereken eşsiz bir Zattır.”
Bediüzzaman Eğitim Kültür ve Sanat Vakfı Başkanı olan Ahmet Rüzgar aynı sorumu tevcih ettim.
“1953 yılında Risale-i Nur’larla tanıştım. O zaman Urfa’da Üstadın görevlendirdiği Kastamonu’ lu Abdullah Yeğin Ağabey vardı. Üstad Hazretlerini ziyaret etmemi söylüyordu. Üstad Hazretleri Urfa’ya şahsına ait eşyalarını ve kitaplarını göndermişti. Abdullah Yeğin Ağabey, ‘Üstad Urfa’ya gelecek’ diyordu. 22 Mart 1960 yılında Bediüzzaman hazretleri Urfa’ya geldi. Üç gün sonra kaldığı ıpek Palas Otelinde vefat etti.”
“Bediüzzaman Hazretlerinin cenazesini yıkamak için, ıpek Palas Otelinden Dergaha götürülürken, ben de bir ara tabutun altına girmek istedim. Ancak 6-7 metre yaklaşınca ayaklarım yerden kesildi. Postanenin yanında ayaklarım ancak yere değmişti. Yani, 100 metre yakın ben havada gitmiştim. Bediüzzaman Hazretlerinin tabutu omuzlar ve eller üzerinde değil parmaklar üzerinde götürüldü.”
“Bediüzzaman Hazretleri asrımızın müceddididir. Müceddit olduğu içindir ki, 130 parça eserleri değil yalnız Türkçe, birçok dünya lisanların tercüme edilmiştir. O’nun davası iman ve Kur’an davasıydı. O hep büyük düşündü. Eserlerini ferdi planda, ıslam Alemi planında ve dünya planında mütalaa edebiliriz. Fert planında cemiyet fertlerinin ahlaklı, faziletli, inançlı, cesur, fedakar ve vefakar bir insan tipinin yetişmesini önermiştir.”
“Türkiye planında ise; bir bayrak altında yaşayan çeşitli ırklara mensup toplulukların kardeşçe yaşamaların temin için çok orijinal fikirler serdetmiştir.”
“ıslam Alemi kategorisinde ise, Bediüzzaman Hazretleri ıslam Aleminin problemlerini Hutbe-i şam’ iye ederinde doğru tespitlerle izah etmiş ve çözüm yollarını da zikretmiştir. Bu fikirleri dün tatbik edilmiş olsaydı bugün hemen, hemen her sahada dünyanın lideri Müslümanlar olacaktı.”
“Dünya hakkındaki görüşleri de şu andaki Avrupa’nın teknoloji ve teknik gelişmelerin kaynağının ıslam’da olduğunu ispat etmiş, ‘ilmin Yahudi’si, Hıristiyan’ı olmaz’ diyerek her türlü müspet ilme sahip çıkılmasını tavsiye etmiştir.”
Hulasa; Bediüzzaman’ın fikirleri layıkı ile değerlendirilir ve tatbik edilirse şu anda içinde bulunduğumuz bütün olumsuzlukların ortadan kalkacağına vesile olacağına şüphe edilmemelidir. Zira, O yalnız kendisi için değil, bütün Müslümanlar için yaşadı.

3

13.06.2004, 13:32

HAKıKı, HALıS BıR NUR TALEBESı

Rabb-i Rahiminden, şu okuduğunuz iktibâslardaki vasıflarda
Bir Nûr Talebesi olmayı ve ölmeyi isteyen Zevâllî takdim eder.
Hakiki Bir Nûr Talebesi olmak için üç (ı) lâzımdır. Bunlar:
1- ıştiyak
2- ıncizâb
3- ıttiba'dır. Yoksa, nurcu iken hakiki Bir Nûr Talebesi olmazsa, sûrî olur, sahte değil.
Bir Nûr Talebesinin asıl vazifesi, Risâle-i Nûr'u okumak, anlamak, anlatmak, te-zekkür ve tefekkür etmek ve yaşamaktır. Nûr Talebesi bu mihverden çıkarsa, daha önce elli sene hizmet etmiş de olsa, derhal kabuk bağlamaya başlar... Risâle-i Nûr hizmeti sohbet üzerine kurulmuştur.
Bir Nûr Talebesi ma'nen hidâyetin mâtiyyesi, taşıyıcısıdır ve zerrât-ı kâinât kadar mes'uldür. Çünkü bu hakikatleri biliyor. Mâdem talebedir, alâ külli hal imtihân olacak. Hazret-i Ömer (R.A.) Cennetle müjdelendiği halde endişeli. Hiç kimse sigortalı değil. Elek eliyor, evet belki Nûr Talebesi olduk ama, ona lâyık olmak, bunu devâm ettirmek çok da-ha önemli... Allah (C.C.) bize vereceğini vermiş, Bize düşen, Risâle-i Nûr'a sâhib çıkmak ve lâyık olmaktır.
Bir Nûr Talebesi şahsi tahâretini muhâfaza edecek, bulandırmayacak ve Allah'ın (C.C.) huzûruna pâk bir şekilde çıkacak. Bu matlubtur. Amma illâ günah işliyoruz. Tevbe ve istiğfar, o bulanıklığı ve günahları temizliyor.
Bir Nûr Talebesi ahlâkî tahâretini ne derece muhâfaza ederse, Risâle-i Nûra o nisbette âyine olur...
Bir Nûr Talebelerinden üçü sırr-ı ihlâsla bir araya gelse Risâle-i Nûr'un şahs-ı ma'nevîsi orada tezâhür eder. Bizim hizmetimizde kemiyetin ehemmiyeti yoktur; keyfiyet önemlidir. Öyle Nûr Talebesi var ki; kendisi bile kendini bilmez, fakat Risâle-i Nûr'un ma'nevî kayyûmudur. (Kendini bilmek istemeyen Tâhiri Ağabeyi düşün)
Bir Nûr Talebesi ma'nevî cem'iyetin üstüne yâni, cem'iyetin geleneklerinin ve ör-fünün üstüne çıkmalıdır. Bu ancak idealist bir düşünce ile mümkün olur. Öyle ki, da'vâ rûhu, ruha ruh olacak.
Bir Nûr Talebesi sokağa zevk ve safâ (veya kıra keyf ve lezzet) prensibi ile bak-sa, çıksa helâk olur. şehvet nazarıyla baksa erir. Nûr Talebesi, da'vâ ruhu ve idealist dün-ya gözü ile bakacak. ışte o zaman bütün dünya nazarında zibil gibi olur. "Lâ i'tibâre leh."
Bir Nûr Talebesikasten, bizzât cemaâtin rûhu olan tesânüdü bozarsa, şefkat to-kadı yediği gibi melekût a'leminden de ma'nen tard edilir. Çünki onun cürmü bu dünyaya sığmaz, seyyiesini an-cak mizân-ı kübrâ tartar.
Bir Nûr Talebesinin şahsî kusurları olabilir, bu onun şahsını il-gilendirir ve affa mazhâr olabilir. Bundan daha dehşetlisi şahs-ı ma'nevîye karşı olan -kusurudur ki, bu ci-nâyet-i azimedir. Cenâb-ı Hak, bu tür kusurlardan bizleri muhâfaza etsin. Âmin...
Bir Nûr Talebesinin çabasında şefkat, makasında, sözünde hikmet bulunacak, gıdâsı ve çerâğı hakâik, meş'alesi hakikat, güneşi ise hilm ve mülâyemet olacak. Böylece a'vâm-ı nâsın îmânını kurtarma vazifesini şefkatkârâne yüklenece-k ve Risâle-i Nûr'la ilgili herşeye yâni, eserlere, dershânelere ve kardeşlere, misâfirlere sâhip çıkaca-k.
Bir Nûr Talebesinin bu zamanda şefkatinin, hikmetinden fazla olması lâzım gelir.
Bir Nûr Talebesi nefsini, kabza-i kahrına almadıkça, tebliğâtta müessir olamaz. Tenvir edenin nûrâni olması lâzımdır. Nûr, zulmeti mekân ittihâz etmez.
(Bunları söyleyen muhterem ağabey, Haccında kurbanını keserken diyor: "Yarabbi nefsimi de sana kurban ediyorum." ve mücerred kalıyor. Maşâallah)
Bir Nûr Talebesinin en mümeyyiz vasfı, etrâfını aydınlatma-sıdır. Evet zerreyiz, ama, arşa gebeyiz. KARDEşıM, BEN YANMAYACAğIM, SEN YANMAYACAKSIN, O YANMAYACAK DA, PEKı ETRÂFI KıM AYDINLATACAK? Avâm-ı nâsın îmânını kurtar-ma vazifesini, şefkâtkârâne yükleneceğiz. Risâle-i Nûrla ilgili herşeye (eserlere, dershâ-nelere, kardeşlere, talebe ve misâfirlere) sâhib çıkacağız.
Bir Nûr Talebesi hakâiki tâlim ettiği gibi, ruhları ateşlendirmesini de bilmelidir.
Bir Nûr Talebesi ısm-i Nûr'a mazhâr olsa, hakikat âleminde hem yanar, hem de yakar.
Bir Nûr Talebesininve ma'rifete erişmiş bir Kur'ân şâkirdinin menhiyâta düşmesi arş-ı a'zâmı titretiyor.
Bir Nûr Talebesinin kayması kadar, kıyâmetin kopması bana korku, dehşet ve haybet vermiyor.
Bir Nûr Talebesinin kalbi ce-lâlî iken, rûhu inşirâh içinde cemâli olabilir. O zaman onun mâhiyeti, hem celâlî hem de cemâlî isimlerin tecellilerine birlikte mazhâr olur ve o zaman perdesiz, hicâbsız doğrudan doğruya Haz-ret-i Hızır'dan ders alabilir.
Bir Nûr Talebesinin intisâbı, Risâle-i Nûr'a sâdık, hâlis ve hakiki ise, ind-i ılâhide-ki makbûliyeti, kutbiyyet ve gavsiyyetten üstündür. Çünkü bunlar kuldan Allah'a kurbiyyettir. Velâyet-i Kübrâ ise Allah'dan bize akrebiyet, ezeli atâ ve nusrettir.
Bir Nûr Talebesi Risâle-i Nûr'un kıymetini bilmeden ölürse, indallah mes'uldür.
Bir Nûr Talebesininömrünün sonuna kadar taşıyacağı en büyük endişesi; "Aca-ba ben Risâle-i Nûr'un şahs-ı ma'nevîsine lâyık olabildim mi? şahs-ı ma'nevîyi temsil eden ağabeylerim acaba benden râzı ve hoşnudlar mı? " olmalıdır.
Bir Nûr Talebesi Risâle-i Nûru okuyup anlamasa da ibâdettir, zikirdir. Bir de anla-sa (hem) ilimdir (hem ibâdettir). ışte Risâle-i Nûru anlamasak da yine okuyacağız, çünkü zikirdir, ibâdettir.
Bir Nûr Talebesinin idrâkı ve hâli Nûrcu olacağı gibi mizâcı da Nûrcu olmalıdır. Mizâcı nûrcu olunca, o zaman sırr-ı ihlâsa vâsıl olur. Mizâca Risâle-i Nûr müessir olursa, o vakit mizâcı Risâle-i Nûrda esir olur. Gâyemiz olan makâm-ı rızâya vusûl ise, mizâcını da Risâle-i Nûrda eritmekle olur. Evet, bir buz parçası gibi olan enâniyetimizi tatlı ve bü-yük bir havuzda eriteceğiz.
Bir Nûr Talebesinde ihlâs olmazsa, ma'nen helâk olur. ınsan dünyada hatâsını setredebilir, bâtılı hak gösterebilir. Fakat âhiret, dâire-i fâştır, her şey apaçık tebârüz ede-cektir. Bir mü'minin hayâtında en büyük âfât, riyâdır.
Bir Nûr Talebesinde riyâ olsa, onun, kabûliyet ve makbûliyete çıkması mümkün olamaz. Riyâ nefsin ve şeytanın şe'ni bir desisesidir. Riyânın gizli bir cephesine salâhât ile giriliyor. şeytan, dalâletten çekiyor, zâhiren salâhât mertebelerine çıkarıyor, ta ki nef-sine i'timâd edip, ucbe girsin. Bir mürşid-i kâmilin en mümeyyiz vasıflarından birisi, riyâ-dan tecerrüdtür.
Bir Nûr Talebesinin iki kanadı var. biri mücâhede, diğeri ubûdiyet. Mâtlûb olanı, ikisini denk tutmaktır. Enâniyetini tam eritmeyende çeşm-i basiret açılmaz, sadr-ı şifâ hâsıl ol-maz. Gönül ikliminde ebedi inşirâh ve ferâh hâsıl olmaz.
Bir Nûr Talebesi da'vâsına sâdıkâne bağlansa, makâm-ı rızâya çıkar. Risâle-i Nûr'a sâdıkâne bağlanan bir Nûr Talebesine sedd-i inkıbâz perde olamaz. Bir da'vâ ada-mının en mümeyyiz vasfı, da'vânın kudsiyetini kavramasıdır. Her şey bununla başlıyor, herşey bununla bitiyor. Her sâdık Nûr Talebesi asr-ı saâdetteki bir sahâbenin meşrebini taşır. Risâle-i Nûrun meşrebi, meşreb-i sahâbedir.
Bir Nûr Talebesi şahs-ı ma'nevî nâmına Risâle-i Nûr'dan konuşsa, kâbiliyeti miktârınca inbisât ve inkişâfâta mazhâr olur. Bu inbisât gayr-i şuurîdir. Bu inkişâf iki kol-dan nebeân eder; biri Peygamber Efendimizden (A.S.M.), ikincisi ise Üstâddan. Kişinin hiç haberi olmadan feyzi artar.
Bir Nûr Talebesinde riyâ olsa, onun kabûliyet ve makbûliyet makâmına çıkması mümkün olmaz. Riyâ, nefsin ve enâniyetin ve şeytanın şe'ni bir desisesidir. Riyânın gizli bir cephesine salâhât ile giriliyor. şeytan, dalâletten çekiyor, zâhiren salâhât mertebeleri-ne çıkarıyor, ta ki nefsine i'timâd edip, ucbe girsin. Bir mürşid-i kâmilin en mümeyyiz va-sıflarından birisi, riyâdan tecerrüdtür.
Bir Nûr Talebesinin iki kanadı var. Biri mücâhede diğeri ubûdiyet. Matlûb olanı, i-ki-sini denk tutmaktır.
Bir Nûr Talebesininmeşrebi Hazret-i ıbrahim'in meşrebi gibi olmak gerektir. Put-ları kıracak... Onun için Bir Nûr Talebesinin bir elinde bazan balta olmalı. Ne ki seni, hubb-u dünya, ihtirâs, benlik, hodfurûşluk, adâvet, hırs, kin, nefret, riyâ ve gıybet v. s. Allah'dan alıkoyuyor, vur başına kır onu.
Her sâdık Nûr Talebesi asr-ı saâdetteki bir sahâbenin meşrebini taşır. Çünki, Ri-sâle-i Nûr'un meşrebi, meşreb-i sahâbedir. Hattâ ma'nevî âldeniz.
Bir Nûr Talebesi da'vâsına sâdıkâne bağlansa, makâm-ı rızâya çıkar. Risâle-i Nûr'a sâdıkâne bağlanan bir Nûr Talebesine sıkıntı, fütûr, tutukluk ve gam perde olamaz.
Da'vâ adamı olan Bir Nûr Talebesinin en mümeyyiz vasfı, da'vâsının kudsiyetini kavramasıdır. Evet, her şey bununla başlıyor, her şey bununla bitiyor.
Bir Nûr Talebesi şahs-ı ma'nevî nâmına Risâle-i Nûr'dan konuşsa, kâbiliyeti miktârınca inbisât ve inkişâfa mazhâr olur. Bu inbisât gayr-i şuûridir. Bu inkişâf iki koldan nebeân eder; Biri Peygamber Efendimizden (A.S.M.) ikincisi ise, Üstâddan (R.A.). O za-man kişinin hiç haberi olmadan feyzi ve belâgatı artar.
Dört tip Nûr Talebesi vardır. Birincisi Risâle-i Nûrdaki hakikatlerle anlaşır, mizâ-cını Nûrcu yapamadığı için ce-maâtle anlaşamaz. ıkincisi: cemaâtle anlaşır, gabâvetinden veya sû-i talihinden hakikatlerle anlaşamaz. Üçüncüsü: hem cemaâtle, hem de hakikat-lerle anlaşır. Ne mutlu o kimseye. Dördüncüsü: ne cemaâtle, ne de hakikatlerle anlaşır. Hafazanallah! Ya Rabbi bizi hem cemaâtle, hem hakikatlerle anlaşanlardan eyle! Âmin.
Bir Nûr Talebesinde mukâvemet ve kayyûmiyet felsefesi hükmetmelidir. Bunların çeşitli göstergeleri vardır. Meselâ, Bir Nûr Talebesi yalnız kaldığı zaman dahi, ihlâsını ve mukâvemetini devâm ettirebiliyorsa mukâvimdir. Kayyûmiyet ise, hizmetteki sebât ve de-vam ile husûle gelir. "Bu-ranın hizmeti benimle kâim ve dâim, ben hizmete gitmezsem hizmet çatlar, derse git-mezsem hizmet yıkılır" tarzında hâlet-i rûhiye içinde olacak.
Bir Nûr Talebesinin iki türlü düşüşü vardır. Biri âni ve def'i. Bu tür düşüşde ayılma çabuk olabilir. ıkincisi tedrici düşüş. Bu birinciden daha tehlikeli. Hayâttaki tâvizler ile in-san tedricen yıkılır, ama farkında bile olmaz.
Bir Nûr Talebesinin kardeşini kıskansa, rahmet ve taksimât-ı ılâhiyeyi ittihâm etmiş olur. Kardeşini kıskanan o Nûr Talebesi yerinde sayar, bir adım dahi atamaz.
Bir Nûr Talebesi kendisini uhuvvete ve tesânüde mecbûr bilecek. Mes'elemiz ferdi ve şahsi değil ki. Mes'ele, Kur'ânın hakkâniyetinin bütün kalplere çakılmasıdır. Çünki, cemaâtin en büyük kuv-veti tesânüddür. Samimi muhabbetle, karşılıksız, ivâzsiz bir kardeşlik ile tesânüd olsa, o cemaât dağlardan daha râsihdir, sağlamdır.
Bir Nûr Talebesi için en acı olan şey Risâle-i Nûr'a karşı mahcûbiyettir. Çünki, kitâblar rafta duruyor, okunmuyor.
Bir Nûr Talebesi bir yıl, bir ay, bir hafta, hattâ bir gün okumazsa ne olur? Bu deh-şetli zamanda okumadan kendini muhâfaza etmek mümkün değildir.
Bir Nûr Talebesi, kendinin değil, din-i ıslâmın meddâhıdır. "Bütün dünya benim bizzat şahsımı medh-ü senâ etse inandıramazlar ki, ben iyiyim." diyecek.
Bir Nûr Talebesinde eğer hayat ve yaşama hissi din hissine galebe çalarsa, o zât ma'nen semâvi tokada müstehâk olmuş olur.
Bir Nûr Talebesinde da'vâ rûhu, istihsân denilen bir hâle çıkmazsa nâkıstır. Yâni, bir şeyi ziyâde be-ğenmek, ziyâde sevmek, ziyâde o şeyde fâni olmak icâb eder. Yâni, her şeyi bilmez, fakat bir şeyi iyi bilir. ıstihsânın esâsı kesretten kopuştur. Yalnız "Seninle olayım, isterse aç kalayım. Vazife cümleden âlâ, nefis cümleden ednâ." der.
Risâle-i Nûr'a hizmet edenler üç guruptur.
Birincisi; nefis ve enâniyetini yenmeden hizmet edenler, bunlar şahs-ı ma'nevinin kiridir. ıkincisi; iddiâsızlardır. Bunlar itaâtkâr olmakla berâber aksiyondan uzaktırlar. Ü-çüncüsü; hakiki Nûr Talebeleridirler. Bunlar cemaâtin hem önünde, hem ortasında, hem de arkasında olabilirler. Öndekilerin vazifesi şahs-ı ma'neviye kuvvet vermektir. Bunlar aynı zamanda Risâle-i Nûrun kudsiyetini terennüm ederler. Ortadakiler hâli muhâfaza ederken, arkadakiler de duâ ve ilticâ ile ma'nevi destek verirler.
Bir Nûr Talebesinin meşreb ve mesleği ne olursa olsun, eğer bu da'vâ-yı Kur'âniyeye hizmet ediyorsa ben ona ebediyyen minnetdârım. Mes'elelere şahsiyet alemi ile değil, hizmet alemiyle bakıyoruz. Hizmet edeni, hizmet nâmına kucaklıyoruz.
Bir Nûr Talebesi Üstâdın çizdiği ve hizmet rehberinde toplanan modele yâni, ihlâs, sadâkat, tesânüd, uhuvvet, tevâzu ve mahviyet gibi şartlara uymuyorsa o Nûr Tale-besi medreseye belki yüz tane adam getirir amma, ileride bin tane götürür. Kardeşim hizmet düstûrları Risâle-i Nûr'un rayıdır. Bunlar olmazsa sen makâm-ı rızâya, makâm-ı mahbûbiyete, makâm-ı sıddıkiyete çıkamazsın. Onların esâsı da, sırr-ı ihlâs ile sırr-ı u-huvvettir.
Bir Nûr Talebesinin Risâle-i Nûru çok okuması meslek ve meşrebin şahsiyetine yerleşmesini kolaylaştırır. Risâle-i Nûru on def'adan fazla oku, devret, ondan sonra iste-diğin kitâbı oku. Bu hakikatler tam meşrebine yerleşmeden, başka kitâbların okuması, şahsiyetde bozukluklar meydana getirir.
Bir Nûr Talebesi için Risâle-i Nûr'un şahs-ı ma'nevîsi makâm-ı Mehdiyete mazhârdır. Makâm-ı Mehdiyyet umûmun hidâyetine, beşerin diriltilmesine çalışıyor. Bu şahs-ı ma'nevînin en zâhir ölçüsü ise, ekser (vâris) ağabeylerin toplandığı hey'ettir. Bu hizmeti bir dest-i inâyet tanzim ediyor. Başta Üstâdın hayâtı buna şâhittir. Risâle-i Nûr'un bayramı geliyor. Cenâb-ı Hak tasfiye ediyor. Kabuk kalkıyor, lüb ortaya çıkıyor. Yahu, ap-tal kargaların eliyle ormanlar meydana geliyor. Allah (C.C.) isterse fâsıkların eliyle de ıslâmiyeti inkişâf ettirir.
Bir Nûr Talebesine Risâle-i Nûr'un fâidesi iki türlüdür: Biri istifâde, diğeri istifâza... ıstifâde, idrâke, istifâza ise kalbe bakar. Kalb ne derece sâde ve berrak olursa o derece feyze mazhâriyet artar. ınsan ne nisbette ma'sûmlaşırsa o derece feyz-i ılâhiye mazhâr olur. En büyük feyze peygamberler mazhâr olmuşlardır. ıstifâza, istifâdeden daha önemli-dir. Çünkü ma'lûmât, bir adamı yalnız başına da'vâda tutamaz. Hizmet ettiren istifâzadır, füyüzât ve kudsiyettir. Füyüzât ve kudsiyete ulaşmak ise, göze hakîm olmaktan geçer. ınsan ma'nen öyle bir hazinedir ki, nihayetsiz istidâtlar taşır. Birisi iştihâ ile bir harâma baksa, belki bin istidâdını birden köreltir.
Bir Nûr Talebesini makâm-ı sıddıkiyete götüren iki yol vardır: Birincisi Sadâkat, i-kincisi fedakârlıktır.
Bir Nûr Talebesi iyi bilecek ki, fitne, vücûda dört kapıdan girer: Göz, kulak, burun, ağız. Ağızdan illa helâl lokma girmesi lâzım. Bu noktada bizim için beşâret var. Medrese-de yenilen yemek, kirli de olsa temizdir. Bu asırda en büyük fitne gözden içeri giriyor. Çeşm-i basiret göze hâkîmiyetten sonra açılır. Gözüne hâkîm olmayan şifa-yı sadrı bula-maz. Bir insana füyüzât gelmezse o insanın ma'lûmâtı kabuk olur, dilde kalır. Risâle-i Nûr, bu demek değildir. Risâle-i Nûr hayâttır, tâtbikâttır. Risâle-i Nûr hizmeti görünmek değil, olmaktır. Görünmek ile olmak arasında çok büyük bir uçurum vardır. ışte Bir Nûr Talebe-sinin bu hakikatlerden tam istifâde etmesi için gözüne hâkîm olması lâzımdır. Can çeki-şen bir adama en güzel hûriler musallat olsa, onlarda şehvet damarı uyanır mı? Elbette hayır. Bu ma'nâda Bir Nûr Talebesi can çekişiyor. Çünkü hidâyet-i amme yükünü omuz-lamış. Bu halde iken tâife-i nisâya nasıl nazar eder?
(Allahım beni de gözüne hâkim olanlardan eyle. Âmin.)
Bir Nûr Talebesi Risâle-i Nûr'un hakiki ve sâdık Talebesi ise, sırr-ı ihlâs, sırr-ı u-huvvet ve sadâkat-ı sıddıkiyyeye mazhâr olur ki, o zaman onu enbiyâ ve melâike alkış-larlar.
Bir Nûr Talebesinde gabâvet olsa dahi, tam müttâki olduktan sonra, Risâle-i Nûr-dan fevkalâde istifâde edebilir. Risâle-i Nûrdaki bazı esrârların açılmasında aslan payı ittikânındır. Bir Nûr Talebesinde ittikâ kırılırsa, Risâle-i Nûrla alâkadârlığı fikir ve dil sevi-yesinde kalır. Kudsiyet, nûrâniyet ve te'sirât hâsıl olmaz. Ma'lûmât kabilinden bilgi olur.
Bir Nûr Talebesinde Cenâb-ı Hak bazan husûsi istidâtlar veriyor. Bu ona bir lütf-u ılâhidir, fakat bazı şartları ister ve herkese de nasib olmaz. Öyle ki, makbûl Nûr Talebele-ri bir ma'nevî bir paratoner gibi, musibeti çekip toprağa aksettiriyor.
Risâle-i Nûr hizmetinde verâset, husûsiyet, kabûliyet, makbûliyet ve mazhâriyet vardır: Verâset: Zengin bir baba öldüğü zaman malı, yalnız bir çocuğuna kalmaz. Miras bütün çocuklarına aittir. Demek bütün çocukları ma'nen o malı korumakta mes'uldür. Bu açıdan, Nûr Talebelerinin hepsi mes'uldür.
Her Nûr Talebesi vâristir. Risâle-i Nûru anlayan Bir Nûr Talebesi zerrât-ı mevcû-dât kadar mes'uldür. Çünkü Nûr hizmeti hidâyet-i ammeye mazhârdır. Mes'ulsün mes'ul! ındallah ve inderresûl! Mazhâriyet: Nûr hakikatlerine mazhâr olmak. Sen âyinesin. Da'vâyı aksettireceksin. Âyine riyâsızdır, karşısındakini olduğu gibi gösterir. Risâle-i Nûra mazhâriyet, âyine gibi olmalı. Bulandırmadan yansıtmak. Tam âyinedârlık, toprak gibi mahviyyet ile mümkündür. Tam mahviyyet olmazsa âyineyi bulandırır. Âyine olmakta en büyük özellik, sürekliliktir. Bir Nûr Talebesi âyine oldu mu yaşayan hakikat oluyor. Böyle olunca illâ da konuşmasına gerek yok. Hâli, tavrı, bakışı dahi hizmettir...
Kabûliyet: ma'nen levh-i mahfûz açılsa, sen gerçekten Risâle-i Nûr Talebelerinin içinde misin? Üstâd seni kabûl etti mi? Nûr Talebeliği lafta olmaz. Onun için Bir Nûr Ta-lebesinin hayâtının sonuna kadar düşüneceği şey budur. Herkes kendini murâkabe et-melidir. Acaba benim bu da'vâya liyâkâtim var mı? Acaba Allah benden râzı mı? Bu ha-kikat hayâtımızın özü olmalı. Ma'nen kabûl olsak, zerre olalım yeter. O intisâb cihetiyle Bir Nûr Talebesi kabûl olsun; zerre de olsa arşa gebedir.
Makbûliyet: Bu, kabûliyetten çok daha ileridir. Kabûliyyet bir zerre ise, makbûliyet bir güneş gibidir. Makbûl olan Nûr Talebeleri ma'nen kâinâtın kayyûmudurlar. Eğer mak-bûl Nûr Talebelerinin duâsı olmasaydı, belki ma'nen helâk olurduk.
Husûsiyet: Cenâb-ı Hak bazı Nûr Talebelerine husûsi istidâtlar veriyor. Bu bir lütf-ü ılâhidir, bazı şartları ister, herkese olmaz. Kabûl ve makbûl Nûr Talebeleri ma'nevi bir parâtöner gibi, musibeti çekip toprağa aksettiriyor. Risâle-i Nûrun hakiki ve sâdık Talebe-lerini (sırr-ı ihlâs, sırr-ı uhuvvet ve sadâkât-ı sıddıkiyyeye mazhâr) enbiyâ ve melâike al-kışlayacaklar.
Bir Nûr Talebesi, bu zamanda iffetiyle eski zamanın 9 evliyâsı kuvvetindedir. Sâ-dık bir Talebesi ise 70 evliyâ kuvvetindedir. Makbûl Nûr Talebeleri kâinâtın bereket direği ve kayyûmudur. Bunlar ölecekleri sırada rahmet-i ılâhiye sorar: "Ne istiyorsun?"
"Ya Rabbi şeriât-ı Ahmediye ve hakâik-ı Kur'âniyenin bütün kalblere nakşını istiyo-rum. Ya Rabbi Din-i Mübîn-i ıslâmın bütün kâinâtta ihyâsını istiyorum." Ne isterlerse verilir . Bir Nûr Talebesi Risâle-i Nûr'u çok okursa, meslek ve meşrebini şahsiyetine yer-leştirmesi ko-laylaşır. Evvelâ Risâle-i Nûr'u on def'adan fazla oku, devret, ondan sonra istediğin kitâbı oku. Evet, bu hakikatlar tam meşrebine yerleşmeden, başka kitâbların o-kunması şah-siyette bozukluklar meydana getirir.
Bir Nûr Talebesinin dershânedeki hizmetinin önemi çok büyüktür. Süpürür, ye-mek yapar, bulaşık yıkar, bu halde haberi olmadan onda hizmetkârlık rûhu inkişâf eder.
Bir Nûr Talebesinin her ânı velâyet olur. Bu asrın cihâdı, cihâd-ı ma'nevî olduğu için bir medreseyi yalnızca beklese ve süpürse de. Cihâd-ı maddi farz-ı kifâye olduğu halde, cihâd-ı ma'nevî farz-ı ayn'dır.
Bir Nûr Talebesinde idrâk genişlerse, makâm-ı asfiyâya çıkar. Nûr mesle-ğinde idrâkin çok azim payı vardır. Ancak Risâle-i Nûr'un tetebbuâtı ile, ağır okunması idrâk ve fikir âlemini inkişâf ettirir; Sürekli okunması letâifindeki incelikleri ihtizâza getirir ve hâlini terbiye eder.
Nur mesleğinde idrâkin çok azim payı vardır. Hâl-i âlemin ıslâhı, evvelâ kalple-rin ıslâhıyla olur. Kalplerin ıslâhı ise, ferdan ferdâdır. Sahâbelerin meşrebi ... böyle, tek tek... Sünnetüllah'a riâyet şarttır. Kâinâtta tedric kânûnu vardır. Zemherir ayında gül ye-tişmez. Gül için baharı bekliyeceksin. Bir umûmi intibâh da olacak, ıNşAÂLLAH.
Bir Nûr Talebesinde idrâk genişlerse, makâm-ı asfiyâya çıkar. Cenâb-ı Hak'ka giden en emin ve en metin yol meşreb-i asfiyâdır. Üstâd duâ ederken bile mantığı elden bırakmamıştır. Münâcât risâlesi sanki Âyet-ül Kübrânın hülâsâsıdır. Bu asırda hücûm, ilim ve fenden geldiği için hizmetimizde ve hakikatın tâliminde, aklın rolü büyüktür. Tebli-ğin müessiriyetinde müdellel konuşmanın ehemmiyeti çoktur. Fakat Allah'a kurbiyyet nokta-i nazarında sâdece idrâk kâfi değildir. ınsanın kâbe-i kemâlâta müteveccih olabil-mesi için, bütün letâifin hakikatı massetmesi lâzımdır.
Bir Nûr Talebesinde Risâle-i Nûr'un kudsiyyeti kalbte yer etmez ise, o Nûr Tale-besi sathi ve şekli kalır. Kalbte mâsadâk bulmayan bir hakikat amele dönüşemez. Ancak kalbte mâsadâk bulan bir hakikat, amel ve hayat olarak tezâhür eder
Bir Nûr Talebesinin eli, sırf ihlâsla da'vâ-yı Kur'âniyeye hizmet ederken esfel-i sâfilinden, âlâ-yı illiyyine kadar uzanıyor. Esfel-i sâfilinden insanları çıkarıp âlâ-yı illiyyine ulaştırıyor. Allah'a muhâtab yapıyor. Bu noktadan hizmetimizin ulviliği ortaya çıkar.
Risâle-i Nûr bir devlet-i ma'rifettir.
Risâle-i Nûr bir çerâğ-ı hakikattır.
Risâle-i Nûr bir şems-i hidâyettir.
Risâle-i Nûr bir kelimât-ı kudsiyyedir.
Risâle-i Nûr bir fıskiye-yi ma'rifettir.
Risâle-i Nûr bir reçete-i hikmettir.
Risâle-i Nûr bir melek-i siyânettir.
Bir Nûr Talebesi şuhûdî mazhâriyete ermişse bir sohbette 20 kütüphânelik bilgiyi alır. Bu ancak liyâkâta eren Nûr Talebesi içindir.
Bir Nûr Talebesi için Risâle-i Nûr'daki nüfûz-u ma'nevi çok önemlidir. Bunun için de ismet, iffet ma'nevi tahâret, züht ve takvâ lâzımdır. ıhlâsı kazanmak kolay, muhâfaza etmek zordur. Cenâb-ı Hak Nûr Talebelerini bu hizmet-i Nûriyede ma'nen, ruhen, kalben büyütsün. Matlûb hedefine yürütsün. Ölünceye kadar bu da'vâda çürütsün.
Bir Nûr Talebesi enâniyetini şahs-ı ma'nevinin içinde eritse, (Alâ hatar-in âzim) tehdidinden kurtulur. (Alâ hatar-in azim) tehdidi muhlâslar için değil, muhlisler içindir. Muhlâslar bu da'vânın arkasındadır. Muhlisler ihlâsı kazananlar, muhlâslar ise ihlâsı mu-hâfaza edenlerdir. Muhlis kesbî, muhlâs ise kesb ile beraber vehbîdir. Muhlâs olmanın bir cephesi îmân hakikatlerinde rüsûh kazanmaktır. Risâle-i Nûrun ince bir nazarla mütâlaası ve sürekli meşgûliyet, insanı muhlâslığa adım attırır. Muhlâsın meşrebi, meşreb-i sıddıkiyyettir. Da'vâ-yı Kur'âniyenin hakikatlerine tam bir sadâkâtle bağlanmak. Muhlâs olan Bir Nûr Talebesinin keyfiyyeti da'vâ-yı Kur'âniyeye kanca atmıştır.
Bir Nûr Talebesi aşk ile da'vâsına sarılmış olmalıdır. Çünki aşk, kâbil-i tecezzi ve inkısâm olmayan bir histir. Muhabbette hasr ve tahsis vardır. "Ey Nûr bu kalbim senin, ey Nûr bu ruhum değil binbir ruhum olsa senin." ışte bu kıskaçlarla da'vâsına sarılmış bir muhlâsı, şeytan ve nefis da'vâsından ayırabilir mi? Kâinât çalkalansa onlara bir şey olur mu? Lâ Vallahi... Risâle-i Nûrun şahs-ı ma'nevisine karşı içimde azim bir hasret var. Bil-sem ki, o şahs-ı ma'nevinin ezyâl-i mübârekine yapışmışım, Vallahi, kerim mevlevi gibi raks ederim.
Bir Nûr Talebesi hayât-ı içtimâiyeye girse alâ külli hâl çözülür, hamiyeti gevşer. Bu bir kâidedir. Bu çözülme bazan hayâlde, bazan gözde, bazan fikirde, bazan da amelde olur. Hayât-ı içtimâiyenin müşevveş hâdisâtının dağlarvâri emvâcı içinden kurtuluş için niyet-i hâlise lâzımdır. Bu niyet-i hâlise, sefine-i Nuh gibi sâhil-i selâmete ulaştırır.
Bir Nûr Talebesi cihâd meydanındadır, yara alabilir. Ama niyet mühim. Hayât-ı içtimâiyyede yara alanlar, fakat ni-yet-i hâlisesi olanlar üzülmesinler, ye'se düşmesinler. O yaralara rağmen yine da'vâyı Kur'âniyeye devâm etsinler. Çünki, bu niyet-i hâlise, sefîne-i Nuh gibi bizi sâhil-i selâmete ulaştırır ınşaâllah.
Nûr Talebeleri cem'iyet hayatını tutan kayyûmdur. Fakat Nûr Talebelerinin de kayyûmu vardır. Başta, her şeyini bu hizmete hasreden muhterem ve mübârek zâtlar var-dır. O ağabeyler içtimâi hayata atılmış Nûr Talebelerini ma'nen tak-viye ederler.
Bir Nûr Talebesi ma'nen liyâkat kazanarak, istediği şahıstan dersini alabilir. şuhûdi mazhâriyete eren Bir Nûr Talebesi bir sohbette yirmi kütüphânelik bilgiyi alır. Bu ancak liyâkata eren Nûr Talebesi içindir. Usûl-i fıkhın alemi olan Celâleddin-i Suyûti, yakazaten Resûlullah'ın sohbetine mazhâr olursa, usûl-i hakikatın alemi ondan geri kalır mı?
Bir Nûr Talebesi sâdık ise, makâm-ı Ferdi-yete mazhârdır. Çünki, Risâle-i Nûr, ismi Ferd'e mazhârdır. Ferdiyetin içinde de, bir makâm-ı Ferdiyet vardır ki bunda zerre-den şemse kadar derecât vardır. Makâm-ı Ferdiyetin içinde bir de makâm-ı sır vardır ki, burası ârif-i Billâhın karargâhı ve cevelangâhıdır. Bu makâmın mazhârları, müctehidler-den de büyüktürler. Müctehidler elfâz-ı Kur'âniyeden hüküm çıkarıyorlar. Makâm-ı Ferdi-yette sır makâmına yükselenler ise, Kur'ânın mâhiyet-i ma'nevîyesinden hakikat ve nûrla-rı çıkarıyorlar.
Bir Nûr Talebesi sohbet-i sûriyeden, tasannu'dan ve hodfürûşluktan uzaklaşarak, fikrini sâdece Risâle-i Nûra teksif edip hakikatlerle kucaklaşırsa, o zaman onda ma'rifet ve muhabbet şuâları lemeân eder. Çünki, oksijen ile hidrojen kucaklaşırsa su meydana gelir. Aynen öyle de, Cenâb-ı Hak bizi bu hizmet-i Nûriyede ma'nen, rûhen, kalben büyütsün; Matlûb hede-fine yürütsün; Ölünceye kadar bu da'vâda çürütsün. Âmin.
Ey Nûr! bu kalbim senin; Ey Nûr! bir rûhum değil, binler rûhum olsa da senin. ışte bu kıskaçlarla da'vâsına sarılmış bir muhlâsı şeytan bile, nefis ve da'vâsından ayırabilir mi? Kâinat çalkalansa ona birşey olur mu? Lâ Vallâhi.
Bir Nûr Talebesi Risâle-i Nûr'un şahs-ı mânevîsi içinde ise, kim olursa olsun ona karşı içimde azîm br hasret var. Bilsem ki, o şahs-ı ma'nevînin bir ferdine, ekine ve eteğ-i mubârekine yapışmışım; Vallâhi kerim mevlevî gibi raks ederim.
Bir Nûr Talebesi aynı seviyedeki kardeşlerini bazan kıskanabilir. Çünki bizim hizmetimizdeki ihtilâfların önemli sebeplerinden birisi de temâsüldür, denkliktir. ışte bu durumda iken içlerinden biri fedâkarlık yapıp Hâfız Ali Ağabey (R.H.) gibi, diğerine inkıyâd etse, onu melekler alkışlar. Kıskançlık, rûhu paslatır. Meyl-i tefevvuk ise, tedenniye se-beptir. Risâle-i Nûr hizmetinde terakki edenler, Nûr'un ağaları değil köleleridir.
Bu hususta Ceylan Ağabey şöyle demiştir: "Bizim hizmetimizde ihtilâfların çok ö-nemli sebeblerinden birisi de denkliktir (temâsül). Ayni seviyedeki kardeşler arasında ih-tilâflar daha çok olabilir. Bu durumda ikisinden birinin fedâkârlık yapıp diğerine inkıyâd etmesi lâzımdır. Böyle bir Nûr Talebesini melekler alkışlar.(Ceylan Ağabey Dosyası)
Her Nûr Talebesinde ma'nevî müzâheret devresi olur. Zâten, ilk intikal devresin-de ma'nen hep müzâheret vardır; yardım edilir, korunur. Seneler sonra, şevk devresine girince müzâheret kesilebilir. Artık o kimse kendi cehd-ü gayreti ile ilerliyecektir. ışte bu müzâheret devâm ederken, bundan istifâde edip kendimizi iyi yetiştirmemiz elzemdir.
Bu hususta Ceylan Ağabey şöyle demiştir: "Her Nûr talebesine ma'nevi müzâhe-ret vardır. Zâten, ilk intikal devresinde ma'nen hep müzâheret vardır. Tutuşma devresin-den sonra şevk devresine giriyor. Otuz yaşına doğru, (yâni, on-onbeş sene sonra) o mü-zâheret kesilebilir. Artık kendi cehd-ü gayreti ile ilerliyecektir. Müzâheret devâm ederken, kendimizi iyi yetiştirmemiz elzemdir. Ceylan Ağabey Dosyası"
"Bir Nûr Talebesinin hayatında dört merhâle, dört devre vardır.
1- şevk devresi, ruhun hakikatleri kapmasıyla olur, hayr-un nâs olur.
2- Muhabbet devresi, Bu devrede Risâle-i Nûr kalbde mekân tutar. Bu devrede tehlike yoktur. Çünki, evinde tavuk pişer, fakat o medresede çorbaya koşar. Evinde kuş tüyü yatak vardır, o dershânenin kırpıntı yatağına gelir.
3- Sebât devresi, tehlikeli olan bir devredir. Bu ülfetle, alışkanlıkların perde ol-masıyla zuhûr eder. Bu devrede enâniyet gelişir, süflî arzular çoğalır. Bu devreyi, bildi-ğiyle amel ederek, sebât etmekle geçirmelidir. Gâye, en az zâyiatla bu devreyii atlatmak olmalıdır. Çünki, bu devrede o kimsenin kardeşleriyle irtibâtı azalır, derse devamı gittikçe azalır, içtimâî mes'eleler aklını kurcalar, onlara ilgisi artar. Sebâtta muvaffakiyet, ancak günahlardan tam çekilmekle, takva ile, Risâle-i Nûr'un kudsiyetine îmân etmekle, Nûr'larla meşgûliyeti artırmakla ve derslerin tamamına devâmla hâsıl olur. Bu tehlikeli devre böylece asgarî zararla atlatılır.
4 - Sadâkat devri, en son merhâledir. O zaman Arabistan'dan Kutb-u A'zam da da'vet etse, hürmet eder, fakat yine Risâle-i Nûr'a koşar . Ceylan Ağabey Dosyası" Bir Nûr Talebesi Risâle-i Nûra makâmsız hizmet ederse, ma'nevi makâmâtın en müntehâsı olan sıddıkiyete vâsıl olur. Bu ise tam mahvîyetle olur. Öyle hareket edeceksin ki, kardeşle-rini kıskandırmayacaksın yâni, onların üstünde faziletfürûşluk nev'inden gıbta damarını tahrik etmeyeceksin.
Bu hususta Ceylan Ağabey şöyle demiştir: "Risâle-i Nûr'a makâmsız hizmet e-den, ma'nevi makâmâtın müntehâsı olan sıddıkiyete vâsıl olur. Bu ise tam mahviyetle olur. Sıddıkiyet makâmı, niyet ve nazarla olur. Ceylan Ağabey Dosyası"
Bir Nûr Talebesi kardeşlerinin hatalarını bir doktorun hastasını tedâvi ettiği gibi tedâviye çalışır. ı'tinâ ile, kavli-i leyyin ile ve en güzeli lîsân-ı hal ile îkâza çalışır.
Bu hususta Ceylan Ağabey şöyle demiştir: "Kardeşlerimizin hatalarını, bir doktorun hastasını tedâvi ettiği gibi tedâviye çalışacağız. ı'tinâ ile, kavl-i leyyin ile îkâz edece-ğiz. Bâzan lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden üstündür ve te'sirlidir. (Her ikisinden de anlamayan zâten aramızda fazla duramaz.)( Ceylan Ağabey Dosyasından muktebes)
Bir Nûr Talebesi okuduğunun hakikatını anlar. Çünki, anlamak iki çeşittir. Birisi i-bâreyi anlamak, diğeri ise hakîkatı anlamak. Uhuvvet Risâlesini okuduğu halde kardeşiyle döğüşen kimse ibâreyi anlamış, fakat hakîkatı anlamamıştır.
Hakîkatı Anlayan Bir Nûr Talebesi kardeşiyle döğüşmez. O zaman hakîkat anla-şılmamış demektir. Zavallı yalnız ibâreyi okumuş veya ibâreyi dinlemiş. Kardeşin seni tahkir ettiği halde sen ona yine muhabbet gösterebilirsen, işte o zaman hakikat anlaşılmıştır.
Bu hususta Ceylan Ağabey şöyle demiştir: "Anlamak iki çeşittir: 1- ıbâreyi anla-mak, 2- Hakikatını anlamak. Meselâ, Uhuvvet Risâlesini okuduğu halde, kardeşiyle dövü-şen adam, ibâreyi anlamış, hakikatını anlamamıştır. Çünki, hakikatını anlayan insan, kardeşiyle dövüşmez. Ceylan Ağabey Dosyasından"
Bir Nûr Talebesinde idrâk olsa, fakat vukuf olmazsa mes'elelerde sathi kalır. Çünki, öğrenmek başka şey, anlamak başka şeydir. Halbuki bu deniz binlerce metre de-rinliğindedir. Vukûfiyet ar-tıkça derinlik de tezâyüd eder. O zaman hiç korkma, bu denize dal kardeşim.
Bir Nûr Talebesi bu hakikatları, başta iç dünyasını ma'mûr etmek, iç âlemini te-nevvür etmek için kullanacak. ıçindeki ene putlarını kırmak için kullanacak. Çünki, Risâle-i Nûr'un yolu sırr-ı ihlâstır, kulluktur. Zâten ihlâsa ma'ni olan zâhiren önemli bir şey de yoktur! Evet, ıhlâsa ma'ni olan, önemsiz şeylerdir; Bunlar, lüzûmsuz, kederli, hodfurûşâne, sakîl, riyakârâne bâzı hissiyât-ı süfliyedir.
Bu husuta Ceylan Ağabey şöyle demiştir: "Risâle-i Nûr'un yolu sırr-ı ihlâstır, kul-luktur. Bu hakikatları, başta iç dünyamızı ma'mûr etmek için kullanacağız. ıçimizdeki (ene) putlarını kırmak için kullanacağız. ıhlâsa ma'ni olan önemli bir şey yoktur! Evet, ıhlâsa ma'ni olan, önemsiz şeylerdir: Bunlar, lüzûmsuz, kederli, hodfurûşâne, sakîl, riyakârâne bâzı hissiyât-ı süfliyedir. Ceylan Ağabey"
Bir Nûr Talebesi az olduğuna üzülmez! Çünkü, keyfiyyeten az olmadığını bilir. Kâinat kuruldu kurulalı bu, böyledir. Her zaman cemâdât fazla, nebâtât azdır. Nebâtât fazla, hayvânât azdır; Hayvânât fazla, insanlar azdır; Kâfirler fazla, Müslümanlar azdır; Amiler fazla, veliler azdır; Veliler fazla, asfiyâlar azdır; asfiyâlar fazla, enbiyâlar azdır. Zâten keyfiyyet azlıkta olur.
Bu husuta Ceylan Ağabey şöyle demiştir: "Az olduğumuza üzülmeyeceğiz! Çün-kü, keyfiyyeten az değiliz. Kâinat kuruldu kurulalı bu, böyledir. Her zaman cemâdât fazla, nebâtât azdır. Nebâtât fazla, hayvânât azdır; Hayvânât fazla, insanlar azdır; Kâfirler fazla, müslümanlar azdır; Amiler fazla, veliler azdır; Veliler fazla, asfiyâlar azdır; asfiyâlar fazla, enbiyâlar azdır. (Keyfiyyet azlıkta olur.) Ceylan Ağabey"
Bir Nûr Talebesinde kalb göstergesi ağır olursa, onun meşrebi, velâyet, ittikâ ve âbidlik üzerine akar; Eğer idrâk, meşrebinde gâlib olursa, o zaman ilim ve hikmet onda hük-meder; Eğer ruh göstergesi meşrebinde ağır basarsa, ondan şevk sudûr eder; Eğer meşrebinde sır ağır ba-sarsa, onun meşrebi, meşreb-i ârifin olur. ışte bu dördünü birleş-tirmek matlûb ve maksûd-dur. Çünki her insanın temelde dört göstergesi vardır. Bunlar: Kalb, idrâk, ruh ve sırdır.
Bir Nûr Talebesi îmân ve takvâ sâhibidir; îman ve takvâ sâhibine âlem-i melekûtün kapıları açılır. O zaman semâ ve arzdan bereket yağar. Heybet ateşi kalbi ya-kar, muhabbet ateşi rûhu kavurur ve şevk ateşi nefsi öldürür.
Fedâkâr bir Nur Talebesini mele-i a'lânın hadsiz sâkinleri alkışlıyor. Onlara se-lâm olsun...Çünki onlar öyle mecnûnlar ki, ettiler vuslat-ı Leyla'dan istiğnâ... bu felâket, helâket asrının bütün arzularını ayaklarının altına alan fedâkârlar... Onlar Allah'dan, Allah da onlardan râzı
Bir Nûr Talebesi vakıf ise, şu zamanın Ashâb-ı Suffa'sıdır. Onlar, dünyâdan kay-bettiklerine kat'iyyen mahzûn olmadılar. Onlar, âhiret için kazandıklarına da hiçbir zaman güvenmediler. Onları mahzûn eden, Cenâb-ı Hakk'ın huzûrundan ayrılmaktı. Vakitlerini din-i ıslâma vakfettiler, nezrettiler. Onlar ıslâmiyetin ma'nevî kayyûmlarıdır. Dünyâya iltifat etmediler, ana babaya, paraya, mala te-veccüh etmediler. Sadâkat ve fedâkarlık, hâriç âlemde libâs giyseydi, Ashâb-ı Suffa olurdu. Ne mutlu o sultanlara.
Bir Nûr Talebesi vakıf ise, ciddî fedâkârdır. Onlar öyle mecnûnlar ki, ettiler Ley-lâ'dan istiğnâ. Bu felâket, helâket ve câzibedâr fitne asrının bütün ar-zûlarını ayaklarının altına alan mübârek fedâkârlar, onlar Allah'dan, Allah da onlardan râzıdır.
Bir Nûr Talebesi bu asırda dâvâ-yı Kur'ân ve hidâyet-i îmâna hizmetinin, Cenâb-ı Hak'dan atâ-yı mahz olduğunun idrâkindedir. Asr-ı Saâdetten maâda îmâna hizmet için böyle bir asır daha gelmemiş. Asr-ı Saâdetten maâda velâyet âleminde böyle bir keyfiyyet görülme-miş. Evet kardeşim, silinmeyen kayıtlarla dünya, bekâ arşivlerine ta-şınıyor. Kar-deşim, bu gün pantolon, ayakkabı günü değil; Bugün sele kapılanları kur-tarma günüdür. Yürü küheylânım yürü; Bugün hizmet, bugün cehd, bugün gayret, bu-gün dîne himmet günüdür.
Ey, mukâddes yüklü Nurcu hamal... Ne yaptın o mukâddes yükü? Ehl-i hakikat, nefisleriyle insanlarla döğüşür gibi döğüşmüşler. Hayâtını, hissiyyâtını, izzetini, rahatını, füyûzâtını ayağının altına alıp ezen fedâkârlar... Her devirde din-i ıslâm; garib, çilekeş, fedâkâr insanların omuzlarında yükselmiştir. Dünya ile alâkasını incelten kazanıyor. Sır-tıma fazla yük alırsam Resûlullah'a (A.S.M.) ve vâsıllara yetişemem.
Bir Nûr Talebesi ehl-i hakîkat olduğundan, hayâtını, hissiyâtını, izzetini, gurûrunu, ra-hatını ve füyüzâtını ayağının altına alıp ezen fedâkârdır. Zâten her devirde din-i ıslâm, garib, çilekeş, fedâkâr insanların omuzunda yükselmiştir. Fakat en müessir hizmet, sırr-ı tecerrüde bağlıdır. Dünya ile alâkasını incelten kazanıyor. Sırtına fazla yük alırsan Resulûllaha ve vâsıllara yetişemezsin. ıslâm bugün öyle mücâhidler istiyor ki, değil dün-yâsını, âhiretini de fedâ etsin. Ektik ektik yeşerecek, vur kazmayı dağa Ferhat, çoğu gitti azı kaldı. Mâdem ol-malı diyoruz bu millet halâs, yüzümüz bu yolda olsa da paspas.
Bir Nûr Talebesi vakıf olarak veya olmayarak bütün ömrünü bu dâvâ-yı Kur'âniyeye hasretse, onun her ânı şehidin sevâbı gibi olur. Yarınlar, bugün rahatını terk edenlerindir. Bu asırda en büyük hizmet etrâfını aydınlatmaktır. Evet tekrar ediyoruz. BEN YANMAYACAğIM, SEN YANMAYACAKSIN, O YANMAYACAK DA, PEKı ETRÂFI KıM AYDINLATACAK?
Bir Nûr Talebesihimmeti-ni tam sarf etmelidir. Kıyâmet kâfirlerin çokluğundan kopmaz. Kıyâmet belki, ehl-i îmânın himmeti-ni tam sarf edememesinden kopar.
Bir Nûr Talebesi hâdiseleri a'vâm gibi şahıslar açısından değerlendirmez. Çünki, hâdiseleri şahıslar açısından değerlendiren zulmedebilir. Hâdiseleri, meşiet-i ılâhiyye açı-sından düşünmek lâzımdır. Kader-i ılâhinin adâletini unutmamalıyız. Ancak bu anlayışla giden Nûr Talebesi istikâmet bulur, sû-i zânna ma'rûz kalmaz.
Bir Nûr Talebesi inbisât hâlinde ise, Risâle-i Nûr'un mütâlaası ile, inkıbâz hâlinde ise daha ziyâde ibâdet ve Cevşen'le meşgûl olması gerekir. ınkıbâz'ın çok sebebi var, çoğunun teme-linde günâh ve isyân yatıyor.
Bir Nûr Talebesinin şefkati, bekâya müteveccih bir şefkat olması lâzımdır. Çünki, Cehennem'e akan gençliği kurtarmaya müteveccihtir; Öyle ise rıfk, mülâyemet ve kavl-i leyyin ile, gayz ve gadâba düşmeden, sâdece Lillah için şefkat gerekir. Fakat gaflet arttık-ça şefkat perdelenir. şefkatin himmet sâhâsı geniştir; Bir kişiye de şefkat edersin, bin kişiye de. Fakat mu-habbette tahsis vardır; Çünki, mahbûbundan başkasını görmez.
Hâlis, sâdık Nûr Talebelerinin ve Hazret-i Mehdi'nin ruhu, ruh-u izâfidir. Çünki ruhlar üç kısma ayrılır: Ruh-u külli, Ruh-u izâfi, Ruh-u revâni: Sâdece Hazret-i Resûlullah Efendimizin (A.S.M.) ruhu, ruh-u küllidir. Ruh-u izâfi ise, sâir peygamberler ile sahâbe ve her asırda gelen ezelden mümtâz ve muhtar zâtlara bahşedilmiştir. Ruh-u revâni-i lâtife ise, mü'minlerin ruhlarıdır. Bunlarda tedricen terakki söz konusudur. Ruh-u revâni-i habise ise, kâfirlerin ruhudur.
Bir Nûr Talebesi Risâle-i Nûr'u, ârif-i billah bir zâtın fikir seviyesine göre yazıldığı halde, fakat âmi insanlar da ondan istifâde edebildiği için her seviyedeki müştâk, tâlip zâtlara okuyup, tebliğ etmelidir!
Bir Nûr Talebesi hâlis, muhlis ve müdakkik ise, Risâle-i Nûr'un rahle-i tedrîsînin dibine sadâkatla çökerse, o zaman sırr-ı ihlâs ve sırr-ı uhuvvete tam mazhâr zâtlardan ve muhlâs namzedi olabilirler. ışte o zaman hâlis, muhlis ve müdakkik Bir Nûr Talebesi, âlem-i ma'nâda Hazret-i Muhyiddin ile kulaç atabilir. Hazret-i şâh-ı Nakşibend ile hakîkat dersini diz dize alabilir. Muhlislikten muhlâs duvarına îsâl eden yol Risâle-i Nûr'da vardır. Ancak havfullah ile, kendinde görünen kemâlâtı tamâmen Allah'dan bilip nefsine nisbet etmemekle ve nefsini ma'nen müflis ve zelil bilmek ile o yolda gidilir. Hâzâ min fadl-i Rabbi.
Bir Nûr Talebesi Nûr yiyor, Nûr içiyor, Nûr konuşuyor ve dershâne-i nûriyede oturuyorsa, ona müjdeler olsun! Çünki Hadis-i şerifte Resûlullah buyuruyor: "Kardeşlerim, Kardeşlerim" Ashâb soruyor: "Ya Resûlallah, kimdir o kardeşlerin?" "Onlar, âhirzamanda gelecekler, Nûr yiyecekler, Nûr içecekler, Nûr konuşacaklar. Nûrdan hânelerde oturacak-lar. Bllmiyorum, onlar mı bana yakın, yoksa siz mi?"
Bir Nûr Talebesi Hazret-i Musab'dır Hazret-i Mus'ab'ın meşrebi Risâle-i Nûr da'vâsında çok hizmet edecek. Çünki, Hazret-i Mus'ab (R.A.) Medine'nin ma'nevi fâtihi. Bir çok mümtâz sahâbelerin hidâyetine sebeb oluyor. Çok âlim ve hakîm, aynı zamanda beliğ konuşuyor. Meşrebinin esâsı hilm ve şefkat. O'nun âlemine hâkîm nokta da'vâ-yı Kur'âniye... ılâ-yı Kelimetullah. Muhabbet-i Resûlullahda öyle fâni olmuş ki, fiziği de pey-gamberimize çok benziyor. Uhud'da peygamberimiz yerine şehit oldu. Sadâkât burcunda bir necm-i münir. Kur'âna o kadar sâdık ki, dünyada hiçbir şey onu da'vâsından bir an olsun çekememiş. ışte bu meşreb Risâle-i Nûr da'vâsında çok hizmet edecek... Bu meşreb, Hâfız Ali Ağabeyde doğup Risâle-i Nûr da'vâsında çok hizmet edecek..
Bir Nûr Talebesi hayatının bir kısmında veya tamamında veya Sungur Ağabey gibi evli iken dahi mücerred olabilir. ışte o zaman ferdiyetin kudsi feleğine ancak mücerred Nûr Talebeleri çıkabilir. Risâle-i Nûr'un rahle-yi tedrisine oturmaya istihkâk kesbeden Nûr Talebeleri makâm-ı sırra vâsıl olurlar ve ferdiyetin kudsi feleğine ulaşırlar. Ferdiyete mazhâriyetin alâmeti dörttür. Bunlar: nüfûz-u ma'nevî, ihâta-yı nûrâniyet, huzûr ve şuhûddur.
Bir Nûr Talebesii kalabalık cemaât toplamaya çalışmaz. Cemaât toplamak kolay, önemli olan cemaâti bir sistem üzerinde devamlı kılmak, muhâfaza etmektir. ışte bu zor-dur. Üstâd buna çalışmış.
Bir Nûr Talebesi tesbihâtı tam yapar, tehir etse de terk etmez. Tesbîhâtı tam yapmayan Talebeye büyük âfâtlar musallat olur. Maazallah Nûr Talebesinden beklenme-yen haller ondan sûdûr edebilir. Çünki tesbîhât Nûr Talebelerinin metin bir kalesidir. Kardeşim tesbîhâtı terk edersen, âhirzamandaki tahribkâr ehl-i nîsânın tahrîbine ma'rûz ka-lırsın, iffetini muhâfaza edemezsin! Artık sen bilirsin.
Bir Nûr Talebesinin sancak-ı ma'nevisi ihlâstır. Üstâdımız altıbin küsûr sayfalık külliyâttan sâdece ihlâs risâlesini laâkal onbeş günde okumaya mecbûr tutmuş. Fakat Risâle-i Nûr'un okunması ile de iş bitmiyor. Kudsiyyetin iyi anlaşılması lâzımdır. ıhlâs-ı tâmmeye mazhâr Bir Nûr Talebesinin iç dünyası, idrâkı, lâhûti âlemlerin ve hakikatların cevelângâhı olur. (Muhlâs olunca) günâh-ı kebâir ona, artık yaklaşamaz.
ıhlâsın rükünleri dörttür: 1. Hakikat 2. Kudsiyet 3. Hikmet 4. Nûrâniyet. ıhlâsı, nûrâniyet tenvir eder. Kudsiyet ise nüfûz eder. En fazla nüfûz edenler aktâblardır. ışte muhlâslar, ihlâsın bu dört sütûnunu cem edenlerdir.
Bir Nûr Talebesi, nefs-i emmâre cihetiyle ölmüşse, ihlâsın kudsiyyetini elde eder. (Fakat) ihlâsın kudsiyyetini kin, adâvet ve iğbirâr öldürür. Bir insanda ihlâsın kudsiyyeti varsa, Cenâb-ı Hak onun lisânına nüfûzât verir. Sû-i zan muhabbetin ve uhuvvetin kezzâ-bıdır. Gıybet, fert ve cemaâtlerin külliyen katli demektir. şefkat ile giden Nûr Talebeleri ihlâsın kudsiyetinin mümessilidirler. Hırs, tama' ve hubb-u dünya ihlâsın hakikatını söndü-rüyor. ıhlâsın hikmetini de fısk, sefâhât ve şehvâni arzular söndürür. Sû-i zan, gıybet ve iftirâdan hâsıl olan fitne ve fesât ise, ihlâsın Nûrâniyetini söndürüyor.
ıhlâsın kisvesi; tevâzu, mahviyet, sabır, tevekkül ve şükürdür. ıhlâsı kırmak, ma'nen mükerremiyet arşından sukut etmektir. Sırr-ı ihlâsta istihdâm kerâmeti vardır. Ona mazhâr olan birisini haberi olmadan, Cenâb-ı Hak konuşturur. Muhâtabı onun diliyle terbiye ediyor. ınsanı sırr-ı ehadiyete götüren yol, ihlâstır. ıhlâsa mazhâriyetin semereleri: Samimiyet, hasbilik ve i'vazsızlık. Hiç kimseden maddi ve ma'nevi bir şey istememek.
Hakikat-ı ihlâs muhâfaza edilse bir takım keyfiyetler kendiliğinden geliyor. ınsanın hilkatındaki asıl ma'nâ zuhûr ediyor. ınsanın meleklere karşı rüçhâniyetinin esâsı, ihlâs iledir. Cilve-i ehâdiyete, tecelli-i samediyete âyine olmanın yolu, sırr-ı ihlâstan geçiyor. Evet cilve-i ehâdiyete, tecelli-i samediyete âyine olmak kolay bir şey, âdi bir vazife değil-dir.
Sırr-ı ihlâs; kalbin gözü, ruhun nazarı ve sırrın inkişâfıdır. Hayâtın sırr-ı hakikatı ehâdiyet ve samediyete âyineliktir ki, bu sırr-ı ihlâstır. Sırr-ı ihlâs ise, insandaki mükerremiyeti terennüm ediyor. Sırr-ı ihlâsa mazhâriyet için; riyâ, hırs, tama' ve şöhret yollarını kapamak lâzım.
Sadâkâtlı Sırr-ı ıhlâs ve ihlâslı sırr-ı sadâkât, itmi'nân-ı nefse medâr olacak ve müstebit nefsin istibdâtını dağıtacaktır. Sûre-i ihlâstaki tecelli-i ehâdiyet ve cilve-i samediyete âyinedârlık ve ulvi gâyeye müteveccih olmak istersen, huzûzât-ı nefsâniyeyi tam sadâkâtla terk etmek lâzımdır. şahıslar ihlâs-ı tâmmeye vâsıl olabilir. Ama sırr-ı ihlâsa ve sırr-ı sadâkâta mazhâr olamazlar. Bunlara ancak ve ancak has şâkirtlerin şahs-ı ma'nevisi sâhip olabilir.
Bu Asırdaki Risâle-i Nûr'un şahs-ı Ma'nevisi, sırr-ı verâset ve sırr-ı velâyete vâsıl olur. Melekût âleminde önce ilim verilir, sonra velâyet. Bu nokta-i nazardan hiçbir evliyâ, ma'nen ümmî değildir. Velâyet, ubûdiyettir. Risâlet ise, tebliğ ve rutbedir. Bu asır-daki velâyet, velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ da Kur'ândan müstahreç bir keyfiyettir. Kur'ândan istihrâç ise; keskin nazar, ince fikir süzgeci istiyor. Bu asırda, verâset-i nübüv-vetin içindeki ârifler, ezelden mevhibe-i ılâhiyeye mazhârdır. Risâle-i Nûrun has şâkirtleri, tâ ezel sabahında ma'rifet şarâbını içmişler, nûr-u hidâyetle tavzif edilmişler.
Bir Nûr Talebesida'vâ adamıdır. Da'vâ adamı olarak ölmek, bir havâri gibi yaşa-maya bağlıdır. Helâk olanlar, önce kendi işlerinde ve vicdânlarında helâk olmuşlardır. Izdırâbsızlık en büyük eksikliğimizdir. (Rabbimiz bizi dertsiz ve derssiz bırakmasın.) Âmin. ıslâm'ın i'lâ ve ibkâsı, Nûr Talebelerinin en büyük ideâli olmalıdır. Dünyevî ideâllerini, ıslâm da'vâsının önüne alanlar helâk oldular.
Bir Nûr Talebesi bin defa da sözleri okusa, uhuvvet, ihlâs ve sadâkât ile müceh-hez olmazsa, fayda vermez. Risâle-i Nûr kardeşliği, nesebi kardeşlikten bin defa daha tefevvuka sâhibtir. Nefis, kardeşinize karşı haklı olarak i'tirâz ettirmek isterse deyiniz: "Biz değil böyle cüz'i hukukumuzu, belki haysiyetimizi da'vâ-yı Kur'âniyedeki tesânüde fedâ etmeye karar vermişiz." Risâle-i Nûrun şahs-ı ma'nevisine meftûniyet, insanı haki-kat-ı uhuvvete çıkarır.
Bir Nûr Talebesienvâr-ı Kur'âniye ile boyanmalı, başka boya aldı mı, çıkmıyor. Çünki bir su bile, herhangi bir boya ile boyansa, bir daha eski şeffâfiyetine dönemiyor.
Bir Nûr Talebesi Allah'dan hayâ edecek. "Yarabbi" diyecek "Senin Ulûhiyyetine tam köle olamadım; Nübüvvetine tam esir olamadım." Çünki, îmân arttıkça mü'minde mahcûbiyet de artar. Nûr Talebelerinde, verilen ni'metlere öğretildiği gibi küllî şükür edememekten mahcûbiyet, mahzûniyet ve hayâ hâsıl olur.
Nûr Talebelerinin Risâle-i Nûr hizmetindeki gidişleri, iki türlüdür. Bir kısmı zâhi-ren gidenlerdir ki, bunlar hizmet düstûrlarına göre gidiyor. Diğerleri bâtınen gidenlerdir. Bunlar ise ikâzât, ihtârât ve ilhâmât ile gidiyor. Öyle gidiş var, böyle gidiş var...
Nûr Talebeleri Risâle-i Nûr ile bu asırda milyonlarca kişinin îmânını kurtarıyor. Beşerin hidâyeti Kur'ân nokta-i nazarında çok ehemmiyetli. Bir kişinin îmânı kurtulsun diye, Cenâb-ı Hak peygamber göndermiş. Bu dehşetli asırda elbette Kur'ân Risâle-i Nûr-dan bahsedecek ve ehemmiyet verecek.
Risâle-i Nûra asrın şiddetli fitnesi çerisinde bakarsak, mûcizâne tesirâtını görebili-riz. Böyle bir asırda gençlere namaz kıldırması, bâhusûs hayâtını vakfettirecek derecede dine hizmet ettirmesi, Risâle-i Nûrun apaçık bir kerâmet-i kübrâsıdır.
Bir Nûr Talebesi acz, fakr, şefkat ve tefekkürde yol alır. Fakat, tefekkürde bir sır vardır. O sırra ulaşamayan, hakikat-ı tefekküre de çıkamaz. Her şeyin bir kışrı olduğu gibi, tefekkürün de kışrı vardır. Her şeyin özü lübdedir. Tefekkürün sırrı, da'vâ-yı Kur'âniyeye sadâkat ile inkişâf eder.
Nefsini tam fenâ etmeyen bir Nûr Talebesinde, ma'neviyât mimârisi yüksele-mez. Pisikolojik ve ruhi açıdan esâs vakıflık nedir? Risâle-i Nûr, nazarında birinci derecede olsun, hizmetten başka birşey düşünmesin, dünyaya da zerre miskal iltifât etmesin. Vakıf olmak maddi ve ma'nevi saltanat değildir. Ma'nevi itibâr da değildir. Vesile-i tahak-küm hiç değildir. Vakıflık bitamâmiha hizmet ve kölelik libâsını giymektir. Hubb-u câhı, meyl-i tefevvükü, hâtta izzet ve şerefini fedâ etmek ile tam mahviyet ve kölelik hâsıl olur. Enâniyetini tam kırmayan ma'neviyât âleminde neşv-ü nemâ bulamaz.
Bir Nûr Talebesi hayâtını ve rahâtını fedâ eder, fakat izzetini ve hissiyâtını fedâ edemeyebilir. Ehl-i dünya, hayâtını nefsine fedâ ediyor. Ehl-i hakikat da merâkını, zevkini, şevkini tamamıyla hak ve hakikata vakf etmişler. Tâ ki, kalb dağılmasın, lüzûmsuz fâni şeylerle telef olmasın. Nûr Talebesi de hayâtını, Risâle-i Nûrun şahs-ı ma'nevisine fedâ edecek. Hayâtını vakfetmek kolay. Rahâtını ve istirahâtını fedâ etmek, daha zordur."Sen mâdem hayâtı dünyeviyeni ve hayât-ı uhreviyeni fedâ ediyorsun, izzet-i nefsini dahi fedâ et diye ma'nen ihtâr edildi. Said Nûrsi"
Bir Nûr Talebesi hakiki kul olarak her an mültecidir. Çünki ıç âleminde her an ilti-câ ediyor. ılticâ ve istiğfâr ediyor. Hadis-i şerif'te "Kulum beni unutursa ben ondan ilticâ ve istiğfâr lezzetini alırım." deniyor. Allah'ı nasıl unutabiliriz? Sevenler unutmaz, sevenler unutulmaz, sevenler ölmez... Allah'ı öyle zikr ediniz ki size "mecnûn" desinler. Kardeşim, sen, de "Bütün vaktimi ve hayatımı hakâik-i imâniyeye ve Kur'âniyeye hasr ve vakfettim?"
Hakiki Nûr Talebesi odur ki; ne medihten hoşlanır, ne zemden rahâtsız olur. Ne tahkir onu incitir, ne medih onu şımartır. Zem ile medih eşit olmadıkça o terakki, terakki değildir. Müflisim ama yarabbi, senin kapına ihlâsla, sıddıkiyetle bağlanmışım.
Bir Nûr Talebesi olarak ehadiyete müteveccih olmak, tecerrüdü gerektiriyor. Yevm-i kıyâmette Hazret-i Mehdinin ordusunda sancaktar olmak istiyor musun? Mücerret yaşa ve mücerret öl. Ve ömrün boyunca da Risâle-i Nûr'un şahs-ı ma'nevisine muhâlefet etme. Tecerrüd, ruha merbût oldu mu, saraylarda da olsa ehemmiyet vermiyor, bir alâka duymuyor. Demek bekâyı böyle bilen ve böyle de anlayan, bekâya öyle de hazırlanır. Ni-ye hakkıyla hazırlanamıyoruz? Bekâyı bilmiyoruz ondan... Hele bekâyı bil. Hele Bâki-yi zül Cemâli bil. Cenâb-ı Hak bekâyı bize bildirsin, bu ma'nâyı kalbimizde, ruhumuzda rüsûh peyda ettirsin. Âmin. .
Bir Nûr Talebesihayâlini zaptetse, kâinâtı zabt edebilir. Hayâlinde müstakîm o-lan, âmâl ve efâlinde de müstakim olur. Hayâlin istkâmeti için Risâle-i Nûru çok okumalı. O zaman hayalde hakîkatler yoğunlaşır. Çünki irâde ile hayal çatışsa, hayâl irâdeyi bastı-rabilir. Hayâl irâdeyi mahkûm edebilir. Hayâlimizi Nûrcu yapsak, her tarafımız Nûrcu olur.
Nûr Talebesi bir kardeşini (Veyl Kuyusu)nda da görse, zerre kadar hüsn-ü zan-nından kaybetmeyecek. Hakiki muhabbet odur ki; ne şevk onu arttıra, ne elem ve keder onu azalta. Bugün Risâle-i Nûrun şahs-ı ma'nevisinin talebelerinden istediği hizmet, u-huvvetin fedâisi olmaktır. Deccâliyete karşı kâinâtın kayyûmu mehdiyyet, mehdiyyetin kayyûmu da, sırr-ı uhuvvettir. Binbir esmâdan feyz alan ve mehdiyyetin hakikatını aksetti-recek âyine-i a'zâm, fenâ fil ihvândır. Fenâ fil ihvân düstûru, bir seyr-i seri ile, insanı vus-lât sarayına çıkarır. Sû-i zan, gıybet ve iftirâdan kardeşinin hukûkunu muhâfaza et. Uhuv-vete ihânet, da'vâ-yı Kur'âniyeye ihânettir. şu kafile-i Nûr yürüsün de, arkasından kim sürünürse sürünsün. "ılâhi, senin lütfun o kadar çok ki, ben ise küçük bir insanım. Bir müflisim, Ama yarabbi! Senin kapına sadâkâtla yapışmışım."
Nur Talebeleri hâricindeki bir çok kimsede, yeis var. "ıslâmiyet elden mi gidiyor?" diye kalbi ümitsizlik ile muzlim. Beşerin bu muzlim hastalığını tedâvi eden en büyük iksir-i ma'nevi, şevktir. Yelesini ayakları arasına alıp da uyuyan arslanları uyandıran ma'nâ-yı hikmet, şevktir. Onun için şevk, ma'nen müteharrik-i bizzâttır. Müteharrik-i bilvesile değil-dir. O hiçbir zaman vagon olamaz, daima lokomotiftir. Çeker götürür.
Bir Nûr Talebesi müflis de olsa, bu da'vâ-yı Kur'âniyyeye sadâkâtla yapışmışsa bârigâh-ı izzetten kovulmaz. Çünki, emrâz-ı ma'neviyeyi def ve ref eden sadâkâttır. Ri-sâle-i Nûr dâiresinde, Üstâda en büyük sadâkât yemini tecerrüdtür. Çam ağacından se-bât ve metânet dersini al. Herkesin yaprağını döktüğü anda o dağılmıyor, dökülmüyor. Sadâkât dersini de keneden almak lâzım. Kâinât gelse, beni bu da'vâdan koparamaya-cak, ınşaâllah. ılâhi, senin lütfun o kadar çok ki, ben ise küçük bir insanım. Bir müflisim ama, Ya Rabbi senin kapına sadâkatla yapıştım.
Bir Nûr Talebesine şeytan menfi noktadan yaklaşıp der: "Sen nere, Nûrculuk ne-re? Senin bütün istidâtların tefessüh etmiş. Zibil gibi adamsın. Sen nere, ıslâmiyete hiz-met nere?" Tâ, ye'se atsın; Onun hizmetteki aşkını, şevkini kırsın. Sen ona şu ahd-ı vefâ-yı oku. Ahd-ı Vefa: "Ma'nen düşsem de, yıkılsam da Cehenneme gireceğimi bilsem de, yine Risâle-i Nûr'un kudsiyet sancağını taşıyacağım. Başka hiçbir Nûr Talebesi kalmasa, ben bayrağı asla bırakmayacağım. Zerre kadar kemâlâtım kalmasa, yine bu bayrağı götü-receğim. Kâinâtta hiç kimse bu da'vâyı omuzlamasa, bütün Nûr Talebeleri hırt-ı hış olsa, ben tek başıma kalsam yine âleme Risâle-i Nûr'u îlâ, ibkâ ve ihyâ edeceğim; Bütün dünya aleyhime dönse, teveccüh etmese ben yine tasa etmeyeceğim. Allah yolunda kimsenin ayıplamasından korkmayacağım," ışte bu tarzda bir sadâkat lâzım. Bu sadâkatı taşıyanla-ra ihlâsın parlak levhâları açılır. Ya hû, bu dünyaya bir daha gelecek değiliz. Onun için da'vâmızın elmas kılıncını iyi sallamalıyız.
Vefâ, dostlar arasındaki hâtt-ı muvâsalayı te'min eden bir deryâ-yı ma'nevidir.
Vefâ, hasbi ve samimi bağını koparmayan dostluk ilişkisidir.
Vefânın en mümeyyiz vasfı unutmamaktır. Zamanla dostluğunuz bozulsa da, seni tahkir etse de unutmamak. Lillah için muhabbette, sen ve ben yoktur. Birbirinde erimek vardır. Gönül dostu, "Ben, ben dedimse o sensin yine ben... Bana benlik yine senden..."
Takvâ, ma'nâyı canlandırır, ülfeti kırar. Sefâhate giren bir insan zevk-i ruhi ve kal-biyi bilemez. Gözünüzü muhâfaza ediniz; o zaman sizden hakikat ve hikmet telemmu' ve takattur edecek. Tâife-i nisânın bir genç üzerindeki tasallutu, yetmiş şeytanın tasallu-tundan daha kötüdür. Tâife-i nisâ dünyada fitne, berzahta şer, ahirette ise belâdır. Süfyâniyet tâife-i nisâ kılıncıyla saldırıyor. Tâife-i nisâya ülfet, gaflet ve dalâlet perdelerini husûle getirir.
Nûr Talebeleri Risâle-i Nûrun kudsiyetini anlamazsalar, âhirette çok mahcûb ola-caklar. Risâle-i Nûr kıl-u kâl değildir, hayâttır. Hakikatleri kalbimize iz'ân ile nakşedeceğiz. Öğrenmek başka, anlamak başka. Anladığını bütün a'zâlarına çakmak başka. A'zâlarına çaktığını, hayâtına aksettirmek başka. Hayâtına aksettirdiğin hakikatları mizâcına rabt etmek başka. Mizaç hâline getirdiğin hakikatleri sürekli intişâf ettirmek daha başkadır. Risâle-i Nûrun hakikatları bizim içimizde temizlik meydana getirmezse bu da'vâ o zaman kıl-u kâl olur. Bütün hatâ ve kusûrların altında Cenâb-ı Hakk'kı hakkıyla bilmemek yatıyor. Değil abes konuşmak, konuştuklarının içinde hikmet gâlib dahi olsa, çok konuşmak sır âlemini öldürüyor. Bizim mesleğimizde hizmetimizin kayyûmu tebliğ, neşir ve cihâddır... Bir buz parçası gibi enâniyetini eriten, isterse hiç konuşmasın. Küçük bir nehiri verip bü-yük bir okyanusu kazanan zarar etmez.
Bir Nûr Talebesi nefs-i emmâre cihetiyle ölürse o zaman ihlâsın kudsiyyetini elde eder. şefkat ile giden Nûr Talebeleri ihlâsın kudsiyetinin mümessilidirler. ıhlâsın kudsiyyetini kin, adâvet, gurur ve iğbirâr, alınganlık, kırılmak, gücenmek öldürür. Eğer bir kimsede ihlâsın kudsiyeti varsa, Cenâb-ı Hak onun lisânına füyûzât ve nüfûzât verir.
Risâle-i Nûr bir ihsân-ı ılâhidir. Eğer kesb ile olsaydı, bizim gibilere sıra gelir miy-di? ışte bunun için insanın kâinât kadar kalbi olsa bile, o kalbin Rahmânın bu hadsiz ihsânâtına karşı muhabbetle dolması iktizâ eder.
Bir Nûr Talebesi Risâle-i Nûr hizmetinde kudsiyeti üzerine alınca mümeyyiz vasfı, tam toprakvâri bir mahviyete sâhip olur. Zâten nefis tam turâb olmadıkça, ma'rifet apartımanı dikilmez.
Risâle-i Nûr hizmetinin neticesini maddi olarak görmek arzu ediyordum, fakat hâta ettiğimi şimdi anlıyorum. Alkış hissi, ma'neviyâtın aklını bulandırıyor. Kendini mahlû-kâtın en miskini bil. Nefsini ciddi itâp etmeyenin, riyâdan kendini muhâfaza etmesi çok zordur. Risâle-i Nûr dâiresinde maddi ve ma'nevi hak da'vâ etmek, Risâle-i Nûrun şahs-ı ma'nevisine muhâlefettir. Risâle-i Nûr'dan, hiçbir şey istememek lâzım. Dünyevi ve uhrevi hiçbir şey. Bu da'vâda isteyenler helâk oldular. Sâdece ve sâdece rızâ-yı Hak. Allah râzı olsun yeter. Hizmette ne demek hiçbir şey istememek. Hizmette bir hiç olursan, daha hiç-bir şey istemezsin. Herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakdan bilen, esbâbı bir perde telakki eden, kendi zâtında hiçbir şey görmeyen, fakir adam, hiçbir rengi de yok ki onunla görünsün ve ona dayansın ve onunla bilinsin. Demek Risâle-i Nûrda hiçlik mazhâr-ı te-celli-i ism-i a'zâmdır. Kendini bütün faziletten mahrûm görmek ve göstermek, büyük bir fedâkârlıktır ve ancak reşhâ misal Nûr Talebelerinin sıfâtıdır. Bütün ehl-i hakikat buldukla-rını, yoklukta ve hiçlikte bulmuşlar. Fazilete ve kemâlâta taallûk eden hodfürûşluğa me-dâr olan varlık dağını eritmişler. Varlık, en büyük hicâbtır. Biz yok olmadan var olamayız. Varlık büyük bir günâhtır. Allah'ın ebedi ve nâmütenâhi ni'metlerine mazhâr mı olmak istiyorsun? Varlık dağını erit ve zirve-i hiçe müteveccih git. Zirve-i hiçe yükselen, kendi şahsiyetine değil, Risâle-i Nûrun şahs-ı ma'nevisine bağlanır. O zaman onu kâinât ordusu gelse söküp atamaz. En büyük mahviyet dersini topraktan almak lâzımdır. Kemâlât çi-çekleri mi açmak istiyorsun? Toprak ol, toprak ol. Mehdiyyetten hisse-i azime almak istiyor musun? Yürü yürü, bir avuç toprak ol...Hiçbir şeye imrenmedim, toprağa imrendiğim ka-dar. "Said tam toprak olmak lâzımdır ki Risâle-i Nûru bulandırmasın, te'sirini kırmasın." Toprak olmayanlar bulandırdılar. Bütün ehl-i hakikat, hikmet dersini topraktan almışlar, nefislerini toprağa atmışlar. Görmüşler ki hangi çekirdek kuvvedeki istidâdını fiile çıkar-mak istiyorsa kendini toprağa atıyor. ışte hakir görülen o toprak, Cenâb-ı Hakk'ın pek çok isminin tecellisine mazhâr. Toprak, mahviyet ve tevâzusundan dolâyı Cenâb-ı hakk'ın rahmetinin tecellisine mazhâr olmuş.
Bir Nûr Talebesi Zübeyir Ağabey gibi "Bu hizmet-i Kur'âniye bende fikr-i sâbit ol-muş, başka bir şey düşünemiyorum." demelidir. Fakat Ehâdiyyet ve Samediyyete âyinedârlık ise reşhâ misâl silinmek istiyor. Bir insana en büyük kötülük nefisten ve eneden gelir. Ma'nevî yüselişte en büyük hicâb enedir. Enesini ve hissiyâtını fedâ eden yok mu? Her ilde bu ma'nâda bir kişi olsa hizmetin kayyûmu, kilidi olur. Belki de kâinat kurtulur. Ene ve hissiyâtından sıyrılmakla, süte kaymak, peteğe bal ollursun. Yok mu bir bahâdır-ı islâm? Yok mu bir mücâhid-i Kur'ân? ışte bugün öyle bir ruh aranıyor ve gözle-niyor.
Bir Nûr Talebesinde Risâle-i Nûr hizmetinin motor-u ma'nevîsi, cihâd rûhudur. Da'vâ aşkı ateşlenmeyen bir Talebe, atâlet belâsına düşer. Atâlet ise, ondaki maddi, ma'nevî tüm istidâtları tıkar, küllendirir. Fakat hizmet ve tebliğ, emrâz-ı kalbiyeyi kısa za-manda kökünden keser. Sahâbelerin en büyük sıfâtı, tebliğ idi. Tebliğ, rûhu cilâlar, şeffâfiyet meydana getirir. Hakikatı tebliğ, uykuyu bile kaçırır.
Bir Nûr TalebesiRisâle-i Nûr'u ne kadar çok okursa, kabı o kadar genişler. Ne zaman ki, idrâk yorgunluğu ile vücûd yorgunluğu birleşirse hakikat, taht-eş şuûr yerleşir; Ma'nevî hasseler emer ve doyar. Evet Risâle-i Nûr'u okumak, bilnmez dertlere devâdır. Kardeşim, Risâle-i Nûr'larla diner ağrımız bizim. Anlamak; akıl, kalb ve ruha safâdır. Amel etmek; müstağrık-ı bahr-ı Hüdâdır.
Risâle-i Nûr, ma'nen pergellik vazifesi yapıyor. ınsanın kabını ma'nen açıyor. Fa-kat Risâle-i Nûr'un okunması, mütâlaâsı, sürekli olmazsa matlûb netice alınamaz. Çünki ilim, yalnız kulaktan alınmaz. Esâslı ilim, mütâlaâ, müzâkere ve tetebbûâtla kazanılır. E-vet Risâle-i Nûr'u çok okumak lâzım. Risâle-i Nûr'u çok okumaktan teânûk, teânûktan muhabbet, muhabbetten de sıddıkiyyet hâsıl olur. Sıddıkiyyetin de üç cephesi vardır. Bi-rincisi ihlâslı sadâkât, ikincisi livechillah uhuvvet, fisebilillah müzâheret ve muâvenet.
Bir Nûr Talebesi sırr-ı ihlâs, hakikat-ı uhuvvet ve Nûr-u sadâkata mazhâr isehem mutasavvıf, hem de muhakkik bir mü'min olur. Sırr-ı uhuvvete merbût olan fenâ-fil ihvân ehl-i kemâlât, makâmının kudsiyetinden yüzleri, envâr-ı Kur'âniyenin ma'nevîyatına açılır. Nehâr-ı Kur'ânda sırr-ı hikmet inkişâf eder. ınkişâf-ı hakâik-ı îmâniyenin esâsı, mâyesi, temeli, rûhu, hakikatı, Risâle-i Nûr'a sadâkattır. Sadâkat; riyakârlık, tabasbus ve bunlar gibi pek çok ahlâk-ı rezileden sâhibini kurtaran bir iksir-i Hüdâdır. ıksir-i sadâkat, intibâh-ı kalbi, inşirâh-ı ruhidir.
Bir Nûr Talebesi sırr-ı ihlâs, hakikat-ı uhuvvet ve nûr-u sadâkâta mazhâr ise, hem mutasavvıf, hem de muhakkik bir mü'min olur. Sırr-ı uhuvvete merbût, fenâfil ihvan makâm-ı kudsiyesinden ehl-i kemâlâtın yüzleri, envâr-ı Kur'âniyenin ma'neviyâtına açılır. Nehâr-ı Kur'ânda sırr-ı hikmet inkişâf eder.
Bir Nûr Talebesi Risâle-i Nûra ülfet ederse tedenni eder. Çünki ülfet, inazar-ı sat-hi ve yeknasaklık, tefekkürün ruhunu uçuruyor. Hizmeti dahi sönebilir. Risâle-i Nûrun ma'nevi hakikatını kendinde gösteremez.
Nûr Talebelerinin ma'nevi keyfiyyeti kendilerine açılmasın diye Üstâd, Rahmet-i ılâhiyeye ilticâ etmiş, tâ ki, sırr-ı ihlâs ile hizmet etsinler. Risâle-i Nûr'da öyle bir kudsiyyet var ki; dershâneyi süpürmek bile çok makâmâttan daha üstündür. Kemâlâtın zirvesine çıkmıştır ama, ne kendisi ne de başkası farkında.
Bir Nûr Talebesi hakiki ve makbûl ibâdetle pişip, tefekkür ile kıvâm bulmuş ise, gâibâne tefekkür ve münâcâttan, hâzırâne ve muhâtabâne bir ubûdiyete urûç eder.
Bir Nûr Talebesi nefsine ârif olamamış ise, Allah'ı bilse bile araya çok hicâblar gi-rer. Cenâb-ı Hak bir kulunu severse, onu nefsine ârif eder. Onu kendi nefsinin kusurları ile meşgul eder, böylece başkalarının kusurlarını görmeye vakit bulamaz. Nefis, riyâzât, ittikâ ve ubûdiyet ile ma'rifete hazırlanır. Hizmetteki bütün sıfâtları açan inkişâf ettiren ancak ma'rifet-i Rabbâniyedir. Allah'ı iyi bilenin, himmeti de, şefkâti de, fedâkârlığı da büyük olur. Demek herşey ma'rifet-i ılâhiye ile alâkadardır. Ufk-u Rubûbiyet bir insanın idrâkına, ru-huna ve kalbine açılsa, harâreti, hayreti, medih ve senâsı artar. Ni'metin bir varlık cephe-sine bakıp mütefekkirâne şükretmek, bir de yokluğunu düşünüp, lüzûmiyetini hissedip hamdetmek lâzımdır ki, hakiki şükre ulaşılsın. Demek kemâlât O'nun, cemâlât O'nun, sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsân O'nun. Öyleyse muhabbetini bütün vecihleri ile Allah'a tevcih et. Bekâyı anlasak, bütün beşeri ayıltacağız ama, anlayamıyoruz. Biz ebe-diyeti anlayamadığımız için, ubûdiyeti de bihakkın yapamıyoruz.
Bir Nûr Talebesinin yüzüne de tükürseler, sövseler hâtta, dövseler o, bu da'vânın kölesidir. Küsmeye küsmek. Tam bir paspas olmak. Paspas ol ki, bu millet kurtulsun. Ne sözünle, ne gözünle, ne ahvâlinle tahakküm etmemek, incitmemek hâtta ondan da ötesi incinmemek, rıfk ve mülâyemetle muâmele etmek lâzım, belki bu zamanda elzemdir.
Bir Nûr Talebesiteveccüh-ü nâsı istemez, verilse de onunla hoşlanmaz. Fakat kardeşim evvelâ hoşlanmayı taleb eden hisleri yok edeceksin ki, teveccüh-ü nâs geldi-ğinde hoşlanmayasın.
Nûr Talebelerinin Hizmet Rehberinden anladıklarının hülâsâsı: Keskin bir ihlâs, engin bir tefekkürdür, yoğun bir şefkât, aşınmayan bir sadâkâttir, hadsiz bir fedâkârlık, imtizâçkârâne bir ruhtur, toprakvâri bir mahviyet, enâniyetsiz büyüklüktür, rekâbetsiz hiz-met ve riyâsız bir ibâdettir.
Bir Nûr Talebesi hakikatları kalbine, iz'ân ile nakşeder. Çünki öğrenmek başka-dır, anlamak başka. Ve anladığını bütün âzâlarına çakmak daha başka. Eğer Risâle-i Nûr'un hakikatları bizim içimizde temizlik meydana getirmezse, bu da'vâ o zaman kıl-u kâl olur. Bütün hatâ ve kusûrların altında Cenâb-ı Hakkı hakkıyla bilmemek yatıyor. Abd-i muhsin, Allah'ı görür gibi ibâdet edenler, A'nınla, O'nunla olanlardır.
Risâle-i Nûrdan istifade etmenin yolları: 1. ıstidat, 2. ıştiyak: Açlığını hissetmek. Aç oğlu açım. "Hel min mezid" Ülfet, nazar-ı sathi açlığı kırıyor. Açlığını tam hissedeme-yince istifade tam olmuyor. 3. Boş zaman: ıbadet için, seyahat için, hizmet için, okumak için. 4. Azim ve sebât: Süreklilik. 5. Dâd-ı Hak râ kâbiliyet şart nist. Odaklanmak çok önemlidir. Hedefe kilitlenmek. Çıtayı yükseltmek lazım.
Risâle-i Nûr keşşâftır Risâle-i Nûr yüzden fazla tılsımı keşfetmiş. Esas keşşaf, dâire-i vücûba taallûk eden sırları keşfetmek. Amerika'yı keşfetmeye benzemez. Mücev-herât-ı Kur'âniyenin câzibesine kapılmak. Ma'rifetteki câzibe çok kuvvetlidir. 1000 senedir açılmayan bâzı esrâr-ı Kur'âniye Üstâdın eliyle açılmış.
Risâle-i Nûru eline aldığı zaman, hiçbir talep gündemine girmeyecek. ızâfet ve nisbete de girmeyecek. Allah rızâsı için okursa okuduğu her şey marifetullahtır. Onu bil-meden terbiye eder. O zaman istihsal Nûrani olur. Ama şöhret-i kazibe, riyaset vs. niye-tini bulandırırsa isterse 1000 defa külliyâtı devretsin onun ma'lûmâtı artar, hidâyeti art-maz. Salâhâtla gelen nakış aksesuar gibi ama, Risâle-i Nûr ile gelen motordur, motor.
Bir Nûr Talebesi fisebilillah okuduğu zaman imanı inkişaf ediyor ve onun farkın-da da olmuyor. Bilen yakındır. Kurb: ılm-i tevhid-i Mevlâda vukûfiyet ve rusûhiyet. Haki-kat-ı ihlâs geliyor îmâna dayanıyor. Îmânda rüsûhiyet arttıkça ihlâsda da terakki ediyor. Îmân da hem Nûrdur, hem kuvvettir. Mâdem ihlâsda çok Nûrlar ve kuvvetler var.
Risâle-i Nûrun şahs-ı ma'nevîsine liyâkat: için, 1. ıhlâs, 2.Sadâkât, 3. Tesânüd ve Uhuvvete tam sâhib olmak elzemdir.
Risâle-i Nûr hizmetinde bedel ma'nâsında çok fedâkâr Nûr Talebeleri gelmiş. Hafız Ali Abi gibi. Kur'ân'a hizmetin en yüksek sıfatlarından birisi de fedâkârlıktır. Fedâ-kârlar, meşakkate, ızdırâba tâlip olmuşlar. "Dahi nezrim bu ki, cânım sana kurbân olacak" (Hasan Feyzi Abi)
Bir Nûr Talebesi ölse, onun vazifesini kalanların omuzlaması lâzım. Üstâd Hasan Feyzi Abi için diyor: "Onun ölümü Denizli'ye, bu memlekete ve Âlem-i ıslâm'a büyük bir kayıptır." Halbuki Hasan Feyzi Abi'nin Risâle-i Nûr'daki ömrü, 2 sene 4 ay. Demek ola-yın bizim tartamadığımız boyutları var. Bu hizmetin bir kabûliyet ve makbûliyet cephesi var. Bir ma'nevî kalite ve güç yönü var.
Risâle-i Nûr Talebeleri bir bakıma iki guruptur: 1. Ekseriyet 2. Ekalliyet
1. Ekseriyet: Risâle-i Nûr bu zamanda Kur'ân nâmına en büyük bir hâdise-i ma'neviye olduğu için, ekser Nûr Talebelerine canlı yayın tarzında gösteriliyor. Onlar te-mâşâ ediyorlar, Allah'a şükrediyorlar. Mesela, Elaziz mevlidi veya şurada ders, oraya gidiyorlar. Televizyonun parlaklığı, netliği bizimle alâkadardır, onlarla ilgili değildir. Yapılan ders, hizmet, sırr-ı ihlâsa vâsıl ise gâyet net ve parlak gidiyor. ıhlâs olmazsa melekût â-leminde her şey siliktir. Kaderî levhalar da siliktir.
2. Ekalliyet: Risâle-i Nûrun şahs-ı ma'nevîsinde liyâkat kesbeden Nûr Talebeleri hayatlarında olduğu gibi memâtlarında da hizmetle alâkadardırlar. "Gelir, dinler, alır, gi-der" Hulusi Abi: "Üstâd 20 dersten belki 18'inde görünür. Eğer Nûr Talebeleri arasında uhuvveti bozucu ahvâl zuhûr ettiği zaman, Üstâd o derste görünmüyor. Bir de tecessüs niyetiyle gelenler olduğu zaman Üstâd görünmez."
Risâle-i Nûr; ilm-i Tevhid-i Mevlâ'dır. En yüksek bir hakikat-ı Kur'âniye'dir. şek ve şüpheden arınmış bir îmân, yüksek bir îmândır. "Eğer ben eski devirde gelmiş olsaydım o ekâbir-i küberâlar, benim medreseme sürüne sürüne gelirlerdi" (Üstâd)

4

13.06.2004, 13:35

CEVşEN, KUDSÎ BıR PEYGAMBER MÜNACAATIDIR
ABDÜLKADıR BADILLI


Türkiye Gazetesi 23/7/1996 tarihindeki sayısında “Bir bilene soralım” köşesinde Ali Güler ismindeki sahıs, çok fahiş bir hata işlemiştir ki, Cevşen-ül Kebir adındaki Kur’anın zübde ve hülâsası, kâinat ve insanın yaradılış gayelerinin neticesi olan Tevhid-i Hâlık vazifesini en ekmel bir tarzda ifade eden ve binbir esma ve sıfat-ı ılâhiyenın nuranî ve kudsî dizisi olan Münacat-i Peygamberiye (A.S.M.) çok basit bir anlayışla ve âmiyane bir görüşle ve son derece sakat bir takım bahanelerle ilişmek istemiştir. Oysa ki, kudsî olan Cevşenin hakikatları ve bunların tecelli ve tezahürleri Risale-i Nur’un eserlerinde nuranî semereler vermesiyle meydandadır. Cevşen-ül Kebir münacatına ilişmek isteyen münekkid zâtın ileri sürdüğü başlıca bahaneleri şunlardır.
1-Cevşen Duası daha çok şiîler arasında yaygın olmakla birlikte bir kısım Sünnîlerle müşterek tarafı var olduğu.. 2-Ne Ehl-iSünnetin, ne de şia’nın hadis kitaplarında yer almayışı.. 3-Cevşen-ül Kebir duasının fazilet ve hâsiyetleri hakkında gelen rivayetlerde mübalağaların bulunduğu.. 4-Cevşen-ül Kebir rivayet yoluyla geldiği halde kelimelerinin zaptında son derece bir titizlik içerisinde kayıt edilmesiyle hafızlardan nakledilen rivayetli hadislere benzemediği.. 5-Cevşen duası herkesin vâkıf olabileceği bir açıklık içerisinde literatüre geçtiği için gizli tutulmasının imkânsızlığı ki; rivayetteki ifadeye zıt olduğu..
ışte kendini her şeyi bilir edası içerisinde bir köşe yazarı olarak takdim eden zat, basit bir akılcılık tufanına kapılarak kendi basit görüşüne, anlayışına yukarıda sıraladığımız vâhi bahaneleri âdeta bir ilmî kaide tarzında görmüş, ona göre davranmış ve çok yersiz bir ilim furuşluk yapmak istemiştir. Oysa ki; “Ben biliyorum, ben âlimim” diyenin cahilliğini ilân eden hadis-i şerif vardır.
Biz bu kabil davranışı ve sakat görüşü Türkiye Gazetesinin ağırbaşlılık, ilmî vakar ve tasavvuf anlayışıyla kabil-i telif göremedik. Az sonra arzedeceğimiz mes’eleyi açıklığa kavuştumuş olacağız inşâallah...
CEVAPLARA GEÇıYORUZ
1- Cevşen-ül Kebir duası gibi daha pek çok mes’elelerde şialarla, Ehl-i Sünnetin müşterekliği vardır. şiaların iştirak ettiği her bir mes’eleyi alıp ilim ve irfan kütüphanemizden söküp atarsak, bir çok mes’ele ve hakikatları kaybetmiş oluruz.
Meselâ: Mehdi Mes’elesinde şialarla Ehl-i Sünnet esasta müşterektirler. Lâkin şialar mes’eleyi mübalağalı ve hurafeli bir zemine götürmüşlerdir.
Hem meselâ: Hazret-i Ali’nin (RA) yüksek kemalâtı hakkında peygamberimizin yüksek senâları ehl-i sünnetin bütün hadîs kitablarında mevcuttur. Fakat şialar mes’eleyi başka maksad ve gayelere yönlendimişlerdir.
Yine meselâ; bütün sahih hadîs kitaplarımızda: “Dağda, kırda, bayırda her yerde temiz toprak üstünde rahatlıkla secde edilip namaz kılınabileceği” manasında bir hadis-i şerif mevcuddur. şialar ise bu hadîsi başka bir mecraya çekerek kiremitten secdelik taşlar yaptırarak, sadece onun üstünde secde edilebileceği manasında uygulamişlardır.
ışte Cedvşen-ül Kebir Duası da böyledir. şialar onun hakkında bir çok mübağalalar uydurmuş ve gayr-i murad yanlış tatbikatlar yapmış olabilirler. Kefenlerine özel tarzda Cevşeni yazdırabilirler; ki aslında Gümüşhanevî şeyh Ahmed Ziyauddin Hazretlerinin “Mecmuat-ül Ahzab” isimli eserinin cild 1 sahife 243’ün kenarında yazılı bulunan, Cevşen-ül Kebir’in hasiyetleri hakkındaki bölümde: “Kefenin üstüne Cevşenin metni yazılır.” diye bir şey yoktur. Belki “Kâfur ve misk ile bir kaba yazılsa kabdaki yazılar su ile eritilip o su ölünün kefenine serpilse” diye yazılıdır.
2- Cevşen-ül Kebir duası hadîs kitablarımızda hattâ şiaların da meşhur hadîs mecmualarında kayıtlı değildir diyerek gayr-i sahihliğine delil gösterilmiş.
Cevap: Cevşen-ül Kebir gibi daha bir çok hususi mes’ele ve büyük dualar meşhur hadîs müdevvenatı olan kitaplarımızda mevcut olmaması, sahih olmadığına delil değildir. Sadece Cevşen-ül Kebir değil, Kur’an’ın bazı sure ve âyetleri bir münacaat duası olan “Kenz-ül Arş” duası gibi bir çok mühim dua ve münacatlar kat’iyen menba-ı Risaletten gelmiş oldukları halde meşhur hadîs kitaplarımızda kayıtlı değildir. Yine bu neviden olarak koskoca Nakşibendiye Tarîkatı’nın esasının hafi zikir tarzında Peygamberimiz (A.S.M.) tarafından Hazret-i Ebubekir-i Sıddık’a (R.A.) mağara içinde hususî bir tarzda talim edildiği Başta ımam-ı Rabbanî (R.A.) “Mektubat’ında”, Erzurumlu ıbrahim Hakkı Hazretleri “Marifetname’sinde”, daha birçok tasavvuf kitaplarında önemle kayıtlı olduğu halde, meşhur hiçbir hadîs kitabında yer almamaktadır. Bu durumda ve münekkid zatın kaidesine göre acaba hepsi kâmilîn-i ulema olan sâdat-ı Nakşibendiyenin kutup ve pirlerinin o tarz görüş ve telâkkileri asılsız bir hurafe midir? Ben bu mes’eleyi özellikle Türkiye Gazetesi’nin ve umumiyetle tasavvufçu müessislerine soruyorum ve cevabını istiyorum. Her ne ise...
3- Kudsî ve emsalsız ve hârika bir münacat-i Peygamberî olan Cevşen-ül Kebir duasının fazilet ve hasiyetleri hakkında gelen rivayette aşırı bir mübalağanın söz konusu olduğu mes’elesine cevabımız ise:
Evvelâ: Ehl-i sünnet’in ve bunlardan özellikle ehl-i tahkik bir mutasavvıf ve büyük bir veli, ayni zamanda hadîs usûlü ilmine âşina ve bu yolda te’lifatı var olan meşhur şeyh Ahmet Gümüşhanevî Hazretleri’nin “Mecmuat-ül Ahzab” eseri birinci cilt sahife 243’te yazılı olan rivayetteki ifadelerde; ehl-i sünnetin akıl ve ilim kâidelerine ve sair hâdislerdeki peygamberimizden (A.S.M.) mervi bazı dua ve Kur’an sureleri hakkında gelmiş rivayetlerdeki beyan tarzına hiç de bir mugayereti ya da bir ziyadeliği diye bir şey yoktur.
Sözünü ettiğimiz rivayetlerde makam-ı tergibin icabından olan ve mübalağa gibi görünen bazı sözlerinin ve kelimat-ı Nebeviyenin aksamının vaziyetine âşınalığı olan kimselerin, Cevşen-ül Kebir hakkında varid olmuş rivayeti de uygun bulacakları muhakkaktır.
Kaldı ki, Peygamber (A.S.M.) Cevşen ve emsali duaların fazilet ve sevaplarını evvelâ ve birinci derecede kendi hakkında vaziyetlerini görmüş öylece ifade buyurmuşlardır.
Risale-i Nur bu mes’eleyi ve daha benzer birçok mes’eleleri kökten ve esastan halletmiştir. ısteyenler 24. sözün 3. dal’ının 12 asillarına ve hususiyle Emirdağ Lahıkası sahife 162’deki Hazret-i Üstadın (R.A.) hârika izahatına bakabilirler.
Bütün bu izahatla beraber şiaların içinde ve şia kaynaklı Cevşenler hakkında bazı ziyadelikler ve mübalağakâr ifadeler veya garip tatbikatlar bulunmuş olabilir. şiaların o tip mübalağaları elbette Cevşenin asliyetine ve metninin i’cazdarlığına ve ehl-i sünnetin onun hakkında müstakim makbul ve mutedil telâkkilerina bir zarar îras etmez.
4- Rivayet yoluyla geldiği halde Cevşenin kelimelerinin büyük bir titizlikle aynı aynısına, eksiksiz olarak kaydedilmesiyle hafızlardan nakledilen sair rivayetli hadislere benzemediği için uydurulmuştur.
Cevap: Herşeyi biliyorum diye arz-ı endam eden bîçare münekkid zât anlaşılıyor ki; asrı saadette bir çok mühim hadîslerin ve i’caza dair bazı rivayetlerin, anında veya hemen akabinde yazi ile kaydedildiğinden haberi yoktur.Cevşen-ül Kebir gibi vahy-i zımnî ile gelmiş fevkalade mühim bir duanın Hazret-i Ali’ye (R.A.) menba-i Risaletten intikal edildiğine imam-ı Ali (R.A.) tarafından hemen yazi ile kaydedilmiş oduğuna neden ihtimal vermiyor?. Bilmiyoruz.
Bu Hakikatla beraber münekkid olan zat bir gaflet ile kendikendine tenakuza düşüyor. Diyor ki: “şia kaynaklı Cevşenlerle Sünnilerin tabettirdikleri nüshalarda bazı eksiklikler veya farklılıklar vardır.” Eğer düğüm böyle ise, münekkid zâtın az üsteki ifadesinde: “Onun kelimeleri titizlikle zaptedilmiş.” ıle kendisinin tesbit etmiş olduğu o ziyadelikler veya eksiklikler vaziyeti; kendisini derince cerh etmekte oduğunun farkında değildir. Kaldı ki her bir dua veya sahih hadîslerin de mutlaka nusha farkları bulunmaktadır. Cevşeninki de öyledir. Bazı farkları vardır; ve bunlar “Mecmuat-ül Ahzab”ın ilgili yerinde işaretlenmişlerdir.
5- Cevşen-ül Kebir duasındaki mânâlar herkesin anlayabileceği bir ifade ile geldiği için onun gibi bırakılmasına imkân yoktur.
Cevap: Bu mes’elede bu münekkid zât, bilmediği halde biliyorum hülyasıyla kendi canibinden bir hükme varmış; amma bilmezliğini itiraf ederek arayıp da bir bilene sormayı ihmal etmiş.
Evet, Cevşen-ül Kebir gibi daha birçok dualar ve sırlı hususi mes’eleler var ki ilk başlarda hususi ve mahrem tutulmuşken lâkin zamanla hususilik ve mahremiyet tarafları naehil insanlar yüzünden zedelenmiş, herkese gösterilmiş, şuyu’ bulmuştur. Haliyle o dualardaki mıknatıs gibi hâsiyetler de gaib olmuşlardır. Buna göre Cevşen’in asıl mahrem tutulan yanı ise herkes tarafından kolayca anlaşılabilen onun muazzam metni değil; belki fazilet, sevab ve hasiyetleridir. Veya bunlar hakkında gelen rivayet şeklidir.
Evet, Kur’anla beraber umuma bakan ve her vakit herkese lâzım olan âyetleri, hadîsleri veya sahabenin tefsirlerini herkese bildirmek ve yaymak lâzım ve vâcib bir vazife olduğu gibi, ıslâm ailesinin hususi ve mahrem ve ancak ehline gösterilebilir sırlı ve özel bazı dua ve rivayet kısımlarının varlığı da muhakkaktır. Bu mevzua Hazret-i Ebu Hüreyre’nin (R.A.) ve ımam-ı Ali’nin (R.A.) söyledikleri ve dikkat çekdikleri sözleri kat’î delildir. Başka sahabelerin aynı mevzuda ayrı sözleri de vardır.
ışte Hazret-i Ebu Hüreyre (R.A.) bu hususta şöyle der: “Ben Resulullah’tan (A.S.M.) iki kab ilim hıfzedip aldım. Bunlardan birisini neşrettim, amma ikincisini ise eğer neşretsem şu boyun (kendi boynunu göstererek) kesilir”. Buhari cilt 2.sahife 185
Hazret-i ımam-ı Ali (R.A.) ise derki: “Ben Ebü-l Kasım’ın (Resulullah’ın) ağzından her işittiğimi size söyler, ifşa edersem, sizler benim yanımdan ayrıldığınızda “Ali yalancıların yalancısı, fâsıkların fâsıkıdır diyeceksiniz.” (Ruh-ul Beyan, Burusevi, cilt 4. sahife 270)
Demek ki sırlı, mahrem ve hususi rivayetler, dualar ve işler vardır ki, bunların meşhur ve umuma açık hadîs kitaplarına geçmemeleri ile asıllarının gayr-ı mevcudluğuna hiçbir delil olamaz.
NETıCE
Cevşen-ül Kebir adındaki en meşhur ve Kur’andan sonra en mübarek ve en kudsî münacat-ı Peygamberî merfû ve muttasıl ve mütevatir senedi “Mecmuat-ül Ahzab’ın 1. cildinin 234. sahifesinde mevcuttur. Rivayet silsilesi, sâdat-ı ehl-i Beytten müteşekkildir. Ve şimdiye kadar hiçbir muhaddis veya nekkad-ı muhaddisinden hiçbir müteşeddit; cerh ve tâdil kitaplarında Cevşenin senedine ilişmemiş, hiçbir şey dememiştir. ışte meydan, bütün cerh, nekd ve tadil kitapları ortada ...
Ayrıca, Cevşen-ül Kebir münacatı hakkında tahkikli bir araştırmamızın kısaca bir özeti “Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları” adlı eserimizin 412 sahifesinde mevcuttur.
Ve böylece, ehl-i hak ve hakikatın yanında mes’ele gündüz gibi aydınlanmıştır.
şüphe ve vesveselerin, sivrisineklerin sakat vızıltıları, şu gök gürültüsü gibi olan sâdânın yanında hiçbir değeri yoktur. Ve her zaman da sönmeye ve susmaya mahkumdur.

5

13.06.2004, 13:39

TENKıDLER KARşISINDA
METıN KARABAşOğLU :

Risale-i Nur gibi, hem nalına hem mıhına dokunan bir eserin tenkidlerden uzak kalması herhalde düşünülemez. Nitekim, Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatına baktığımızda, özellikle lâhikalarına nazar ettiğimizde, ona ve Risale-i Nur’a çift yönden tenkidin geldiğini rahatlıkla görürüz.

Münekkidlerin bir grubunu, Risale-i Nur’un izhar ettiği hakikat-ı ıslâmiyete düşman ve muarız olanlar oluşturur. ıkinci münekkid grubunu ise, Risale-i Nur’un da hizmetkârı olduğu hakikat-ı ıslâmiyete taraftar olan, ama ya tarafgirlik, ya haset, ya anlamama, ya yanlış anlama, yahut meslek ve üslub farklılığı gibi sebeplerle Risale-i Nur’un yanında durmayan ehl-i din teşkil eder. Bu tenkidler karşısında, Bediüzzaman Said Nursî, hikmet ve rahmeti buluşturan sükûnetli, mutedil ve vakur bir duruş sergiler her keresinde. Bir tarafta, hakkın hatırını asla zayi etmez, ama öte tarafta hadiseyi bir şahsî veya cemaatî enaniyet veya taassup kalıbına da dökmez. Onun maksadı, bağcıyı dövmek değil, üzümü yemektir. Meşru ölçüler dahilinde sonuç alabilmektir onun için aslolan.

Bu çerçevede, Risale-i Nur’da tenkidler karşısında gördüğümüz öncelikli tavır, Bediüzzaman’ın şahsına yönelik tenkitler ile Risale-i Nur’a yönelik tenkitleri ayırmasıdır. Tabir yerindeyse, Risale-i Nur’a ilişmeyen ama Üstadın şahsına ilişen bir tenkide, Bediüzzaman bir bakıma ‘ehven-i şer’ olarak yaklaşır. Nitekim, gelen tenkidlere dair lâhikalarda, "Eğer bu benim şahsıma iseÖ" "Eğer Risale-i Nur’a iseÖ" gibi kayıtlar görürüz. Risale-i Nur’a gelen tenkid karşısında, Risale-i Nur’un taşıyıcısı olduğu iman hakikatlerinin izzet ve hukukunu müdafaa sadedinde, Bediüzzaman’ın mukabelesiótabir yerindeyseódaha sert, kesin ve keskindir. Hakikate asla leke sürdürmez.

şahsına yönelik tenkidlerde ise, Bediüzzaman ikili bir ayrım sergiler. Gelen tenkid, bir insan olarak fani şahsına yönelik ise, Bediüzzaman orada zaten ‘lâyuhtî’lik iddiasında değildir. Yapılan tenkid yanlış dahi olsa, bunu nefis terbiyesinde nefsine karşı bir manevî silah ve bir terakki vesilesi olarak istimale yönelir; şöhretperest ve zahirperest nazarların aldatıcı iltifatından kurtulup ihlaslı kişilerin dostluğuna muhatap kalabilmek açısından bir imkân olarak görür; ve de, adil olan kader-i ilâhînin bunu bilmediği kusurlarına karşılık bir ‘keffareti’z-zünûb’ olarak gönderdiğini düşünür. Direkt şahsına yönelik tenkide karşı duruşu ile, Risale-i Nur’un müellifi oluşu itibarıyla şahsına yönelik tenkid karşısında duruşu kesinlikle farklıdır.

Bir bakıma, tenkidler karşısında Bediüzzaman’ın aldığı tavırları sıralayacak olursak, en kesin ve keskin tavrı Risale-i Nur’a ve Risale-i Nur’daki iman hakikatlerine yönelik tenkitlere karşı gösterir. Benzer bir tavrı, Risale-i Nur’un müellifi olarak kendisine yöneltilen tenkitler karşısında sergiler. Direkt şahsına yönelen tenkitler karşısında ise, daha sâkin bir tavır sergiler ve çoğunlukla bu tenkitlerin sahiplerineóucu hizmet-i imaniyeye dokunmuyorsaócevap bile vermez.

Bunun ötesinde, ‘empati’ denilen nimete ziyadesiyle mazhar olmuş bir mü’mindir Bediüzzaman. Gelen tenkidi, münekkidin durumu ve şartları açısından da değerlendirir. Meselâ, bir şeyh, müridlerinin kendisini bırakıp Risale-i Nur’a yönelmesi endişesiyle tenkid üretiyor diyelimóki, ehl-i tarikten Risale-i Nur’a gelen tenkidlerin büyük kısmı bu ve benzer endişelerin mahsulü olmuştur. Bediüzzaman’ın maksadı ise, ‘mürid’ ve ‘talebe’ çalıp sayı çoğaltmak değildir. Böylesi tenkidlere karşı Risale-i Nur’da gelen cevaplar, öncelikle, Risale-i Nur’u okumanın ehl-i tarik için kendi virdine, zikrine ve mürşidine karşı muhabbeti arttıracağı; zira edilen o zikirlerin derûnunu, esasını ve hakikatini beyan ediyor olmakla o zikirler yoluyla edinilecek terakkiyi hızlandırdığı, o hakikatli zikirleri müridlerinden isteyen biri olarak mürşide karşı da hürmeti ziyadeleştireceği şeklindedir.

Bilvesile, doğrudan Risale-i Nur’la iman ve ubudiyet dairesine girmiş olmayıp meselâ tarikat yoluyla bu daireye girmiş bulunan kişiler için "Risale-i Nur’u okumak için, şeyhini terke hâcet olmadığı"nı beyan eder. Bu, gelen tenkidin derûnundaki sâiki, endişeyi veyahut hasedi tamir ve tedavi eden hikmetli ve şefkatli bir duruştur. Öte yandan, kendi talebelerine de, o şeyhle mücadele edip varolan menfi damarı kalınlaştırmak yerine, hürmet gösterip, elini öpüp, ‘ilişmeyip,’ mevcut gerilimi kırmalarını veya gevşetmelerini tavsiye eder.

Benzer bir durum, ulema grubu ve hocalar için de sözkonusudur. Risale-i Nur’dan, hususan lâhikalardan anladığımız üzere, âlimler ve hocalar zümresinde, "Bu işi en iyi ben biliyorum" yahut "Eh, bu işi biz de biliyoruz" kabilinden, farklı dozajlarda bir ‘ilmî enaniyet’in varlığı, Bediüzzaman’ın tesbitleri arasındadır. Kendi taraftar sayısını arttırmak yahut azaltmamak, kendi fikirlerinin ve kitaplarının rağbetine halel getirmemek gibi saiklerle Risale-i Nur’la muaraza yahut Risale-i Nur’u nazarlardan gizleme ve ‘görmezden gelme’ gibi hallerin varlığı da. Keza, özelde şöhret, makam, maddî imkân, zarar görme korkusu gibi değişik sebeplerle bid’alara ve bid’aların resmî uygulayıcılarına taraftarlık cihetinden veyahut Vehhabilik damarıyla, bazı hocaların ve alimlerin Risale-i Nur’a iliştiğini ve ilişeceğini de görmektedir. Asla bunları görememiş bir safdil olarak değil, bilakis bunları çok net görmüş bir hikmet ve dikkat timsali olarak Bediüzzamman’ın tavsiyesi, "Hocalara ilişmeyin"dir: Tenkid dahi etseler, Risale-i Nur’un hakkını ve hakikatini müdafaa edin, ama sakın sakın, enaniyetlerinin üstüne giderek, yangına körükle gitmeyin.

Bu noktada, Bediüzzaman’ın böylesi muarazaların hususî kalması, yayılmaması, bilhassa matbuat lisanına dökülmemesi, ilgili şahısların ortalıkla isimleriyle deşifre olmaması gibi hassasiyetleri de vardır.
Ki, bu hassasiyetlerin nereden kaynaklandığına bakarsak, elbette Hakîm ve Kerîm bir Rabbin bizatihî ‘Hakîm’ ve ‘Kerîm’ olarak tavsif ettiği (bkz. Yâsin ve Vâkıa sûreleri) Kur’ân-ı Azîmüşşan’dan ve onun mübelliği olan Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmın sünnetinden elbette! "Ve izâ merrû billağvi merrû kirâmen" ve "ıdfa’ billetî hiye ahsen" âyetleri, niye hafız olmadığımız halde ezberimize kazınmış acaba? Risale-i Nur’da harice, hususan sair ehl-i dine karşı tavrımıza dönük bir tavsiye olarak tekrar tekrar okunduğundan değil mi?

Ki, bu son âyet ile Rabbimiz ne güzel buyuruyor:
"Sen en güzel yol ile sav! Bakarsın, senin ile arasında düşmanlık olan kişi, sanki sıcacık bir dost oluvermiştir."
‘Dost’ların sayısını arttırmalı...

6

13.06.2004, 13:45

C A D D E – ı K Ü B R A
METıN KARABAşOğLU

Zamanı ve sabrı kifâyet edip de “Unsuru’l-belagat”ı şu veya bu düzeyde okuyabilen herkes, ‘kelime’ denilen şeyin ne denli önemli olduğunu tam anlamıyla kavrar. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’a uzanan hayat yolculuğunun en önemli basamaklarından biri olarak Muhakemat’ın bu ‘ikinci makale’si, ‘mânâ’ denilen şeyin suret giydiği kalıp ve elbise olarak kelimelerin değerini ve önemini bir dizi tahlil ve örnek ışığında tebarüz ettirir. Ki, Risale-i Nur’da gördüğümüz kavram ve kelime zenginliğinin, özellikle de kullanılan kelime ve kavramlar arasındaki iç tutarlılığın bir ömrü kuşatan bir ‘belagat’ dikkatiyle hasıl olduğunu bu bahisten anlarız.

Kısacası, Risale-i Nur, daha ondan onbeş yıl önce ‘Unsuru’l-Belagat’ı yazan, bu çerçevede ‘mânâ’ ile ‘kelime’ arasındaki köprüyü nicedir sapasağlam kuran bir insana nasip olmuştur ve böyle bir eser olarak da dikkatli, tutarlı ve sağlam bir ‘kelime seçimi’yle karşımıza çıkar.
Ve muhatabı, benzer bir dikkatle okumaya cehdettiğinde, Risale-i Nur’daki ‘kelimeler’ üzerinden Bediüzzaman’ın kalbindeki ‘anlam’lara daha bir yakınlaşır. Bediüzzaman’ın ‘kelime seçimi’ne dikkat etmediği ölçüde de, Bediüzzaman’ın kalbindeki aslî anlamdan uzaklaşır, hatta zaman zaman ‘eksik anlama’lardan öte, yanlış anlamalara duçar olur.

Bu bâbda, yakın zamanlarda dikkatimi çeken, hayatımın önceki dönemlerinde yeterince dikkat etmediğimi farkettiğim, bugün de benzer bir dikkatsizlikle malul başkalarının olabildiğini maalesef gördüğüm iki ‘kelime seçimi’ni sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu kelimelerin ikisi de Lem’alar’da; biri ‘minhâc’ olarak Onbirinci Lem’a’da, diğeri ise ‘cadde-i kübrâ’ olarak Yirmibirinci Lem’a’da geçiyor. Bediüzzaman sünnet-i seniyyeye dair o güzelim Onbirinci Lem’a’da sünnet yolunu ‘minhâcü’s-sünne’ tabiriyle karşılarken, Risale’nin merkezi olduğuna inandığım ıhlas Risalesinin ikinci makamı olarak ‘Yirmibirinci Lem’a’da Risale-i Nur hizmetinin üzerinde yürüdüğü çizgiyi ‘cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye’ olarak tanımlıyor.

‘Minhâc’ın ‘yol’ olarak anladığımızda, ‘minhâcü’s-sünne’ salt ‘sünnet yolu’ olarak zihnimize tercüme olunuyor ve buradan geçmişte bir derece düştüğümü gördüğüm bir hataya düşülebiliyor. Bu ifadeyi salt ‘sünnet yolu’ diye aldığınızda, sünneti sizin bildiğiniz ve anladığınız şeye hasredebiliyor, dolayısıyla ‘azimet’i vurgulayayım derken ruhsatı görmezden gelen bir çizgiye düşebiliyorsunuz. Oysa, ‘yol’ anlamına gelen ‘tarîk’ gibi başka kelimeler varken, özellikle ‘minhâc’ı seçiyor Bediüzzaman. ‘Minhâc’ ise, lugate baktığımızda görüyoruz ki, herhangi bir yol değil, ‘geniş yol’ demek, ‘işlek, açık, geniş ve kalabalık’ yol demek. Yani, bir patika, bir dar geçit de ‘yol’ olarak tanımlanabiliyor gerçi; ama böylesi yollar ‘minhâc’ olarak anılamıyor. Yani, ‘minhâcü’s-sünne’ tabiri gösteriyor ki, sünnet yolu öyle herkesin geçemeyeceği türden dar, sarp bir geçit, bir patika filan değil. Bilakis, sünnet yolu ‘geniş bir yol.’ Ki, Allah kalb ve zihin açıklığı ve de zaman verirse birkaç ay içinde yazmayı planladığım “Peygamberin Bir Günü” için geçtiğimiz yılın yarısını hadis okumalarıyla geçirirken de gördüm ki, sünnet yolu gerçekten ‘geniş yol,’ kalabalık ve işlek bir yol. Bu yol rıza-yı ilâhîye en uygun tavır olarak azimeti de içeriyor, Rabb-ı Rahîm’in biz zayıf kulları için bir ihsanı olarak ruhsatı da. Her hâlükârda, ubudiyete aykırı hiçbir yanlışı içermediği gibi, gayrifıtrî, adeta fıtraten mahkum edildiği türden ruhbanlık-vari zorlamaları da içinde taşımıyor. Bilakis, herkes tarafından uygulanabilir, genelgeçer, her mekana ve zamana uyan ölçüler taşıyor. Ne ki, ‘minhâcü’s-sünne’yi ‘sünnetin geniş yolu’ diye almayıp sadece ‘sünnet yolu’ diye anladığınızda sünneti kendi anlayışınızla ve kendi bildiğiniz sünnetlerle sınırlayıp neredeyse bir ‘patika’ya dönüştürerek, aslında o geniş yolu içinde olan pek çok mü’mini sünnete mugayir görebiliyorsunuz. Ki, bunun örnekleri hâlâ daha mevcut. Kimileri var ki, sünnetin üç meselesi üzerindeki vurgularını, bu noktada azimetle değil de sünnetin tanıdığı ruhsatla davrananları hakiki mü’min görmeme noktasına kadar uzanmış bir zihin kayması sergileyebiliyorlar.

Maamafih, Risale-i Nur dairesi içindeki insanların hakim ekseriyeti, ‘Onbirinci Lem’a’daki “Sünnet-i seniyyenin her bir nev’ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyyet, bilkasd tarafdarane ve iltizamkârâne talip olmak, herkesin elinden gelir…” diye gelişen ‘geniş’ tariften hareketle böylesi bir hatadan masun kalıyorlar. Ancak, ehl-i ıslâm dairesi içinde, sözünü ettiğim hatayı sergileyen gruplar, sünneti ‘kendi anladığı sünnet’le sınırlayıp geniş yolu ‘patika’laştıran gruplar ne yazık ki yok değil.
Risale-i Nur dairesi içindeki kişiler olarak düşülme riski bulunan bir hata ise, ‘cadde-i kübra’ tabirine dair bir dikkatsizlikten hasıl oluyor. Risale-i Nur çizgisinin ‘cadde-i kübra-yı Kur’âniye’ olması, anladığım kadarıyla, esasta müttefik ve müstakim olan herkesi, teferruatta muhtelif fikir ve davranışlar sergiliyor da olunsa, aynı caddeye dahil oluyor. Zira, Risale-i Nur’un çizdiği çizgi, bir ‘patika’ çizgisi değil, öyle ‘dar sokak’ filan değil, hatta ‘geniş sokak’tan bir derece büyük sıradan bir ‘cadde’ dahi değil; ‘cadde-i kübrâ.’ Ki bu cadde, dar sokakların ve ancak bir veya iki şeriti olan sıradan caddelerin aksine, birçok şeriti ihtiva ediyor. O yüzden, üzerinde yürümenin her babayiğidin harcı olmadığı, hafif bir kaymayla insanın kendisini uçurumda bulabildiği bir yol da değil. Bilakis, elbette azimete ve rıza-yı ilâhîye en muvafık ve en hızlı yol alınan şeritler ihtiva ettiği gibi, daha yavaş ilerleyen, ‘dünya yükü ağır’ araçlara tahsis edilmiş şeritler de ihtiva ediyor. Bu bakımdan, küçük bir dikkatsizlik ve hata durumunda kişiler hemencecik ‘yoldan çıkmış’ ve ‘uçurumu boylamış’ olmuyorlar; olsa olsa, belki kayarak şerit değiştirmiş ve hatta servis yoluna doğru kaymış oluyorlar. Bir kişinin ‘yoldan çıkmış’ olması ise, Kastamonu Lâhikası’ndaki Risale-i Nur hizmetinin ‘mütedahil daireleri’ne dair mektubu hatırlarsak, Risale-i Nur hizmetine muhalif mesleğe, bid’a ve dalâlet mesleğine kalben taraftar duruma düşmekle sözkonusu oluyor.

7

13.06.2004, 13:47

ZÜBEYıR GÜNDÜZALP, TAM BıR SADAKAT ABıDESıYDı
TAKDıM

Sadakat ve ferâgat...
Zübeyir Gündüzalp deyince, akla gelen ilk iki sıfat bunlar şüphesiz.
Hayatı, sadakat ve ferâgatın zirve örnekleriyle dolu bir şahsiyet. Bediüzzaman, onun için “Zübeyir’imi kâinata değişmem” diyordu. O da bu sözü hayatıyla doğrulamıştı. Hizmet hayatı, gerçekten de “hiçbir şeye değişilmeyecek” kadar ehemmiyetli olan sadakat ve ferâgat tablolarıyla dolu.
Onun bu zirve ahlâkının, belki de en net olarak yansıdığı satırlardan biri şu olsa gerek:
“Eğer komünistler, mürekkep ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi bir çok gençler ve büyükler fedâî olup hakikat hazinesi olan Risâle-i Nur’un neşri için, mümkün olsa derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep yaptıracağız”. (Z. Gündüzalp’in Müdafaasından)
Bediüzzaman Hazretlerinin bu müstesna talebesi, hizmet hayatı boyunca nice dâvâ adamlarının yetişmesine vesile oldu. Tam bir Nur çeşmesi oldu. Nice hizmetkârlar aktı onun çeşmesinden.
Bu sadakat timsalinin yakın şahitlerinden biri de Mehmet Kutlular’dı. O da Zübeyir Gündüzalp’in nasıl bir sadakat abidesi olduğunun farkındaydı. Beraber geçirdikleri yıllar, buna şahit nice tablolarla doluydu zira. Evet, Zübeyir Gündüzalp’i Kutlular Ağabeye sorduk. O da bize bu abide insanı anlattı. Sözü daha fazla uzatmayalım isterseniz.
Vefatının 33. yılında onu ve bu vesileyle ahirete irtihal eden tüm sadakat erlerini rahmet ve mağfiretle anıyoruz.
Zübeyir Gündüzalp ile ne zaman tanıştınız?
Zübeyir Ağabeyle 1960’ın sonlarında Kirazlı Mescid’de tanışmıştık. ılk görüşmemiz burada oldu. Ben Risâle-i Nur’u 1957’de Manisa’da tanıdım. O zaman askerdim. Manisa’da üç sene kaldım. Sonra ıstanbul’a geldim. Tabiî ıstanbul’a gelince de Kirazlı Mescid’le tanıştık ve ondan sonra Kirazlı Mescid’de Zübeyir Ağabeyin vefatına kadar devamlı yanında kaldım.
ÜSTADINDA FANı OLMUşTU
Bize biraz Zübeyir Ağabeyi anlatır mısınız?
Zübeyir Ağabey tam bir fenâ fi’l-Üstad, fenâ fi’r-Risâle, fenâ fi’d-dâvâ ve fenâ fi’l-meslekti. Üstada büyük sadakati vardı.
Hem de cesur bir insandı, kahramandı. Bu cihetiyle Üstadın herşeyi olmuş. Hem korumalığını, hem özel hizmetini yapmış. Üstad da onu gölge gibi hep yanında bulundurmuş.
Aynı zamanda çok müdebbir bir insandı. Kendisinden dinlemiştim. Üstadın hizmetine ilk gittiği zaman merhum Ceylan Ağabeye sormuş: “Üstad’a karşı nasıl davranayım?” Ceylan Ağabey de “Bir şeye dikkat et. Üstadın sana ne söylediyse onu yap, aklını karıştırma yeter” demiş. Zübeyir Ağabey “Ben ondan sonra taş gibi oldum. Üstad nerde ‘Dur’ derse, ben orada dururdum. Hiç aklımı karıştırmadım. Üstad ne dediyse onu yaptım” diyor.
Teşbihte hata olmasın, Zübeyir Ağabey eğer Asr-ı Saadet’te olsaydı, herhalde Hz. Ebû Bekir olurdu. Çünkü onun sıddîkiyeti, sadakati ve bağlılığı çok ilerideydi.
Tabiî her ağabeyin kendine mahsus özellikleri var, ama Zübeyir Ağabey çok yönlü bir insandı. Gerçekten dâvâyı, Risâle-i Nur’u, Üstadın mesleğini ve meşrebini iyi anlamış ve kavramıştı.
Zübeyir Ağabeyde cemaati derleme-toplama özelliği de vardı. Malûm, Üstad’ın vefatından sonra gerçekleşen 27 Mayıs, dehşetli bir müdahaleydi. Büyük baskı ve sıkıntı vardı. Bundan dolayı ağabeylerimiz, geçici olarak kendi bulundukları yerlerden başka yerlere gitmişlerdi. Böyle dağınıklığın olduğu sıkıntılı bir dönemde Zübeyir Ağabey, en güzel bir şekilde cemaati derleyip toplamıştı.
Meslek ve meşrebde ise Üstadı siyaseten ve diyaneten bir bütün kabul etmiş, o meseleleri ve değerleri hayatının sonuna kadar muhafazaya çalışmıştı.
Ufku da çok geniş bir insandı. Neşriyatın hayata geçmesinde daima öncülük etmiştir. ıttihad’ın, Yeni Asya’nın çıkmasında ve Yeni Asya Yayınları’nın kurulmasında öncülük etmiştir. Bu konularda ağabeylerin de fikirlerini meşveretle almıştır. Geniş ufkuyla, Risâle-i Nur’u ve Nurculuğu tekrar derleyip toparlayıp, hizmetlerin gelişmesinde çok büyük rol oynamıştır.
“SADAKAT” KELıMESı YETMıYOR ONA
Zübeyir Ağabeyin sadakatinden biraz daha bahseder misiniz?
Zübeyir Ağabeyin bağlılığını anlatmak için “sadakat” kelimesi yetmiyor. Tam bir teslimiyeti vardı. En küçük bir tereddüdü yoktu. “Öl” dese ölecek kadar. “Üstad Hazretleri ne yazmışsa onu esas alır. Ayrıca Üstada ait hatıralarda, ağabeyler tarafından nakledilen bir mesele, öteki ağabeyler tarafından şahitlenmiş mi, beni ancak o bağlar” diyordu. “Kanaat-i âcizanem, falan, anlamam. Üstad bizi eserlere bağlamış” diyordu. “Üstadına hüvesi hüvesine uymayı” kendine prensip edinmişti.
Bir ara Necip Fazıl Kısakürek “Din Mazlumlarını” yazıyordu. Orada Üstad’ı da yazmıştı. Üstad’ın, Cumhuriyetten evvel Divan-ı Harp’te muhakeme olunurken, mahkeme heyetinin yüzüne karşı “Yaşasın zalimler için Cehennem!” haykırışını, Necip Fazıl “Mırıldandı” diye tasvir ediyordu. Üstadı küçük düşürücü bir ifade kullanmıştı. Başka hiç bir yerden bir tepki gelmedi ama Zübeyir Ağabey okuyunca, öyle büyük rahatsızlık duymuştu ki “Gideceğim, bu adamı vuracağım” dedi ve silâhını aldı. Ağabeyler zor yatıştırdılar.
Üstadına en küçük bir hakareti, alayı katiyen hazmedemezdi. O noktada Üstad’ın mesleğine çok sadıktı. Yani “Ben kimim ki, bunda kanaat yürüteceğim, benim kuvve-i kudsiyem yok ki başka bir şey düşüneyim” diyordu. “Ben Üstadıma bağlanırım, sarılırım, çünkü onun dediği Kur’ânî’dir, sünnete uygundur ve ahirete de Üstadın sadakatıyla gitmek istiyorum inşaallah” derdi.
Zübeyir Ağabey,—Üstadın mesleğine ve dâvâsına sadakat noktasında—Mehmet Akay ve Dr. Macid Türkmenoğlu’na diyordu ki: “Bakın siz doktorsunuz; yarın benim de kafam bozulur, ters bir noktaya gitmeye kalkarsam,—size hakkımı şimdiden helâl ediyorum—bana bir iğne vurun, beni ahirete gönderin ki, Üstadıma sadakat ile öbür tarafa gitmek istiyorum”.
Bu kadar sadıktı Üstada. Katiyen çizgisinde en küçük bir inhiraf olmadı. Zübeyir Ağabey, Üstadın yanında kaldığının imtiyazını bizden hiçbir zaman beklemezdi. Bu hususta çok dikkatli idi. Aşırı derecede mütevazi ve hoşgörülü idi.
Üstadımız da, müteaddit defa, ağabeylerin de bulunduğu bir ortamda şunu söylemiş: “Beni âlet edersiniz diye hepinizden korkuyorum; ama bu taş kafalı Zübeyir, bu beni âlet etmez”. Zaten bu özelliğinden dolayı da bütün ağabeyler, Zübeyir Ağabeye saygı gösterirlerdi.
TAVıZSıZ BıR ıNSANDI
Zübeyir Ağabey çok nazik ve kibar insandı. Bütün ağabeylere saygısı vardı. Daima onlarla istişare ederek iş yapardı. Hatta bütün ağabeyleri ıstanbul’da toplamak ve daimî bir istişare kurmak istiyordu. Ama ağabeylerin şartları belki müsait değildi, onları toplayamadı.
Çevresinde olan kardeşlerle, meselâ Fırıncı Ağabey, Birinci Ağabey, Bekir Ağabey, Abdülvahid, ben kim varsa onlarla görüşürdü, çalışırdı. Ama yine de çalışmalarda özellikle diğer ağabeylerin olmasını, onlarla istişare etmeyi arzu ederdi. Üstadın da istişareye önem verdiğini bildiğinden Zübeyir Ağabey bu noktalarda titiz ve dikkatli olan bir insandı. “Üstad bana fazla önem veriyor” deyip de Üstad’ın hizmetkârlarına tepeden bakma, onları önemsememe gibi bir tavrını da kesinlikle biz hiç görmedik.
Ben öbür ağabeylerle fazla kalamadım, çünkü ıstanbul’da değillerdi, geldikleri zaman görüşürdük. Ama hiçbir zaman, hiçbir ağabeye karşı bize sû-i zan ettirmedi, daima bizlere saygıyı ve hürmeti telkin etti. Özetle Zübeyir Ağabey, cemaatin derlenmesi-toplanmasında Üstad’ın meslek-meşrebinin ne olduğunun ortaya konulmasında ve o çizgiyi diyanetiylen-siyasetiylen hüve hüvesine takip etmesi noktasında sadakatle bağlılığını hayatının sonuna kadar göstermiştir. Üstadın mesleğine ters hareket edenlere karşı da, çok kesin ve kararlı olarak üstüne giderdi. Yani ciddî mânâda ikaz eder ve ısrar edenlere karşı tavrını koyardı. Dolayısıyla tavizsiz bir insandı. Herkese, özellikle ağabeylere karşı saygılı bir insandı. şahsına ne yaparsan yap, o rencide olmaz; ama Üstadına, eserlerine, dâvâsına, şahs-ı mâneviyeye yani Nur Talebelerine biri bir şey yapmaya kalktığı zaman ona şiddetli bir şekilde mukabele ederdi. “Sen bu değerlerimize nasıl dil uzatırsın?” derdi.
GAZETEYı,GÜNLÜK LÂHıKA OLARAK GÖRÜRDÜ
Zübeyir Ağabeyin gazete ve neşriyata bakış açısı nasıldı. Nasıl bir ehemmiyet verirdi?
1960’tan sonra sıtıntılı bir zamandı. 27 Mayıs’tan sonra bir hayli dâvâ açılmıştı. Savunmasızdık, yani neşriyatımız yoktu. Sağ cephenin gazeteleri de bizim meselelerimize sahip çıkmıyorlar, çekiniyorlar ve korkuyorlardı. Meselâ yakalandığımız ve hapse atıldığımız zaman, sol gazeteler manşet atıyorlar, ama beraat ettiğimiz zaman beraat kararlarını neşretmiyorlardı. O zamanki sağ cephenin gazeteleri ile pazarlık ediyorduk. Diyorlardı ki; “Tamam, beraat kararlarını koyalım, ama riskli bir mesele bu, eğer 3000-5000 kadar gazete alırsanız olur.” Biz de parasını verip alıyorduk. Bütün bunları resmî dairelere ve önemli yerlere postalıyorduk. Yani “Bakın, Nur talebeleri beraat etti” diyorduk.
Onun için de tabiî; Zübeyir Ağabey bir gazetenin hasretini çekiyordu. Hatta bu hasretten dolayı “Bir lahana yaprağı kadar gazetemiz olsa!” diyordu. Yani en azından kendimizi savunabilecek ve kendi dâvâmızı geniş dairelere duyurabilecektik. Zübeyir Ağabey, gazeteyi, aynı zamanda günlük bir lâhika gibi Türkiye genelindeki bütün Nur talebeleriyle muhabere vasıtası olarak görüyordu. Diyordu ki: “Sadece hakaik-i imâniyeyi okumamız, bizim birlikteliğimizi tam muhafaza edemez; Üstadın hayat-ı içtimâiye ve siyasiyesinde de aynı şekilde birlikteliğimiz olmalı, bunu da ancak gazete temin eder.”
ıttihad gazetesinin çıkışı da şöyle olmuştur. Zübeyir Ağabey, Salih Bey ile sohbet ederken, gazete mevzûu açılmış. “Para olmadığı için bunu çıkaramayız, buna çok ihtiyaç var” demiş. Salih Bey de “Ben parasını veririm” demiş. Salih Özcan Beyle anlaşmışlar. Parasını o verecek, ama gazetenin yetkisi cemaatte olacak. ıttihad böyle çıkmıştır.
Ama tabiî ki biz haftalık çıkıyoruz, sağ cephede günlük çıkanlar var. Ancak onların Üstadımızın mesleği, meşrebi ve metodu tarzında bir meseleleri yok. Nur talebelerinin bir kısmı da günlük gazete alma ihtiyacı duyuyor. Alanların da tabiî siyaset, hizmet metodu ve meslek hususunda kafaları karışıyor. Onun için sür’atle günlük bir gazeteyi çıkartma ihtiyacını duyuyordu. Sonradan da 1969’da gündeme geldi. Bu olsun diye hazırlıklar yapılıyordu. ıttihadı günlük yapacaktık. Fakat Salih Özcan Beyle anlaşamadık. Biz diyorduk ki; yüzde 50’den fazlası cemaatin üzerine olsun, yüzde 49 veya daha azı Salih Beyin olsun. Çünkü şirketlerde yüzde 51’i alan istediği zaman istediği şeyi yapabilir. Fakat böyle anlaşma olmayınca, Zübeyir Ağabey bize dedi ki: “Kardeşim, biz bunu kendimiz yalnız yapamayız.” “Sen emret, yaparız ağabey” dedik. “Yapın kardeşim” dedi. ışte bir taraftan da ıttihad çıkıyordu. Hazırlandık. Sonra da 21 şubat 1970’de Yeni Asya hayata geçti.


SADELEşTIRMENIN SÖZÜNÜ BILE ETTIRMEZDI
GAZETEYı ÇOK ıYı TAKıP EDERDı
Zübeyir Ağabey gazeteyi çok iyi takip ederdi. Manşetinden en küçük bir haberine, yazısına kadar hep taktik verir, yakından ilgilenirdi. O zaman bunun için dedi ki: “Biz öteki gazeteleri ‘Okuma, alma’ desek, kardeşlerimiz der ki: ‘Ağabey, biz günlük gazete okumak istiyoruz, napıcaz yani.’ Halbuki günlük gazetemiz olursa deriz ki, ‘Cemaatin çıkardığı bir gazete var. Onu alacağına, bunu al.’ O zaman makul ve gerçekçi olur.” Hatta Yeni Asya Yayınevinin,—baştan Mihrap Yayınevi olarak başladı. Merhum Mustafa Polat’ın üzerindeydi. Gerçi cemaatin yayıneviydi ama tabiî hukuken onun olduğundan, onun da varisleri bulunduğu için, ağabeyler onu sonra Yeni Asya Yayınları’na çevirdiler—kurulmasına sebeb olarak diyordu ki: “Sadece gazete zarar eder.” Hakikaten de zarar ediyor, hâlâ bugün de zarar eder. “Ama gazetede çıkan bu güzel tefrikaları ve sair şeyleri kitaplaştırırsak, onlar da satılır ve yan gelir olarak gazetenin açığını kapatır” diyordu. O zaman bunu düşünebiliyordu ve doğruydu da. Zaten gazete bugün de, Yeni Asya Matbaası Yayınları noktasıyla ayakta duruyor.
Zübeyir Ağabey, gazetenin ve neşriyatın önemini iyi biliyordu. Çünkü savunmasızsın. Aleyhinde bir şeyler olduğu vakit, hem kardeşlerini koruyabiliyorsun, hem de onlara fikir verebiliyorsun. Risâle-i Nur’un siyasî, içtimâî meselelerini, ölçülerini de orada rahatlıkla verebiliyorsun. Geniş dairelere düşünceni, dâvânı, Üstadını ve mesajını verebiliyorsun.
Resmî dairelere de o zaman hep gazete gönderilirdi, tâ ki bilgilenilsin diye. Bir de tabiî o zaman da şimdiki gibi biraz siyasal ve radikal bir ıslâmî anlayışı, dıştan, ıslâm dünyasından buraya taşıyanlar vardı. Zübeyir Ağabey onlardan da endişe duyardı. “ıslâmiyet bu değil, sadece Müslümanlar bunlardan ibaret de değil. Onun için Üstadın anladığı o müsbet hareketin, doğru ıslâmiyetin ve ıslâmiyete lâyık doğruluğun üzerinde daima vurguyla durulması gerek. Derin devletin ve hükümetlerin Said Nursî’nin ıslâm anlayışını, yorumunu ve siyasetini görmeleri lâzım” diyordu. Neyle olacak? Gazeteyle olacak tabiî. O bizim sesimiz, savunma silâhımız ve tebliğ vasıtamız. Bütün kardeşlerle mektublaşma gibi günlük muhabere vasıtamız.
Zübeyir Ağabey bunun önemini çok iyi biliyordu ve bu meseleyi de o hayata geçirmiştir ve o muhafaza etmiştir. Gelişmesi için büyük ölçüde gayret sarf etmiştir. Hem ıttihad’ın, hem Yeni Asya’nın çıkması için kendisi bizzat meşgul olarak, ağabeylerle karar alarak, o noktaları hayata geçirmiştir. ıttihad’da da idareci olarak ben vardım. Malî işlerine de bakıyordum. Salih Özcan, Mustafa Polat ve benim üzerimeydi. Ortaklık gibiydi. Ama asıl parası Salih Özcan’ın da zaten.
Yeni Asya’yı da tamamen benim üzerime yaptı ağabeyler. Tabiî bunlar cemaate ait olan şeylerdi. O benim babamın malı değildi ama devlete karşı hukuken birinin sorumlu olması lâzımdı. Ve böylece sorumluluğu da bana vermişlerdi. Zübeyir Ağabeyin vefatından sonra da böyle devam etmiştir. Yani neşriyata Zübeyir Ağabey çok önem vermişti.
DERSANEYE ÇOK ÖNEM VERıRDı
Zübeyir Ağabeyin dersane ve talebe hizmetlerindeki ölçü ve tavırları nasıldı?
Birincisi: Dersaneye çok önem verirdi. Derdi ki: “Bu dersaneler Üstadımızın dersanesidir. Bunun alnında ‘Said Nursî’nin dersanesi’ diye yazıyor. O zaman bunlar, daima temiz, düzgün ve tertipli olması lâzım. Bakımlı olması lâzım. ılk kanaat çok önemlidir. Gelen kişi dersaneyi pasaklı, derbeder görmemesi gerekir. Sû-i zanna girer bu.”
ıkincisi: Dersaneler ekseriyetle üniversite talebelerinin kaldığı yer tabiî. Zübeyir Ağabey, dersanede kalan üniversite talebelerin sayısının fazla olmamasını isterdi. Yani balık istifi gibi değil, tertipli düzenli olmalarını, makul olmalarını isterdi. “Çünkü kişinin şahsiyeti böyle gelişir” derdi. Talebelerin giyim-kuşam meselesine de çok dikkat ettirirdi. Derdi ki: “Onlar, yarın öbür gün sosyal hayatın içerisine girecekler. Öyleyse bu talebe derbeder olmamalı.”
Bazıları tarafından, hergün traş olmak, boyalı ayakkabı ve ütülü pantolon vs. giymek dünyevîleşmek gibi kabul edilirdi. Bunlarda ihmaller olurdu. Zübeyir Ağabey de “Kardeşim bunların hepsi kravatlı, ayakkabıları boyalı, her gün traşlı ve pantolonları ütülü olacak” derdi. Bu görevi de, direkt birinci derecede talebelerle meşgul olduğum için, bana vermişti. Talebeleri öyle yapmak için evvelâ kendimiz de öyle olduk. Bazı imkânı olmayan talebeler için de “ıhtiyaçlarını özel olarak alın” derdi.
Zübeyir Ağabeyin “ders yapmada” ölçü ve metodları nelerdi?
Zübeyir Ağabey, dersi duyarak ve hissederek okurdu. Bir cümleyi okur, önemliyse döner, tekrar okur ve lûgat mânâlarını verirdi. Ama Zübeyir Ağabeyin esas üzerinde durduğu husus, Risâle-i Nur’u Risâle-i Nur ile izah etmekti. Çünkü onun dışında izahlar olduğu zaman, çoğu zaman konuya uygun olmuyor veyahut da konu dağıtılıyor.
Cemaatin dikkatini toplamak için de, okurken hiçbir zaman kafası kitaba bağlı olmaz, gözü de projektör gibi cemaatin üzerinde olurdu. Hem dikkatleri topluyor, hem de uyumayı önlüyordu. Tabiî derslerde konsantrasyon meselesi çok önemli. Dikkatin derse, okuyana ve kitaba yönelmesi gerekiyor. Zübeyir Ağabey bu noktalarda çok titiz ve dikkatliydi. Aynı zamanda duyarak okuduğu için, anlama noktasında, dersin cemaate tesiri de fazla oluyordu. “Ben kendi nefsime okuyorum” diyordu.
Toplu olan derslerde daha genel ve anlaşılır meselelerin okunmasını isterdi. “Ağır ilmî meseleler okunsa, oraya her seviyeden insan geldiği için, istifadeleri azalır. Genel meseleler okunsa herkes hissesini daha fazla alır” derdi.
Derslerde evvelâ imanî bir ders okunur. Sonra mesajı içinde olan lâhika mektuplarından okunurdu. Çünkü bunlar Üstad’ın talebeleriyle muhabere vasıtası olmuş. Meselelerini, problemlerini onunla çözmüş, hatta Üstad’ın mesleğinin en güzel göründüğü yer lâhika mektuplarıdır. Çünkü; mesele olmuş, Üstad’a sormuşlar. Üstad da anlatmış, cevap vermiş. Üstadın ve talebelerinin mahkemedeki müdafaaları sadece bir nefis müdafaası değildir. Hep dâvâlarına ve Üstadlarına karşı, sadakatlarının bir ölçüsü ve alâmeti olarak görülüyor; bilmeyenlere bir kahramanlık ve cesaret aşılıyordu. Hem de aynı zamanda dâvânın mahiyeti o savunmalarda görülüyordu. Üstad pek hukukî savunma yapmamış, çok azdır. Hep Risâle-i Nur’un ehemmiyeti hakkında, yani hem ıslâmiyete, hem bu millete, hem insanlığa getirdiği Kur’ânî mesajların önemini anlatıyor.
Zübeyir Ağabey, bunun için dersleri üçe ayırıyordu. Hazırlanıp da gitmemizi isterdi. Bilhassa umumî derslerde, dersi herkesin okumamasını isterdi. Senelerce zaten ders üç-dört kişinin üzerinde olmuştur. Ben, Abdulvahid Ağabey, Birinci Ağabey, Fırıncı Ağabey okur. Aşağı yukarı birinci dersleri bu kişiler yapardı. Ama Zübeyir Ağabey geldiği zamanlar birinci dersi o yapardı. Çok zaman da rahatsız olduğu için odasından aşağı inemezdi. ınemediği için de biz yapardık. Ama o geldiği zaman biz tabiî ki kitabı ona bırakırdık. Bazan biz ders yaparken gelir, biz “Ağabey buyur derdik.” O da derdi ki: “Hayır, siz devam edin kardeşim, neticede bu Risâle-i Nur’u okumaktır, siz de güzel okuyorsunuz, Allah razı olsun” derdi. Ama biz onun yapmasını isterdik tabiî. Çünkü istifade ederdik.
Onun bir özelliği daha vardı. Beraber çalıştığı insanların yetişmesi noktasında yakından ilgilenirdi, insiyatif verirdi, takip ederdi, bazı yanlışlar varsa onları nezaket içinde hatırlatırdı. Ve daima etrafındaki insanların yetişmesini isterdi. “Hep ben ders yapayım, herşeyle ben meşgul olayım” demezdi.
Zübeyir Ağabey “Dersler verimli olursa, cemaat daima artar, istifade fazla olur” diyordu. “Bunun için de hazırlanılması, dersi okurken dikkatli okumak ve okuyanın cemaatle daima göz iletişimi kurması lâzım” diyordu. Bir de Zübeyir Ağabey, ders yaperken, vurgulayarak ve lûgat mânalarını söyleyerek okur; aynı meseleyle ilgili olan parçaları bir araya getirerek veyahutta okunan bahsi teyit eden hadiseler cereyan etmişse veya kendisi karşılaşmışsa onu da orda zikrederdi.
Bürokraside olan insanların isimlerini derste zikretmezdi. Derdi ki: “Bir vali veya bir subay, Risâle-i Nur hakkında böyle demiş.” ısmini söylemezdi. Bazıları “Ağabey, ismini de versen” dediği zaman, “Kardeşim, ismini sana niye vereyim? Adam görevli, sen de gidip başkasına söyleyeceksin, onu orada sıkıntıya sokacaksın. Sana ismi ne lâzım, onun söylediği önemli” derdi.
Zübeyir Ağabey, küçük ebatlı eserlerin de çok üzerinde dururdu. “Eseri küçük görünce içindeki hakikatleri de küçük zannederler. Onun için dersleri mümkün mertebe küçük risâlelerden de okuyun” diyordu. Derdi ki: “Ben bir yerde ders yaptıktan sonra, oradaki dinleyen insanlar, talebeler, ‘Ağabey, bu kitaptan bize de verirmisin, var mı?’ diye sorup istemedikçe, kendimi ders yapmış kabul etmem.”
Bazıları gelirdi, “Ağabey, acaba şu mesele nerede?” derdi. O da “Acaba Sözler’de mi, ama Mektûbât’ta da olabilir, ya da Lem’alar’a da baksan...” derdi. “Ağabey, niye böyle yapıyorsun? Sen bunu biliyorsun” dendiğinde “Kardeşim, o, bu bahaneyle okusun kitabı” derdi. Derslerdeki takip ettiği metotlar buydu.
Bize de derdi: “Derse en evvel siz gideceksiniz ve en son siz ayrılacaksınız. Çünkü siz gelmeden biri kitabı eline alır, okumaya başlar. Onun da zaten okuması düzgün değildir, kafasını da kaldırmaz, siz ikaz etseniz olmaz... Halbuki siz zamanında giderseniz, derse başlarsınız. ıkincisi de bir takım karıştırıcı adamlar da olabilir. Ama sizleri orada görürse, sizden çekindiği için, o diyeceği şey boğazına kadar gelse de ağzından çıkmaz” diyordu.
Bize ders aralarında ve ders sonralarında, gelenlerle ve bilhassa yeni gelenlerle ilgilenilmesi, tanışılması gerektiğini, bunun da önemli olduğunu söylüyordu.
Diyordu ki: “Esnaf olsun, işçi olsun, memur olsun, arkadaşlar eve giderlerse, zaten gündüz de yorulmuşlar, akşam dönüp derse gelemez. Sen hiçbir zaman buzdolabını, mutfağı ekmeksiz, peynirsiz, zeytinsiz bırakma. Derler ki: ‘Dersaneye gitsem, en azından ekmek-peynir de vardır. Yani atıştırırız biraz. Ondan sonra dersi dinler eve giderim’” Ama biz her zaman zaten yemek yapıyorduk. Diyordu ki: “Bu Kutlular’ın uhuvvet sofrasıdır. Bu noktalarda çok iyidir, işe yarıyor.” Bazıları “Ya ağabey, asalaklar da var” diyordu. “Kardeşim, önemli değil o. O öyledir ama onun getirdiği adamlar kendisinden daha iyidir” derdi. Hergün her akşam biz yemek çıkarırdık. Yaklaşık 10 sene kadar mutfağın yemek ve temizlik işleriyle bizzat meşgul olmuştum. Yani Zübeyir Ağabey bu noktalarda da dikkatimizi çekerdi.
SADELEşTıRME MESELESıNıN
SÖZÜNÜ BıLE ETTıRMEZDı
Zaman zaman Risâle-i Nur için sadeleşmelidir diyenler oluyor. Acaba Zübeyir Ağabeyin bu konudaki görüş ve düşünceleri nelerdi?
Zübeyir Ağabey, sadeleştirme meselesinin hiçbir zaman sözünü bile ettirmezdi. “Risâle-i Nur sadeleştirilemez, çünkü özelliği kaybolur” derdi. “Risâle-i Nur canlı ve hayattar bir eser, kelimeler yerli yerine konulmuş. O eserlerin yüksek bir edebî özelliği vardır” diyordu. “Senin üslûbun ayrı, Üstadın üslûbu ayrı. Nasıl olur ki? Zaten sırıtır, yama gibi olur o” derdi.
Onun için en önemli, en güzel şey, bunun lûgatıdır. Kelimeleri ezberlemektir, Risâle-i Nur’u böyle okumaktır. Yeni Lûgat de zaten Zübeyir Ağabeyin zamanında hazırlandı. Abdullah Yeğin Ağabey, Türkoloji mezunuydu. Zübeyir Ağabey ona başlattırdı. Tabiî belirli bir yerden sonra yalnız başına zor oluyordu, onun için bıraktı o. Sonra Zübeyir Ağabeyin nezaretinde birkaç arkadaşın çalışmasıyla Yeni Lûgat hazırlandı. “Ben anlayamıyorum” diyenlere “Lûgat var, işte al bundan ezberle, bunu anlarsın” diyerek sadeleştirme fikrine katiyen müsaade etmezdi.
ARKADAşLARI YAZMAYA TEşVıK EDERDı
Gazetede yazı yazmaları için arkadaşları teşvik ederdi. Yalnız diyordu ki: “Başına bir giriş cümlesi, sonuna bir bitiş cümlesi, ortaya da hep Risâle-i Nur’lardan alır koyarsanız, bir de altına imza atarsanız olmaz. Zaten onlar Üstad’a ait fikirler” diyordu. Daima şuna sevk ederdi: “(Farz edelim,) Birinci Söz’ü oku, anladığını bir makale olarak yaz”. Bunlar bir izah, tanzim ve şerh meselesinin de ön hazırlığı gibi olurdu.
Zübeyir Ağabey okumaya çok önem verir ve teşvik ederdi. “Bu işler ancak okundukça anlaşılır” derdi. Anlayarak okumaya teşvik ederdi. Yazı noktasında da bir çok arkadaşı teşvik etmiştir.
SADAKAT, EN BÜYÜK MESELESıYDı
Bugün Nur Talebelerinin Zübeyir Ağabeyden alması gereken mesajlar özetle nelerdir?
Tabiî en önemli meselesi kendi dâvâsına, eserlere ve Üstadına sadakatti. Çünkü o sadakat timsâli bir insandı. Meslek-meşrep meselesine çok önem verirdi.
Bir de tabiî Üstadın bir hizmet metodu var. O tarz da önemlidir. Kendi nefsine okuması, başkalarına okutturmak için gayretin içinde olması ve eserleri dağıtması.
Devamlı şekilde hareket halinde olmamızı isterdi. Zübeyir Ağabey tâ 1950’den evvel bile—Konya’da PTT’de memur olarak çalışıyordu—“Ben birini arıyordum ki, onun velîsi olayım” diyordu. Aile Birliği’ne gider, orada insanlarla tanışır, “Tâ ki onlara Risâle-i Nur’u anlatmama bir vesîle olsun” derdi.
Zübeyir Ağabey sosyal tarafı geniş olan bir insandı. Biz de sosyal olmamız lâzım. Biz hep yerimizde dursak, kimse gelip dersanenin kapısını açmaz. O zaman komşun ile ilgileneceğin gibi, daha değişik çevrelerden insanlarla da konuşup onlara Risâle-i Nur’u anlatmak ve en azından dostluk kurmak gerekir.
Dersanelere ve talebelerin yetişmesine çok önem verirdi. “Bir insan günde bir Cevşen okuyorsa, 40-50 sayfa da Risâle-i Nur okumazsa tarikat-meşrep olur, onun havasına kapılır ve dengeyi tam kuramaz” diyordu.
Derslere muhakkak katılınmasını, isterdi. “Dersler; uhuvvet ve tesanüdü temin eder, birlik ve beraberliğimizi sağlar” diyordu. Birlik ve beraberlik, onun için çok önemliydi, üzerinde titizlikle dururdu. Birlik ve beraberliği bozucu her şeye karşı kararlı ve kesin tavır koyardı. “Ben imâ ederim, sonra bir daha söylerim, bir de sarih söylerim, ve ondan sonra devam ederse, kesin tavrımı koyarım” diyordu.
TEDBıRE ÇOK ÖNEM VERıRDı
Son olarak, Zübeyir Ağabeyle aranızda geçen hiç unutamadığınız bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?
1962 veya 63 senesi olabilir. O zamanlar sık sık baskınlar olurdu. Tabiî o zaman telefonlar da var, konuşuyoruz. Zübeyir Ağabey telefon konuşmasını da titizlikle ikaz ederdi. “Bu telefonun bir ucu emniyettedir” diyordu.
Ahmet Aytimur Ağabeyin mutfak servis kaşıkları satan dükkânı vardı. Kaşık, çatal vs. de satıyordu. Meselâ biz telefonda konuşurken, Büyük Sözler lâzımsa “Bir tane büyük kaşık lâzım”; yahut da bir takım istiyorsak “Bir düzine kaşık lâzım” diyorduk. Zübeyir Ağabey bir gün dedi ki: “Bak Kutlular, bu telefonun bir ucu emniyettedir, yarın karakola götürdükleri zaman, seni bunlardan hesaba çekerler. Onun için konuşmalarınıza dikkat edin.”
“ALLAH’A HESAP VERECEğıZ"
ıkincisi, “Yüzüne söyleyemeyeceğin insanın bir meselesini, arkasından konuşma. Çünkü en güvendiğin insan gider ona söyler, sonra mahçup olursun. Bu da önemli değil, en mühimmi biz Allah’a hesab vereceğiz. Allahın huzurunda mahçup olmayalım” derdi. Yani bu üç meseleye dikkat et derdi: En önemli mesele “Rabbimize hesab vereceğiz”. ıkincisi “Arkadaşların arkasından konuşulması, uhuvvet ve tesanüdü sarsar” derdi. Bir de “Tedbire dikkat edin, bu telefon konuşmalarını da daima ölçülü yapın” diyordu. Hatta ona da bir misâl verirdi: “Biz beraber kalırken Üstad ders yapar. Kitabı kapar, kapadığı zaman da hemen üstünü örterdi” ve derdi ki: “Bu Hakîm ismine müraattır. şimdi gelip bir arama, baskın olsa, bu kitap açık olduğu zaman; göz, bakıp da görmemesi mümkün değil. Ama üstüne bir şey örtersen, Cenâb-ı Hak Hakîm ismine uyulduğu için hıfzıyla o örtüyü kaldırttırmaz, o adam da çekip gider” diyordu.
***
ıttihad’ın idaresi bendeydi. Yeni Asya Yayınları da benim üzerimeydi. Ağabeyler kendi aralarında konuşarak, Yeni Asya’nın da benim üzerime olmasına karar vermişler. Bunu bana Zübeyir Ağabey söyledi: “Kardeşim Kutlular, sen müracaat için evrakları hazırla”. Ben de dedim ki: “Ya ağabey, yani biraz da başka kardeşlerin üzerine verseniz”. “Sana ne kardeşim” dedi, bir bağırdı. “Sen ne söyleniyorsa, ne emrediliyorsa onu yap, akıl mı veriyorsun bize?” dedi. “Peki ağabey, kusura bakmayın, özür dilerim” dedim. Ama ilk ve sondur öyle birşeyle karşılaşmam. Ben de bilmiyorum ki, ağabeylerle konuşuyorlar, konuşunca da “Bu Kutluların üstüne olsun” diyorlar. Tabiî ben onların meşveretlerine girmiyorum, beni oraya çağırmıyorlar. Niye öyle yapıyorlar, bilmiyorum. Ben iyi niyetle böyle Zübeyir Ağabeye deyince, o da bana yüksek perdeden bir ikaz yaptı. Ama onu hiç böyle görmemiştim. Unutamam yani.
Zübeyir Ağabey bir de bana şunu söylerdi: “Üç durumdayken istişare yapma. Bir; uykusuz olduğun zaman. Çünkü insan tahammülsüz olur. ıki; karnın aç olduğu zaman. Bir de def-i hâcetin varken.” Bugün onları hep tatbik ederim. Hakikaten insan uykusuz olduğu zaman sabırsız oluyor, çabuk bitirmek istiyor veya en küçük bir meseleden parlıyor, kızıyor.
Tabiî bir de o sadakat âbidesiydi. Bazan bakarım, çok basit bir mesele ama der ki: “Kardeşim Kutlular, insanlık hali, yarın ne olur belli olamaz. Gel aramızda sözleşelim. Allah göstermesin, yarın birbirimizin aleyhine de geçsek, bu konuştuğumuz mesele var ya, aramızda kalsın, bizimle kabre gitsin” derdi. Ben sonradan bakıyordum, bu mesele o kadar sır da değil. Niye bunu söylüyor? Sonra anladım ki, bizi o noktada yetiştiriyordu.
—SON—

8

14.06.2004, 12:33

Allah Razı Olsun Hüseyin Ağabey .
ınşa'Allah bana faydalı oldu diğer kardeşlerede faydalı olur. Emeğine eline sağlık.

9

14.06.2004, 15:19

Risale-i Nur'dan ıstifade şartları

Aziz, sıddık, gayretli, hâdim-i Nur Ömer abi,

Evvela selam ile Cenab-ı Hak'tan zatınızın ahir-i hayatınıza ve teslim-i ruhunuza kadar halis ve müstakim bir hadim-i Kur'an olmanızı temenni ve niyaz ederiz. Saniyen çok istifade ettiğim bir kardeşimizin Risale-i Nur'dan istifade edebilmenin şartlarına dair yazdığı bir mektubu biraz daha tevsi' ile beraber hulasaten size de faidesi olur zannıyla gönderiyorum.
1. Takva: Bir mevhibe-i ilahiye olan o esrar halis bir niyet ile dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tam tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir. (On Altıncı Mektub). ışte Bediüzzaman, bu müstesna tecellinin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mes'ud bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat Cenab-ı Hak kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fani kalemler ile tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.

2. Hakikatlerin derkine mani olan benlik, gurur, ucb ve enaniyet gibi kötü hasletlerden sıyrılmak (Konferans). Evet gurur ile, insan maddî ve manevî kemalât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nakıstır. Böyle insanlar, malumat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama maruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslaf-ı izamın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar (Mesnevi-i Nuriye). Takva-yı hakiki gurur ve enaniyet ile ictima etmiyor (Yirmi Dokuzuncu Mektub). Demek günahtan ictinab istifadeyi artırır.

3. Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli mes'eleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler (Yedinci şua).

4. Acz ve fakrımızı anlayarak okumak. Evet evet acz ve fakr ile tevekkül ve iltica ile nur kapısı açılır zulmetler dağılır (Altıncı Mektub).

5. Nefsimizi muhatab ederek, yani yaralarını hissederek okumak. Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitab etmişim. Herkesi davet etmiyorum; belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-yi Kur'aniyeyi arayıp buluyorlar (On Altıncı Mektub).

6. ıhtiyacımızı hissederek okumak. Umuru mukarraredendir ki, efkâr-ı ammenin birşeye verdiği mükafat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir, belki ona derece-i ihtiyac nisbetindedir (Sunuhat, 23). Hususan ihtiyac hissedilirse, okundukça zevk alınıyor, usanılmıyor (Tarihçe-i Hayat, 192).

7. Merak, dikkat, tefekkür ve teenni ile okumak. Hulusi ağabey "Henüz harfi harfine okuyamadım" diyerek nasıl okunması gerektiğini gösteriyor (Barla Lahikası). Hem bu risaleyi dikkat ve teennî ile mutalaa eden adam imanını kurtarır inşaallah... (ıkinci şua). Evet nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir (Muhakemat 74).

8. Heva-yi nefsi terketmek, rahmet-i ilahiyeye kuvvetli itimad etmek, yani emel (çünki, ye's mani-i herkemâldir) ve de kavanin-i adetullah ile evamir-i tekviniyeye ittiba etmekle mukadder olan kemalata mürur-u zamanla kavuşulur (Yirminci Söz).

9. ıstifade-i nuriyenin mühim bir şartı dersahane-i nuriyedir, kardeşlerin müdavele ve müzakeresidir. Çünki gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir meselesini anlayamaz (Sikke-i Tasdiki Gaybi, 7).

10. Tenkid parmaklarını uzatmamak (Onuncu Nota). Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatli bir alimi olabilir. (Yirmi Birinci Lem'a).

11. Ele geçen her fırsatta zihni safileştirerek okumak (Barla Lahikası).

12. Üstadın hissiyatıyla hissiyatlanmak ta istifadeyi artırır. "Bana tam tevafuk eden hissedebilir." (Dördüncü şua). Herbir risale üstadın bir halet-i ruhiyesinin mahsulü olduğu mutabakatla istifade kemalini bulur.

13. Okunan risaleyi; ya şimdiye kadar hiç duymamış bir meseleyi veya ölmeden önce en son dersimi ya da doğrudan doğruya Üstad'tan bir hakikatı dinliyormuş gibi bir hissiyatla dinlemek. En iyisi üç nazarı birleştirmek. Yani; şimdiye kadar duymadığım bir hakikatı ölmeden önce Üstadımdan dinliyorum merak, dikkat, ciddiyet ve heyecanı ile; müteaddibane, mütehayyirane, mütefekkirane okumak ve dinlemek.
Evet mektub burada hitam buldu. Baki selam ve dua... Kardeşiniz ısmail.
ısmail Yakup, 23 Ağustos 1989

10

14.06.2004, 15:25

ÖRNEK METıNLER” KıTABI EğıTıM UYGULAMASI

(AıLEDE VE OKUMA PROGRAMLARINDA)


“Örnek Metinler” kitabı, Risâle-i Nur’u ilk ve ortaöğretim gençliğine tanıtmak için bir model proje olduğu gibi, ister bireysel olarak ve isterse topluluk halinde, Risâle-i Nur’u metodolojik olarak anlamak isteyen herkese yardımcı olacak bir çalışmadır.

Örnek Metinler, bir ders kitabı tekniğinde hazırlanmıştır. Ünite ve konuların bilgi dizilişi bakımından tasnifi eğitim bakımından yerindedir. Bir fert olarak, hiçbir öğretmene ihtiyaç duyulmadan da kişi kendi kendine metinler üzerinde çalışabilir ve önemli oranda istifade edebilir. Ancak, bir eğitici tarafından verilen düzenli ve sistematik bir eğitimin faydası tartışılamaz.

Örnek Metinler kitabı şu anda evlerimize girmiş bulunuyor. Bu kitaplardan azamî derecede istifade etmek için de konuların bir usûl, metot ve bir planlama içinde işlenmesine ihtiyaç vardır.
şüphesiz her birey bir öğretmen gibi eğitimci olmayabilir. Ancak, her anne ve baba minimum düzeyde çocuklarının eğitimcisi, öğretmeni olmak durumundadır. Bu program onlar tarafından ne kadar uygulanırsa, o kadarı da bir avantaj kabul edilmelidir.
Bir başka çözüm yolu da birkaç ailenin çocuklarının bir eğitimci/öğretmen tarafından aşağıdaki program doğrultusunda, uygun mekânlarda işlenmesidir.

Aşağıdaki ders planı, bu niyeti taşıyan siz değerli anne, baba veya eğiticilere bir örnek niteliğindedir. Ancak, ders planını yapmadan önce, ailemizin ve çocuklarımızın yaz tatilinin planlanmasına ihtiyaç vardır. Bu planlama ders planlamasına etki edecektir. Ders planlaması ise ailenin kendi planlamasına uygun olmak durumundadır. Bu bakımdan önce yaz aylarının genel olarak planlanması için aşağıdaki kriterler göz önüne alınmalıdır.

Planlamada adımlar:

1. Adım: Genel planlama
a) Program için uygun takviminizi çıkarınız.
b) Birinci ciltte 28 konu var. Bu konuları 28 güne dağıtınız. Konunun uzunluk ve ağırlık derecesine göre bir konuyu iki güne de yayabilirsiniz.
c) Sonra bu programı günün hangi saatlerinde uygulayacağınızı planlayınız. En ideal saatler 11:00-13:00 veya 14:00-16:00 arasıdır. Eğer uygun zaman, babanın iş dönüşüne göre ayarlanacaksa, akşamları 21:00-23:00 arası uygun saatlerdir.
d) Ders süresi, her konu için 45+45 dakika, teneffüs ile birlikte iki saati aşmamalıdır.
e) Öğrencileri sınıf düzeylerine göre gruplandırınız (aşağıda verilmiştir).

2. Adım: Ders işleme planı
(Örnek Metinler Cilt 1: ılk Konu örnek olarak verilmiştir)
Sınıf Düzeyi: 1. Grup: ılköğretim 1, 2, 3.
2. Grup: ılköğretim 4, 5, 6, 7, 8.
3. Grup: Lise 1, 2, 3.
Ünite: Risâle-i Nur Bilgileri
Konu: Bediüzzaman’ın Hayatı
Süre: 45 + 45 dakika
Amaç: Risâle-i Nur eserlerinin yazarı Bediüzzaman’ı tanıtmak.
Materyaller: Ders kitabı, konunun geçtiği orijinal Risâle-i Nur kitabı, tahta (varsa), kalem, defter, silgi, konuyla ilgili resimler, Bediüzzaman’ın hayatıyla ilgili CD, VCD, Bediüzzaman albümü (varsa), vb.
Metotlar: Soru-cevap, anlatım, bulmaca türü.
Derse hazırlık (15 dakika)

Konunun anahtar kelimelerini tahtaya veya büyük kâğıda yazınız. Anahtar kelimeler, bir konunun çevresinde örüldüğü temel kavramlardır. Bu konu ile ilgili anahtar kelimeler şunlardır: “Bediüzzaman” kavramı, Doğu Anadolu ve özellikleri, 31 Mart Olayı, 1. Dünya savaşı, Darü’l-Hikmetü’l-ıslâmiye, TBMM, Bediüzzaman’ın Meclise Hitabı, şeyh Said Olayı, Mânevî Cihad, Risâle-i Nur Külliyatının Özellikleri, Bediüzzaman’ın sürgün yerleri ve Mahkemeleri.

Daha önce verdiğiniz ödevleri kontrol ediniz.
“Metne Hazırlık” soruları sorularak zihinler derse hazırlanmalı. Kitapta yer alan “Metne Hazırlık” sorularını hem sorunuz, cevap almak için çocuklara yardımcı olunuz.
Dersi sunma (40 Dakika)
1. Metni her çocuğa sesli olarak bir defa okutunuz. Çocukları cesaretlendiriniz.
2. Önceden hazırlığınız doğrultusunda açıklanmasını istediğiniz konu kısımlarını çocukların seviyelerine göre açıklayınız.
3. Metinde geçen kelimeleri önce soru-cevapla, sonra da anlamlarını vererek açıklayınız. Gerekirse çocuklardan bu kelimelerle birer cümle kurmalarını isteyiniz.
4. “Metni Anlama Çalışmaları” başlığında yer alan soruları sorunuz. Ayrıca, yapacağınız kısa cevaplı bir soru listesini önceden fotokopi ile çoğaltarak çocuklara veriniz. Bu sorular üzerinde diğer zamanlarda da çalışma imkânı bulabilirler.
5. Konuyu desteklemek ve bilgileri pekiştirmek için hazırlanmış olan “Tamamlayıcı ve Açıklayıcı Bilgiler” kısmını siz anlatınız.



Dersi özetleme (10 Dakika)
Dersin hem anlaşılması ve hem de pekişmesi için konuyu son bir kez özetleyiniz.
Çocukların defterlerine işlenen konunun özetini (ana fikrini) 2-3 cümle halinde yazdırınız.
Ölçme ve değerlendirme
(Sorularla öğrencilerin bilgilerini ölçme-15 dakika)
Konu ile ilgili olarak önceden hazırladığınız 10-15 soruluk testi uygulayınız. Sonuçlarını birlikte değerlendiriniz.
Her kitap bitiminde genel bir sınav yapınız.
Sınav türlerinden; çoktan seçmeli test hazırlayabileceğiniz gibi, açık uçlu yani yazılı sınav türü, Doğru-Yanlış (D/Y), boşluk doldurma ve bulmaca türü sınavlar da yapabilirsiniz.
Örnekler: (Aynı sorunun birkaç formda sunumu örnek olarak verilmiştir.)
Aşağıdakilerden hangisi, Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelerek TBMM’de bir konuşma yaptığı tarihtir?
a) 1920b) 1921c) 1922d) 1923
Bediüzzaman’ın Ankara’ya geliş şeklini, amacını ve bulunduğu süre içinde yaptığı faaliyetleri yazınız?
Bediüzzaman Ankara’ya 1922 tarihinde gelmiş ve TBMM’de bir konuşma yapmıştır. ( ) (Doğru ise “D”, yanlış ise “Y” harfi koyunuz.)
Bediüzzaman Ankara’ya ............ tarihinde gelmiş ve TBMM’de bir konuşma yapmıştır. (Boş olan yere uygun tarihi koyunuz)
Öğrenciler iki gruba ayrılır ve soruya uygun mimik ve işaretlerle doğru cevap anlatılmaya çalışılır. (Eğlenme tarzında öğrenme)
Gelecek derse hazırlık
(Ödev Verme-10 dakika)
a) ışlenen konu için: Vecize ezberleme (ılk Öğretim Düzeyi) , ınceleme ve araştırma ödevi vermek (Lise Düzeyi)
Not: Bu ödevleri her ders başında kontrol ediniz.
b) Bir sonraki konu için:
Eğitici, ders sonunda bir sonraki konuyu vurgularıyla birlikte en az bir kez okumalıdır.
Öğrenciler de bir sonraki konuyu en az iki defa okumalıdır.
Öğrenciler bilmedikleri kelimeleri deftere çıkarmalıdır.
Ödüllendirme:
Aşağıdaki ödül türleri maddî ve mânevî olmak üzere çeşitlendirilmiş örneklerdir. Maddî durumunuza göre ödül türünü seçebilirsiniz.
Ödül Türleri: şeker verme, kırtasiye malzemeleri, toplu yemek, dondurma ziyafeti, mekân gezileri, bisiklet, bilgisayar, VCD, kitap, Can Kardeş aboneliği vb.
Ders esnasında, sorulan kısa cevaplı sorularınızı cevaplayan çocuğa, şekerleme gibi küçük hediyelerden “anında” veriniz.
Maliyetli hediyelerinizi program sonunda gerçekleştireceğiniz genel sınavda alınan puana göre veriniz. Çocuklara hedef gösteriniz.
Uyarı: Yerine getiremeyeceğiniz ödülleri vaad etmeyiniz! Ayrıca hafif veya şiddetli, cezaî uygulamalara asla gitmeyiniz!
Geri bildirim alma:
Çocuklara, her hafta sonunda bir boş kâğıt dağıtarak derse ilişkin gözlemlerini, dersin olumlu-olumsuz yönlerini yazmalarını isteyiniz. Geri bildirim için; süreyi, ders için ayrılan saatleri, konunun cazibesini, eğiticinin durumunu, eğitim ortamını, programın genelini, diğer katılımcıların durumunu vb. sorgulatınız.
Aldığınız geri bildirime göre, programınızı yeniden gözden geçiriniz.
Program uygulanmasında dikkat edilmesi gereken davranışlar:
1. Öğrenciler
Her öğrenci konuyu dersten önce mutlaka en az iki defa okumalıdır.
Bilinmeyen kelimeleri deftere çıkarmalıdır.
Kelimelerden cümleler kurmalıdır.
Ders esnasında aktif, katılımcı olmalıdır.
Derse ciddî kıyafetle girmelidir.
2. Eğiticiler
Derse mutlaka hazırlanarak girmelidir. Bunun için konuyu okumalı ve konu üzerinde durmak istediği anahtar kelimelerin açıklanmasını düşünmeli ve notlarını almalıdır.
Çocuklara karşı ders ciddiyetini korumalıdır.
Kıyafeti düzgün olmalıdır.
Konuyu, çocukların anlayacağı seviyede sunmalıdır. Bunun için çocukların anladığı dille konuşmalıdır.
Esprili, neşeli ve sevdirici tavırlarda bulunmalı ama dersin ciddiyetini bozmamalıdır.
3. Diğer fertler
Dersle ilgili olmayanlar aynı mekânda bulunmamalıdır.
Ders düzeni konusunda, dersle ilgili olmayan üçüncü kişiler önceden uyarılmalıdır.
Hazırlayan: EğıT-BıR

11

14.06.2004, 15:33

AYıNE-ı SAMED

Bozulmamış bir kalp, mânâların oluştuğu, her şeyin kışırattan, şahsi özelliklerden, benlikle bağlantılı sıfatlarından sıyrılıp, mânâlara dönüştüğü, hakikatini bulduğu yer. Marifetin muhabbete, mülkün melekûta, eşyanın esmaya dönüştüğü iman mahalli. Münevver akıllar, selim ve nurani kalpler ise "âlem-i gayb ve alem-i şehadet ortasında insani berzahlar." O nuranî kalpler, "hakikate mukabil ve vasıl ve mütemessil," "küçücük bir arş-ı marifet-i Rabbaniye," "cami birer ayine-i Samedaniye."

Yine; yansıtmak, makes olmak, aslı ve özü algılara ulaştırmak gibi anlamları çağrıştırıyor. Sâni sanatında, bestekâr eserinde, aşçı yemeklerinde, çiçek ahenkli renklerinde mazhar olduğu güzellikleri yansıtıyor, algılara uygun bir ifadenin oluşumuna zemin oluyor. Varlık bütünüyle Sâni-i Zülcelale ayine... Her varlıkta Hâlık-ı Kerim'in bütün isimleri ifade ediliyor, hepsi yansıyor ancak bir isim daha ön planda. Her bir varlık adeta bir esma buketi gibi. Bütün varlıklar, zemini donatan esma tarlası gibi; merkezde, daha ön planda ayine olduğu isim ve onun etrafında bütün Esma-i ılâhiye. Çiçekte Cemil, yağmurda Rahim, yaprakta Musavvir, şimşekte Kahhar ismi daha ön planda gözüküyor. Diğer isimler bunların etrafında harika bir uyumla yer alıyor. Kâinat, bu haliyle her şeyde ve her bir şeyde bütün esmanın tecelli ettiği muhteşem bir bahçe.

Kalpte ise Samed ön planda. Onda belirgin olarak Samedaniyet yansıyor. Çünkü kalp ondan başkasına razı olmuyor ve masivaya yer vermiyor. Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şey Ona muhtaç olan bir Zat, ondan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan ayinede ancak ve en parlak şekliyle gözüküyor. Kalp ise Onu arıyor, Onu istiyor, Ondan başkasına razı olmuyor. Kalp, mecazi aşkların mercii olduğunda bile maşuk aşıkının kalbinde kendine yönelik olan sevgiden kendi aşkından başkasına razı olamıyor. Aşık ise kalbinde başka sevgilere yer vermemekle bu halin makesi oluyor.

Bozulmamış bir kalp, mânâların oluştuğu, her şeyin kışırattan, şahsi özelliklerden, benlikle bağlantılı sıfatlarından sıyrılıp, manalara dönüştüğü, hakikatini bulduğu yer. Marifetin muhabbete, mülkün melekûta, eşyanın esmaya dönüştüğü iman mahallî. Münevver akıllar, selim ve nurani kalpler ise "alem-i gayb ve alem-i şehadet ortasında insani berzahlar." O nurani kalpler, "hakikate mukabil ve vasıl ve mütemessil," "küçücük bir arş-ı marifet-i Rabbaniye," "cami birer âyine-i Samedaniye." Ene ile yolculuğu sonucu marifete ulaşan insan, bütün mahlûkatın aslına, manasına ve yaratılışının gerçek gayesine dönüştüğü bu yerde Rabb'ini bulacaktır. Burada sonsuz ihtiyaçlar sıfırlanmış, zenginlik, mal-mülk, evlad-ü iyal, dünyevi lezzetler önemini yitirmiştir. Ondan başka hiçbir şeyin anlamı kalmamıştır. Her şey asli manasını bulmuş, esma olmuş O'na dönmüştür. "Kalp gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenâb-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vakta ki, sû-i ihtiyariyle ifrada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar akreplerle doldu." Yani O'nun sevgisinden başka sevgiler, mecazi aşklar, dünyevi güzellikler o makama yerleştikçe ayinedeki netlik, berraklık bozuldu. Samed artık yansımaz oldu. Çünkü mâşuk, başka bir aşkın bulunduğu kalpte durmaz, o kalpte onun sevgisi yansımaz. Hz. ıbrahim'e (a.s.) "Lâ uhubbil âfilin" dedirten kalbidir.

"Kalp imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sânii arayan ve isteyen ve Sâniin vücudunu delailiyle ilân eden, kalp ve vicdandır. Zira kalp, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir." Yani, kalbin rızkı, tek ihtiyacı, dayanak noktası, medet yeri kendinden başkasından medet umulmasına, başka mercilere dayanılmasına razı olmayan Samed'dir. "Kalpten maksat, sanevberi (çam kocalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalp tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberinin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki, bütün aktar-ı bedene maü'l-hayatı neşreden o cism-i sanevberi, bir makine-i hayattır ve maddi hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar; kezalik o lâtife-i Rabbaniye a'mal ve ahval ve maneviyatın hey'et-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-i müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır." Bedenin hayat suyu olan kanı, kalbin pompalanması gibi, ruhun hayat suyu olan imanı da Rabbani bir latife olan manevi kalp pompalamaktadır. Bedenin hayatı ruhla bağlantılı olduğuna göre, hayatın hayatı iman demektir. Yani, varlık ve hayat için tek ihtiyaç duyulan O'dur.

Bu da mânevî anlamda kalbin yansıttığı bir manadır. Mülk boyutunda, bedende kalbin "lup-dup"ları melekûta dönük mânevî kalpte "Ebed!, Ebed!"lere dönüşür. Ebedi isteyen, ebedi arzu eden kalp benliğe, ruha ve nefse Samed'i tanıtıp O'ndan başkalara bel bağlamamayı, her şeyin O'na ihtiyacı olduğunu, böyle olunca O'nun hiçbir şeye ihtiyacı olmaması gerektiğini ve O'ndan başka hiçbir şeye ihtiyaç olmadığını gösterir. Yirmi dokuzuncu Mektub'un Dördüncü Telvih'inde "seyr-i enfüsi" ve "seyr-i afaki" şeklinde iki tarz manevi yolculuktan bahsedilirken, seyr-i afaki için: "Afaktan başlar, o daire-i kübranın mezahirinde (bahçelerinde) cilve-i esma ve sıfatı seyredip, sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envarı müşahede edip, onda en yakın yolu açar, Kalp ayine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vasıl olur." denir. Bu, varlıklar içinde başlayan bir marifet yokluğudur. Akıl, idrak, benlik, şuur gibi teçhizatın faaliyeti sonucu oluşan marifet kalpte nihai şekline yani muhabbete dönüşür. Varlıklardan kalbe, afaktan enfüse olan bu yolculuk aynı zamanda marifetten muhabbete geçiştir. Kalbine, enfüse dönebilen, kesretten sıyrılabilen herkes Rabbani bir latifeyi hisseder. Artık kalbine dönmüş, O'nu dinleyebilmekte O'nu hissedebilmektedir. Sonsuz bir sevginin etkisi altında artık kendinden geçmiş, benliği unutmuş ve O'na dönmüştür. Kalbi, ebedi olanın dışında hiçbir şey doyurmaz, tatmin etmez.

Kalp O'ndan başkasına razı olmaz. "Güzel değil, batmakla gaib olan bir mahbub. Çünkü, zevale mahkum, hakiki güzel olamaz; aşkı ebedi için yaratılan ve ayine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.
"Bir matlub ki, guruba gaybubet etmeye mahkumdur; kalbin alakasına, fikrin merakına değmiyor, amale merci olamıyor, arkasında gam ve kederle teessüf etmeye layık değildir. Nerede kaldı ki, kalp, ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın."

Kalbine bakan kimse bu latifenin yok olan, zevale mahkum, yaşaması için, vücudu için başka bir unsura ihtiyaç duyan yani muhtaçlık arazından kurtulamayan hiçbir şeyin burada yerleşemediğini görür. Mülk boyutunda, eşya olan yani yaratılmış olan her şeyde de bu durum vardır. Yani mülk, mahluk, tebei olanlara, varlığı için başkasına ihtiyaç duyanlara kısacası algılarımızla sınırlı hiçbir şeye kalpte yer yoktur. Ancak, sonsuz bir sevgi potansiyeli vardır. Bu haliyle kalp her şeyin muhtaç olduğu ve onların ihtiyaçlarını sürekli ve aksaksız karşılayan, böyle olabilmesi için de kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı olmaması gereken birini işaret eder. Yani Samed'i gösterir, ona ayine olur. Bu haliyle ruha ve bütün vücuda sürekli iman pompalar ve masivadan gelecek hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ayrıca latif bir tecelli de, ruhun hayatı olan imanı pompalayan kalbin, mülk boyutundaki temsilcisi çam kozalağına benzer organda yaşanır. Bu kalp de bir yönüyle Samed ayinesidir. Bedenin bütün azaları hayatın idamesi için kanlanabilmeye, dolayısı ile kalbin çalışmasına ihtiyaç duyarlar. Oysa kalp bu anlamda başka bir organa ihtiyaç duymaksızın, kendi imkânları ile kanlanır. Bu yönüyle de her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç olmayan bir Zat'a yani Samed'e işaret eder.

12

14.06.2004, 15:36

ZÜBEYıR GÜNDÜZALP'DAN NOTLAR

Ey nefsim! Her karşılaştığın kimseye hastalığından bahsetme. Bilmeyerek evhama düşmeğe sebebiyet verme. Hastalığına ehemmiyet verdikçe şişer. Ehemmiyet vermezsen söner. Dualar edip manevî imdadına yetişilmesi için sana daimi duacı olacak b i r n u r k a r d e ş i n e h a s t a l ı ğ ı n ı a r z e t m e k o l a b i l i r .

Ey nefsim! ıstikrarlı, sebatlı ve ihlaslı çalışman din kardeşlerinin Risale-i Nur hizmetkârlarının kuvve-i maneviyelerinin takviyesine, halisane hizmetlerinde gayret, faaliyet ve himmetlerini arttırmaya sebep olabilir. Haberin ve taalukun olmadan Fazl-ı ılâhi ile husule gelecek bu azim netice ve sevaptan tenperverliğe ve istirahat döşeğine sukût etmemek için daima çalışkan ve faal ol. Bu saadet ve zevkin ferah ve sürurdan mahrum olmamanın yegâne çaresi, istikrarlı ve az da olsa Nurlara devamlı çalışmaktır.

Ey nefsim! Herhangi yakın kardeş ve arkadaşın senin hakkında sistemli ve menfî bir surette dedikodu yapabilir. Bunlar senin kulağına gelirse, sana nakledilirse, hiç aldırış etme, misilleme yapma, onu helâl et. Bu kâmilâne muameleden ve ahlâk-ı âliyeyi bilfiil imtisalden sen kazançlısın. Merak etme sana ve hizmetine yapılan kötü fenalıklar zarar vermez. Eğer mücadele ve münazara edersen işte sen o zaman zararlısın. Ahmaksın , cahil ve aptalsın !

Ey hâl ve ahvalin su-i infial uyandırdığından habersiz ve gücendirici olan nefsim!
Senden büyük bir nur ağabeyin veya kardeşin, bir meclis-i nûriyede ve derste nûranî sohbetler ederken meslek-i nûriyeden bahsederken "daima öğrenmeye ve yetişmeye muhtacım" diye dinle aynı mevzû hakkında mütemmim veya fazla malûmatın da olsa sus..! Zira edebe muhaliftir. Cemaat efradından birkaç veya birçoklarının konuşmasına belki de mevzû dışına çıkılmasına sebep olursun. Muvafık olmayan birşey konuşulsa, gerek nur ağabey ve gerek nur kardeşinin o ahenkli sohbette hata ve savabını yapma. Dilini tut konuşma. ıcap ederse Risale-i Nur'dan okuyarak yalınızca onun ıttılaına mütevâzıâne ve mahviyetkârane arzet. yoksa: Bed haşin ve sert bir konuşma ile ve asık bir suratla hiçbirşeyin halledilemeyeceğini, münakaşaya az da olsa o muvafık ve mutabık olmayan veya menfî bulunana bir meseleyi o şekilde halletmeye çalışmak, cemaat içinde bazı benimseyecekler bulunacağını ve fikirleri bulunduracağını böylece faydalı olacağım derken zarar vermek ahmaklığı olacağını daima hatırla -zira kütüb-ü ıslâmiye'de ahmaklığın tarifi budur- H a y a t î b i r d ü s t u r ittihaz et.

Ey mütekebbir ve mağrur nefsim! Eğer sen kendini mağrur ve mütekebbir bilmezsen mutlak ve muhtemeldir ki; nefsin aldatıyor ve aklın taalluk etmiyor. Bunun için bilhassa ve bilhassa genç nur kardeşlerin herhengi bir fikir serdeylese ama mutabık ama mutabık değil, bunu tevâzu, mahviyet ve sukûnetle dinle.Aynı anda onu rencide etmeyerek dinle. Zira belki Nur Külliyâtı'nı tam okumayabilir veya o noktayı tam intikâl etmeyebilir. Bu sebeple Risale-i Nur mesleğinin en mühim bir esası olan şefkâtle, s u k û n e t l e ve o anda m ü s a m a h a ile karşılayıp pek mücmel ve mülâyim bir cevap vererek de ki : " Ben bunu şu anda kendim bilsem de söylemek istemiyorum. Sizinle beraberce R i s a l e- i N u r veya lâhikalarda araştıralım bulalım. Bu düsturla kalbin mutmain ve aklın tatmin olur kanaatindeyim . Onun için yalnız başbaşa kalıp okuyalım . " diye c e v a p l a n d ı r .

"Gerek indî gerek şahsî veya başka şeylerden aldığım herhengi bir sözü size nakledebilirim. Bu ise size Risale-i Nur'un mesleğine bir perde olabilir. Bu mutlak ve mücerrebtir. Emsalleri kırk senedir pek çoktur " diyerek... Üstâd-ı Pâkimizin mazhar olduğu ısm-i Hakîm ve Rahîm'e ittibâ ederek o genci gücendirme. Akıl ve kalbinde su-i infiâl ve su- i tefehhüm uyandırma.

13

14.06.2004, 15:45

RıSALE-ı NUR’DAN VECıZELER
ıNSANIN GAYESı VE HAKıKı SAADETı


1. Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi,Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli. (Sözler sh: 29)
2. Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa, zahiren bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim hayat-ı bâkıyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder. (Sözler sh: 39)
3. ıbadetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı ılâhîde abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i ılâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. (Sözler sh: 41)
4. Bu dünya dahi kendi için değil. Kendi kendine de bu sureti alması muhaldir. Belki, kafile-i mahlûkatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir. (Sözler sh: 74)
5. şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. Çünkü bir zaman lezzet verse, firakıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat ibret içindir, şükür içindir. Usul-ü daimîsine teşvik içindir; başka, gayet ulvî gayeler içindir. (Sözler sh: 74)
6. şu dünyadaki müzeyyenat ise, Cennette ehl-i iman için rahmet-i Rahmân ile iddihar olunan nimetlerin nümuneleri, suretleri hükmündedir. (Sözler sh: 75)
7. Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. (Sözler sh: 144)
8. Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir. (Sözler sh: 144)
9. Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i ıslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak. (Sözler sh: 145)
10. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. (Sözler sh: 146)
11. Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. (Sözler sh: 150)
12. O’nu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. (Sözler sh: 159)
13. Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor.
Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır. Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? (Sözler sh: 170)
14. Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. ımtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne girsinler. (Sözler sh: 172)
15. Fâniyim, fâni olanı istemem. Acizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem. ısterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim. (Sözler sh: 221)
16. Ey insan! şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubudiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir. (Sözler sh: 264)
17. Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?
Sen istidat cihetiyle bütün hayvânâtın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedarikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun.
Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakikî bir insan gibi hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir? (Sözler sh: 271)
18. ınsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır. (Sözler sh: 316)
19. Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder. (Sözler sh: 318)
20. şu mevcudatın âli bir makamı, ehemmiyetli bir vazifesi vardır. Zira onlar mektubât-ı Rabbâniye ve merâyâ-yı Sübhâniye ve memurîn-i ılâhiyedirler. (Sözler sh: 320)
21. Programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. ınsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. (Sözler sh: 266)
22. Evet, insana verilen bütün cihâzât-ı acîbe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil, belki pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler. (Sözler sh: 324)
23. şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezâifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek; ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek; ve nimetler içinde imdâdât-ı Rahmâniyeyi görüp şükretmek; ve masnuatta kudret-i Rabbâniyenin mucizâtını temâşâ ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir. (Sözler sh: 325)
24. ınsanın helâl sa’yiyle, meşru dairede gördüğü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir; harama girmeye ihtiyaç bırakmaz. (Sözler sh: 327)
25. Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer hak ve Kur’ân’ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvimi olursun. (Sözler sh: 328)
26. Dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın Esmâsının aynalarıdır. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i ılâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır. (Sözler sh: 346)
27. Ey nefis! Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız. (Sözler sh: 360)

28. Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen; ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faydalı görmek istersen; ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalb etmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ et. Çünkü, bir muamele-i şer’iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor, bir nevi ibadet oluyor, uhrevî çok meyveler veriyor. (Sözler sh: 362)
29. Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi bir ene vermiştir—tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsaf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. (Sözler sh: 536)
30. ıhtiyarın cüz’î ise, kendi Mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak. ıktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlakın kudretine itimat et. Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise, Kur’ân’ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur’ân birer yıldız misilli sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muztarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır. (Sözler sh: 635)
31. Dünyada gençliğe muhabbet, yani ibadette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir. (Sözler sh: 648)
32. ıman ve muhabbetullahın neticesi, ehl-i keşif ve tahkikin ittifakıyla, dünyanın bin sene hayat-ı mes’udânesi bir saatine değmeyen Cennet hayatı; ve Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemal ve kemal sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin müşahedesi, rüyetidir. (Sözler sh: 650)
33. Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku...Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var! (Sözler sh: 687)
34. Hakiki bütün elem dalalette, bütün lezzet imandadır. (Sözler sh: 740)
35. Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır. (Sözler sh: 748)
36. ınsan, acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve abd olur. (Sözler sh: 765)
37. Herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-ı Rahîm’e olan teslimiyete bağlıdır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 52)
38. Ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh, necat ve halâs ancak Allah’a ilticayla olur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 58)
39. ı’lem eyyühe’l-aziz! Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennemdir. Evet, öyle gördüm ve öyle de zevk ettim. Bilhassa, şefkatin ateşini söndürecek mârifetullahtan başka birşey var mıdır? Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştah olmadığı gibi, Cennete bile iştiyak geri kalır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 104)
40. ı’lem eyyühe’l-aziz! Her kim kendisini Allah’a mal ederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah’a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur. Allah’a mal olmak ise, bütün eşyayı terk ve herşeyin Ondan olduğunu ve Ona rücû ettiğini bilmekle olur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 107)
41. Evet, Allah’a abd ve hizmetkâr olana herşey hizmetkâr olur. Bu da, herşey Allah’ın mülk ve malı olduğunu iman ve iz’an ile olur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 110)
42. Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 110)
43. Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyleyse, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. (Mesnevî-i Nuriye sh: 119)
44. Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? (Mesnevî-i Nuriye sh: 119)
45. şu esâsata dikkat lâzımdır: 1. Allah’a abd olana herşey musahhardır. Olmayana herşey düşmandır. 2. Herşey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki, rahat edesin. 3. Mülk Allah’ındır; sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, meccânen zâil olur, gider. 4. Devam olmayan birşeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin. Dünya da zâildir. Halkın dünyası da zâildir. Kâinatın şu şekl-i hâzırı da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar. 5. Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme. (Mesnevî-i Nuriye sh: 129)
46. Ey insan! Senin önünde iki yol var. Birisinden gitsen, kâinatın esfel-i sâfilînine gidersin. Diğer yoldan gidersen, âlâ-yı illiyyîn-i şerefe çıkabilirsin. (Mesnevî-i Nuriye sh: ?)
47. Ey insan! Senin elinde olan hayatın ve vücudun ve nefsin ve malın emanettir. Onlar, herşeye kadîr ve herşeye alîm bir Mâlik-i Kerîmin mülküdür. O Mâlik-i Kerîm ve Rahîm, kemal-i kereminden, sende emanet olan kendi mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin. Senin elinde beyhude zâyi olmasın. Sonunda, sana büyük fayda versin. Sen bir memursun, asker gibi muvazzafsın. Öyleyse, onun namıyla çalış, onun hesabıyla sa’y et. Muhtaç olduğun bütün şeyleri sana bahşeden ve rızkını veren, muktedir olmadığın şeylerden seni hıfzeden Odur. Senin gaye-i hayatın, Mâbudun tecelliyatına ve esmâ ve şuûnâtına mazhariyettir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 157)
48. Senin iktidarın kısa, bekan az, hayatın mahdut, ömrünün günleri mâdud ve herşeyin fânidir. Öyleyse, şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarf etme ki, fâni olmasın. Bâki şeylere sarf et ki, bâki kalsın. (Mesnevî-i Nuriye sh: 182)
49. Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zât-ı Kayyûma dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksan dokuz parça O’nun uhdesindedir. Senin elinde yalnız bir parça kalır. En iyisi o parçayı da O’nun hazinesine at ki rahat olasın. (Mesnevî-i Nuriye sh: 184)
50. Arslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa, iftiras ve parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, meselâ, letafetine dikkat edilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezâlik, insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyet olduğu anlaşıldığı gibi, ruhânî ulviyyetine ve ebediyete olan derece-i iştiyakına da dikkat edilirse, en evvel insan bu âlemden daha lâtif bir âlemde ruhen yaratılmış da teçhizat almak üzere muvakkaten bu âleme gönderilmiş olduğu anlaşılır. (Mesnevî-i_Nuriye-sh:186)
51. ı’lem eyyühe’l-aziz! Yarın seni zillet ve rezaletlere mâruz bırakmakla terk edecek olan dünyanın sefahetini bugün kemal-i izzet ve şerefle terk edersen, pek aziz ve yüksek olursun. Çünkü, o seni terk etmeden evvel sen onu terk edersen, hayrını alır, şerrinden kurtulursun. Fakat vaziyet mâkûse olursa, kaziye de mâkûse olur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 188)

52. ınsanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. Evvelâ mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in’amlar lisanıyla, sonra mahlûkatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sânii hamd ü senâ etmektir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 206)
53. ınsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebâir, takvâsıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 224)
54. Cenâb-ı Hakkı bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır?”; yani, “Onu bulan herşeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına belâ bulur. (Mektubat sh: 26)
55. şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. (Mektubat sh: 33)
56. Kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi, elmas gibi olan ervâh-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba’s-ı enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar beraber kalacaktı. Alâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. (Mektubat sh: 44)
57. Ben nefsimi tebrie etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmârem ister istemez akla tâbi olmuştur. (Mektubat sh: 68)
58. Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o m u h a b b e t u l l a h içindeki l e z z e t – i r u h a n i y e d i r.
Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur. (Mektubat sh: 222)
59. şu kâinatın zîşuuru ve en mükemmel meyvesi ve neticesi ve gayesi, insandır. (Mektubat sh: 237)
60. En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesât-ı nefsâniyeye tâbi olur. (Mektubat sh: 282)
61. Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır. (Mektubat sh: 283)
62. Hâlık-ı Rahmanın, ibâdından istediği en mühim iş şükürdür. Furkan-ı Hakîmde gayet ehemmiyetle şükre davet eder. (Mektubat sh: 364)
63. Saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, iman ve ıslâmiyetin hakikatindedir. (Mektubat sh: 456)

64. Hakikî mü’min ve tam bir Müslüman olmak; yani, yalnız surî değil, belki hakikat-i imanı ve hakikat-i ıslâmı kazanmak; yani, şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelâline abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve ayna olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî Ademin melâikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamât-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir. (Mektubat sh: 457)
65. şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. (Lem’alar sh: 10)
66. Ey insanlar! Fâni, kısa, faydasız ömrünüzü bâki, uzun, faydalı, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır; Bâkî-i Hakikînin yoluna sarf ediniz. (Lem’alar sh: 17)
67. Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer. (Lem’alar sh: 17)
68. ınsan çendan fânidir; fakat beka için halk edilmiş ve bâki bir Zâtın ayinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir Zâtın bâki esmâsının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir. Öyleyse, böyle bir insanın hakikî vazifesi ve saadeti, bütün cihazatı ve istidadatıyla o Bâkî-i Sermedînin daire-i marziyâtında esmâsına yapışıp, ebed yolunda o Bâkîye müteveccih olup gitmektir. (Lem’alar sh: 18)
69. Sünnet-i Seniyye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemâlâtın madeni ve menbaıdır. (Lem’alar sh: 56)
70. ınsan için en mühim, âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki, o matlab-ı âlânın yolu Habibullaha ittibâdır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidâdır. (Lem’alar sh: 57)
71. ınsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahittir. (Lem’alar sh: 206)
72. ınsan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür. (Lem’alar sh: 206)
73. Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan. (Lem’alar sh: 206)
74. Mevcudatın icadındaki en mühim makasad-ı Rabbâniye, kendini zîşuurlara tanıttırmak ve sevdirmek ve medhü senâsını ettirmek ve minnettarlıklarını kendine celb etmektir. (şualar sh: 21)
75. ınsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir. (şualar sh: 100)
76. O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. (şualar sh: 208)

14

14.06.2004, 15:56

şAHSI DEğıL, KıTABI ESAS ALMAK

şahıs merciiyetine bedel, tahkik mesleğinin lâzımı olarak hakaik-ı Kur’aniyeyi câmi’ olan Risale-i Nur Külliyatının esas alınması ve düsturlara tebaiyet:

1- «Üstad Bediüzzaman’ın âzamî ihlâs, âzamî sadakat ve âzamî fedakârlık mânasını ihtiva eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Tâ ki, hizmet-i Nûriyede bulunacak Kur’an şâkirdleri kıyâmete kadar bu düsturlar muvacehesinde hareket etsinler.» (Hizmet Rehberi sh: 6)

2- «Dersimizi Hakaik-ı Kur’âniye ve envar-ı îmâniye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldığımız gibi, birbirimizle mânevî münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düsturlarımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.

Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümûl hâdiseler hengâmında Kur’an şâkirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve îkazlarını Risale-i Nur’la tahsil edeceklerdir. Çünki, Kur’an’ın bu asra bakan vechesini ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bu zamandaki vezaif-i dîniye tavrını küllî bir mâna ile şimdi, bu suretle Risale-i Nur’la görmüş, anlamış bulunuyoruz.» (Hizmet Rehberi sh: 8)

3- «Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakaik-ı imâniyedir zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taallûk eden irşad, îkaz, teşvik ve tergîbi tazammun eden şu gelecek mes’eleler de herhalde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilâtlarını giderirler.» (Hizmet Rehberi sh: 9)
Bediüzzaman Hazretleri diyor:
4- «Ben size nispeten kardeşim mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârâne dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette taksimü’l-mesâi kaidesiyle iştirak etmişiz. ....

...Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)

5- «Bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mürşidi olan Risaletü’n-Nur’un heyet-i mecmuası...» (Kastamonu Lâhikası sh: 10)
6- «Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.» (Mektubat sh: 426)

7- «Yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. ıltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.» (Mektubat sh: 376)

8- «Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlâta tesir ettiren, müddeâyı müzeyyene ve şâşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatle hayale me’nus kılmak, burhanın yerini tutardı. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz tasvir-i müddeâ ile aldanmayız.

...Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor. Burhan isteriz.» (Muhakemat sh: 36)
9- «Ben vaizleri dinledim nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.ıkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.» (Divan-ı Harbi Örfî sh: 80)

10- «Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sâdık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.» (Mektubat sh: 466)
11- «Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur’ân’ını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi?» (Mektubat sh: 482)

12- «Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirdleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor» (Lem’alar sh: 261)
13- «Madem, bin seneden beri iman ve Kur’ân aleyhinde teraküm eden Avrupa filozoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette herşeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.» (şualar sh: 166)
14- «Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin” diyor.

Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? ıbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakikatine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.
Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem i ıslâmın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hadisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki edenler!

Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’ân şakirdleri olan Müslümanlar, burhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek.» (Hutbe-i şâmiye sh: 26)

15- «Mânevî bir elektrik olan Resâili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o ulûm u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir.» (şualar sh: 690)

16- «Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. ışte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.» (Münazarat sh: 14)

17- «Hattâ Said de—el’iyâzü billâh—Risale-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz ve alâkımızı inşaallah sarsmayacak”» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 125)
18- «S – Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

C – Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.» (Münazarat sh: 23)

19- «ılm-i mantıkta “kaziye-i makbule” tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. ılm-i mantıkda burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.

Çünkü, ehl-i velâyetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış sülûk ve evrad yerinde, mantıkî burhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaike yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor, meydandadır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 91)

20- «Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)

21- «ıstibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, galiben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i ıslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve teâvün-ü fıtrîye münafidir. Hattâ o derece oluyor, bunlardan biri taassup ve safsatasını terk ederek nâsın icmâ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, birden mezhep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki, taassup yerinde hak ve safsata yerinde burhan ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve burhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.

Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşaallah istikbalde bitamamihî hükümfermâ, kuvvete bedel hak ve safsataya bedel burhan ve tab’a bedel akıl ve hevâya bedel hüdâ ve taassuba bedel metanet ve garaza bedel hamiyet ve müyûlât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı ukul ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır —karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlup eylemişti.
Saltanat-ı efkârın icrâ-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i ıslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o ziyayla istifadeye başlamıştırlar.

Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, burhan-ı kàtı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan hakk-ı sabitle hakaikı rapteylemesidir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.» (Muhakemat sh:37)
22- «Kur’ân’ın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları seni aldatmasın. şu zamanın gafil sarhoşları içinde seni, terk-i şeaire ve medeniyet-i dünyaya davet edenlere de ki: “Hey sersem gafiller! Benim halim sizi dinlemeye müsait değil.» (Nurun ılk Kapısı sh: 143)
Daha bunun gibi tesbiti mümkün beyanlardan açıkça görülür ki: Risale-i Nur mesleğinde taklit değil tahkik esastır ve akılları ta’lim, kalbleri irşad ve tenvir eden hakaik-i Kur’aniye asıl mürşid ve mercidir.

15

14.06.2004, 15:59

şAHSI DEğıL, KıTABI ESAS ALMAK


Hizmet-i nuriyede, medreselerin varlığı esas olup dershane hizmeti ve tarzı değişmez ve kıyamete kadar devam eder.

1- «Üstadımız on sene evvel işaret ve büyük menfaatini beyan ettiği Nur medreselerinin şimdi bu zamanda açılma işi, tam tahakkuk safhasına girmiş bulunuyor...

Üstadımız, Barla’daki dokuz senelik ikametgâhı olan ve Risale-i Nur’un birinci dershanesi, hem altı vilâyet genişliğindeki Medresetü’z-Zehranın çekirdeği bulunan hanesini medrese-i Nuriye olarak Risale-i Nur’a vakfetmişti. şimdi onu müteakip hem Isparta ve civarı kazaları ve bazı köylerinde, hem Diyarbakır ve şarkta Nur dershaneleri açılmaktadır. Bu suretle o dershanelerde Nurların okunması ve Nurlarla meşguliyete devam edenlere ve ders alanlara talebe-i ulûm şerefini kazandırmaktadır. Talebe-i ulûmun ise, âdi harekâtı, hattâ uykusu dahi ibadet hükmüne geçtiğini bazı büyük müçtehidler beyan etmişler.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 231)
Câmii-ül Ezher Üniversitesinde okumak yerine, Risale-i Nur Medresesinde okuyup hizmet etmeyi tavsiye eden bir mektub:
2- «“Risale-i Nur bu zamanda kâfidir. On sene medresede okuyanlar, Risale-i Nur’la bir senede aynı istifadeyi ettiklerine şahit, binler ehl-i ilim var. Madem Hacı Kılıç Ali bir buçuk sene bütün Risale-i Nur eczalarına sahip çıkmış, kısmen okumuş nazarımızda yirmi senelik bir Nur talebesidir. Ben her sabah haslar içinde onun ismiyle bütün mânevî kazançlarıma, defter-i a’mâline geçmek için hissedar ediyorum. Öyleyse o da bütün hayatını Risale-i Nur’a vermeye mükelleftir.
“Demek şimdiye kadar Câmiü’l-Ezher’e gitmeye muvaffak olmaması ehemmiyetli bir hikmet içindir ki, Nurlar ona kâfi imiş. şimdi şam’a, Halep’e yakın olan Urfa’da bir Medrese-i Nuriye ileride teşekkül etmesini kuvvetli ümit ediyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 26)
3- «Aziz, sıddık kardeşim Osman Nuri
Madem Cenab-ı Hak, senin kudsî niyet ve ihlâsınla Ankara’da en mühim genç Said’leri senin etrafına toplatmış. Madem Ankara’da benim bulunmamı lüzumlu görüyorsunuz. Ben de şimdi nafakamla tedarik ettiğim nüshalarımı o küçük medrese-i Nuriyeme benim bedelime gönderiyorum. Onların adedince Said’ler, seninle komşu olurlar.
Hem fedakâr evlâdın çok fevkinde sadakatle şimdiye kadar hizmetleriyle herbiri birer genç Said olarak beş-on Abdurrahmanlarım hükmünde Sungur, Ceylân, Salih, Abdullah, Ahmed, Ziya gibi genç ve çalışkan Saidleri senin yanına hem benim vekilim, hem senin talebelerin olarak benim bedelime o küçücük medrese-i Nuriyeye nezaret ve bir nevi dershane olarak reyinize bırakıyorum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 44)

4- «Hadsiz şükrolsun ki, şimdi Ankara içinde küçük bir medrese-i Nuriye mânâsında, küçük Said’ler ve Nurun fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 60)
5- «Urfa ve Diyarbakır’daki faal Nur talebeleri birer medrese-i Nuriye kurdular. Risale-i Nur’u her sınıf halktan, bilhassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate okumak suretiyle ilmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe i ulûmun şerefini ihya ettiler. şark havalisinde büyük hizmet-i imaniye ifa olundu.» (Tarihçe-i Hayat sh: 673)
6- «Barla sıddıkları Nurların yazmasına tam çalışmaları, herkesten evvel onların vazifeleridir. Çünkü Barla, birinci medrese-i Nuriye şerefini kazanmasından, o mübarek medreseyi talebesiz bırakmak câiz değil.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 152)
Vakıf talebelerin artması nisbetinde, tayinatları verilecek fedakârların, devamlı kalacağı medrese-i nuriyelerin açılması.

7- «ınşaallah tam Risale-i Nur intişara başlasa, o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risale-i Nur’a vakfeden şakirdlerden çok ziyade fedakâr talebelere kâfi gelecek ve mânevî Medresetü’z-Zehra ve medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak, benim bedelime bu hakikate, bu hale mânevî evlatlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nura kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 234)

Bediüzzaman Hazretleri; Nur Medreselerine gidip ders dinlemenin, eski medreselerden daha faideli olacağını ve daha çok istifade edileceğini beyan eder.

Belki ibadet-i tefekküriye, marifet ve huzur kazanmak gibi feyizleri olduğundan devamlı okumak veya dinlemek gerektiğini bildiren bir mektubunda şöyle der:

8- «Elbette bizlere lâzım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususî dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakirdleri, mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlerinin izahı olduğu için, hem ilim, HAşıYE hem mârifet, hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 248)

ıslâmın hâkimiyet devresinde de medrese hizmetlerinin devam etmesine de bakan iki bahis.

9- «Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız... Medresetü’z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor medresemin vefat etmesi ve Anadolu’da bütün medreselerin kapatılmasıyla vefat etmelerine işaret ederek, umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezartaşı olmuş. “Ey yüz sene sonra gelenler! şu kalenin başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 110)
ıman, hayat, şeri’at olarak tabir edilen üç vazifenin tahakkuk ettiği hâkimiyet devrinde, birinci vazife olan iman hizmetinin, haslar dairesine istinad edeceğine bakan şu ifade mânidardır.
10- «O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.

Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 266)
Yukarıda kısmen kaydedilen beyan ve ifadelerin sarahatiyle, bu dershanelerde münhasıran Risale-i Nur eserlerinin okunmasına, iman hizmetine ait olan bu medreselerin varlığına ve kıyamete kadar değişmez bir esas olduğuna açık beyandır.

Bundan başka, bu eserde tesbit edilen “Haslar Dairesi” ve “Vakf-ı Hayat” esaslarına da bakılırsa, bu esas, daha kuvvet ve vüzuh kazanacağı gibi, bir asra yaklaşan ve teamülen medreseye istinad eden Nurculuk hareketinin de aynı esasa kuvvet verdiği görülecektir.

16

14.06.2004, 16:01

DERSHANE HıZMETLERı ESASI


Hizmet-i nuriyede, medreselerin varlığı esas olup dershane hizmeti ve tarzı değişmez ve kıyamete kadar devam eder.

1- «Üstadımız on sene evvel işaret ve büyük menfaatini beyan ettiği Nur medreselerinin şimdi bu zamanda açılma işi, tam tahakkuk safhasına girmiş bulunuyor...

Üstadımız, Barla’daki dokuz senelik ikametgâhı olan ve Risale-i Nur’un birinci dershanesi, hem altı vilâyet genişliğindeki Medresetü’z-Zehranın çekirdeği bulunan hanesini medrese-i Nuriye olarak Risale-i Nur’a vakfetmişti. şimdi onu müteakip hem Isparta ve civarı kazaları ve bazı köylerinde, hem Diyarbakır ve şarkta Nur dershaneleri açılmaktadır. Bu suretle o dershanelerde Nurların okunması ve Nurlarla meşguliyete devam edenlere ve ders alanlara talebe-i ulûm şerefini kazandırmaktadır. Talebe-i ulûmun ise, âdi harekâtı, hattâ uykusu dahi ibadet hükmüne geçtiğini bazı büyük müçtehidler beyan etmişler.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 231)
Câmii-ül Ezher Üniversitesinde okumak yerine, Risale-i Nur Medresesinde okuyup hizmet etmeyi tavsiye eden bir mektub:
2- «“Risale-i Nur bu zamanda kâfidir. On sene medresede okuyanlar, Risale-i Nur’la bir senede aynı istifadeyi ettiklerine şahit, binler ehl-i ilim var. Madem Hacı Kılıç Ali bir buçuk sene bütün Risale-i Nur eczalarına sahip çıkmış, kısmen okumuş nazarımızda yirmi senelik bir Nur talebesidir. Ben her sabah haslar içinde onun ismiyle bütün mânevî kazançlarıma, defter-i a’mâline geçmek için hissedar ediyorum. Öyleyse o da bütün hayatını Risale-i Nur’a vermeye mükelleftir.
“Demek şimdiye kadar Câmiü’l-Ezher’e gitmeye muvaffak olmaması ehemmiyetli bir hikmet içindir ki, Nurlar ona kâfi imiş. şimdi şam’a, Halep’e yakın olan Urfa’da bir Medrese-i Nuriye ileride teşekkül etmesini kuvvetli ümit ediyoruz.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 26)
3- «Aziz, sıddık kardeşim Osman Nuri
Madem Cenab-ı Hak, senin kudsî niyet ve ihlâsınla Ankara’da en mühim genç Said’leri senin etrafına toplatmış. Madem Ankara’da benim bulunmamı lüzumlu görüyorsunuz. Ben de şimdi nafakamla tedarik ettiğim nüshalarımı o küçük medrese-i Nuriyeme benim bedelime gönderiyorum. Onların adedince Said’ler, seninle komşu olurlar.
Hem fedakâr evlâdın çok fevkinde sadakatle şimdiye kadar hizmetleriyle herbiri birer genç Said olarak beş-on Abdurrahmanlarım hükmünde Sungur, Ceylân, Salih, Abdullah, Ahmed, Ziya gibi genç ve çalışkan Saidleri senin yanına hem benim vekilim, hem senin talebelerin olarak benim bedelime o küçücük medrese-i Nuriyeye nezaret ve bir nevi dershane olarak reyinize bırakıyorum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 44)

4- «Hadsiz şükrolsun ki, şimdi Ankara içinde küçük bir medrese-i Nuriye mânâsında, küçük Said’ler ve Nurun fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 60)
5- «Urfa ve Diyarbakır’daki faal Nur talebeleri birer medrese-i Nuriye kurdular. Risale-i Nur’u her sınıf halktan, bilhassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate okumak suretiyle ilmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe i ulûmun şerefini ihya ettiler. şark havalisinde büyük hizmet-i imaniye ifa olundu.» (Tarihçe-i Hayat sh: 673)
6- «Barla sıddıkları Nurların yazmasına tam çalışmaları, herkesten evvel onların vazifeleridir. Çünkü Barla, birinci medrese-i Nuriye şerefini kazanmasından, o mübarek medreseyi talebesiz bırakmak câiz değil.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 152)
Vakıf talebelerin artması nisbetinde, tayinatları verilecek fedakârların, devamlı kalacağı medrese-i nuriyelerin açılması.

7- «ınşaallah tam Risale-i Nur intişara başlasa, o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risale-i Nur’a vakfeden şakirdlerden çok ziyade fedakâr talebelere kâfi gelecek ve mânevî Medresetü’z-Zehra ve medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak, benim bedelime bu hakikate, bu hale mânevî evlatlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nura kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 234)

Bediüzzaman Hazretleri; Nur Medreselerine gidip ders dinlemenin, eski medreselerden daha faideli olacağını ve daha çok istifade edileceğini beyan eder.

Belki ibadet-i tefekküriye, marifet ve huzur kazanmak gibi feyizleri olduğundan devamlı okumak veya dinlemek gerektiğini bildiren bir mektubunda şöyle der:

8- «Elbette bizlere lâzım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususî dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakirdleri, mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlerinin izahı olduğu için, hem ilim, HAşıYE hem mârifet, hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 248)

ıslâmın hâkimiyet devresinde de medrese hizmetlerinin devam etmesine de bakan iki bahis.

9- «Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız... Medresetü’z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor medresemin vefat etmesi ve Anadolu’da bütün medreselerin kapatılmasıyla vefat etmelerine işaret ederek, umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezartaşı olmuş. “Ey yüz sene sonra gelenler! şu kalenin başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 110)
ıman, hayat, şeri’at olarak tabir edilen üç vazifenin tahakkuk ettiği hâkimiyet devrinde, birinci vazife olan iman hizmetinin, haslar dairesine istinad edeceğine bakan şu ifade mânidardır.
10- «O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.

Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 266)
Yukarıda kısmen kaydedilen beyan ve ifadelerin sarahatiyle, bu dershanelerde münhasıran Risale-i Nur eserlerinin okunmasına, iman hizmetine ait olan bu medreselerin varlığına ve kıyamete kadar değişmez bir esas olduğuna açık beyandır.

Bundan başka, bu eserde tesbit edilen “Haslar Dairesi” ve “Vakf-ı Hayat” esaslarına da bakılırsa, bu esas, daha kuvvet ve vüzuh kazanacağı gibi, bir asra yaklaşan ve teamülen medreseye istinad eden Nurculuk hareketinin de aynı esasa kuvvet verdiği görülecektir.

17

14.06.2004, 16:39

Tekrar Allah Razı Olsun.Hepsini okuma fırsatım olmadı ama gözucuyla baktım. Önemli mevzular. Yazıcıya döküp okumak gerek. Daha devamı varsa onlar içinde Allah Razı Olsun.

18

16.06.2004, 01:56

BABALAR, ANNELER, ÇOCUKLAR

ıSLAM YAşAR


1876-1960
Ömür, bu rakamların arasındaki çizgi kadar kısa. Hayatsa, öncesi ve sonrası gibi uzun. Ömrü hayatın çekirdeği sayanlar, hayatı ömrün ebedî meyvesi yaparlar. Bunun en güzel örneklerinden biri de Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatıdır. Her insan gibi onun ömrü de muayyen bir zamanda geçti. Mezkur iki tarih arasında. Fakat orada yaşanan hayat, saadet-i dâreyne muntazır semereler verdi. Hatta, hayat değil hayatlar sığdı o ömre. Zîra hepimiz, ömrün mahiyetini onun sayesinde anlayan ve eserlerini okuyarak hayatın mânâsını yaşamaya çalışan insanlarız. Bu itibarla, ona medyun-u şükrânız ve vefatının kırk dördüncü yılında da bir kere daha anıyoruz. Hem de, rahmetle ve hasretle. Çünkü yalnız ona değil, onun temsil ettiği değerlere ve onu yetiştirip zamana armağan eden ebeveynlere de hasretiz. Bilhassa babasına, annesine; onların hallerine, hasletlerine. Hassaten hassasiyetlerine.
***
Mirza Efendi ve Nuriye Hanım. Biri seyyid, diğeri şerif. Bir diğer deyişle Hasenî ve Hüseynî. Yani Mirza Efendi Hazret-i Hasan’ın soyundan geliyor, Nuriye Hanım Hazret-i Hüseyin’in sulbünden. ıkisi de ehl-i beyt. ıkisi de tuhfe-i nebevî, mevhibe-i ılâhi.
Asr-ı Saadette, zürriyet-i Pâk-i Muhammedî’den (asm) nebean ettikten sonra, önlerine pek çok engel çıkarılsa, çeşitli felâketler yaşayıp zulme maruz kalsalar da ayrı ayrı kollar halinde asırlarca aktılar. ılây-ı kelimetullah inancıyla hareket ettikleri için, gittikleri yerlerde örnek insanlar yetiştirip kalıcı izler bırakarak çöller geçtiler, dağlar aştılar. Nurs ve Bilkan köylerine gelip yerleştikleri zaman asılları kadar berraktılar. Kaderin tecellîsi neticesinde yuva kurarken de her yönden atalarını örnek aldılar. Ve hep öyle kaldılar. Çünkü, o zaman bir köydü Nurs.
Etrafını saran dağlar, mevsim boyu karlarla kaplı olduğundan yılın sekiz ayında çevre ile bağları kesilen, kalan zamanda da çok çalışmak gerektiğinden sakinlerine başka yerlere gitme fırsatı vermeyen küçük bir dağ köyü. Bu yüzden, ekser köy kadınları gibi onun annesi de hayatı boyunca köy hudutları dışına çıkmadı. Babası bazı zarurî bir haller zuhur ettiği zaman çıktı ise de en fazla komşu köy, kasaba ve illere kadar gitmedi. Hal böyle olunca, onların bütün dünyaları köylerinden ve ailelerinden ibaret kaldı. Dışarıdan menhiyât gelmediği için içerde hevesât işleme fırsatı bulamadı ve fıtrî hasletlerini hassasiyetle korudular. Nesiller boyu evlâtlarını da hep bu ahvâl içinde yetiştirmeye gayret ettiler.
***
Samimi bir insan, muttakî bir Müslümandı Mirza Efendi.
En büyük gayesi, insanlığın icaplarını hayatına rehber yapıp ıslâm’ın şartlarını yaşamaya çalışırken; bütün aile efradının da o hallere ittiba etmesi için müsait bir zemin hazırlamaktı. Bunun, ancak onları helâl kazançla beslemekle mümkün olacağını bildiğinden gece gündüz çalışır, fakr u zarûret içinde yaşadığı halde kimseden zekât ve sadaka dahil hiçbir yardım almazdı. Bu meselede o kadar hassastı ki, değil ailesi, hayvanlarının bile haram sayılabilecek bir şeyler yemelerine meydan vermez; tarlaya, gidip gelirken yol kenarındaki bahçelerden sarkan yeşilliklere uzanmamaları için ağızlarını bağlardı.
Lâkin hassasiyetinin, hayvanlar için fiilî bir işkence haline gelmesine de fırsat vermez, eve gidince gönüllerini almak istercesine önlerine, saman ve yemden önce bir miktar taze ot, yeşil yaprak koyardı. Aynı hassasiyet, Nuriye Hanımda da vardı.
O da, doğruluğuna inandığı hakikatleri yalnız kendisi yaşamakla kalmaz ve ayniyle çocuklarına da aksettirmeye çalışırdı. Onları abdestsiz emzirmemeye ve besmelesiz yemek yapmamaya husûsi bir itina gösterirdi. Bu hassasiyet ve itina sayesinde o iptidaî ev, mükemmel bir mektep haline gelmişti.
***
Nuriye Hanımdı, o iptidaî mektebin en müessir muallimi. Said Nursî’nin, yıllar sonra “Ben seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum vâlidemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda âdetâ maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine binâ edildiğini aynen gördüm” şeklinde de ifade ettiği gibi herkese her hali ile fiilî ve mânevî dersler verirdi.
Fakat, zaman zaman annelik şefkati muallimlik hassasiyetinin önüne geçiyor olmalı ki, her anne gibi o da evlâtlarının, ancak kendi yanında iken emniyette olabileceklerini zannederek hiç birini yanından ayırmak istemezdi.
Sık sık hareketlenen hissî galeyana rağmen, onların büyük medreselere gidip okumalarının, hem kendileri, hem de vatan, millet ve din için faydalı olacağını düşünerek gitmelerine razı olsa da, yüreği onlar dönünceye kadar âdeta ateş üstünde gezinirdi. Bilhassa medreseye gitmek için sabî denecek yaşta evden ayrılmasının da tesiriyle, farklı bir ruh hali içinde Said’in yolunu gözler, ondan maceralı haberler geldikçe gözyaşları dökerdi.
Mirza Efendi ise böyle hadiseler karşısında, “Maşaallah! Oğlum, yine ehemmiyetli bir iş yapmış, kahramanlıklar göstermiş ki, herkes ondan bahsediyor” diyerek sevincini ifade eder ve eve hakim olan hissî havayı dengelerdi.
Ailenin ağabey, abla sıfatı taşıyan fertleri de aynı şekilde hareket ettiklerinden; anne şefkatinin, baba metanetinin ve ağabey, abla mesuliyetinin hakim olduğu böyle bir aile içinde yetişenler, onların hallerini yaşar, vasıflarını taşırlardı. Said Nursî’nin: “Ben şefkat dersimi annemden, nizam ve intizam dersimi de babamdan aldım” sözleri o uhrevî ahvâlin ifadesiydi.
***
Fakat bu ailenin asıl alâmet-i farikası, mânevî havası idi. Zîra, aile fertlerinin ideallerine Allah’ın rızasını kazanma heyecanı, hareketlere ibadet sürûru, hallerine uhuvvet mutluluğu, sohbetlerine de muhabbet-i Muhammediye (asm) muhtevası hakim olurdu. Bu uhrevî iklim gönüllerden bir an bile eksik olmadığından, zahiren sade ve basit gibi görünen hanenin batınında mânen muhteşem bir tefrişat vardı.
Onun için de insanların yüzlerinden tebessüm, dillerinden terennüm, tavırlarından tevazu, vakarlarından asâlet hiç eksik olmazdı. Biraz da bu yüzden, bilhassa çocukların eğitimleri ile ilgili hususlarda annenin, babanın ve ailenin diğer büyüklerinin kifayet etmediği hallerde, o mânevîyat mihrakları yetişirdi imdada.
Ailenin bu husûsiyeti o kadar tebarüz etmişti ki, kaybolan cevizleri bulmak gibi çok sıradan istekler ve ihtiyaçlar için bile Fatiha mukabili onlardan yardım istenir, genellikle beklenen yardım gecikmeden gelirdi.
Böyle harika haller, Said’in tahsil hayatında da defalarca yaşanmıştı. ıçinde doğup büyüdüğü irfan mektebinden öğrenebileceği bütün bilgileri alıp hasletleri kazandıktan sonra medreselere giden Said, beklediği ilmi de ilgiyi de bulamayınca çok üzülmüştü.
Artık oralarda kalmanın kendisine bir şey kazandırmayacağını, aksine zaman kaybettireceğini anlayınca “ınsanın, husûsan Müslümanın tahassüngâhı ve bir nevî cenneti ve küçük bir dünyası” olan aile ocağına sığınmıştı.
Mevcut şartlarda yapabileceği tek şey, iç dünyasını mânevî bir murakabeden geçirip gerekli vecibeleri yerine getirdikten sonra Allah’a iltica etmek ve ‘ılm-ü ledün sultanından’ himmet beklemekti. Bunu bildiği için o da, başta annesi ve babası olmak üzere ailede hemen herkesin, her vesile ile tevessül ettiği yola baş vurmuş ve annesinin anlattığı Siyer-i Nebî maceralarını dinleyerek uyumuştu.

Daha sonra Tarihçe-i Hayat’ında “Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı nasıl ziyaret edeceğini düşünür. Nihayet sırat köprüsünün başına gidip durmak hatırına gelir. ‘Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim’ der ve Sırat Köprüsünün başına gider. Bütün peygamberân-ı i’zâm hazerâtını birer birer ziyaret eder. Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar olur” cümleleri ile anlatıldığı gibi Peygamberimizi rüyasında görmüş ve ondan ilim talep etmişti.

Peygamber Efendimizden, “Ümmetimden suâl sormamak şartıyla sana ilm-i Kur’ân verilecektir” müjdesini alınca tahsiline devam etmiş ve üç ayda doksan kitap ezberleyip heyet huzurunda imtihana girerek daha buluğ çağına ermeden icazet almıştı. Bu hayat hallerini, birbirini tamamlayan Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said safhaları takip etmiş ve Mirza Efendinin, Nuriye Hanımın hassasiyetleri, o mükemmel meyveyi vermişti: Bediüzzaman Said Nursî.
***
Eskiden ailelerin pek çoğu benzer vasıflar taşıyordu. Ne var ki, zamanı sarıp asrın sıfatı haline gelen felâket ve helâket halleri, cemiyetle birlikte aileyi de vurdu.
Aile cemiyetin çekirdeği hüviyetini taşıdığı için, onun uğradığı felâket, diğer içtimaî müesseselerden çok daha tahripkâr oldu. Yuvasından yara alarak çıkan fertler, cemiyetin yanı sıra devleti ve milleti de fesada verdi.
Devlet ricalinin ve hükümet erkanının, zaten aile müessesesini korumak gibi bir çabası yoktu. Onun için aileyi bozucu faaliyetlerde bulunan bazı çevreler, te’dip yerine teşvik ve takdir gördüler. Böylece aileyi koruma işi, yine ailenin kendisine kaldı. Gelinen nokta, en fazla annelerin işini zorlaştırdı. Çünkü, anne ailenin orta direği idi. O sağlam durduğu sürece aile yıkılmazdı.
Zamane annelerinin gönülleri zengin, kalpleri müşfik de olsa; akılları meşgul, vicdanları yaralıydı. Çok geçmeden zamanlarının çoğunu, çocukların eğitiminden ziyade mâlâyanî meşguliyetlere ayırma zaafına düştüler.
Bilhassa televizyon ve radyo gibi yanlış ellere geçtikçe illetleşen âletler, alenî bir şekilde ailenin haremine hulûl ettikten sonra artık o da bel vermeye başladı.
Bediüzzaman’ın, “Nasıl ki bir câzibedar sefihâne ve sarhoşâne şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mestûre hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar” ifadeleri ile de dikkat çektiği gibi mütedeyyin hanımlar bile hislerini bu kirli akıntıya kaptırmaktan kurtulamadılar.
Neticede; fâni bir ömür içinde, basit hevesler uğruna, nice ebedî hayatlar heder edildi.
Hâlâ da ediliyor.
***
Babalar, anneler, çocuklar!.. Ağabeyler, ablalar, bacılar, kardeşler. Ve, taşıdığı sıfatları hakikî mânâsıyla yaşayarak ebedî saadeti kazanmak isteyenler. Bunu nasıl yapacağınızı bilmiyorsanız, işte size en güzel örnek: Bediüzzaman Said Nursî ve ailesi... Onları örnek alın ve onlar gibi olun.


Yeni ASYA-23.03.2004

19

17.06.2004, 17:01

Risale-i Nur Külliyatının Telif Kronolojisi*

1899 Kızıl ıcaz Arapça
1908-1909 Reçetet-ül Avam Arapça 1912
1909 Divan-ı Harbi Örfi 1911
1911 Reçetet-ül Ulema veya
Saykal-ül ıslam Arapça 1912
1911 Hutbe-i şamiye 1911
1911 Münazarat 1911
1911 Muhakemat Türkçe 1911
1911 Teşhis-ül illet Arapça 1912
1911 Deva's ül Ye's 1911
1911 Nutuk-1 1912
1914-1916 ışarat-ül ıcaz 1918
1919 Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı 1919
1919 Nokta Türkçe 1919
1920 Hakikat Çekirdekleri-1 Türkçe 1920
1920 Sünuhat Türkçe 1920
1921 Hakikat Çekirdekleri-2 Türkçe 1921
1921 Lemaat Türkçe 1921
1921 şuaat Türkçe 1921
1921 Rumuz Türkçe 1921
1921 Tulûât Türkçe 1921
Muhakemat Türkçe 1921
1922 Katre Arapça 1922
1922 Zeyl-ül- Katre Arapça 1922
1922 Habbe Arapça 1922
1922 Zeyl-ül Habbe Arapça 1922
1922 Zerre Arapça 1922
1922 şemme Arapça 1922
1922 Zeyl Arapça 1922
1923 Zehre Arapça 1923
1923 Zehrenin zeyli Arapça 1923
1923 Habab Arapça 1923
1923 Zeyl-ül Habab Arapça 1923
1922 Hutuvat-ı Sitte Türkçe ve Arapça 1922

1926-1930 SÖZLER
1926 Birinci söz Türkçe
1926 ıkinci Söz Türkçe
1926 Üçüncü Söz Türkçe
1926 Dördüncü Söz Türkçe
1926 Beşinci Söz Türkçe
1926 Altıncı Söz Türkçe
1926 Yedinci Söz Türkçe
1926 Sekizinci Söz Türkçe
1926 Dokuzuncu Söz Türkçe
1926 Onuncu Söz Türkçe
Onbirinci Söz Türkçe
Onikinci Söz Türkçe
Onüçüncü Söz Türkçe
Ondördüncü Söz Türkçe
1933 Ondördüncü Söz'ün Zeyli Türkçe
Onbeşinci Söz Türkçe
Onaltıncı Söz Türkçe
Onyedinci Söz Türkçe
1927 Onsekizinci Söz Türkçe
Ondokuzuncu Söz Türkçe
1926 Yirminci Söz Türkçe
1926 Yirmibirinci Söz Türkçe
1926 Yirmiikinci Söz Türkçe
1929 Yirmiüçüncü Söz Türkçe
Yirmidördüncü Söz Türkçe
1927 Yirmibeşinci Söz Türkçe
Yirmialtıncı Söz Türkçe
1929 Yirmiyedinci Söz ve Zeyli Türkçe
Yirmisekizinci Söz Türkçe
1928-30 Yirmidokuzuncu Söz Türkçe
1928-30 Otuzuncu Söz Türkçe
1928-30 Otuzbirinci Söz Türkçe
1928-30 Otuzikinci Söz Türkçe
1928-30 Otuzüçüncü Söz Türkçe

1929-1934 MEKTUBAT
1929 Birinci Mektup Türkçe
1930 ıkinci Mektup Türkçe
1930 Üçüncü Mektup Türkçe
1930-31 Dördüncü Mektup Türkçe
1930-31 Beşinci Mektup Türkçe
1930-31 Altıncı Mektup Türkçe
Yedinci Mektup Türkçe
Sekizinci Mektup Türkçe
1930 Dokuzuncu Mektup Türkçe
Onunucu Mektup Türkçe
Onbirinci Mektup Türkçe
Onikinci Mektup Türkçe
1929 Onüçüncü Mektup Türkçe
Telif edilmedi Ondördüncü Mektup
Onbeşinci Mektup Türkçe
1930-31 Onaltıncı Mektup Türkçe
1931 Onaltıncı Mektup'un Zeyli Türkçe
1930 Onyedinci Mektup Türkçe
Onsekizinci Mektup Türkçe
1929 Ondokuzuncu Mektup Türkçe
1928 Yirminci Mektup Türkçe
Yirmibirinci Mektup Türkçe
Yirmiikinci Mektup Türkçe
1933 Yirmiüçüncü Mektup Türkçe
1928 Yirmidördüncü Mektup Türkçe
Telif edilmedi Yirmibeşinci Mektup
1932 Yirmialtıncı Mektup Türkçe
1931 Yirmialtıncı Mektup'un
ıkinci Kısmı Türkçe
1929-1960 Yirmiyedinci Mektup
(Bütün lahika mektupları) Türkçe
1931 Yirmisekizinci Mektup
(Birinci parçası) Türkçe
1933 Yirmisekizinci Mektup
(ıkinci parçası) Türkçe
1934 Yirmidokuzuncu Mektup
(Birinci Kısım) Türkçe
1916-18 Otuzuncu Mektup
(ışarat-ül ıcaz) Türkçe
Otuzbirinci Mektup Türkçe
1921 Otuzikinci Mektup
(Lemaat) Türkçe
1929 Otuzüçüncü Mektup Türkçe

1932-1936 LEMALAR
1932 Birinci Lem'a Türkçe
1932 ıkinci Lem'a Türkçe
1932 Üçüncü Lem'a Türkçe
1932 Dördüncü Lem'a Türkçe
Telif edilmedi Beşinci Lem'a
Telif edilmedi Altıncı Lem'a
1932 Yedinci Lem'a Türkçe
1933 Sekizinci Lem'a Türkçe
1932 Dokuzuncu Lem'a Türkçe
1934 Onuncu Lem'a Türkçe
1933 Onbirinci Lem'a Türkçe
1934 Onikinci Lem'a Türkçe
Onüçüncü Lem'a Türkçe
1934 Ondördüncü Lem'a Türkçe
Onbeşinci Lem'a Türkçe
1934 Onaltıncı Lem'a Türkçe
1933 Onyedinci Lem'a Türkçe
1934 Onsekizinci Lem'a Türkçe
1935 Ondokuzuncu Lem'a Türkçe
1934 Yirminci Lem'a Türkçe
1934 Yirimibirinci Lem'a Türkçe
Yirmiikinci Lem'a Türkçe
Yirmiüçüncü Lem'a Türkçe
1934 Yirmidördüncü Lem'a Türkçe
1934 Yirmibeşinci Lem'a Türkçe
1934 Yirmialtıncı Lem'a Türkçe
1935-36 Yirmiyedinci Lem'a Türkçe
1935 Yirmisekizinci Lem'a Türkçe
1935 Yirmidokuzuncu Lem'a Türkçe
1935-36 Otuzuncu Lem'a Türkçe
Otuzbirinci Lem'a Türkçe
Otuzikinci Lem'a Türkçe
1921-23 Otuzüçüncü Lem'a
(Mesnevi-i Arabi) Türkçe

1936-1949 şUALAR
1936 Birinci şua Türkçe
1936 ıkinci şua Türkçe
1937 Üçüncü şua Türkçe
1938 Dördüncü şua Türkçe
1938 Beşinci şua Türkçe
Altıncı şua Türkçe
1938 Yedinci şua
(Ayetü’l Kübra) Türkçe
1942 Sekizinci şua Türkçe
Dokuzuncu şua Türkçe
1940 Onuncu şua Türkçe
1943-1944 Onbirinci şua Türkçe
1944 Onikinci şua
(Meyve Risalesi) Türkçe
1943-1944 Onüçüncü şua Türkçe
1948-49 Ondördüncü şua Türkçe
1949 Onbeşinci şua Türkçe

*Not:
1. Araştırmacılara kolaylık sağlamak amacıyla 1926'dan sonra telif edilen eserlerin sıralaması bölüm başlıklarına göre yapılmış ve kronolojik sıra dikkate alınmamıştır. 2. 1926'dan sonra telif edilen eserler elle yazılarak ve teksir makinaları yoluyla çoğaltılmışlardır. Bu eserlerin ilk baskısı ancak 1957-58 yıllarında yapılmıştır.

Yer Imleri:

Bu konuyu değerlendir