Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, Muhabbet Fedâileri sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

81

03.03.2010, 13:09

Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrının; Cenâb-ı Hak ve insanlar açısından değerlendirmesini yapar mısınız? Bu, bir ihtiyaçtan mı geliyor veya iradî bir tasarruf mudur?

“İnsan, şuun-u İlâhi,yenin bir mikyasıdır.”buyuran Üstad hazretleri bu derin hakikati de insandan bir örnek vererek aklımıza yaklaştırıyor:

“İşte nasılki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa; elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir:

Birisi: Vazifeye terettüb eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki; ona "ille-i gaiye" denilir.

İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki: Hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki, ona "dâî ve muktazî" tabir edilir.” Mektubat (On Sekizinci Mektup)
Birinci şıkta zikredilen “maslahatların, semerelerin, faidelerin” tamamı, bu kâinat sarayında misafir edilen canlılar için söz konusudur. Allah’ın, ne güneşte yarattığı ışığa, ne ağaçtan çıkardığı meyveye ihtiyacı olmayacağı çok açık bir gerçektir.

İkinci maddede nazara verilen “dâî ve muktazi” şıkkı, Cenâb-ı Hak için de düşünülebilir; ancak, “muhabbet, iştiyak, lezzet” denilince bizim kendi ölçülerimizle anladığımız manalardan Cenâb-ı Hakkın münezzeh olduğunu hatırdan çıkarmamak şartıyla. Bunun içindir ki, Üstadımız bu konuda örnekler verirken “lezzet-i mukaddese, aşk-ı münezzeh, ferah-ı mukaddes, şevk-i mukaddes, sürur-u mukaddes” gibi tabirler kullanır.

Konuya şöyle yaklaşmak gerekiyor:

“Allah vardı ve onunla beraber hiçbir şey yoktu.” Hadis-i Kutsî

Yarattığı her şey O’nun lutfuyla varlık sahasına çıkıyor. Eğer bu varlık, hayat sahibi ise yine O’nun ihsanıyla, bir ömür boyu, bütün ihtiyaçlarını görüyor, O’nun yarattığı rızıklarla besleniyor, O’nun güneşiyle aydınlanıyor, O’nun havasını teneffüs ediyor.

Hayatlarını devam ettirebilmeleri için, bütün bir varlık âlemine muhtaç olan bu canlılara Allah’ın hiçbir cihetle muhtaç olmayacağı açık bir gerçektir.

Allah ne gözün görmesine, ne kulağın işitmesine, ne aklın anlamasına, ne vicdanın tasdikine, ne de kalbin inanmasına muhtaçtır.

Allah’ın varlığı vaciptir, insanınki ise mümkindir. Bu iki varlık mertebesi arasındaki fark, insan ile yazdığı bir cümle arasındaki farktan çok daha ileridir. Yani, insan da bir varlıktır, yazdığı yazı da. Ama aralarındaki fark, rakamlara sığmayacak kadar büyüktür. Ve o insan, yazdığı yazının hiçbir kelimesine, hiçbir manasına muhtaç olmaz. Yazılar, kelimeler birbirleriyle kıyasa girerler, birbirleriyle benzerlik gösterirler. Ama kâtip, o yazıların hiçbirine, hiçbir cihetle benzemez.

Nur Külliyatında “kelimat-ı kudret, mektubat-ı Samedani, mektub-u Rabbani” gibi tabirler geçer. İnsan da kudret kalemiyle yazılmış bir kelimedir. Allah’ın terbiye ettiği, bütün mahlukata muhtaç olarak yarattığı ve bütün ihtiyaçlarını gördüğü Samedanî ve Rabbanî bir mektup.

Ve bir kâtip, yazdığı yazının hiçbir kelimesine benzemediği gibi, Cenâb-ı Hak da bu varlıkların hiçbirine, hiçbir cihetle benzemez. Yani, Onun varlığı başka varlıklara benzemediği gibi, görmesi başka görmelere, işitmesi diğer işitmelere benzemez. Aynı şekilde, O’nun kendi kemalini aynalarda bizzat müşahede etmesi ve kudret kalemiyle yazdığı Rabbanî mektuplara “müştak seyircilerin nazarıyla bakması” da, insanların kendi eserlerini seyretmelerine ve onlara başkalarının nazarıyla bakmalarına benzemez. Bu önemli noktayı göz önünde bulundurarak, sorunun cevabını vermeye çalışalım.

Allah’ın zatı, Kur’anın ifadesiyle “Ğaniyyü’n- ani’l-âlemîn” dir; kendi yarattığı ve terbiye ettiği âlemlere muhtaç olmadan münezzehtir.

Bu konuda pek çok ayet-i kerime mevcuttur. Bunlardan sadece üçünü, numune olarak, takdim ediyoruz:
“Kim cihat ederse, kendi nefsi için cihat etmiş olur. Çünkü, Allah, âlemlerden müstağnidir.” Ankebut Sûresi, 6

“Yoluna gücü yeten her kimsenin o beyti haccetmesi de, insanlar üzerine Allah’ın bir hakkıdır. Ve her kim bu hakkı tanımazsa, bilmiş olsun ki, Allah’ın buna ihtiyacı yoktur ve o bütün âlemlerden ganidir.” Âl-i İmrân Sûresi, 97

“Eğer inkâr ederseniz, şüphe yok ki, Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Bununla beraber, kulları hesabına, küfre razı olmaz.” Zümer Sûresi, 7

Cenâb-ı Hakkın isimleri ve sıfatları bu noktada biraz farklılık arz eder. Onlar da “tecelliye muhtaç değillerdir, ama tecelli isterler”. İstemekle ihtiyacı karıştırmamak gerekir.

Üstad hazretleri, “Rezzak ismi rızık vermek ister, Şafi ismi hastalıkların vücudunu ister…..” buyurur. Yani Rezzak isminin mahiyetinde muhtaçların rızıklandırılmasını istemek vardır. Aksi halde bu isim tecelli etmeyecektir.

Bazı tasavvuf âlimleri, “Rahmetim gazabımı geçti.” hadis-i kutsîsine mana verirken şöyle derler:
“Allah’ın bütün isimleri tecelli isterler. Eğer tecelli etmeseler, bu isimler tecellisiz kalacaklar, bu ise onlarla sergilenecek rahmet eserlerinin yoklukta bırakılması demek olacaktır. Allah’ın rahmeti gazabını geçti de isimlerini tecellisiz bırakmadı ve mahlukatı yarattı.”

Bu manayı insanlık âleminde, uzaktan uzağa, bir derece seyredebiliriz:

- Çok cömert bir insan, ama kimseye hiçbir yardım yaptığı henüz görülmemiş.

- Çok âlim bir kişi ama, bu güne dek ne bir söz söylediği işitilmiş ne bir eser yazdığı görülmüş.

Örnekler çoğaltılabilir. Bu ve benzeri kemallerin mutlaka kendini göstermesi gerektiği, aksi halde bilinemeyecekleri ve onlardan istifade edilemeyeceği bir gerçektir.

Bu küçük insan bile, kendinde bulunan bu üstünlükleri tecelli ettirerek başkalarını faydalandırma yoluna giderse, Rahmân ve Rahîm olan Allah elbette esmâ ve sıfatlarını tecelli ettirecek ve onları seyredecek varlıkları da yaratıp onları tefekkürle, şükürle kemale erdirecektir.

Allah’ın bütün isimlerinin tecelli istediklerini ifade etmiştik. Her ismin de, tabir-i caizse, alt birimleri, farklı şubeleri var. Örnek olarak “Rab” ismini alalım. Rabbü’l-âlemîn, “bütün âlemlerin terbiye edicisi” demektir. Rabbüs-semavâti vel arz, “semanın ve arzın Rabbi”; Rabbü’n-nas ise “insanların Rabbi” demektir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, her bir canlı türünün, hatta her bir elementin terbiyesi farklı olduğundan, Rab isminin onun terbiyesine bakan bir alt şubesi vardır.

Her bir insan da ayrı bir âlem olduğundan, Rab isminin her insana bakan ayrı bir veçhesi vardır.
İşte birbirinden farklı bu kadar mahlûkun her biri, “kendine bakan Rab isminin tecelli etmek istemesiyle ortaya çıkmışlardır” diyebiliriz.

Bu konuya şu hadis-i kutsînin ışığında bakabiliriz:

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) de mahlukatı yarattım.”

Bu mana, en ileri derecesiyle insanda kendini gösterir:

Allah, hayat vermekle bize “Hayy (hayat sahibi) ve Muhyi (hayat verici) olduğunu bildirmiş, biz de Allah’ı böylece tanıma imkânına kavuşmuşuz.

Bize verdiği cüz’i kudretle O’nun sonsuz kudretini, cüz’i irademizle O’nun küllî iradesini, cüz’i işitmemizle O’nun her şeyi birlikte işitmesini bildiğimiz gibi, şefkatimizle O’nun merhametini, öfkemizle gazabını, suçluları bağışlamamızla O’nun afv ve mağfiretini bilmiş, Rabbimizi bu sıfatlarıyla tanımış oluruz.

İnsan, bu âlemde, hem Allah’ın en mükemmel eseri, hem de kâinat sergisinin yine en mükemmel seyircisidir. Bu sergide teşhir edilen eserlerin her biri ayrı bir mucize olduğu gibi, onları seyir, taktir ve tahsin edecek bir varlık yaratması da Allah’ın yine en büyük bir mucizedir.

Özetleyecek olursak:

Allah’ın bilinmek istemesi rahmetindendir ve o mukaddes sıfatlarının ve güzel isimlerinin tecelli etmek istemelerinin bir neticesidir. Bunu ihtiyaç olarak değerlendirmek hatadır.

82

03.03.2010, 13:10

Senin hayatının gayelerinin icmâli dokuz emirdir. Bu dokuz emri açar mısınız?

Dokuz emtin tümünü tafsilatlı olarak ifade etmek bizim için büyük bir zaman kaybıdır. Diğer soruların uzun süre bekletilmesi demektir. Bu nedenler uzun izahlar için Nurpenceresi.com sitemizde sohbetler serisi başlattık ve ayrıca bütün külliyat baştan sona sohbet şeklinde takdim edilmek hedeflenmiştir. İhtiyaçların bu çerçevede giderilecektir. Şimdilik icmal ile iktifa etmenizi istirham ederiz. On birinci sözde geçen bu emirler şunlardır:

Ey gafil nefsim! Senin hayatının gayesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının suretini, hem hayatının sırr-ı hakikatini, hem hayatının kemâl-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak. Senin hayatının gayelerinin icmâli dokuz emirdir.

Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.

İnsanın vücuduna sayısız duygular konulmuştur. Bu duyguların hepsi bir terazi gibi, Allah’ın rahmet ve ihsanı ile vermiş olduğu nimetleri tartıp buna karşı şükretmektir. Mesele göz bir terazidir. İnsan, görüntü alemindeki rahmet nimetlerini bu terazi ile tartar ve gözün vasıtası ile şükreder.

İkincisi: Senin fıtratında vaz edilen cihazatın anahtarlarıyla esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır.

İnsanın yaratılışına takılan maddi ve manevi her bir cihaz Allah’ın ulvi ve kudsi isimlerinin manalarına açılan bir penceredir. İnsan bu cihaz penceresi ile Allah’ın isimlerinin defineleri hükmünde olan manaları ve tecellileri anlar ve açar. Bu cihazlar sayesinde Allah’ı isimleri ile beraber tanır. Mesela akıl bir cihazdır. İnsan bu cihaz ile Allah’ın isimlerinin manasını çözümler ve anlar.

Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san'atlarını ve lâtif cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhar etmektir.

Şu içinde bulunduğumuz dünya Allah’ın her bir isminden hasıl olan ayrı ayrı sanatların sergilendiği bir sergi salonudur. İnsan ise bu sergi salonunun en donanımlı ve kuşatıcı seyircisidir. Her bir sanatı anlamak ve takdir etmek kabiliyeti insanda mevcuttur. İşte insan bu sergilenen sanatları bilip, hayatında da teşhir ve ilan edecek bir misafirdir. Mesela bu salonda Allah’ın Adl ismi kendisini sanatları ile sergiliyor. İnsan bu sergilenen adalet manasını burada okuyup, sonra hayatına tatbik ederek bu manayı ilan etmesi en önemli vazifesidir.

Dördüncüsü: Lisan-ı hal ve kalinle Hâlıkının dergâh-ı rububiyetine ubudiyetini ilân etmektir.

İnsan hem hal dili ile hem de kal dili ile kulluğunu Yaratıcının Rububiyet dergahına ilan etmesi en büyük görevidir. Halimizdeki nihayetsiz kulluk dillerini okuyup, bunu normal konuşma dilimiz ile Allah’a arz etmemiz gerekir. Hal diline bir örnek, nihayetsiz acizliğimizi görüp aciz olmayan Allah’a istinat etmektir. Kal dili ise normal dua ve ibadetlerimizdir.

Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla bilerek süslenip o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir.

Allah’ın isim ve sıfatlarını üzerimizde amel ve ahlak olarak göstermek demektir. Mesela hayatımızda adaletli olmamız Adl ismini gösterir, cömert olmamız Allah’ın Cevad ve Kerim isimlerini üzerimizde ilan etmektir.

Altıncısı: Zevilhayat olanların, tezahürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyatları; ve rumûzât-ı hayatiye denilen, Sânilerine tesbihatları; ve semerat ve gayât-ı hayatiye denilen, Vâhibül-Hayata arz-ı ubudiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkürle görüp şehadetle göstermektir.

İnsan şu kainatın halifesi ve kumandanı hükmünde olduğu için, bütün kainatın ve içindekilerin Allah’a yapmış oldukları tesbih ve tahiyyeleri iman ve tefekkür gözü ile görüp bunları Allah’a şahitlik makamında takdim etmektir.

Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz'î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vahid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçülerle bilmektir. Meselâ, sen cüz'î iktidarın ve cüz'î ilmin ve cüz'î iradenle bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.

İnsan, bilinmeyeni bilinen ile kıyas yapmadan, bir şeyi idrak edemez. Bu yüzden Allah kendi isim ve sıfatlarını kıyaslaması ve idrak etmesi için insana bir takım vehmi ve farazi hatlar tayin etmiştir. Bu hatlar sayesinde insan Allah’ın mutlak ve sınırı olmayan isimlerini bilebilir ve bulabilir. Mesela insana vehmi ve farazi olarak cüzi bir kudret verilmiştir. İnsan bu cüzi kudretini Allah’ın sonsuz kudretine bir dürbün, bir mikyas yaparak, kıyasa gider ve bir derece o sonsuz kudret hakkında malumat sahibi olur. İnsan der; ben cüzi kudretim ile şu evi yaptım. Allah ise sonsuz kudreti ile bütün kainatı yaptı. Şayet bu cüzi kudret olmasa idi, insan hiçbir zaman Allah’ın sonsuz kudretini hissedip bilemeyecekti. Ama insandaki bu cüzi kudret ve buna benzer bir takım farazi hatlar hakiki anlamda insanın değildir. İnsan bu cüzi sahibiyet ve malikiyet duygularını sadece kavramak ve kıyaslamak için kullanabilir. Şaşırıp da, gerçek sahibim derse şirk derelerine yuvarlanır.

Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudatın herbiri kendine mahsus bir dille Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin rububiyetine dair mânevî sözlerini fehmetmektir.

Kainatta yüz binlerce tür ve nev vardır. Her bir tür ve nevin de kendine özel bir ibadet dili vardır. İnsan da şu kainatın halifesi olması hasebi ile bütün bu türlerin ibadet dilini okuması ve anlamaya çalışması bir vazifesidir.

Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlâhiye ve gınâ-yı Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-yı İlâhiyenin derecatını fehmetmelisin. ( On Birinci Söz)

İnsan nihayetsiz acizlik ve zayıflık ile donatılmıştır. Bu acizlik ve zayıflık damarı ile aciz ve zayıf olmayan Allah’ı bilip bulması gerekir. Nihayetsiz kusurlu olması, kusursuz olan Allah’ı bilebilmesi içindir. İnsan bu zıt vasıflarla Allah’ın kemal sıfatlarına intikal etmesi en güzel bir marifet yoludur.

sorularla risalei nur

83

03.03.2010, 13:12

Allah'ın eserlerine bakıp, gaibane muamele suretinde, saltanat-ı Rububiyetin mehâsinine temâşâger makamında kendilerini gördüklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini eda edip Allahu ekber dediler." izah eder misiniz?


Evvelen: Âsâra bakıp, gaibâne muamele suretinde, saltanat-ı Rububiyetin mehâsinine temâşâger makamında kendilerini gördüklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini eda edip Allahu ekber dediler.İzah: Kainat ve bütün mevcudat, Allah’ın isim ve sıfatlarını üzerinde gösterdiği ve ilan ettiği birer sanat, birer eserdirler. İşte kamil bir iman sahibi; insanın vazifesi bu sanat ve eserlere bakıp, bu sanat ve eserler üzerinde tecelli eden isim ve sıfatları okuyup, görmediği Allah’ı tekbir ve tesbihler ile yad etmektir. İnsan, Allah’ın sonsuz azamet ve Kibriya sahibi olduğunu, aynı zamanda bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunduğunu, O'nun eserleri ve sanatlarından anlıyor ve anladıktan sonra ibadet dili ile bunu ilan ve takdim ediyor. Allah, belki Zat olarak bize gaib olabilir ama; isim ve sıfat noktasından bize zahirdir. İşte biz bu zahir yüzüne bakıp, gaib olan yüzünü tekbir ve tesbih ile ilan etmeliyiz ki, bunun en güzel ve mükemmel vasıtası namazdır.


Saniyen: Esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilveleri olan bedâyiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle, Sübhanallah Velhamdülillâh diyerek takdis ve tahmid vazifesini ifa ettiler.

İzah: Nasıl bir resim sergisinde, resimlerin sanat ve inceliklerini gelen seyircilere duyurmak ve anlatmak için bir vazifeli bulunur. Aynı şekilde insan da şu kainat sergi salonunda; Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini ilan edip duyurmak vazifesi ile memurdur. Bu duyurmak ve ilan etmenin en somut sembolü Sübhanallah Velhamdülillâh kelimeleridir. Bu yüzden bu kelimeler, Kur'an ve namazın çekirdeği gibi her yerinde söyleniyorlar. Yani insan, kainat yüzünde tecelli eden, Allah’ın isimlerinin bir çığırtkanı, bir dellalı, bir şuurlu seyircisidir.

sorularlarisaleinur

84

03.03.2010, 13:13

Rumûzât-ı hayatiye denilen, Sânilerine tesbihatları; ve semerat ve gayât-ı hayatiye denilen, Vâhibü’l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkürle görüp şehadetle göstermektir. Cümlesinin izahı nasıldır?

Hayat sahiplerinin hayatı vasıtası ile etikleri tesbihleri, insanın iman gözü ile okuyup, Allah’a takdim etmesine işaret ediliyor. Her hayat sahibinin hayatı aracılığı ile yaptığı tesbih ve ibadetler vardır. İşte insan bu tesbihleri okuyup, kainatın vekili ve halifesi namına Allah’a takdim etmesi gerekir.

Hayatın en önemli meyve ve gayesi Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olup, onların manasını şuur sahiplerine ilan etmektir. İnsanın da en önemli vazifesi bu ilanatları iman ve tefekkür gözü ile okuyup ibadet dili ile şahitlik etmektir. Nasıl ki bir çiftçi, tarlayı mahsul kaldırmak için ekip biçer, aynı şekilde şu hayat ve kainat tarlasının mahsulü de ibadettir. Bu yüzden ibadet, şu kainatın en önemli ve gerekli bir neticesi ve meyvesi hükmündedir.

"Asker pâdişahından aldığı türlü türlü nişanları, resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi... Sen dahi esmâ-i İlahiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insâniye murassaâtıyla süslen,.." İzahı?

Resmi tören ve merasimlerde, üzerimize türlü türlü elbiseler, nişanlar giyip liderlerin önünden geçiyoruz. Kendimizi onlara gösteriyoruz. Taktir ve beğenilerini kazanmaya çalışıyoruz. Aynen öyle de; bizler, Allah'ın rahmetiyle bize giydirdiği binlerce maddi ve manevi cihaz ve duygularla donatılmışız. Bunların bize verilmesindeki asıl amaç ise; verilen bu cihazatı, Allah'ın istediği şekilde, yani, rızası dairesinde kullanmaktır. Her hal ve davranışımız, Rabbimiz tarafından izlenıyor. Ya taktir veya tektirle mukabele görüyor. İnsan için her gün, bir resmi merasim gibi kabul edilmeli ve ona göre hareket edilmelidir. Çünkü bu merasimde, fotoğraflar çekiliyor, kameralar kaydediyor. Bu kayıt ve fotoğraflar Ahiret sergisinde seyre çıkarılacaktır. Bize verilen her bir cihaz ne için verilmiş ise, o gaye doğrultusunda kullanılmalı ki, değer kazanıp alkışlansın.


Mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalatının bir ahsen-i takvimidir. Cümlesinin izahını yapar mısınız?

Bütün mevcudata farklı miktarlarda, renklerde, dozlarda, şekillerde, zamanlarda yaratılan bütün kemalatın bir noktada toplanması, İNSAN denen en güzel eseri netice vermiştir.

Serpilme manası: Dağıtılma anlamında kulllanılmıştır. Yani, insan denen çekirdeğin içinde bulunan küçük küçük özelliklerin , ağaç denen kainatın her tarafına yayılması ve serpilmesi, demektlr. Çeklirdekte bulunan bir nokta, ağacın yeşil olan rengini temsil ettiği için ağac üzerine serpilmiştir, denebilir. Bu ifade tesadüfi bir serpilme değidir. Anlamlı ve ölçülü bir taksimat, bir dağıtmadır.

Bir misal vermek gerekirse; insanda muhabbet duygusu vardır. En kamil anlamda insanda görülen ve kemalini burada bulan sevgi duygusu, bütün varlıklara farklı miktarda, farklı şekillerde, farklı oranlarda dağıtılmış ve serpilmiştir, denebilir.

"...Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin gözbebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir." Paragrafındaki son cümleyi açıklayabilir misiniz?

Allah, insanın kalbini Ayiney-i Samet olarak yaratmıştır. Yani kusursuz ve her cihetle eksik ve noksandan münezzeh olan Zatı Akdesten başkası ile tatmin olmayacak bir vaziyet ile yaratmıştır. İnsan kalbi, bütün esma ve sıfatları sevecek ve mazhar olacak bir genişliğe ve keskinliğe sahiptir. İnsanın böyle kabiliyetli ve geniş olan kalp aynasını, Allah’ın isim ve sıfatlarını göstermekte ve izhar etmekte kullanması gerektiğine işaret ediyor.

Nasıl insanın göz bebeğine güneş küçük bir model olarak oraya yansımak ile girer. İnsanın kalp aynasına da Allah, bütün isim ve sıfatları ile tecelli olarak girebilir. Ama bu girmek, yani tecelli etmek, insanın iradesinin sarfından sonra olur. Üstat, bu manayı kalbin göz bebeğine aksi nurunu yerleştir tabiri ile ifade ediyor.

Özetle, kalbin göz bebeğine aksi nurun yerleşmesi demek, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının geniş ve keskin olan insanın kalp aynasında tecelli etmesi ve görünmesi demektir.


Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san'atlarını ve latîf cilvelerini bilerek, hayatınla teşhir ve izhâr etmektir. Bu cümleyi açıklar mısınız?

Allah, kainatı kendi isim ve sıfatlarını gösterip sergilemek için, bir ayna suretinde yaratmıştır. Ya da kainat bir fakültedir, ders konusu ise; Allah’ın isim ve sıfatlarıdır. Kainatta her mahluk ve mevcut, hakkı ile Allah’ın isim ve sıfatlarını üstünde teşhir edip ilan ederken, kainatın en önemli ve en kapsamlı aynası hükmünde olan insanın, bu vazifeyi ifa etmemesi elbette büyük bir cürümdür. İnsan kainatın küçük bir numunesi olması yönünden, kainatta azametle tecelli eden isim ve sıfatlar, insanda daha mütevazi ve okunaklı bir şekilde tecelli ediyor. Bize düşen görev; bu tecelli eden isim ve sıfatları üstümüzde görünür hale getirmektir. Bu da; ancak iman ve ibadet ile mümkündür.

Allah’ın her bir şuunatı, sıfatları ve isimleri, insanın mahiyetinde bir nakış suretinde tecelli etmiştir. Mesela; Allah’ın mukaddes lezzet şuunatı; bizde cüzi lezzet olarak, Sem ve Basar sıfatı; bizde göz ve kulak olarak, Adl ve Rahim isimleri; bizde hem nakış hem de hayatımızda adaletli ve şefkatli olmak şeklinde tecelli etmişlerdir. Bizim buradaki görevimiz; iman ve marifet nuru ile bu tecelli ve nakışları hem okumak ve hem de başkalarına hayatımıza tatbik suretinde okutmaktır. Yani birisi bize ve hayatımıza baktığı zaman, Allah’ın bu mukaddes vasıflarını bizde görmesi gerekir.

Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmâli şudur: Esmâ-i İlâhiyeye ait garâibin fihristesi, hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyası, hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı.. İzah eder misiniz?

İnsan, mahiyet ve kabiliyet olarak, çok geniş ve ihatalı bir fıtrata sahiptir. İnsanın mahiyeti Allah’ın bütün isimlerini tartıp, idrak edecek bir kıvamda yaratılmıştır. İnsanın mahiyeti, bir nevi, Allah’ın isimlerini görecek ve idrak edecek bir özet gibidir.

Mesela; insan hasta olup şifa bulmak ile Allah’ın şafi ismini idrak ediyor, açlık ile Rezzak ismine intikal ediyor ve hakeza… Sairlerini de bu şekilde tatbik edebiliriz.

Hem aynı mahiyet, Allah’ın bütün şuunat ve isimlerini kıyas ile ölçecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Mesela, ben cüzi ilmim ile onun külli ilmini kıyas ederek idrak ediyorum. Kendi mahiyetimdeki lezzet, memnuniyet, şevk, öfke gibi vasıflarla ondaki kutsi lezzet, memnuniyet, şevk, gadap gibi şuunatı rasat edebiliyorum. Mutlak bilinmeyeni, bilinen ile kıyaslayıp bilinir hale getiriyorum.

Kainattaki alemlerin bir mizanı, hem bu âlem-i kebirin bir listesi; hem şu kâinatın bir haritası; hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi olması ise; Kainatta yaratılmış bütün alemlerin küçük bir modeli ve mizanı insanın mahiyetinde vardır, insan o model ve mizan ile o alemi idrak edip seyredebiliyor. Kainatta umumi ve azametli alemler insanda duygu ve latife olarak küçük modeller şeklini almıştır. Bu yüzden insan, mahiyet olarak küçük bir kainat gibidir. Kainatı küçültsen insan, insanı büyültsen kainat olur.

Mesela insandaki hayal kuvvesi misal aleminin bir modeli ve mizanı gibidir; insan o hayal kuvvesi ile o aleme bakıyor. Ruh, alem-i ervahın bir mizanı ve modeli hükmündedir. Akıl, mana aleminin anahtarı ve penceresidir. Göz görüntü aleminin bir menfezidir. Kulak ses alemine açılan bir kanaldır vs.

"Hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvimidir. İşte, mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir. İnsan’ın mahiyeti, Allah’ın kudret hazinelerini açacak bir anahtardır. Göz bir anahtardır; kudretin var ettiği görüntüler hazinesi ancak bununla açılır. Kulak bir anahtardır; ses hazinesini açar. Akıl bir anahtardır; kudretin eli ile yaratılan bütün alemlerin kapısını açar ve hakeza..."(1)

Sairlerini buna kıyas edebiliriz. İnsan, kainata serpilen mükemmelliklerin tecemmu ettiği bir ahsen-i takvimdir. Kainatın umumunda dağınık ve belli zamanlara bölünen kemâlatın tek noktada ve tek vakitte toplanan tek merkez, insanın mahiyetidir.



sorularlarisaleinur

85

03.03.2010, 13:15

Rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri, zahir ve batın duygularla tadıp anlamak" cümlesi ne anlama geliyor? Burada zahir ve batın duygulardan ve sofralarından maksat nedir?


“Tadıp anlamak” ifadesinde geçen “tatma” işi zahir duygulara, “anlama” ise batın duygulara bir örnek olarak verilmiştir. Sadece tatmak fakat, düşünmemek, anlamamak insanı şükre götürmez; nefsin o lezzetle keyiflenmesine hizmet etmekten öteye geçemez. O takdirde, yenilen şey de o şahsın nazarında “nimet” olma özelliğini kaybeder, sadece “lezzetli ve faydalı bir gıda” olmakla kalır.

Halbuki, o gıda nimet olarak düşünülebilse, Üstadın ifade ettiği gibi, nimetten in’ama (ikram ve ihsana) geçilecek ve Mün’im (nimeti veren) bulunacaktır.

“ Ni’metten in’âma geçsen Mün’im’i bulursun.” Sözler, On Yedinci Söz

İnsan, bir nimetten zevk ve lezzet almasına yardım edecek göz, kulak, dil gibi zahir duygular yanında, kalp, akıl, hayal, vicdan gibi batınî özelliklere de sahiptir. Sadece zahirle yetinmek insanî olmaktan uzak bir haldir.

Üstadın şu ifadeleri bu noktada hem bir teşvik, hem de bir ikaz ve tehdit manası taşırlar:
“Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak. Kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.” Mesnevî-i Nuriye ( On Dördüncü Nota)


Gaibane muamele-i ubudiyetle tefekkür vazifesini ifa ederek
, Sâni-i Hakîmin muamelesine ve ef’aline bakmak derecesine çıkmak” cümlesini nasıl anlamalıyız? Bunun hazırane bir muamele suretine intikali nasıl oluyor?Bu âlem en mükemmel bir şekilde terbiye edildikten sonra, kendi haline bırakılmış değil. Onda sürekli faaliyetler, değişmeler, kemale erme ve zevale meyletmeler, hayata kavuşma, rızıklanma, hastalanma ve şifa bulmalar, izzete kavuşma ve zillete düşmeler, gülmeler ve ağlamalar, açmalar ve solmalar, ışıklanma ve karanlığa gömülmeler ve böyle daha nice işler ve haller sürekli olarak icra ediliyor ve sergileniyorlar. Fiil failsiz olmayacağından, bütün bu birbirinden farklı ve sürekli işler, perde-i gayb arkasında her şeyin her işini gören, bütün sesleri birden işiten, bütün ihtiyaçlara birlikte cevap veren, her şeyde bizzat tasarrufta bulunan Cenâb-ı Hakkın fiillerine ve muamelelerine sürekli olarak dikkat çekerler.

İşte, bu tabloyu iyi değerlendiren bir mümin, her neye ve hangi hadiseye baksa onun arkasında bir İlahi muameleyi ve fiili görür. Bu hal insana bir nevi huzur verir. Çünkü İlahi fiillerin icraatları süreklidir ve bunların hiçbiri şuursuz sebeplerin, kör tesadüfün, sağır tabiatın işleri değillerdir. İşte Rabbini bu şuur ile daima hatırlayan insan, bütün ihtiyaçlarını ancak O’nun gördüğünü bütün hayırların ancak onun elinde olduğunu, kendisini bütün düşmanlarının şerrinden ancak O’nun emin edebileceğini düşünerek “İyya ke na’büdü ve iyya ke nestain” (Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.) der.
Böyle söylemek, hazırane bir muameledir. Yani, Allah’tan gıyaben bahsetmek yerine, doğrudan O’na hitap etmektedir. Meselâ, “Allah ne kadar Rahîm ve Kerîmdir.” deme noktasını aşıp, doğrudan O’na hitap ederek “Sen ne kadar Rahîm ve Kerîmsin.” deme makamına ermektir.

Bu hal namaza mahsus değildir. Bir mümin, namazda Fatiha sûresini okurken “iyya ke na’büdü..”ye kadar gaibane, ondan itibaren hazırına muameleye geçtiği gibi, günlük işlerinde ve tefekkürlerinde de hadiseleri önce gaibane düşünüp, değerlendirir, sonra doğrudan Allah’ın hikmetine ve kudretine iltica ederek her şeyi O’ndan bilir, O’ndan bekler ve yine yalnız O’ndan korkar. Meselâ, hayırlı bir işe başlarken “bismillah” (Allah’ın ismiyle) der, bu gaibanedir, Hemen akabinde “Yarabbi sen mahcup etme, lütfunla muvaffak et!” diyerek Allah’a sığınmakla hazırane bir muameleye girer.

Üstat hazretleri bu tarz konuşma hakkında şunları kaydeder:

“İnsan, bir adamın fenalığından, ayıblarından bahsederken hiddeti, gazabı o kadar galebe eder ki; hayalen, hayalî bir ihzar ile hitab suretiyle kendisine tevcih-i kelâm etmeye başlar veya iyiliklerinden bahsederken şevki ve aşkı galeyana gelir, hemen hayalinin karşısına getirir, kendisine hitab ile konuşmaya başlar. Bu iltifat ile tesmiye edilen bir kaidedir. Bu kaidenin lisan-ı Arab'da büyük bir mevkii vardır.” İşarat’ül-İ’caz

Meselâ, birisinin zalimliğini anlatan kimse heyecanından ve nefretinden öyle bir noktaya gelir ki, sonunda “Ey zalim! Bu canlara nasıl kıydın!?..” diyerek doğrudan ona hitap etmeye başlar.
Veya, bir kimse Sinan’ın şaheserlerini hayranlıkla seyrederken, sonunda öyle bir noktaya gelir ki, “Koca Sinan! Bir ömre bu kadar eseri nasıl sığdırdın!?..” diyerek ona olan hayranlığını hazırane olarak dile getirir.


Mün’im-i Hakiki’nin tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele etmek mertebelerini nasıl anlamalıyız?

Cenâb-ı Hakkın sanatının mucizeleriyle kendisini zîşuura tanıttırmasına karşı; Hayret içinde bir marifet ile mukabele etmek, Rahman’ın kendi rahmetinin güzellikleri ile kendini sevdirmesine mukabil, muhabbet ve aşk ile mukabele etmek. Mün’im-i Hakiki’nin tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele etmek mertebelerini nasıl anlamalıyız?

Üstat hazretleri, tekbir konusunda “Marifetimiz haricindeki kemalat-ı kibriyasının mücmel bir unvanıdır.” buyurur. Atomlardan sistemlere, çiçeklerden yıldızlara kadar her şey müminin ruhunda “hayret içinde bir marifet ve muhabbet” doğurur. Bunun en mükemmel örneği, Allah Resulünün (asm.) miraçta söylediği “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, ben seni hakkiyle tanıyıp bilemedim.” cümlesidir. Bütün sema tabakalarını geçip arşı, kürsiyi görüp, cennet ve cehennemi seyredip bütün melekler âlemini müşahede edip, her safhada marifeti ve hayreti biraz daha artan Peygamber Efendimiz (asm.), manevî terakkisinin o doruk noktasında bu cümleyi dile getirmiş ve Allah’ın marifetinin sonu olmadığını bizlere ders vererek, “Bu konuda ne kadar ileri gidilse yine azdır.” şuurunu hepimizin ruhunda geliştirmek istemiştir.

“Rahman’ın kendi rahmetinin güzellikleri ile kendini sevdirmesine” gelince, bu kâinatta cereyan eden ve bize Rabbimizi bildiren ve tanıttıran hadiseler, bizimle hiç ilgisi olmayan harika icraatlar değil, bir yönüyle de bize bakan ve bize faydalar sağlayan mucizelerdir. Güneş harika bir eser olmasının yanında, bizim için yine çok büyük bir rahmettir.

“İnsan ihsanın kuludur” buyuran Allah Resulü (asm.), bu ihsanların, bu rahmet tecellilerinin insan kalbinde Allah sevgisini netice vereceğini ve vermesi gerektiğini bizlere ders vermiş oluyor.
Bir sonraki maddede “tatlı nimetlerden” söz edildiğine göre, bu maddede zikredilen rahmet tecellileri, nimetlerin çok daha ötesinde büyük ve önemlidir. Yirmi Dördüncü Sözde insan için en büyük rahmet tecellisinin “ademde kalmayıp vücuda gelmek”, yani “yoklukta kalmayıp var olmak” olduğu nazara verildikten sonra, varlığın mertebeleri sıralanır. Bunların en yükseğinin ise “Müslim sıfatıyla insan olmak” olduğu kaydedilir.

Üçüncü maddede, “Mün’im-i Hakiki’nin tatlı nimetlerine” dikkat çekilir. Bunlara karşı şükür ve hamd ile mukabele etmemiz gerektiği ders verilir.



sorularlarisaleinur

86

03.03.2010, 13:16

Mistar-ı kader üzerinde kudret kalemiyle yazılan mektubat-ı Rabbaniyeye” bir iki örnek vererek, “tefekkür ve istihsan” vazifelerinin nasıl ifa edildiğini biraz açar mısınız?

Nur Külliyatının birçok yerinde, bu kâinat “kudret kalemiyle yazılmış bir kitaba” benzetilir. “Bir harf bile kâtipsiz olamazken, şu muhteşem ve son derece hikmetler ve manalar taşıyan, her bir mahlûku Allah’ın tekvîni bir ayeti olarak O’nu bildiren, tanıttıran şu kâinat kitabı elbette ancak Allah’ın eseridir.” hakikati akıllara ve kalplere yerleştirilir.

Bu cümleden olarak, kâinattaki varlıklar için bazen “mektubat-ı Rabbaniye” tabiri kullanılır. Mektup “yazılan, yazılmış” demektir. Bu tabirle, akıllara çok ibretli bir tefekkür levhası sergilenir. Şöyle ki:
Biz bir meyvenin ismini yazsak, yahut resmini çizsek, ona bakanlar da o meyvenin ismini söylerler, ama ondan faydalanamazlar, çünkü o yazdığımız isim, yahut yaptığımız resim “meyve olma” terbiyesinden geçmemiştir. Sadece cansız bir yazı veya şekil olmaktan ileri gitmez.

Allah’ın yarattığı bir meyveye baktığımızda durum farklıdır. O meyve de kudret kâlemiyle yazılmış bir kelimedir, bir yazıdır. Şu var ki, biz o yazıdan faydalanabilir, yani onu yiyebilir, ondan istifade edebiliriz. Bir harf katipsiz olmazken, bir kelime, meselâ “elma” kelimesi elbette kâtipsiz olmaz. Sadece bir isim olmaktan öteye geçemeyen “elma” kelimesi kâtipsiz olmazsa, elbette bir mektûb-u Rabbanî olan gerçek elmalar da sahipsiz, sânisiz olmazlar.

Biz, yazdığımız “güneş” kelimesinden ışık beklemeyiz; deniz kelimesinde yüzemez, balık avlayamayız; tarla kelimesinden mahsul alamayız. Çünkü bunların hiçbiri rabbanî değildirler, yani bir terbiyeden geçmemişlerdir. Allah’ın bu kâinat kitabında yazdığı bütün harfler kelimeler, cümleler İlâhî bir terbiyeden geçmişlerdir, rabbanîdirler ve onların taşıdığı özelliklerden sürekli istifade edilir.

Malumdur ki, bir yazı önce zihinde planlanır, takdir edilir, daha sonra cümleler halinde kâğıda dökülürler. Şu mahlûkatın harika özellikleri, vazifeleri, şekilleri, taşıdıkları hikmetler gösteriyor ki, bunlar Allah’ın ilminde takdir edilmişler ve o takdire uygun olarak da yaratılmışlardır.

Bu yaratılış, “misdar-ı kader üstünde kâlem-i kaderle yazılan mektubat-ı Rabbaniye” ifadesinde bir temsil ile nazara verilir.

Misdar, cetvel demektir. Sadece doğru çizmeye yarayan cetveller olduğu gibi, değişik geometrik şekiller taşıyan cetveller de vardır. Bunlardan birini kullandığımızda, kalemimiz o düz hat, yahut o çizgiler üzerinde gezer. Cetveli kaldırdığımızda ondaki çizgiyi, yahut şekli kâğıda geçmiş olarak buluruz.

İşte eşyanın kaderde planlanması o cetveldeki şekillerin tespitine benzetilmiştir. Şekiller yahut çizgiler o misdara göre ortaya çıktığı gibi, mahlûkat da Allah’ın ilminde tayin edilen mahiyetlerine göre bu dünya yüzüne çıkarılır; “daire-i ilimden daire-i kudrete” geçirilirler.

“… Bu kâinat bütün mevcudatıyla beraber kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış manidar hadsiz kitablar, mektublar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde …” Şualar (Yedinci Şua)


"Hayatınızın makinasında dercedilen şu nazik letaif ve manevîyat, ve şu hassas aza ve alât, ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu mütecessis havas ve hissiyat,.." Letaif, maneviyat, cevarih, cihazat, aza ve alât için birer örnek verir misiniz?


Bunlar arasında kesin hatlar çizmek zordur. Zira, bir şey bazen bunların ikisi yahut üçü için de kullanılabilmektedir. Meselâ “ayak” hem azadır, hem cevarihtir. Keza, hissiyat aynı zamanda letaiftir.
Göz azadır, görme ise bir histir, bir duygudur. Bununla birlikte şöyle bir açıklama getirilebilir:

Kalp, sır, akıl, vicdan,, hafıza, hayal,.., “nazik letaif ve manevîyat”;

El, ayak, ağız, mide, göz, kulak, dil,…, “hassas aza ve alât”,

Bunlardan ilk ikisi veya üçü “cevarih”; (Cevarih, “yaralayıcı ve kesici aletler” demek olup, daha çok , el, ayak ve ağız için kullanılır.) Bu kelime Nur Külliyatında, daha çok “dış organlar” manasında kullanılmaktadır.

Görme, işitme, koklama gibi duygular da “mütecessis havas ve hissiyat” olarak düşünülebilir.
Mütecessis; “ tecessüs eden, gizlileri araştıran” demektir. Meyvenin tadı ve kokusu sadece görme ile anlaşılmıyor. Tat alma duygusu, tecessüs ile, onu insana hissettiriyor.

"Cenâb-ı Hakk’ın kendi sanatının harikalarını ve antikalarını sergilemesine karşı, Maşallah diyerek takdir etmek, ne güzel yapılmış deyip istihsan ederek, Barekallah diyerek müşahade etmek, sonra amenna deyip şehadet etmek,.." izahı?


Bu âlem sarayını ve onda sergilenen İlâhî sanat eserlerini temaşa etme konusunda burada şöyle bir sıralama nazara veriliyor:

“Takdir (beğenmek, kıymetini bilmek)”,

“İstihsan (güzel bulmak)”,

“Müşahede”,

“İnanıp şahadet getirmek”,

“Başkalarını da şahit tutmak, (onlara da göstermek ve anlatmak)” ,

“İnkıyat ve mukabele”.

İlâhî eserleri takdir etmek ve beğenmekle başlayan yolculuk O’nun emirlerine inkıyat ve mukabele ile, yani ibadet ve taat ile son buluyor. Burada kişiyi ibadete götüren kademeler sıralanmış oluyor. Böylece, kâinatı bu manada seyretmeyenlerin ruhlarında ibadet arzu ve iştiyakının uyanmayacağı da ders verilmiş oluyor.

“Takdir (beğenmek, kıymetini bilmek)”, “istihsan (güzel bulmak)” ve “müşahede etmek (görmek, seyretmek)” bütün insanlarda bulunan ortak özelliklerdir. Ancak, bu mahlukatı Allah’ın eserleri olarak seyretmek gerekir. Aksi halde sadece eserlere hayran olmakla kalınır, bu ise ruha bir kemal vermez. Onun için, Üstad hazretleri; “maşallah diyerek takdir etmeyi”, “ne güzel yapılmış deyip istihsan etmeyi” ve “barekallah diyerek müşaade etmeyi” önemle nazara veriyor.

Ancak böylece “amenna deyip şehadet etme” makamına çıkılır.

Bu kemale eden ve bu zevki tadan kimse, başkalarını da bundan faydalandırmak üzere onları da ‘hayyealelfelah’ diyerek aynı yola, aynı çizgiyi çağırır.

Ezanda önce salata (namaza), sonra felaha (kurtuluşa) çağırmakta şöyle bir mana da vardır ki, kurtuluşa ancak namazla, ibadetle kavuşulur. Ancak böylece, insan bu kâinattaki harika eserleri, Allah’ın bir kulu ve en mükemmel eseri olarak hayretle seyreder.

“Rububiyetin saltanatı” üzerinde daha önce durulmuştu. Bütün alemleri Allah’ın terbiye etmiş olması bir rububiyet saltanatıdır. Bu saltanat vahdaniyeti gösterir. Yani Allah birdir ve bütün bu alemler Onun terbiyesinden geçmişlerdir. Bunu düşünen müminlere düşen vazife, “semi'nâ ve eta'na (işittik ve itaat ettik)” diyerek inkiyad ve mukabele etmektir. Yani, senin terbiye etmiş olduğun her âlem ve onların bütün fertleri senin bütün emirlerini harfiyen yerine getirdikleri gibi, biz de Kur’an-ı Keriminde inzal olunan ve Resul-ü Ekrem’in tebliğ ettiği bütün hükümlere iman ediyor ve hepsine uymaya söz veriyoruz.
__________________
iman insanı insan eder, belki sultan eder..

Bu konuyu değerlendir